Sayfalar

29 Temmuz 2014 Salı

Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı Seçimleri


Türkiye, 12. Cumhurbaşkanı’nı seçmek için Ağustos ayında ilk kez doğrudan halkoyuyla yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yoğun bir propaganda sürecine sahne oluyor. Bu fırsattan istifade, Birol Akgün’ün Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven kitabı ışığında Türkiye’deki daha önce yaşanmış Cumhurbaşkanı seçim süreçlerine bakmakta fayda var.

Ülkemizde seçimler denilince akla daha çok genel ve yerel seçimler gelmektedir. Bununla birlikte, Türkiye’de devlet başkanları yani Cumhurbaşkanları da 1923’ten bu yana seçimle işbaşına gelmektedir. Bugüne kadar Parlamento’nun seçtiği Cumhurbaşkanları, 2014 yılından itibaren ilk kez doğrudan halk oyuyla seçilecektir. Parlamenter rejimlerde aslında daha ziyade sembolik yetkileri olan devlet başkanlığı makamı, ülkemizde bazı tarihi, kültürel sebepler (Türklerde devletin başı olmanın tarihi ve kültürel olarak büyük bir öneminin bulunması, ordunun başkomutanı olması vs.) ve 1982 anayasasının Cumhurbaşkanlığı makamına tanıdığı özellikle atamalara yönelik önemli yetkileri sayesinde ülkemizde çok daha önemli bir konumdadır. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimleri büyük önem arz eder ve siyasal tarihimizde birçok defa krizin yaşanmasına neden olmuştur. Unutulmamalıdır ki, TBMM’nin Cumhurbaşkanını seçememesi, 12 Eylül 1980 darbesinin de önemli sebeplerinden biri olmuştur.

1923’ten bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin 11 Cumhurbaşkanı olmuştur. Bunların altısı Harp Akademisi mezunu ve asker (Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk ve Kenan Evren), ikisi sivil meslekten (Celal Bayar, Ahmet Necdet Sezer), üçü ise politikacı kökenlidir (Turgut Özal, Süleyman Demirel, Abdullah Gül). 1924 anayasasının tek-parti döneminde, karizmatik güçlü liderler ve milli kahramanlar olan Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün karşılarına rakip çıkmamıştır. Ancak az sayıda da olsa bazı vekiller oylamalara katılmayarak muhalif duruşlarını göstermişlerdir. 1950 yılında iktidarın el değiştirmesi sonrası ise iktidar partisinin güçlü ismi Celal Bayar partisinin meclisteki çoğunluğu sayesinde 3 defa üst üste Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bayar aynı zamanda ilk asker kökenli olmayan yani ilk sivil Cumhurbaşkanı olmuştur.

1960 ihtilali sonrası 1961 anayasasıyla birlikte asker kökenli Cumhurbaşkanlarına geri dönüş olmuş ve üst üste üç kez asker kökenli Cumhurbaşkanı (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk) seçilmiştir. Ancak bu dönemde de AP ve CHP, bu geleneğin oluşmaması adına bazı mücadeleler vermişlerdir. Mesela 1973 yılında Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in seçilmemesi için Demirel hükümetinin büyük gayreti olmuş ve sonucunda Gürler’in önü kesilerek, ordunun destek vereceği başka bir asker kökenli isim olan Fahri Korutürk üzerinde uzlaşma sağlanmıştır. 1982 anayasasının çok yeniş yetkiler tanıması sayesinde Cumhurbaşkanlığı daha da gözde bir makam haline gelmiş, Kenan Evren’in kendisi için düşünerek tanıdığı geniş yetkiler bu makamı daha politize bir hale getirmiştir.

Kenan Evren sonrasında iki sivil politikacı isim Turgut Özal ve Süleyman Demirel bu makama seçilmiş ancak politik kimlikleri özellikle tarafsızlığına şüpheyle bakılan Özal için zaman zaman sorun teşkil etmiştir. 28 Şubat sürecinin ardından, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı sonrasında 2000 yılında eski Anayasa Mahkemesi başkanı Ahmet Necdet Sezer bu göreve seçilmiştir. 2007 yılında yalnızca % 34 oyu olmasına karşın meclisteki % 66’lık çoğunluğuna dayanarak seçimlerine yapılmasına birkaç ay kala AKP’nin Cumhurbaşkanı seçmesi gayretleri ise, önce TBMM’de yaşanan 367 krizi, sonrasında ise 27 Nisan muhtırası ya da e-muhtıra olarak bilinen sürece neden olmuş ve Türkiye demokrasisi küçük bir sarsıntı geçirmiştir. Sarsıntı sonrası yapılan seçimlerde ezici bir üstünlük sağlayan AKP, partinin ağır toplarından eski Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül’ü bu makama seçmiştir.

22 Temmuz seçimleri sonrası yaşanan krizlere tepki olarak, 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan anayasa referandumu ile Türkiye Cumhuriyeti’nde Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi başta olmak üzere bir takım anayasa değişiklikleri yapılmıştır. Referandumda “Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, aynı kişinin iki kez Cumhurbaşkanı seçilebilmesi (5+5), görev süresinin 7 yıldan 5 yıla indirilmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin, görev süresi bitmeden önceki 60 gün içinde tamamlanması, genel seçimlerin 5 yıl yerine 4 yılda bir yapılması, TBMM’de, seçimler dâhil tüm oturumların 184 milletvekiliyle açılması” gibi değişiklikler oylanmıştır. Değişikliklere ülke genelinin % 31,05’i yani 8.744.947 kişi “Hayır” oyu verirken, ülke genelinin % 68,95’i yani 19.422.714 kişi “Evet” oyu vermiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı’nı belirleyecek olan seçim de oldukça renkli geçeceğe benzemektedir. Adayların tamamının sivil olması dikkat çekerken, adaylardan ikisinin (Recep Tayyip Erdoğan ve Selahattin Demirtaş) siyasi kimlik taşıdığı görülmektedir. Bu anlamda 1982 anayasasının öngördüğü “tarafsız” Cumhurbaşkanı profiline en uygun aday Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu gibi gözükmektedir. Ancak seçimlerin favorisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan, seçilirse sistemi Başkanlık sistemi yönünde değiştirmek istediğini açıkça belirtmektedir. Bu, kuşkusuz anayasaya aykırı ve Türk devlet teamüllerine uymayan bir durumdur. Erdoğan’ın büyük popülaritesi sayesinde bu durum fiiliyata dönerse, anayasal ve yasal mevzuatın Başkanlık sistemine uygun olmaması nedeniyle ülkede büyük siyasal krizler yaşanması olası gözükmektedir. Dahası Gül’ün yumuşak kişiliği nedeniyle üstesinden gelmeyi başardığı Cumhurbaşkanı’nın siyasi kimliğinin olmasının toplumu kutuplaştırması ve devletin birliğini bozması sorunu, Erdoğan’ın çatışmacı üslubu nedeniyle çok tehlikeli bir duruma dönüşebilecektir. Bu nedenle Ağustos ayında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye tarihi açısından önemli bir dönemeç olacaktır.  

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKLAR
-          Akgün, Birol (2007), Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Satın almak için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=68030&sa=173366990

27 Temmuz 2014 Pazar

Narsisist Liderlik ve Recep Tayyip Erdoğan Örneği


Giriş:
Narsisizm veya özseverlik, kişinin kendisine tapması, kabaca tabirle kişinin kendisine âşık olması olarak tanımlanan bir psikolojik rahatsızlıktır.[1] Kelimenin kökeni antik Yunan mitolojisine dayanmaktadır. Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, Narkissos yakışıklı avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda “eko” dediğimiz yankılara dönüşür. Olimpos dağında yaşayan Tanrılar ise bu duruma çok kızar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine âşık olmuştur. O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir.[2]
İtalyan ressam Caravaggio’nun 1594-1596 tarihleri arasında tamamladığı “Narcissus” (Kendine Âşık Olan Adam) adlı yağlıboya tablosu. Eser, Roma’daki Galleria Nazionale d’Arte Antica’da sergilenmektedir.
Birçoklarına göre narsisizm, kişinin özsaygısını koruması ve yaşamını devam ettirebilmesi için gerekli ve faydalıdır. Ancak psikiyatrlara göre narsisizmin dozunun artması, kişide ciddi psikiyatrik sorunlara neden olabilir. “Narsisistik Kişilik Bozukluğu” adı verilen rahatsızlık, egosantrizmin ileri bir boyutu olup, megalomaniye benzer bir şekilde kişinin kendisini diğer bireylerden üstün görerek kendisine zarar veren eylemler içerisine girmesine neden olur. Narsisistik kişilik bozukluğu olan kişiler, başkalarının düşünce ya da isteklerine gereken ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Başkalarının hakkına saygı göstermeden ve gerçeklerle bağdaşmasa bile daima kendilerini haklı göstererek ve o hedefi, gerekli emeği vermeden bile hak etmiş sayarak en önde, en gözde ve tek olmak isterler. Kendilerini başkalarının yerine koyamaz ve başkalarını anlayamazlar. Sanki her şey sadece kendileri için vardır ve ne olursa olsun her şeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi gerekir.[3]
Narsisizmin genel olarak toplumu oluşturan bireylerin yüzde 1’inde ve özellikle siyasal liderlerde görüldüğünü düşünenler olmuştur. Siyasal liderler ve Narsisizm ilişkisi, Politik Psikoloji disiplinin kurucularından olan Prof. Dr. Vamık Volkan tarafından da, “Some Psychoanalytical views on narcissistic leaders and their roles in large-group processes” adlı makalesinde kapsamlı bir şekilde ele alınmıştır.[4]
Vamık Volkan’ın Narsisistik Lider Görüşü:
Prof. Dr. Vamık Volkan’a göre; her ne kadar akademide hâkim olan bakış açısı liderlerin kişiliklerini küçümseyerek, olayları daha çok tarihsel ve yapısal koşullara göre yorumlamak olsa da, liderlerin ve aldıkları kararların dünya tarihinde çok önemli yeri vardır. Bazen liderler bile bu önemin farkında değildir, ya da öyle gözükmek isterler. Örneğin, İsrailli tarihçi Yehoshua Arieli’nin kendisine yönelttiği “Liderlerin kişilikleri dünya tarihinde önemli midir?” sorusuna “Tarihi liderler değil, milletler yapar” yanıtını veren İsrail’in en önemli lideri David Ben Gurion buna bir örnektir. Ancak Volkan’a göre realpolitik anlayış ve rasyonel seçim modelinin sosyal bilimlerde çok ağır basması nedeniyle akademide görülen bu eğilim, tarih incelenirse bulunacak birçok karşıt örnekle zayıflatılabilir.
Volkan’a göre, liderlerin zaten var olan narsisistik güdülerinin ortaya çıkması ve toplumla bütünleşmesi için en uygun koşul; toplumların çeşitli felaketler sonrasında içerisine girdikleri regresyon durumlarıdır. Narsisistik güdüleri olan liderler, toplumlarının içerisine girdikleri bu gibi felaket durumlarında içlerinde saklı olan narsisistik eğilimleri körükleyecek uygun ortam yakalarlar. Narsisist liderler, yenilmezlik ve büyüklük duygularını, toplumlarını zor durumdan kurtararak ileri götürmeleri durumunda başarılı bir şekilde tatmin ederler. Mesela ABD’nin 11 Eylül 2001 tarihinde ilk kez kendi topraklarında vurulmasına neden olan 11 Eylül saldırıları sonrasında, dönemin Amerikan Başkanı George W. Bush buna çok uygun bir ortam yakalamıştır. Öyle ki, Bush’un bu saldırılar sonrasında yaptığı konuşmalar incelenirse, kendisine tarihsel bir rol biçtiği ve kendini toplumunu güvenlik risklerinden kurtaracak bir önder gibi gördüğü açıktır. Ancak Bush’un sonrasında izlediği politikaların toplumdaki karşılığı ve kendi narsisistik güdülerini ne ölçüde tatmin edebildiği şüphelidir.
Vamık Volkan’a göre liderler ve toplum arasındaki ilişki normal zamanlarda trafiğin çift taraflı olarak aktığı yoğun bir cadde gibidir. Böyle zamanlarda trafik çift taraflı olarak, yani toplumun siyasal olaylar hakkındaki bilinç ve tepkileri ile liderin toplumu yönlendirme çalışmaları arasında ilerler. Ancak kriz zamanlarında genelde tüm devletlerde trafik tek şeritten verilir, yani lider toplumla tek taraflı bir ilişki içerisine girer. Bu elbette totaliter rejimleri dahi aklayabilecek çok tehlikeli bir eğilimdir. Ancak ABD gibi demokratik bir ülkede bile 11 Eylül saldırıları sonrasında buna benzer eğilimler Amerikan toplumunda yaygın şekilde gözlemlenmiştir. Yani bu durum demokratik ülkelerde bile gerçekçi bir temele oturmaktadır.
Böyle durumlarda liderler toplumu etkilemek ve yönlendirmek için “seçilmiş travma” ve “seçilmiş zafer” adı verilen toplumsal sembol olay ve imgelerden fazlasıyla faydalanırlar. Seçilmiş travma ve seçilmiş zafer, bir topluluğu bir arada tutan tarihi olaylar ve bu olaylar üzerine üretilen söylem ve “mit”lerdir. Örneğin, Ermeniler için 1915 yılında Osmanlı Devleti’nde yaşanan tehcir olayı, dünyada dağınık halde bulunan bu topluluğu bir arada tutan en önemli tarihi imgedir. Yine tüm uluslar, kendileri açısından önemli askeri galibiyet ya da devrimleri her sene kutlayarak seçilmiş zaferlerini canlı tutarlar. Türkiye’deki 29 Ekim, ABD’deki 4 Temmuz ya da Fransa’daki 14 Temmuz kutlamaları bunlara örnek gösterilebilir. Bu imgeler bazı toplumlarda öylesine güçlüdür ki, aradan onyıllar ya da yüzyıllar geçmesine karşın olaylar bu toplumlar için güncelliğini korur. Travma yaşayan ve etkileri geniş bir regresyon döneminden geçen toplumlarda görülen bir diğer özellik ise; Volkan’ın “purification” yani “günahlarından arındırma” adını verdiği kültürel değişikliklerdir. Mesela Yunan toplumunun Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını elde ettikten sonra Yunanca’dan Türkçe kelimeleri çıkarması, “benign purification” yani “tehlikesiz günah çıkarma” örneğidir. Keza Mustafa Kemal Atatürk’ün dil alanında yaptığı devrimler buna benzer zararsız bir reform ve toplumu yeniden ayağa kaldırma çabasıdır. Ancak purification kimi zaman habis bir hal alarak (malicious purification), toplumları en son Yugoslavya’nın dağılma sürecinde gördüğümüz gibi etnik temizlik ve soykırım hareketlerine dahi yönlendirebilir.
İyi ve Kötü Örnekler:
Profesör Vamık Volkan’ın üzerinde durduğu bir diğer konu ise narsisistik liderlerin tipleridir. Volkan’a göre onarıcı narsisistik liderlik yani “reparative narcissism”, liderlerin narsisistik güdüleriyle toplumsal koşullar arasında doğru bir denge tutturması ve uygun koşulları yakalamaları durumunda gerçekleşen ve toplumları ileriye götürebilen bir olgudur. Elbette bu tip liderliğe en güzel örnek; yıkılmakta olan ve işgal edilmiş ülkesini kurtararak modern ve bağımsız bir ulus devlet kurmayı başarmış Mustafa Kemal Atatürk’tür.[5] Atatürk liderliğinin "onarıcı" olarak adlandırılmasının sebebi; kendisinin yaptığı şok edici devrim ve reformların Türk toplumunu regresyon durumundan kurtarması ve ona yeniden özgüven kazandırmasıdır.
Ancak Volkan’a göre narsisistik liderlik her zaman onarıcı olmaz. Volkan’ın “destructive narcissism” yani yıkıcı narsisistik liderlik adını verdiği liderlik tipinde, lider toplumuna özgüven kazandıran işler yapmak yerine, toplumuna düşman gruplar göstererek onları bu antagonizma üzerinden yönlendirmek ve kontrol altında tutmak ister. Ancak bu tip girişimlerin felaketle sonuçlandığı da sıklıkla görülmüştür. En bilinen örnek kuşkusuz Yahudileri düşman olarak göstererek, ülkesini ve dünyayı büyük bir felakete sürükleyen ve bugün dahi Alman ulusunun "yaralı" olmasına neden olan Nazi lideri Adolf Hitler’dir. Volkan ve Jerrold M. Post’a göre[6] Irak diktatörü Saddam Hüseyin de buna iyi bir örnektir. Her iki lider de toplumlarını felakete sürüklemiş ve özgüvenlerini dibe vurdurmuştur.
Recep Tayyip Erdoğan: Narsisist Liderlik Örneği
Türkiye’yi son yıllarda adeta tek başına yönetmeye başlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da, Türkiye’de kültürel açıdan uzun onyıllar aşağı kabul edilmiş İslami kültür ve camiadan yetişmiş olmasına karşın narsisist bir lider olduğu su götürmez bir gerçektir. Erdoğan’ın imajı konusuna gösterdiği azami önem, partisinin reklam çalışmalarına ayırdığı bütçe ve medya kontrolü konusundaki demokrasi dışı eğilimleri, onun iflah olmaz bir narsisist olduğunu göstermektedir.
Recep Tayyip Erdoğan
Erdoğan’ın iktidara doğru yürüdüğü 2002-2003 yıllarına bakılırsa, bu dönemde Türk toplumunun çok önemli ve ciddi bir regresyon döneminden geçtiği kolaylıkla fark edilebilir. Buna neden olan iki büyük olay; 1999’da yaşanan, binlerce insanı öldüren ve hayatı felç eden 17 Ağustos depremi ve 2001 yılında yaşanan ve etkileri çok şiddetli olan büyük ekonomik krizdir. Erdoğan, bu olaylar sonrasında büyük bir regresyon sürecine giren  Türk toplumu ve özellikle muhafazakâr kesime, kolektif belleklerde yer eden İslami zaferlerden ve gelecek parlak günlerden söz ederek iktidara kolaylıkla yürümüştür. Yani kendi narsisistik güdülerini gerçeğe dönüştürebileceği uygun bir regresyon dönemini yakalamış ve bu sayede kendisini Türk toplumuna ve özellikle sağ kesime güçlü bir lider olarak tescil ettirmiştir. Bu durum hem Erdoğan’ın şansı, hem de başarısıdır. Bu dönemde Erdoğan’ın liderliği topluma yeniden özgüven aşılamış ve onarıcı liderlik modeline yakın gözükmüştür.
Ancak yıllar içerisinde koşulların değişmesi nedeniyle Erdoğan’ın narsisistik liderliğinin hangi yöne gideceği ciddi bir merak ve tartışma konusudur. Erdoğan’ın “yıkıcı narsisistik liderlik” modeline uygun şekilde, söylemlerinde ve politikalarında zaman zaman toplumdaki bazı grupları hedef haline getirebildiği bilinen bir gerçektir. Erdoğan’ın 11-12 yıllık iktidarı incelenirse, önce darbeci-Ergenekoncu adı verilen askere yakın Cumhuriyetçi çevrelerin, daha sonra zaman zaman değişken bir şekilde Alevi ve Kürt grupların, son dönemde ise Fethullah Gülen cemaatine mensup mutaassıp grupların hedef haline getirildiği ve ötekileştirildiği açıkça görülmektedir. Bu açıdan Erdoğan’ın liderliğinin ilk yıllarındaki “onarıcı” yönelimin dışında bir diğer boyutu da yıkıcı liderliktir. Bu nedenle bugün Türk toplumu hiç görülmediği kadar kutuplaşmış ve birbirinden kopuk gruplar hale gelmiştir. Erdoğan’ın bu çizgisinde ısrar etmesi halinde ise, Türk toplumunun yeni bir regresyon sürecine girmesi kaçınılmaz gözükmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKLAR
- “Narkissos (mitoloji)”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji).
- “Narsisizm”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Narsisizm.
- “Narsisistik Kişilik Bozukluğu”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Narsisistik_ki%C5%9Filik_bozuklu%C4%9Fu.
- Post, Jerrold M., “Saddam Hussein of Iraq: A Political Psychology Profile”, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://jonathanrenshon.com/Teaching/UW/IntroPolPsych/PsychAssessment-Profile.pdf.
- Volkan, Vamık (2006), “Some Psychoanalytical views on narcissistic leaders and their roles in large-group processes”, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://www.vamikvolkan.com/Some-Psychoanalytic-Views-On-Narcissistic-Leaders-and-Their-Roles-in-Large-group-Processes.php.

[1] “Narsisizm”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Narsisizm.
[2] “Narkissos (mitoloji)”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji).
[3] “Narsisizm”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Narsisizm.
[4] Volkan, Vamık (2006), “Some Psychoanalytical views on narcissistic leaders and their roles in large-group processes”, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://www.vamikvolkan.com/Some-Psychoanalytic-Views-On-Narcissistic-Leaders-and-Their-Roles-in-Large-group-Processes.php.
[5] Vamık Volkan, Profesör Norman Itzkowitz’le beraber kaleme aldığı “Ölümsüz Atatürk” adlı eserinde, Mustafa Kemal Atatürk’ün psikolojisini ve hayatını derinlemesine incelemiştir. Satın almak için; http://www.idefix.com/kitap/olumsuz-ataturk-vamik-d-volkan/tanim.asp?sid=L49JZG8OTL8T29TMCS5M.
[6] Post, Jerrold M., “Saddam Hussein of Iraq: A Political Psychology Profile”, Erişim Tarihi: 27.07.2014, Erişim Adresi: http://jonathanrenshon.com/Teaching/UW/IntroPolPsych/PsychAssessment-Profile.pdf.

25 Temmuz 2014 Cuma

Uluslararası Krizler ve Kriz Yönetimi


Son yaşanan Gazze olayları bir kez daha gösterdi ki; uluslararası krizlerin diplomatik açıdan iyi yönetilememesi ve arabulucu aktörlerin sistem içerisinde kendilerine verilen rolleri doğru kavrayamamaları durumunda savaş riski 21. yüzyıl dünyasında da peki hala mevcuttur. Türkiye’nin İsrail’le yaşadığı gerginlikler ve Hamas’la Filistin Devleti haricinde özel bir yakınlık kurması, İsrail-Filistin krizinde Türkiye’nin arabulucu rolünü kaybetmesine ve Mısır’ın yeni bir arabulucu uluslararası aktör olarak ön plana çıkmasına neden oldu. Bölgedeki komşu ve yakın ülkelerin çoğunda Büyükelçisi dahi bulunmayan Türkiye ise dış politikada kan kaybetmeye devam ediyor. Türkiye’nin demokrasi yanlısı ilkeli tutumu herşeye rağmen takdire değer. Ancak bunun somut bir faydaya dönüşmemesi, doğal olarak Türkiye’nin demokrasi tercihinin sorgulanmasına yol açıyor. Bu yazıda uluslararası krizler ve kriz yönetimi hakkında Prof. Dr. Haydar Çakmak’ın editörlüğünü yaptığı Uluslararası İlişkiler “Giriş, Kavram ve Teoriler”[1] kitabından özetle bazı temel bilgileri size aktarmaya çalışacağım.
Kriz kısa tanımıyla devletler ya da çeşitli güç blokları, odakları arasında “çözülmesi mümkün ancak savaşa dönüşmesi de olası uyuşmazlıklardır”. Krizin üç temel özelliği vardır;
1-) Karar vericilerin önemli önceliklerini tehdit etmek,
2-) Kararın eyleme dönüşmesinden önce verilen yanıt için kullanılan zamanın azalması,
3-) Koşullarıyla (durumuyla) karar vericileri şaşırtmak.
Krizlerin karakteristiği ise şu özelliklerden oluşur;
1-) Statükodan kopma ve bir denge durumunu tehlikeye sokma olasılığı vardır.
2-) Kriz anında oluşan tehditler, tehlikeler, riskler vardır.
3-) Sık sık askeri çatışma yaşanma olasılığı bulunur.
4-) Krizin sınırlı görünümü mümkündür ama mutlak görünümü mümkün değildir.
5-) Doğru bir karar vermek için zorunlu olan bilgilere ulaşmak gerekir. Ancak kriz anında bu çoğunlukla mümkün olmaz. Zira zaman azdır ve büyük bir gerginlik söz konusudur.
6-) Krizler sürekli değildir. Organize bir sistem içerisinde ender görülen kopma anlarıdır ve sık sık yaşanmaz.
Karar vericiler kriz anlarında çoğunlukla 2 seçenekten birini tercih ederler:
1-) Kriz öncesi dengeyi bulmak,
2-) Kriz sonucu bir değişimle yeni bir denge bulmak.
Her kriz temelde dört aşamadan oluşur: Kriz öncesi, Tırmanma, Yumuşama ve Patlama.
1-) Kriz Öncesi (Yakın Kriz): Kriz öncesi belirtiler ortaya çıkar, ilişkiler sertleşir, hoş olmayan beyanatlar görülür. Ancak ilişkiler henüz kopma noktasına gelmemiştir. Yakın kriz döneminde kopmalar ancak işgal, suikastlar veya dışta meydana gelen olaylarla yaşanabilir.
2-) Tırmanma: Halktan gelen tepkiler, sokak gösterileri, öfke birikmesi ve sinirli bir psikolojinin hâkim olmasıdır. Krizin derinleşme durumudur.
3-) Krizin ülkelere yarardan çok zarar getireceği düşünülürse taraflar arasında yumuşama dönemi yaşanabilir. Orta yol bulunmaya çalışılır, genelde başka devletler aracı olur.
4-) Patlama: Savaş öncesi durumdur. Bu aşamada da yumuşama yaşanmazsa çatışma kaçınılmaz olur.
Kriz Türleri
1-) Gelişen Kriz: Belirli bir zaman içerisinde sorunların birikmesiyle oluşur. (İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki savaş ve krizler buna örnektir)
2-) Ani Kriz: Beklenmeyen olaylarla bir anda gelişen krizlerdir. Kısa süreli olur. Aniden geliştiği için önleyici tedbirler alınması zor olur. 1979 İran Rehine Krizi buna örnektir.
3-) İstenen (Planlanmış) Kriz: Taraflardan birisinin isteğiyle çıkması için provoke edilen krizlerdir. İkinci Dünya Savaşı öncesi Nazi Almanya’sının hareketleri buna örnektir.
4-) Dolaylı Kriz: İki ülke arasında yaşanan sorunlar nedeniyle üçüncü bir ülkenin dâhil olduğu krizlerdir.
5-) Kaza Krizi: Bir kaza sonucu ve yanlışlıkla ortaya çıkan krizlerdir. Düzeltilmesi daha kolay olur.
Uluslararası krizleri konuları bakımından dört kategoride incelemek mümkündür;
1-) Güvenlik Krizi: Adı üstünde güvenliğe dayalı krizlerdir. Soğuk Savaş kadar sık olmasa da dini fanatizm, etnik milliyetçilik, emperyalizm, kitle imha silahlarının varlığı, jeopolitik güvenlik algılamaları gibi sebepler nedeniyle güvenlik krizleri yaşanabilmektedir. (Gürcistan-Rusya, İsrail-İran gerginlikleri)
2-) Çıkar Krizi: Ülkelerin gücünü artık askeri güç kadar ekonomik güç, teknolojik ilerleme ve kalkınmışlık belirlemektedir. Dolayısıyla ülkeler ekonomik ulusal çıkarları için birbirleriyle kriz yaşayabilirler. (Irak Savaşı öncesi Fransa ve Almanya’nın ABD ile yaşadığı kriz)
3-) Güven Krizi: Özellikle uluslararası kurum ve kuralların güven vermemesi durumunda ülkeler birbirlerine karşı şüpheyle yaklaşabilir ve karşılıklı güven sorunu nedeniyle kriz noktasına varabilirler.
4-) Bilgi Krizi: Yanlış ya da yanlı bilgiye (dezenformasyon) dayalı krizlerdir.
Uluslararası krizlerde, dünyadaki en yaygın uluslararası kurum olan Birleşmiş Milletler’in aktif rol oynaması beklenir. Ancak ABD’nin 2003 yılındaki Irak müdahalesinin BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın gerçekleşmesi, genel olarak dünyada uluslararası kurumların zayıfladığı imajını doğurmuştur. Bu tarihten itibaren başta Rusya Federasyonu olmak üzere birçok ülkenin dış politikasında uluslararası kurumlara yönelik güvensizlik gözlemlenmiştir. Şimdilerde yaşanan Gazze krizinde de Birleşmiş Milletler’in maalesef beklenildiği ölçüde etkin bir görev yapamaması dikkat çekmektedir. Bu gelişmeler BM’de bir reform yapılması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Son dönemde dünya siyasetinde etkin olan aktörlerden başta Almanya olmak üzere Türkiye, Brezilya, Japonya gibi ekonomik açıdan yükselen veya halihazırda güçlü ülkelerin de BM Güvenlik Konseyi’nde yer alması, bu durumun düzeltilmesi adına ilerleyen yıllarda gündeme gelebilir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


23 Temmuz 2014 Çarşamba

Demokratik Rejimler ve Özellikleri


Son yıllarda dünyada en çok konuşulan kavramlardan birisi kuşkusuz “demokrasi”dir. Özellikle İslam coğrafyasında demokratik deneyimlerin felaketle sonuçlanması sonrasında, dünya genelinde demokrasilere duyulan inanç hızla azalmakta ve yeniden otoriter modeller gündeme gelmektedir. Bu olumsuz gidişatın önüne set çekmek adına, Aytekin Yılmaz’ın Modern Demokrasi Gelişimi ve Sorunları adlı kitabından özetle demokratik rejimlerin kriterlerini ve özelliklerini bu yazıda çeşitli tartışmalar ışığında özetlemeye çalışacağım.
Demokrasi ve Kriterleri
Demokrasi, ideal anlamıyla “insanların sadece vicdanlarının sesini dinledikleri, yönetimin kişilerin rızasına dayandığı ve zorlamanın ortadan kalktığı bir sistem” olarak tanımlanır. Ancak uygulamada durum farklı olup, bizzat demokrasinin kendisi bir iktidar ve kişileri denetim altına alan bir otorite sistemidir. Klasik elit teorilerine (Pareto, Mosca) ve modern elit teorilerine (Schumpeter’in “rekabetçi elitizm” görüşü ya da Wright Mills’in teorisi) göre, demokrasi ulaşılması imkânsız bir idealdir. Mills’e göre modern Amerikan demokrasisinde aslında sistem üçlü bir iktidar odağı (askerler, işadamları, bürokrat ve siyasetçiler) tarafından yönlendirilmektedir. Sosyalist deneyimler sonrasında demokrasinin piyasa ekonomisinin varlığı olmadan imkânsız hale geleceği öne sürülmüştür. Ancak piyasa mekanizmasının da birçok demokratik soruna kaynaklık ettiği görülebilmektedir.
Günümüz Batı demokrasilerinde karşımıza çıkan bazı temel unsurlar şöyle özetlenebilir;
1-) Siyasal demokrasilerde rejimin meşruluğu yönetenlerin belli sınırlar ve denetim mekanizmaları içerisinde istekleri yönünde hareket etmesinden kaynaklanır,
2-) Yönetenlerin meşruluğu, bunların yönetimde kalıp kalmayacaklarının belirli ve makul aralıklarla yapılan seçimlerle belirlenmesine bağlıdır,
3-) Yönetilenlerin siyasal sürece her düzeyde katılma hakkı ve özgürlüğü bulunmaktadır,
4-) Siyasete katılma, siyasal tercihleri şekillendirme ve bunları kamuoyuna duyurma, benimsetme, bu tercihleri benimseyen kadroları örgütleme, iktidar yarışına girmek gibi eylemlerin gerçekleşmesi için vatandaşların düşünce ve ifade, haberleşme, toplanma, örgütlenme özgürlüklerine sahip olması.
Alan Ball da aynı doğrultuda liberal demokrasinin özelliklerini şöyle sıralamıştır;
  1. Birden fazla siyasal parti bulunması ve partilerin serbestçe rekabet edebilmesi,
  2. Siyasal iktidar için rekabetin açık ve önceden kabul edilmiş prosedüre göre yapılması,
  3. Siyasi iktidar pozisyonlarına girişin açık olması,
  4. Geniş oy hakkına dayalı periyodik seçimlerin varlığı,
  5. Sendikalar ve gönüllü kuruluşlar ile baskı gruplarının sıkı şekilde hükümet kontrolünde olmaması ve hükümet kararlarını etkileme imkânına sahip olması,
  6. Düşünce, ifade ve din-vicdan özgürlüğünün varlığı ile keyfi tutuklama, gözaltı olmaması,
  7. Bağımsız yargı,
  8. Kitle iletişim araçlarının devlet tekelinde ya da sıkı denetiminde olmaması.
Yine Alan Ball’a göre otoriter rejimlerin özellikleri ise şöyle özetlenebilir;
  1. Açık siyasi rekabete önemli sınırlamalar vardır,
  2. Tek biçimlilik yaratan total ideolojilerin varlığı,
  3. Kişilere ait mahfuz alanın kabulü sorunludur,
  4. Siyasi elit zaman zaman kaba güce başvurabilir,
  5. Sivil alan ve özgürlükler zayıftır. Kitle iletişim araçları ile yargı bağımsızlığı sorunludur, iktidarın etkisine açıktır,
  6. Yönetim ve kurallar halk yerine geleneksel siyasi elite dayanır. Rejimde sık sık krizler, çöküşler yaşanır,
  7. Çoğulculuk yerine hâkim bir grup siyasal kontrolü elinde bulundurur.
Demokrasinin temelinde özgürlük (hürriyet) kavramı vardır. Tarihsel olarak özgürlük öncelikle devlet müdahalesinin sınırlanması ve kişiye özel alanların dokunulmaz hale gelmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. İsaiah Berlin’e göre işte bu kişinin dokunulmazlık alanlarının ortaya çıkışı negatif özgürlüğe örnektir. Birinci kuşak siyasal haklar daha çok negatif özgürlüklerle alakalıdır. Negatif özgürlükler çok önemli olsa da, özel alanda eşitsizliklerin devamına yol açabilir. Berlin’e göre sosyal haklarının gelişimiyle beraber pozitif özgürlük adı verilen ve devlete bazı ödevler yükleyen haklar gelişti. Pozitif özgürlükler Berlin’e göre daha tehlikeliydi zira devlet kendisine yüklenen ödevlerine yerine getirerek negatif özgürlük alanlarını kısıtlayan baskıcı yönetimler kurabilirdi. Bu anlamda Berlin’e göre devlet ne kadar küçük olursa o kadar faydalı idi. Ancak pozitif özgürlüklerin olmadığı bir ortamda da demokrasiler çökmeye açıktı. ABD Başkanı F. D. Roosevelt’e göre insanlar özgürlükle ekmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıldıklarında ekmeği seçerlerdi. Bu nedenle Avrupa’da demokrasilerin çökme sebebi halkın demokrasiyi sevmemesi değil, işsizlik, güvensizlik ve ekonomik sıkıntılardı. Bunun ortadan kalkması için pozitif özgürlüklerin varlığı yani sosyal bir devlete ihtiyaç vardı. Yani tarihsel süreç içerisinde, özgürlük kavramı başlarda devlet otoritesinden kaçış, onun sınırlanması olarak ortaya çıkmış, sonrasında ise devletin aktif olarak kişinin özgürlüğü, onurlu yaşamı için düzenlenmesi şeklinde kendini göstermiştir. Bugün hala devletin ölçeği konusunda tartışmalar devam etmektedir. Neo-liberal bakış açısı devleti özgürlük lehinde sınırlandırırken, eşitsizlikleri arttırmaktadır.
Ünlü Karşılaştırmalı Politika uzmanı Samuel P. Huntington üç büyük demokratikleşme dalgasından söz etmektedir.
- 1. demokrasi dalgası, Amerikan ve Fransız Devrimleri ile başlamış, 1820’de ABD’de oy hakkının genişlemesiyle ilerlemiş ve 1926’ya kadar 29 demokratik ülkenin kurulmasıyla son bulmuştur. 1920’lerden başlayan otoriter rejim dalgası nedeniyle geriye dönüş başlamış, bunun sonucunda 1942’de demokratik ülke sayısı 12’ye düşmüştür.
- 2. demokrasi dalgası, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan dekolonizasyon dönemi ile ortaya çıkmış ve 1962’de 36 ülke demokratik rejim haline gelmiştir. 1960-1975 arası dönemde ise yeniden bir geriye dönüş yaşanmış ve demokratik ülke sayısı 30’a inmiştir.
- 1970’lerin sonlarından başlayan 3. demokrasi dalgası ile onlarca ülke daha demokrasiye geçmiş ve SSCB’nin yıkılması sonrası başladığı iddia edilebilecek olan 4. demokrasi dalgası ile demokrasi tüm eksikliklerine rağmen alternatifsiz bir rejim haline gelmiştir.
Phillips Shively’e göre demokrasiye geçişin 4 önemli nedeni vardır;
  1. Otoriter rejimlerin yorgunluğu, bozulması ve kamuoyu desteğini kaybetmesi: Farklı sebepler demokrasiye geçişi tetiklemiştir. Arjantin’de İngiltere karşısında alınan askeri mağlubiyet (Falklands Savaşı) demokrasiye geçişi hızlandırırken, İspanya ve Portekiz’de ünlü diktatörlerin ölmeleri, komünist ülkelerde ekonomik sıkıntılar bu süreci hızlandırmıştır.
  2. Demokratik olmayan rejimlerin değişmesi yönünde uluslararası baskı: İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Güney Afrika örneklerinde olduğu gibi demokrasiye geçişi dış baskılar da kolaylaştırabilir.
  3. Halkın fiziki güvenlik ile insan hakları ve onurunun korunması ve iktidarın kötüye kullanılmasının önlenmesi yönündeki isteği: Özellikle baskı rejimlerinde halkın birikmiş öfkesi demokrasiye geçişi kolaylaştırıyor.
  4. Ekonomik gelişme isteği: Komünist ülkelerde yaşanan stagflasyon Batı ülkelerindeki tüketim mallarının çekiciliği gibi faktörler piyasa ekonomisini ve demokrasiyi daha cazip hale getirmiştir. Piyasa ekonomisine dayalı demokratik rejimlerin ekonomik ve sosyal gelişmeyi kolaylaştırdığı iddia edilmektedir. Ancak güçlü bir sosyal devletin yokluğu durumunda bizzat bu sistemin kendisi bir eşitsizlik ve sosyal sorun yumağı haline gelebilmektedir.
Günümüzde demokratikleşme yönündeki gelişmelere en önemli katkılardan biri de toplumun içyapısal gelişmeleri dışında uluslar arası toplum ve hukuktan gelmektedir. (Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı vs.)
Demokrasi ve Unsurları
Birçok farklı tanımı olsa da demokrasiyi kısaca Abraham Lincoln’ün meşhur tanımıyla “halkın, halk tarafından halk için yönetimi” olarak açıklayabiliriz. Bu tanımın önemli olmasının sebebi, demokrasinin üç unsuru olan temsil (halkın), katılım (halk tarafından)  ve denetim (halk için) olgularına dikkat çekiyor olmasıdır. Ancak demokrasinin unsurları ve prosedürleri netleştirilmedikçe, soyut bir “halkın halk tarafından yönetimi” tanımı ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’nin de belirttiği üzere hiçbir şey söylememektir. Dahası demokrasinin en önemli özelliği Aristo’nun da belirttiği gibi halkın ve halkın yararına olacak şekilde yönetmesi esasıdır (politeia-demokrasi ayrımı).
Bilindiği üzere genelde siyasal rejim, bir sosyal grupta yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımın aldığı biçim olarak tanımlanmaktadır. Duverger çözümleri iki büyük grupta toplamaktadır;
1-) Yönetenlerin otoritesini yönetilenlerin özgürlüğü yararına sınırlayan liberal eğilim,
2-) Yönetenlerin otoritesini yönetilenlerin zararına güçlendiren otoriter eğilim.
Dolayısıyla birey ile toplum ilişkileri konusunda iki farklı yaklaşım ve yaşam biçiminin olduğunu ve bu eğilimler içinde teknik olarak farklı biçimler bulunabileceğini belirtmektedir. Görüldüğü üzere demokrasi terimi halk ve yönetim kelimelerinden meydana gelmektedir. Dolayısıyla halk kelimesi ile yönetim kelimesine verilecek anlama göre demokrasinin şekli değişecektir.
Demokrasinin “olmazsa olmaz (sine qua non)” koşulları olarak şu özellikleri sayabiliriz;
1-) İktidara gelişin serbest rekabetçi seçimler yoluyla olması,
2-) İktidara gelenlerin muhalif rakiplerinin iktidara geliş yollarını tıkamaması ve muhalefetin olması,
3-) Seçimlerin belirli aralıklarla yapılması.
Robert Dahl’a göre demokrasinin varlığı için tüm vatandaşların;
1-) Tercihlerini ifade edebilmeleri,
2-) Bunları bireysel ve kolektif eylemle ortaya koyabilmeleri,
3-) Devletin bu tercihler arasında ayrım yapmaması gerekmektedir.
Demokrasi kavramı Yunanca demos (halk) ve kratos (otorite-yönetim) kelimelerinden meydana gelir ve yönetim yetkisinin halkın elinde ve yetkisinde olmasını ifade eder. Ancak demokrasi sürekli gelişen, derinleşen bir yönetim biçimidir ve durağan değildir. Bu nedenle günümüz demokrasilerinin 8 temel unsuru olduğundan söz edilebilir.
1. Bireye ve kişiliğine saygı: Demokrasi özgür bireye dayanmaktadır. Demokrasiler kişinin adam yerine konması esasına dayanır. Dolayısıyla birey en yüksek demokratik değerdir ve bireyin kişiliğine, fikirlerine saygı duyulması demokrasilerin en temel esasıdır.
2. Bireysel özgürlük: Bireysel özgürlük kişilik potansiyelinin gerçekleşmesinin ana koşuludur. Eğer köleler gibi bizim hakkımızda başkaları karar verecekse hayat sıradanlaşıp anlamsızlaştığı gibi karakter gelişimi de mümkün olmaz. İnsanların temel amaçlarından birisi de hayatlarını zenginleştirmektir. Dolayısıyla bireye saygı duyulmasının yanında özgürlük sağlanması da gereklidir.
3. Rasyonelliğe (Akılcılığa) inanç: Demokrasi ideali insanları akıl sahibi (rasyonel) varlıklar olarak görür. Demokrasinin işlemesiyle; bireylerin kendi çıkarları doğrultusunda akılcı kararlar vererek en doğru seçimi yapacağına dair inanç demokrasinin temelinde vardır.
4. Eşitlik: Bireysel özgürlük yanında diğer bir önemli demokratik ideal eşitliktir. Ancak eşitliğin farklı yorumları bulunmaktadır. Bazıları eşitliği daha dar olarak tanımlayarak yasalar önünde eşitlik ve genel oy ilkesiyle eş tutarken, kimileri çok daha kapsamlı ekonomik demokrasi olarak adlandırılabilecek uygulamaları savunurlar.
5. Adalet: Demokrasiyle ilgili ve insanların bir arada yaşamalarını sağlayan diğer bir olgu ise adalet idealidir. Adalet demokrasilerde en temel konulardan biri olmasına rağmen, üzerinde henüz ortak bir tanıma ulaşılamamıştır. Liberaller yeteneğe ve üretime göre paylaşmayı önerirken, Marksistler ihtiyaca göre dağıtımı önerir ve buna göre adalet kurgularlar. Adaletin ilk ve en önemli aşaması kanun önünde eşitliktir. Sosyal demokratlar fırsat eşitliğine vurgu yaparlar.
6. Yasal Yönetim: Keyfiliği önleyen bir hukuk devletinin varlığı demokrasinin temelindedir.
7. Anayasacılık: Anayasasız demokrasiler olmaz. Devletin kurum ve kurallarının, demokratik hak ve ödevlerin bir anayasa ile netleştirilmesi ve güvence altına alınması zorunludur.
8. Halk Yönetimi ve Çoğunluk İlkesi: Demokrasilerde azınlık hakları çok önemlidir ancak çoğunluğun iradesi seçimler yoluyla doğal olarak daha büyük önem kazanmaktadır. (J.J. Rousseau ve Genel irade)
Demokrasinin Fikri Temelleri
Rasyonellik (Akılcılık) düşüncesi; 17. yüzyılın Aydınlanma felsefesi ile Reformasyon’un sentezi şeklinde ortaya çıkmış ve modern demokrasinin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Rasyonellik insana olan inancı arttırmış, insanın aklını kullanarak tabiata hakim olacağı, bireylerin kendini köle eden tabii ve sosyal çevreyi değiştirebileceği, dolayısıyla kendi kendilerini de yönetebilecekleri inancı güçlenmiştir. Böylece insanın bilimsel bilgi ve bunun uygulamasıyla özgürleşip erdem kazanacağı ve nihai anlamda insanın ilerlemesiyle daha iyi bir toplum kurulacağı varsayılmıştır. Aydınlanma düşünürleri insanı hurafelerden ve metafizik karanlıklardan kurtararak akıl yoluyla daha iyi bir düzen kurmaya gayret etmişlerdir.
Aydınlanma öncesinde Rönesans hareketiyle insan aklının önündeki engeller kaldırılmaya başlanmıştır. Rönesans’ı takip eden Reform döneminde ise, Protestanlık mezhebinin ortaya çıkışı ve mezhepler arasında yaşanan uzun savaşlar sonrasında seküler düşünce ve hümanizm Avrupa’da yayılmaya başlanmıştır. Demokrasinin ilerlemesinde toplumsal sözleşme teorilerinin (Hobbes, Locke, Rousseau) önemli katkıları olmuştur. Ayrıca antik Yunan, Roma ve Hıristiyan medeniyetlerinin Avrupa’da demokrasinin gelişimine önemli katkıları olmuştur. Antik Yunan medeniyetinin temel katkıları; a-) siyasal alanın icat edilmesi (geniş meydanlar), b-) hukuk devleti (yasalarla yönetim) ve c-) özgürlük ve eşitlik idealleridir (kısıtlı da olsa demokrasi uygulamaları).
Roma medeniyetinin demokrasiye temel katkısı hukuki sistem ve buna dayalı yurttaşlık kavramıdır. Romalılar devletin tüzel kişiliğini ve evrensel hukuk anlayışını icat etmişlerdir. Hıristiyanlık inancının da Batı demokrasilerinin gelişimine katkıda bulunduğu söylenebilir. Özellikle Reform sonrasında ortaya çıkan Protestanlık mezhebinin demokrasiye büyük katkıları olduğu iddia edilmiştir.
Demokraside İktidarın Üslubu, Meşruiyeti ve Felsefi Temeli
Demokrasi temelde birey iradesine dayalı bir seçimle iktidarın ele geçirilmesidir. Demokraside iktidarın kaynağı birey insandır ve yönetenler de ancak yönetilenlerin rızasıyla iktidara gelebilmektedirler. Bu anlamda demokrasi, insanın ölçü alındığı ve değer verildiği bir anlayışın sonucudur ve çoğunluğun iradesinin şaşmaz olmasından ziyade “beşerdir şaşar” anlayışına yatkın bir yönetim tarzıdır. Dankwart Rustow’un ifadesiyle “geçici çoğunlukların yönettiği” bir sistemdir. Tarihe baktığımızda insanoğlunun demokratik toplum aşamasına kolayca gelemediğini, uzun mücadeleler sonucu demokrasiye ulaşılabildiğini görmekteyiz. Bu süreçte iktidarlar da meşruluk (meşruiyet) kaynağını değişik nesnelerden almıştır.
Önceleri kana ve tanrıya dayalı iktidar anlayışı hâkimken, sonraları mülke dayalı iktidar yapısıyla karşılaşıyoruz. Son olarak iktidarın kaynağını sırf insan olduğu için bireye atfeden demokratik anlayış ortaya çıkıyor. Demokrasiyle siyasal iktidarın meşruluk kaynağı değiştiği gibi siyasal iktidarın üslubu da değişmektedir. Bu doğrultuda kamu hukukçuları devleti mülk devleti, polis devleti ve hukuk devleti olarak sınıflandırmışlardır. Anayasalarda yer alan son bir kavram ve aşama ise sosyal hukuk devletidir. Hukuk devletiyle birlikte iktidarın artık sınırsız olmadığı kabul ediliyor ve başta doğal hukuka uyması olmak üzere kanuniliği ilkesi gündeme geliyor.
Hukuk devletinde en üstte anayasa, onun altında anayasaya uygun kanun ile kanuna uygun tüzük ve yönetmelikler geliyor. Kanunlar hiyerarşisi kişi hakları için bir güvence oluşturuyor. Anayasalar devlet organlarının yapısını, birey hak ve özgürlüklerini düzenliyor. Bu şekilde ilk olarak siyasal iktidarı hukukla sınırlıyoruz. Montesquieu’nün üzerinde durduğu güçler ayrılığı ilkesi ikinci bir güvence oluyor. Artık devlet faaliyetleri tek elden değil, yasama, yürütme ve yargı gibi değişik organlar eliyle yerine getiriliyor. Üçüncü olarak, belli sürelerle halkın tercihlerini tespit etmek için yapılan seçimler, siyasal iktidarın toplumda dengeler arama ve kurmasını, zora başvurmadan uzlaşmayla yönetmesini gerektiriyor.
Siyasal iktidarın üslubu ve niteliği ile siyasi sistemin şekli hukuk metinlerinin ötesinde toplumun diğer yönleriyle de ilişkilidir. Mesela Aristo siyasal demokrasinin ekonomik gelişmeyle ilişkili olduğuna dikkat çekmiştir. Ona göre, bir ulusun hali vakti ne kadar yerindeyse demokrasiyi yaşatma şansı o kadar yüksektir. Demokrasi de ancak orta sınıfların çok olduğu bir toplumda yaşayabilir. Küçük, ayrıcalıklı bir elit sınıfla büyük bir yoksul kitlesinin olduğu toplum ise ya oligarşi, ya da tiranlıkla yönetilir. Aristo’dan sonra Montesquieu demokrasi ile ülkelerin iklimi ve bunun toplumlar üzerindeki etkileri üzerine bazı gözlemler yapmıştır.
Demokratik toplum anlayışının felsefi temelini özgürlük, eşitlik ve adalet oluşturur. Barker’a göre demokrasinin temelini oluşturan özgürlük kavramı üç düzeyde sınıflandırılabilir. Bunlardan birincisi olan ulus veya devlette özgürlüğü bulan yaklaşım daha ziyade ulusal egemenliği ve bağımsızlığı ön plana alan özgürlük anlayışıdır. İkinci yaklaşım olan grup temelli özgürlük, çeşitli sosyal-sınıfsal gruplar temelli bir özgürlük anlayışı geliştirmişlerdir (sol ideoloji ve yaklaşımlar). Üçüncü yaklaşım olan birey temelli özgürlük ise kişisel ve sivil özgürlükleri ve politik ve anayasal özgürlükleri ön plana alır (liberalizm). İsaiah Berlin’in negatif ve pozitif özgürlük ayrımı önemlidir.
Demokrasinin Oluştuğu Sosyal Ortam
Demokrasinin varlığını gösteren en önemli gösterge, olmazsa olmaz şey, parlamentonun varlığıdır. Parlamentoların uzun bir süreç içinde ve ulusal düzeyde ilk olarak Batı toplumlarında oluştuğu ve gerçekleştiğini görmekteyiz.
Bugünkü demokrasi, parlamentonun ortaya çıkmasına ve yasama, yürütme, yargı organlarının (dolayısıyla işlevlerinin) ayrılmasına dayanır. Temel itibariyle de parlamento merkezin (yürütme-kral) yetkilerinin sınırlandırılması mücadelesiyle belirmiştir. Bu anlamda parlamentoların oluşması demokratik mekanizmanın yerleşmesi olarak da ele alınabilir. Ayrıca demokratik sistemlerde parlamento hem karar alma, hem de temsil işlevi gördüğünden demokrasinin en önemli kurumudur.
Parlamento, Antik Yunan medeniyetinde site şehir meclisleri şeklinde var olduğu gibi daha sonraları kralın yanında aristokratik dayanışma meclisleri şeklinde de ortaya çıkmıştır. Modern parlamentoya giden yolda ortaya çıkan bir diğer meclis türü de yeni kent meclisleridir. En son ise ulus düzeyinde ulusu temsil eden milli meclislerin ortaya çıkması ile bu süreç tamamlanmıştır. Bugün ise Avrupa Parlamentosu gibi ulusu aşan ulusüstü meclisler oluşabilmektedir. Modern demokrasi, ekonomik yapının değişmesi ile ticaret ve sanayinin gelişmesinin bir sonucudur.
Günümüz siyasi gelişmelerinin ekonomik yönü üstünde duran Barrington Moore, çağdaş dünyanın oluşmasında ve sanayileşmede üç genel eğilim tespit etmiştir. Moore’a göre üç tip devrim meydana gelmiştir;
1-) Demokrasiye varan burjuva devrimleri,
2-) Tepeden inmeci faşizme vatan tutucu devrimler,
3-) Komünizme varan köylü devrimleri.
Moore’a göre demokrasiye geçiş türü ve şekli esas itibariyle;
1-) Toprak sahibi yukarı sınıfların (aristokrasi) monarşi ile olan ilişkileri,
2-) Aristokrasinin pazar için üretim gereklerine gösterdikleri tepki,
3-) Toprak sahibi aristokrasinin kentliler yani burjuvaziyle olan ilişkisiyle belirlenmektedir.
Bu gelişmelerin sonucunda Avrupa’da büyük kentlerin oluşması demokratikleşmeyi ve modernleşmeyi beraberinde getirmiştir. Kent kültürü ve kent yaşamı demokratik kültürü doğurmuş ve geliştirmiştir. Demokrasinin gelişebileceği kültürel ortam için gerekli şartları Ersin Kalaycıoğlu şöyle özetlemiştir;
1-) Toplumsal hoşgörü (aykırı fikirlere dahi tahammül edebilmek, ötekine anlayış göstermek, rekabete açık olmak),
2-) Başkalarıyla birlikte hareket ve başkalarına güven,
3-) Demokrasinin kurum, kural ve kuruluşlarına güven,
4-) Siyasal etkinlik duygusu,
5-) Siyasi ilgi.
Bütün bu bilgiler ışığında demokrasilerin oluşmasına yol açan olgular şöyle sıralanabilir;
1. Merkezi gücün karşısında ara sınıfların bulunması yani siyasal toplum alanının karşısında bir sivil toplumun varlığı,
2. Bireye dayalı temsil anlayışının gelişmesi ve meşruluk kaynağı olması,
3. İnsanların eşit olduğuna dair bir inanç olması,
4. Bir ulusal birlik oydaşmasının bulunması,
5. Toplumsal alanla ilgili olarak araç değerlerin benimseniyor olması,
6. Toplumsal sınıflar ve gruplar arasındaki çatışmaların çok yoğun yaşanmaması, güç kullanılmadan çözülebilir olması,
7. Toplumsal sorunların çok büyük boyutlara ulaşmaması,
8. Toplumların oluşturduğu siyasi ve sosyal müesseselerin parlamenter yapıyı destekler nitelikte olması,
9. Kamuoyunun oluşması ile farklı olana ve karşıtlara olumlu bakılması.
Bugün bir ülkenin demokrasi olarak nitelendirilmesi için asgari olarak yerine getirmesi gereken koşullar; düzenli rekabetçi seçimlerin olması, birey ve grupların seçime ve siyasi faaliyetlere özgürce katılması ve demokratik lider veya kurumların toplumda fevkalade etkinliği olan ordu veya toprak sahipleri ile iş dünyası gibi baskı gruplarının yoğun baskısı altında faaliyetle bulunmaması gibi hususlardır.
Demokrasinin pekişmesi ve kökleşmesi için ise gerekli koşullar;
a-) Silahlı Kuvvetler üzerinde güçlü sivil denetim,
b-) İnsan hakları, ekonomik denklik ve sosyal adalet ile hukuk devleti yönünde gelişmeler,
c-) Fakirler, etnik ve azınlık gruplar ile kadın ve gençlerin siyasi sürece artan katılımı gibi hususlardır.
Samuel Huntington’a göre demokrasinin pekişmesinde etkili faktörler ise şöyledir;
1-) Siyasi elitlerin tercihi,
2-) Demokrasi yanlısı orta sınıfların varlığı ve demokratikleşme yönünde baskı yapması,
3-) Demokratikleşme yönünde dış baskı,
4-) Demokrasiyi destekleyen kültürel faktörler.
Tarihten Günümüze Değişik Yönetim Şekilleri
A-) İlkel Toplumlar: Antropologların belirttiği, ilkel toplumlardaki yönetim biçiminin bir tür çoğunluk iradesine bağlı vasıtasız yönetim olduğudur. Burada topluma ait bütün kurallar çoğunluğun ortak rızası ile yürütülmektedir. Bu nedenle Marks bu döneme “ilkel komünizm” ya da “kabile komünizmi” adını vermiştir. Bu yönetim bir tür cemaat halinde yönetimdir ve belki de tasavvur edilen ve yaşanabilir bir demokrasinin en iyi şeklidir. Burada bireyler yönetime katılmakla yetinmiyor, belirli ölçülerde de olsa yönetimde doğrudan rol alıyor. Bu yönetim küçük ölçekli topluluklarda geçerliydi. Bireysellik gelişmemiştir ve Emile Durkheim’ın mekanik dayanışma dediği, ilkel, aile içi dayanışma türü vardır.
B-) Tanrı Krallar Yönetimi: Hıristiyanlık öncesi dönemde binlerce yıl süreyle Mısır’da, Orta Doğu’da, İran’da, Asurlarda olduğu gibi geniş bir toprak parçası despot kral veya imparator tarafından yönetiliyordu. Genelde bu kralların kral oldukları kadar Tanrı ya da yarı-Tanrı olduklarına inanılıyordu. Kralların yaptıkları kamu düzenini sağlamakla sınırlıydı ve gücü herhangi bir sınırlama ya da sorgulamaya tabi tutulamazdı. Halk, tebaa durumundaydı ve bireyler vergi toplama ya da üretim nesnesi olarak görülüyordu. Bireylerin iktidar üzerinde hiçbir denetim hakkı yoktu.
C-) Şehir Devletleri: Hıristiyanlık öncesinde özellikle Akdeniz’de en meşhurları Atina ve Roma olan pek çok şehir devleti ortaya çıktı. Bunların toprakları küçük ve birkaç kilometre kare ile sınırlıydı. Bu şehirler monarşiden aristokrasiye, demokrasiden diktatörlüğe kadar değişik şekillerde yönetildiler. Ancak tarihi olarak demokrasi bu yönetim tarzları içinde en kısa süreli olanıydı. Dahası demokrasi yalnızca toplumun yüzde 10’unu oluşturan özgür yurttaşlar için geçerliydi. Ancak yine de özellikle antik Yunan şehir devletleri olarak bilinen polislerde ortaya çıkan demokrasi fikri sonraki yüzyıllarda Batı medeniyetini derinden etkilemeyi başarmıştır.
D-) Roma ve İmparatorluk: Hıristiyanlık öncesinde Roma Cumhuriyeti genişleyerek imparatorluk halini aldı. İmparatorluk genişlerken bireyleri uyruk kişiler haline getirdi. Bireylerin hükümet işlerine katılıp imparatorluğu denetlemeleri için etkin kurumsal araçlar geliştirilemedi. İmparatorun iktidarı mutlaktı ama Roma’daki yönetim mekanizması ve preotaryan koruyuculuk sistemi imparatoru düşürüp başa geçebilmenin alanı halini alıyordu. Dolayısıyla Roma İmparatorluğu’nda demokratik bir yönetim yoktu. İktidar otokratikti ve yukarıda belirttiğimiz hususu bugünkü dilde söylersek iktidar askeri ihtilâllerle yani güçle değişiyordu.
E-) Karanlık ve Feodal Dönem: Avrupa’nın “Karanlık Çağ” olarak adlandırdığı dönemdir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile medeniyetin zayıflaması ve hükümet mekanizmasının ortadan kalkmasını ifade etmektedir. Bu dönemde Batı Avrupa feodal sistemi yaşıyordu. Siyasi anlamda feodalizm aşırı yerel bir yönetim idi. Avrupa binlerce küçük prensliklere bölünmüştü ve bunların pek çoğu modern standartlarda büyük bir çiftlik bile sayılmazdı. Feodal lord, hem prensliğin hem de toprağın sahibiydi ve toprak üzerinde çalışan serfin ve kiracının yöneticisiydi. Feodal dönemde krallık yönetiminde bazı siyasal katılma öğeleri vardı ama bunlar esasta bireysel ve eşitliğe dayalı değil, monarşik ve aristokratik temelliydi. 900-1500 yılları arasında yaklaşım 6 asır hâkim oldu. Kilise’nin büyük etkisi vardı ve skolastik düşünce hâkimdi.
F-) Orta Çağ ve Krallıklar Dönemi: Orta Çağ boyunca bazı feodal lordlar diğerleri üzerinde hâkimiyet kurdular, topraklarını genişlettiler ve sonuçta bunların en çok başarılı olanları da kral haline geldi. Böylece geniş topraklarda merkezi devletler kurulmaya başladı. Bu bütünleşme önce İngiltere, Fransa, İspanya ve Avusturya’da tamamlandı ve devam etti. Bu sürece en son Almanya ve İtalya katıldı. Almanya ve İtalya bu süreci 18. ve 19. yüzyılda tamamlayabildiler. Dahası Almanya ve İtalya’da bu süreç hızlı ve tepeden inmeci şekilde gerçekleşti ve sonradan bu ülkelerdeki demokratik sorunlara kaynaklık teşkil ettiği iddia edildi.
G-) Modern Dönem (Mutlak krallıklar döneminden demokrasiye): 15. yüzyıl sonunda feodalizm önemini kaybetti ve Avrupa’da krallık veya monarşi hâkim yönetim tarzı haline geldi. Bu Orta Çağ’ın sonu anlamına geliyordu. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar pek çok Avrupa ülkesi mutlak hükümdarların yönetimi altında yönetiliyordu ve yönetilenler vatandaş değil, uyruk statüsüne tabiydi. Hatta Rus Çarı, Alman imparatoru gibi bazı kralların yönetimi ancak 1. Dünya Savaşı sonunda son buldu ve demokratik yönetimler ondan sonra gelişmeye başladı. Mutlak krallıklardan demokrasiye geçiş sürecinde genellikle ara rejimler olarak parlamenter ve anayasal monarşi (Meşrutiyet) dönemleri yaşandı.
Klasik Demokrasi ve Gelişimi
Robert Dahl günümüze kadar gelen demokratik gelişme eğilimini iki döneme ayırmaktadır. İlk demokratik dönem kent ölçekli olup, sınırları kent devletinin küçük ölçeğiyle belirlenmiş iken, ikinci demokratik dönem esas itibariyle temsil anlayışına dayanmakta ve öncekinden farklı olarak daha geniş bir coğrafya ve nüfusa uygunluk arz etmektedir. Dolayısıyla zaman içerisinde doğrudan temsilden yani direkt demokrasiden, geniş ölçekli temsili demokrasiye yani parlamenter sisteme geçilmişti. Klasik demokrasiyi hukuki belgelerle açıklama çalışırsak şunlardan söz etmek yerinde olacaktır; Magna Carta (1215), Petition of Rights (1628), Habeas Corpus Act (1679), Bill of Rights (1689), İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1789).
Demokrasilerin var olabilmesi ve yaşayabilmesi için gerekli ön koşullar kısaca şöyle özetlenebilir;
1-) Merkezi otorite karşısında durabilecek bir ara sınıfın (ikincil grup) oluşması. Bu sınıf burjuvazidir ve sivil toplum alanını oluşturmaktadır.
2-) Yönetimin sınırlı ve kaynağının birey olması ve halk tarafından yönetimin gündeme gelmesi.
3-) Bireysel temsilin ifade edildiği yer olarak parlamentonun oluşması.
4-) Parlamentonun kent ötesinde ulus düzeyinde ortaya çıkmasıdır.
Demin sözünü ettiğimiz önemli beyanname ve metinlere baktığımızda;
1-) Merkezi otoritenin yetki ve gücü (erk) sınırlandırılmaktadır ve bu alan giderek genişlemektedir (bu süreç sırayla vergi koyma hakkının sınırlandırılması, ceza, güvenlik ve yargıç güvencesi olarak beliriyor).
2-) Merkezin sınırlandırılması bir kurum aracıyla sağlanmakta ve bu kurum parlamento olup temsil gündeme gelmektedir.
3-) Parlamento merkezin yönetiminde meşruluk sağlayıcı bir kurum olmaktadır.
Farklı Demokratik Anlayışlar ve Yaklaşımlar
Demokrasi araçsal, değersel, toplumsal veya siyasi, sosyal ve katılımcı demokrasi gibi farklı yaklaşımlarla algılanmaktadır. Örneğin Leslie Lipson ve diğerlerince demokratik anlayışlar ile tavır alışlar ve gelişme evreleri;
1-) Aygıt ve süreç olarak demokrasi,
2-) Demokratik siyasetin değerleri ile demokrasi,
3-) Toplumsal demokrasidir.
Bunun yanında daha yaygın olarak kullanılan bir ayrım da, siyasal, sosyal ve katılımcı demokrasi ayrımıdır. Dolayısıyla bunların demokrasinin gelişim süreciyle birlikte ele alınması yerinde olacaktır.
Siyasal demokrasi ilk ortaya çıkan ve insanın doğal hak (tabii hak) anlayışından kaynaklanan temel hak ve özgürlüklerini sağlamaya yönelik aşamadır. Liberal düşünürlerin şekillendirdiği siyasal demokrasi ile bireyin önemi vurgulanmış, can ve mal güvenliği sağlanmış ve siyasal katılma hakları tahsis edilmiştir. Ancak işçi sınıfı ve alt sınıflardan gelen talepler sonucu siyasal demokrasinin ekonomik demokrasiyi getirmediği görülmüş ve ikinci kuşak sosyoekonomik haklarla beraber sosyal demokrasi kavramı ortaya çıkmıştır. Toktamış Ateş’e göre 1848 devrimi bu noktada önemli bir dönüm noktası olmuştur. Muhafazakâr kesimlerin tepki gösterdiği bu dönüşüm zamanla sol partiler ve işçi sınıfı sayesinde tüm dünyada etkili olmuştur. Katılımcı demokrasi ise demokrasi normlarının ve kurumlarının yaygınlaştıkça, halkın sürekli daha fazla katılımını öngören yeni düzenlemelerin gündeme gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Günümüzde demokrasilerde halkın yalnızca oy kullanmakla yetinmeyeceği, iktidarı denetleme konusunda aktif sorumluluk alacağı, siyasal partiler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve diğer baskı grupları aracılığıyla siyasete ve karar alma süreçlerine doğrudan müdahale etmeye çalışacağı ifade edilmektedir.
Siyasal, sosyal ve katılımcı demokrasi ayrımı dışında bir diğer ayrım da plüralist (çoğulcu) ve elitist (seçkinci) yaklaşım modelleri arasındadır. Platon’dan bu yana kimi düşünürler demokrasinin gerçekleşmesi imkânsız bir ideal olduğunu öne sürerek, demokrasi kisvesi altında bile hala bir takım seçkin zümrelerin siyasette etkin olduklarını ve olması gerektiğini ifade ederler. Mosca, Pareto, Wright Mills, Robert Michels ve Joseph Schumpeter gibi kimi düşünürlerin farklı elit teorileri ve modelleri mevcuttur. Bu düşünürlere göre demokrasilerde dahi güç merkezleri belli ve sınırlıdır. Plüralist (çoğulcu) modelde ise demokrasilerde çok farklı güç merkezlerinin olduğu ve olması gerektiği vurgulanır. Gücün dağılması ve güç rekabetlerinin demokrasi içerisinde yaşanması istenen bir özelliktir.
Robert Dahl “Who Governs” (1961) adlı ünlü eserinde Amerika’daki plüralist modelin gelişmesinde üç dönemden söz eder.
  1. Dönem; 1784-1842 yılları arasında yaşanmış ve daha çok aristokrat aileler ve İngiliz tipi iyi eğitimli kişilerin en üst sosyal basamaklarda yer aldıkları aşamadır.
  2. Dönem; 1842-1899 yılları arasında yaşanmış ve sınırlı oy ilkesiyle beraber yüksek vergi veren işadamı ve mali sektör çalışanlarının sistemde üst düzeyde yer aldıkları aşamadır.
  3. Dönem; 1950’lerden bu yana yaşanan ve daha çok bürokrat-uzman tipinin ön plana çıktığı aşamadır.
Bu noktada plüralist bakışın temel kriterleri şöyle açıklanabilir;
1-) Tek bir grup bir dizi konudan daha fazla alanda sistematik ve yaygın kontrol edinemez.
2-) Önemli gruplar arasında genel bir denge vardır ve birbirlerini karşılıklı dengelerler.
3-) Ekonomik güç siyasi güçten ayrıdır.
4-) Devlet tarafsız ve nötrdür. Yöneten sınıf yoktur.
5-) Hâkim ideoloji yoktur. Pek çok fikir vardır.
6-) Siyaset rekabet ve tercih sürecidir.
Demokratik gelişmeye farklı bakışlar ve açıklamalar getirilmiştir. Bunlardan birincisi Macpherson’un ekonomik yaklaşımıdır. C. B. Macpherson’a göre üç tip demokrasi vardır. Bu farklılaşma esasta ekonomik temelle ilgilidir. Bunlar liberal demokrasiler (piyasa ekonomileri), liberal olmayan komünist halk demokrasileri (kumanda ekonomileri) ve az gelişmiş ülke demokrasileridir (sağlıksız piyasa ekonomileri). İkinci açıklama adalet ve hukuk temellidir. Bu teoriye göre polis devletinden, kanun devletine ve hukuk devletine giden süreç demokratikleşmeyi meydana getirmektedir. Üçüncü bir açıklama Norberto Bobbio’nun pazarın denetlenmesiyle demokrasi teorisidir. Bobbio demokrasiyi asgari anlamıyla şekil (prosedürel) ve bir hükümet biçimi olarak görür. İki temel soru sorar;
-          Kim yönetiyor ve nasıl yönetiyor?
-          Kimin yöneteceğine kim karar veriyor ve hangi usullerle karar veriyor?
Bu sorular etrafında Bobbio 4 temel kriterden söz eder;
1-) Karar verme iktidarının çok sayıda kişiye tanınması,
2-) Kararların çoğunlukla alınması,
3-) Herhangi bir zorlama olmaksızın bireylerin farklı seçenekler arasında tercih yapmasına izin verilmesi,
4-) Ayrıca şiddete başvurmama, hoşgörü, kardeşlik gibi değerlerin toplumda yerleşmesi.
Bunları yapmak için Bobbio’ya göre kapitalizm ve demokrasi ayrıştırılmalı ve piyasa ekonomisinin eşitsiz bir düzen kurmasına engel olunmalıdır. Bir nevi “liberal sosyalizm” öneren Bobbio’ya göre serbest pazar toplumu yok edilmemeli, fakat demokrasiyi yok eden olumsuz özellikleri törpülenmelidir. Bu sebeple aşırı bireycilik, egoizm, eşitsizlik gibi meselelerin üzerine gidilmeli ve daha çoğulcu ve toplumcu bir bakış açısı geliştirilmelidir.
Demokrasi tartışmaları Siyaset Bilimi’nin temel konularından biri olmaya devam edecektir. Bu noktada gerçekten demokrasiyi halklar adına hedefleyenlerle, bunu bir dış politika enstrümanı olarak diğer ülkeleri zayıflatmak adına kullanmak isteyenler kuşkusuz birbirinden ayrıştırılmalıdır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKLAR
- Yılmaz, Aytekin, Modern Demokrasi Gelişimi ve Sorunları, 2000, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. Satın almak için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=44865.
- Lipson, Leslie, Siyasetin Temel Sorunları, 2005, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Satın almak için; http://www.idefix.com/kitap/siyasetin-temel-sorunlari-leslie-lipson/tanim.asp?sid=WTV24HFPMT6TN5FLDHVB.