Son yıllarda dünyada en çok konuşulan kavramlardan birisi kuşkusuz “demokrasi”dir. Özellikle İslam coğrafyasında demokratik deneyimlerin felaketle sonuçlanması sonrasında, dünya genelinde demokrasilere duyulan inanç hızla azalmakta ve yeniden otoriter modeller gündeme gelmektedir. Bu olumsuz gidişatın önüne set çekmek adına, Aytekin Yılmaz’ın Modern Demokrasi Gelişimi ve Sorunları adlı kitabından özetle demokratik rejimlerin kriterlerini ve özelliklerini bu yazıda çeşitli tartışmalar ışığında özetlemeye çalışacağım.
Demokrasi ve Kriterleri
Demokrasi, ideal anlamıyla “insanların sadece vicdanlarının sesini dinledikleri, yönetimin kişilerin rızasına dayandığı ve zorlamanın ortadan kalktığı bir sistem” olarak tanımlanır. Ancak uygulamada durum farklı olup, bizzat demokrasinin kendisi bir iktidar ve kişileri denetim altına alan bir otorite sistemidir. Klasik elit teorilerine (Pareto, Mosca) ve modern elit teorilerine (Schumpeter’in “rekabetçi elitizm” görüşü ya da Wright Mills’in teorisi) göre, demokrasi ulaşılması imkânsız bir idealdir. Mills’e göre modern Amerikan demokrasisinde aslında sistem üçlü bir iktidar odağı (askerler, işadamları, bürokrat ve siyasetçiler) tarafından yönlendirilmektedir. Sosyalist deneyimler sonrasında demokrasinin piyasa ekonomisinin varlığı olmadan imkânsız hale geleceği öne sürülmüştür. Ancak piyasa mekanizmasının da birçok demokratik soruna kaynaklık ettiği görülebilmektedir.
Günümüz Batı demokrasilerinde karşımıza çıkan bazı temel unsurlar şöyle özetlenebilir;
1-) Siyasal demokrasilerde rejimin meşruluğu yönetenlerin belli sınırlar ve denetim mekanizmaları içerisinde istekleri yönünde hareket etmesinden kaynaklanır,
2-) Yönetenlerin meşruluğu, bunların yönetimde kalıp kalmayacaklarının belirli ve makul aralıklarla yapılan seçimlerle belirlenmesine bağlıdır,
3-) Yönetilenlerin siyasal sürece her düzeyde katılma hakkı ve özgürlüğü bulunmaktadır,
4-) Siyasete katılma, siyasal tercihleri şekillendirme ve bunları kamuoyuna duyurma, benimsetme, bu tercihleri benimseyen kadroları örgütleme, iktidar yarışına girmek gibi eylemlerin gerçekleşmesi için vatandaşların düşünce ve ifade, haberleşme, toplanma, örgütlenme özgürlüklerine sahip olması.
Alan Ball da aynı doğrultuda liberal demokrasinin özelliklerini şöyle sıralamıştır;
- Birden fazla siyasal parti bulunması ve partilerin serbestçe rekabet edebilmesi,
- Siyasal iktidar için rekabetin açık ve önceden kabul edilmiş prosedüre göre yapılması,
- Siyasi iktidar pozisyonlarına girişin açık olması,
- Geniş oy hakkına dayalı periyodik seçimlerin varlığı,
- Sendikalar ve gönüllü kuruluşlar ile baskı gruplarının sıkı şekilde hükümet kontrolünde olmaması ve hükümet kararlarını etkileme imkânına sahip olması,
- Düşünce, ifade ve din-vicdan özgürlüğünün varlığı ile keyfi tutuklama, gözaltı olmaması,
- Bağımsız yargı,
- Kitle iletişim araçlarının devlet tekelinde ya da sıkı denetiminde olmaması.
Yine Alan Ball’a göre otoriter rejimlerin özellikleri ise şöyle özetlenebilir;
- Açık siyasi rekabete önemli sınırlamalar vardır,
- Tek biçimlilik yaratan total ideolojilerin varlığı,
- Kişilere ait mahfuz alanın kabulü sorunludur,
- Siyasi elit zaman zaman kaba güce başvurabilir,
- Sivil alan ve özgürlükler zayıftır. Kitle iletişim araçları ile yargı bağımsızlığı sorunludur, iktidarın etkisine açıktır,
- Yönetim ve kurallar halk yerine geleneksel siyasi elite dayanır. Rejimde sık sık krizler, çöküşler yaşanır,
- Çoğulculuk yerine hâkim bir grup siyasal kontrolü elinde bulundurur.
Demokrasinin temelinde özgürlük (hürriyet) kavramı vardır. Tarihsel olarak özgürlük öncelikle devlet müdahalesinin sınırlanması ve kişiye özel alanların dokunulmaz hale gelmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. İsaiah Berlin’e göre işte bu kişinin dokunulmazlık alanlarının ortaya çıkışı negatif özgürlüğe örnektir. Birinci kuşak siyasal haklar daha çok negatif özgürlüklerle alakalıdır. Negatif özgürlükler çok önemli olsa da, özel alanda eşitsizliklerin devamına yol açabilir. Berlin’e göre sosyal haklarının gelişimiyle beraber pozitif özgürlük adı verilen ve devlete bazı ödevler yükleyen haklar gelişti. Pozitif özgürlükler Berlin’e göre daha tehlikeliydi zira devlet kendisine yüklenen ödevlerine yerine getirerek negatif özgürlük alanlarını kısıtlayan baskıcı yönetimler kurabilirdi. Bu anlamda Berlin’e göre devlet ne kadar küçük olursa o kadar faydalı idi. Ancak pozitif özgürlüklerin olmadığı bir ortamda da demokrasiler çökmeye açıktı. ABD Başkanı F. D. Roosevelt’e göre insanlar özgürlükle ekmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıldıklarında ekmeği seçerlerdi. Bu nedenle Avrupa’da demokrasilerin çökme sebebi halkın demokrasiyi sevmemesi değil, işsizlik, güvensizlik ve ekonomik sıkıntılardı. Bunun ortadan kalkması için pozitif özgürlüklerin varlığı yani sosyal bir devlete ihtiyaç vardı. Yani tarihsel süreç içerisinde, özgürlük kavramı başlarda devlet otoritesinden kaçış, onun sınırlanması olarak ortaya çıkmış, sonrasında ise devletin aktif olarak kişinin özgürlüğü, onurlu yaşamı için düzenlenmesi şeklinde kendini göstermiştir. Bugün hala devletin ölçeği konusunda tartışmalar devam etmektedir. Neo-liberal bakış açısı devleti özgürlük lehinde sınırlandırırken, eşitsizlikleri arttırmaktadır.
Ünlü Karşılaştırmalı Politika uzmanı Samuel P. Huntington üç büyük demokratikleşme dalgasından söz etmektedir.
- 1. demokrasi dalgası, Amerikan ve Fransız Devrimleri ile başlamış, 1820’de ABD’de oy hakkının genişlemesiyle ilerlemiş ve 1926’ya kadar 29 demokratik ülkenin kurulmasıyla son bulmuştur. 1920’lerden başlayan otoriter rejim dalgası nedeniyle geriye dönüş başlamış, bunun sonucunda 1942’de demokratik ülke sayısı 12’ye düşmüştür.
- 2. demokrasi dalgası, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan dekolonizasyon dönemi ile ortaya çıkmış ve 1962’de 36 ülke demokratik rejim haline gelmiştir. 1960-1975 arası dönemde ise yeniden bir geriye dönüş yaşanmış ve demokratik ülke sayısı 30’a inmiştir.
- 1970’lerin sonlarından başlayan 3. demokrasi dalgası ile onlarca ülke daha demokrasiye geçmiş ve SSCB’nin yıkılması sonrası başladığı iddia edilebilecek olan 4. demokrasi dalgası ile demokrasi tüm eksikliklerine rağmen alternatifsiz bir rejim haline gelmiştir.
Phillips Shively’e göre demokrasiye geçişin 4 önemli nedeni vardır;
- Otoriter rejimlerin yorgunluğu, bozulması ve kamuoyu desteğini kaybetmesi: Farklı sebepler demokrasiye geçişi tetiklemiştir. Arjantin’de İngiltere karşısında alınan askeri mağlubiyet (Falklands Savaşı) demokrasiye geçişi hızlandırırken, İspanya ve Portekiz’de ünlü diktatörlerin ölmeleri, komünist ülkelerde ekonomik sıkıntılar bu süreci hızlandırmıştır.
- Demokratik olmayan rejimlerin değişmesi yönünde uluslararası baskı: İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Güney Afrika örneklerinde olduğu gibi demokrasiye geçişi dış baskılar da kolaylaştırabilir.
- Halkın fiziki güvenlik ile insan hakları ve onurunun korunması ve iktidarın kötüye kullanılmasının önlenmesi yönündeki isteği: Özellikle baskı rejimlerinde halkın birikmiş öfkesi demokrasiye geçişi kolaylaştırıyor.
- Ekonomik gelişme isteği: Komünist ülkelerde yaşanan stagflasyon Batı ülkelerindeki tüketim mallarının çekiciliği gibi faktörler piyasa ekonomisini ve demokrasiyi daha cazip hale getirmiştir. Piyasa ekonomisine dayalı demokratik rejimlerin ekonomik ve sosyal gelişmeyi kolaylaştırdığı iddia edilmektedir. Ancak güçlü bir sosyal devletin yokluğu durumunda bizzat bu sistemin kendisi bir eşitsizlik ve sosyal sorun yumağı haline gelebilmektedir.
Günümüzde demokratikleşme yönündeki gelişmelere en önemli katkılardan biri de toplumun içyapısal gelişmeleri dışında uluslar arası toplum ve hukuktan gelmektedir. (Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı vs.)
Demokrasi ve Unsurları
Birçok farklı tanımı olsa da demokrasiyi kısaca Abraham Lincoln’ün meşhur tanımıyla “halkın, halk tarafından halk için yönetimi” olarak açıklayabiliriz. Bu tanımın önemli olmasının sebebi, demokrasinin üç unsuru olan temsil (halkın), katılım (halk tarafından) ve denetim (halk için) olgularına dikkat çekiyor olmasıdır. Ancak demokrasinin unsurları ve prosedürleri netleştirilmedikçe, soyut bir “halkın halk tarafından yönetimi” tanımı ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger’nin de belirttiği üzere hiçbir şey söylememektir. Dahası demokrasinin en önemli özelliği Aristo’nun da belirttiği gibi halkın ve halkın yararına olacak şekilde yönetmesi esasıdır (politeia-demokrasi ayrımı).
Bilindiği üzere genelde siyasal rejim, bir sosyal grupta yönetenlerle yönetilenler arasındaki ayrımın aldığı biçim olarak tanımlanmaktadır. Duverger çözümleri iki büyük grupta toplamaktadır;
1-) Yönetenlerin otoritesini yönetilenlerin özgürlüğü yararına sınırlayan liberal eğilim,
2-) Yönetenlerin otoritesini yönetilenlerin zararına güçlendiren otoriter eğilim.
Dolayısıyla birey ile toplum ilişkileri konusunda iki farklı yaklaşım ve yaşam biçiminin olduğunu ve bu eğilimler içinde teknik olarak farklı biçimler bulunabileceğini belirtmektedir. Görüldüğü üzere demokrasi terimi halk ve yönetim kelimelerinden meydana gelmektedir. Dolayısıyla halk kelimesi ile yönetim kelimesine verilecek anlama göre demokrasinin şekli değişecektir.
Demokrasinin “olmazsa olmaz (sine qua non)” koşulları olarak şu özellikleri sayabiliriz;
1-) İktidara gelişin serbest rekabetçi seçimler yoluyla olması,
2-) İktidara gelenlerin muhalif rakiplerinin iktidara geliş yollarını tıkamaması ve muhalefetin olması,
3-) Seçimlerin belirli aralıklarla yapılması.
Robert Dahl’a göre demokrasinin varlığı için tüm vatandaşların;
1-) Tercihlerini ifade edebilmeleri,
2-) Bunları bireysel ve kolektif eylemle ortaya koyabilmeleri,
3-) Devletin bu tercihler arasında ayrım yapmaması gerekmektedir.
Demokrasi kavramı Yunanca demos (halk) ve kratos (otorite-yönetim) kelimelerinden meydana gelir ve yönetim yetkisinin halkın elinde ve yetkisinde olmasını ifade eder. Ancak demokrasi sürekli gelişen, derinleşen bir yönetim biçimidir ve durağan değildir. Bu nedenle günümüz demokrasilerinin 8 temel unsuru olduğundan söz edilebilir.
1. Bireye ve kişiliğine saygı: Demokrasi özgür bireye dayanmaktadır. Demokrasiler kişinin adam yerine konması esasına dayanır. Dolayısıyla birey en yüksek demokratik değerdir ve bireyin kişiliğine, fikirlerine saygı duyulması demokrasilerin en temel esasıdır.
2. Bireysel özgürlük: Bireysel özgürlük kişilik potansiyelinin gerçekleşmesinin ana koşuludur. Eğer köleler gibi bizim hakkımızda başkaları karar verecekse hayat sıradanlaşıp anlamsızlaştığı gibi karakter gelişimi de mümkün olmaz. İnsanların temel amaçlarından birisi de hayatlarını zenginleştirmektir. Dolayısıyla bireye saygı duyulmasının yanında özgürlük sağlanması da gereklidir.
3. Rasyonelliğe (Akılcılığa) inanç: Demokrasi ideali insanları akıl sahibi (rasyonel) varlıklar olarak görür. Demokrasinin işlemesiyle; bireylerin kendi çıkarları doğrultusunda akılcı kararlar vererek en doğru seçimi yapacağına dair inanç demokrasinin temelinde vardır.
4. Eşitlik: Bireysel özgürlük yanında diğer bir önemli demokratik ideal eşitliktir. Ancak eşitliğin farklı yorumları bulunmaktadır. Bazıları eşitliği daha dar olarak tanımlayarak yasalar önünde eşitlik ve genel oy ilkesiyle eş tutarken, kimileri çok daha kapsamlı ekonomik demokrasi olarak adlandırılabilecek uygulamaları savunurlar.
5. Adalet: Demokrasiyle ilgili ve insanların bir arada yaşamalarını sağlayan diğer bir olgu ise adalet idealidir. Adalet demokrasilerde en temel konulardan biri olmasına rağmen, üzerinde henüz ortak bir tanıma ulaşılamamıştır. Liberaller yeteneğe ve üretime göre paylaşmayı önerirken, Marksistler ihtiyaca göre dağıtımı önerir ve buna göre adalet kurgularlar. Adaletin ilk ve en önemli aşaması kanun önünde eşitliktir. Sosyal demokratlar fırsat eşitliğine vurgu yaparlar.
6. Yasal Yönetim: Keyfiliği önleyen bir hukuk devletinin varlığı demokrasinin temelindedir.
7. Anayasacılık: Anayasasız demokrasiler olmaz. Devletin kurum ve kurallarının, demokratik hak ve ödevlerin bir anayasa ile netleştirilmesi ve güvence altına alınması zorunludur.
8. Halk Yönetimi ve Çoğunluk İlkesi: Demokrasilerde azınlık hakları çok önemlidir ancak çoğunluğun iradesi seçimler yoluyla doğal olarak daha büyük önem kazanmaktadır. (J.J. Rousseau ve Genel irade)
Demokrasinin Fikri Temelleri
Rasyonellik (Akılcılık) düşüncesi; 17. yüzyılın Aydınlanma felsefesi ile Reformasyon’un sentezi şeklinde ortaya çıkmış ve modern demokrasinin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Rasyonellik insana olan inancı arttırmış, insanın aklını kullanarak tabiata hakim olacağı, bireylerin kendini köle eden tabii ve sosyal çevreyi değiştirebileceği, dolayısıyla kendi kendilerini de yönetebilecekleri inancı güçlenmiştir. Böylece insanın bilimsel bilgi ve bunun uygulamasıyla özgürleşip erdem kazanacağı ve nihai anlamda insanın ilerlemesiyle daha iyi bir toplum kurulacağı varsayılmıştır. Aydınlanma düşünürleri insanı hurafelerden ve metafizik karanlıklardan kurtararak akıl yoluyla daha iyi bir düzen kurmaya gayret etmişlerdir.
Aydınlanma öncesinde Rönesans hareketiyle insan aklının önündeki engeller kaldırılmaya başlanmıştır. Rönesans’ı takip eden Reform döneminde ise, Protestanlık mezhebinin ortaya çıkışı ve mezhepler arasında yaşanan uzun savaşlar sonrasında seküler düşünce ve hümanizm Avrupa’da yayılmaya başlanmıştır. Demokrasinin ilerlemesinde toplumsal sözleşme teorilerinin (Hobbes, Locke, Rousseau) önemli katkıları olmuştur. Ayrıca antik Yunan, Roma ve Hıristiyan medeniyetlerinin Avrupa’da demokrasinin gelişimine önemli katkıları olmuştur. Antik Yunan medeniyetinin temel katkıları; a-) siyasal alanın icat edilmesi (geniş meydanlar), b-) hukuk devleti (yasalarla yönetim) ve c-) özgürlük ve eşitlik idealleridir (kısıtlı da olsa demokrasi uygulamaları).
Roma medeniyetinin demokrasiye temel katkısı hukuki sistem ve buna dayalı yurttaşlık kavramıdır. Romalılar devletin tüzel kişiliğini ve evrensel hukuk anlayışını icat etmişlerdir. Hıristiyanlık inancının da Batı demokrasilerinin gelişimine katkıda bulunduğu söylenebilir. Özellikle Reform sonrasında ortaya çıkan Protestanlık mezhebinin demokrasiye büyük katkıları olduğu iddia edilmiştir.
Demokraside İktidarın Üslubu, Meşruiyeti ve Felsefi Temeli
Demokrasi temelde birey iradesine dayalı bir seçimle iktidarın ele geçirilmesidir. Demokraside iktidarın kaynağı birey insandır ve yönetenler de ancak yönetilenlerin rızasıyla iktidara gelebilmektedirler. Bu anlamda demokrasi, insanın ölçü alındığı ve değer verildiği bir anlayışın sonucudur ve çoğunluğun iradesinin şaşmaz olmasından ziyade “beşerdir şaşar” anlayışına yatkın bir yönetim tarzıdır. Dankwart Rustow’un ifadesiyle “geçici çoğunlukların yönettiği” bir sistemdir. Tarihe baktığımızda insanoğlunun demokratik toplum aşamasına kolayca gelemediğini, uzun mücadeleler sonucu demokrasiye ulaşılabildiğini görmekteyiz. Bu süreçte iktidarlar da meşruluk (meşruiyet) kaynağını değişik nesnelerden almıştır.
Önceleri kana ve tanrıya dayalı iktidar anlayışı hâkimken, sonraları mülke dayalı iktidar yapısıyla karşılaşıyoruz. Son olarak iktidarın kaynağını sırf insan olduğu için bireye atfeden demokratik anlayış ortaya çıkıyor. Demokrasiyle siyasal iktidarın meşruluk kaynağı değiştiği gibi siyasal iktidarın üslubu da değişmektedir. Bu doğrultuda kamu hukukçuları devleti mülk devleti, polis devleti ve hukuk devleti olarak sınıflandırmışlardır. Anayasalarda yer alan son bir kavram ve aşama ise sosyal hukuk devletidir. Hukuk devletiyle birlikte iktidarın artık sınırsız olmadığı kabul ediliyor ve başta doğal hukuka uyması olmak üzere kanuniliği ilkesi gündeme geliyor.
Hukuk devletinde en üstte anayasa, onun altında anayasaya uygun kanun ile kanuna uygun tüzük ve yönetmelikler geliyor. Kanunlar hiyerarşisi kişi hakları için bir güvence oluşturuyor. Anayasalar devlet organlarının yapısını, birey hak ve özgürlüklerini düzenliyor. Bu şekilde ilk olarak siyasal iktidarı hukukla sınırlıyoruz. Montesquieu’nün üzerinde durduğu güçler ayrılığı ilkesi ikinci bir güvence oluyor. Artık devlet faaliyetleri tek elden değil, yasama, yürütme ve yargı gibi değişik organlar eliyle yerine getiriliyor. Üçüncü olarak, belli sürelerle halkın tercihlerini tespit etmek için yapılan seçimler, siyasal iktidarın toplumda dengeler arama ve kurmasını, zora başvurmadan uzlaşmayla yönetmesini gerektiriyor.
Siyasal iktidarın üslubu ve niteliği ile siyasi sistemin şekli hukuk metinlerinin ötesinde toplumun diğer yönleriyle de ilişkilidir. Mesela Aristo siyasal demokrasinin ekonomik gelişmeyle ilişkili olduğuna dikkat çekmiştir. Ona göre, bir ulusun hali vakti ne kadar yerindeyse demokrasiyi yaşatma şansı o kadar yüksektir. Demokrasi de ancak orta sınıfların çok olduğu bir toplumda yaşayabilir. Küçük, ayrıcalıklı bir elit sınıfla büyük bir yoksul kitlesinin olduğu toplum ise ya oligarşi, ya da tiranlıkla yönetilir. Aristo’dan sonra Montesquieu demokrasi ile ülkelerin iklimi ve bunun toplumlar üzerindeki etkileri üzerine bazı gözlemler yapmıştır.
Demokratik toplum anlayışının felsefi temelini özgürlük, eşitlik ve adalet oluşturur. Barker’a göre demokrasinin temelini oluşturan özgürlük kavramı üç düzeyde sınıflandırılabilir. Bunlardan birincisi olan ulus veya devlette özgürlüğü bulan yaklaşım daha ziyade ulusal egemenliği ve bağımsızlığı ön plana alan özgürlük anlayışıdır. İkinci yaklaşım olan grup temelli özgürlük, çeşitli sosyal-sınıfsal gruplar temelli bir özgürlük anlayışı geliştirmişlerdir (sol ideoloji ve yaklaşımlar). Üçüncü yaklaşım olan birey temelli özgürlük ise kişisel ve sivil özgürlükleri ve politik ve anayasal özgürlükleri ön plana alır (liberalizm). İsaiah Berlin’in negatif ve pozitif özgürlük ayrımı önemlidir.
Demokrasinin Oluştuğu Sosyal Ortam
Demokrasinin varlığını gösteren en önemli gösterge, olmazsa olmaz şey, parlamentonun varlığıdır. Parlamentoların uzun bir süreç içinde ve ulusal düzeyde ilk olarak Batı toplumlarında oluştuğu ve gerçekleştiğini görmekteyiz.
Bugünkü demokrasi, parlamentonun ortaya çıkmasına ve yasama, yürütme, yargı organlarının (dolayısıyla işlevlerinin) ayrılmasına dayanır. Temel itibariyle de parlamento merkezin (yürütme-kral) yetkilerinin sınırlandırılması mücadelesiyle belirmiştir. Bu anlamda parlamentoların oluşması demokratik mekanizmanın yerleşmesi olarak da ele alınabilir. Ayrıca demokratik sistemlerde parlamento hem karar alma, hem de temsil işlevi gördüğünden demokrasinin en önemli kurumudur.
Parlamento, Antik Yunan medeniyetinde site şehir meclisleri şeklinde var olduğu gibi daha sonraları kralın yanında aristokratik dayanışma meclisleri şeklinde de ortaya çıkmıştır. Modern parlamentoya giden yolda ortaya çıkan bir diğer meclis türü de yeni kent meclisleridir. En son ise ulus düzeyinde ulusu temsil eden milli meclislerin ortaya çıkması ile bu süreç tamamlanmıştır. Bugün ise Avrupa Parlamentosu gibi ulusu aşan ulusüstü meclisler oluşabilmektedir. Modern demokrasi, ekonomik yapının değişmesi ile ticaret ve sanayinin gelişmesinin bir sonucudur.
Günümüz siyasi gelişmelerinin ekonomik yönü üstünde duran Barrington Moore, çağdaş dünyanın oluşmasında ve sanayileşmede üç genel eğilim tespit etmiştir. Moore’a göre üç tip devrim meydana gelmiştir;
1-) Demokrasiye varan burjuva devrimleri,
2-) Tepeden inmeci faşizme vatan tutucu devrimler,
3-) Komünizme varan köylü devrimleri.
Moore’a göre demokrasiye geçiş türü ve şekli esas itibariyle;
1-) Toprak sahibi yukarı sınıfların (aristokrasi) monarşi ile olan ilişkileri,
2-) Aristokrasinin pazar için üretim gereklerine gösterdikleri tepki,
3-) Toprak sahibi aristokrasinin kentliler yani burjuvaziyle olan ilişkisiyle belirlenmektedir.
Bu gelişmelerin sonucunda Avrupa’da büyük kentlerin oluşması demokratikleşmeyi ve modernleşmeyi beraberinde getirmiştir. Kent kültürü ve kent yaşamı demokratik kültürü doğurmuş ve geliştirmiştir. Demokrasinin gelişebileceği kültürel ortam için gerekli şartları Ersin Kalaycıoğlu şöyle özetlemiştir;
1-) Toplumsal hoşgörü (aykırı fikirlere dahi tahammül edebilmek, ötekine anlayış göstermek, rekabete açık olmak),
2-) Başkalarıyla birlikte hareket ve başkalarına güven,
3-) Demokrasinin kurum, kural ve kuruluşlarına güven,
4-) Siyasal etkinlik duygusu,
5-) Siyasi ilgi.
Bütün bu bilgiler ışığında demokrasilerin oluşmasına yol açan olgular şöyle sıralanabilir;
1. Merkezi gücün karşısında ara sınıfların bulunması yani siyasal toplum alanının karşısında bir sivil toplumun varlığı,
2. Bireye dayalı temsil anlayışının gelişmesi ve meşruluk kaynağı olması,
3. İnsanların eşit olduğuna dair bir inanç olması,
4. Bir ulusal birlik oydaşmasının bulunması,
5. Toplumsal alanla ilgili olarak araç değerlerin benimseniyor olması,
6. Toplumsal sınıflar ve gruplar arasındaki çatışmaların çok yoğun yaşanmaması, güç kullanılmadan çözülebilir olması,
7. Toplumsal sorunların çok büyük boyutlara ulaşmaması,
8. Toplumların oluşturduğu siyasi ve sosyal müesseselerin parlamenter yapıyı destekler nitelikte olması,
9. Kamuoyunun oluşması ile farklı olana ve karşıtlara olumlu bakılması.
Bugün bir ülkenin demokrasi olarak nitelendirilmesi için asgari olarak yerine getirmesi gereken koşullar; düzenli rekabetçi seçimlerin olması, birey ve grupların seçime ve siyasi faaliyetlere özgürce katılması ve demokratik lider veya kurumların toplumda fevkalade etkinliği olan ordu veya toprak sahipleri ile iş dünyası gibi baskı gruplarının yoğun baskısı altında faaliyetle bulunmaması gibi hususlardır.
Demokrasinin pekişmesi ve kökleşmesi için ise gerekli koşullar;
a-) Silahlı Kuvvetler üzerinde güçlü sivil denetim,
b-) İnsan hakları, ekonomik denklik ve sosyal adalet ile hukuk devleti yönünde gelişmeler,
c-) Fakirler, etnik ve azınlık gruplar ile kadın ve gençlerin siyasi sürece artan katılımı gibi hususlardır.
Samuel Huntington’a göre demokrasinin pekişmesinde etkili faktörler ise şöyledir;
1-) Siyasi elitlerin tercihi,
2-) Demokrasi yanlısı orta sınıfların varlığı ve demokratikleşme yönünde baskı yapması,
3-) Demokratikleşme yönünde dış baskı,
4-) Demokrasiyi destekleyen kültürel faktörler.
Tarihten Günümüze Değişik Yönetim Şekilleri
A-) İlkel Toplumlar: Antropologların belirttiği, ilkel toplumlardaki yönetim biçiminin bir tür çoğunluk iradesine bağlı vasıtasız yönetim olduğudur. Burada topluma ait bütün kurallar çoğunluğun ortak rızası ile yürütülmektedir. Bu nedenle Marks bu döneme “ilkel komünizm” ya da “kabile komünizmi” adını vermiştir. Bu yönetim bir tür cemaat halinde yönetimdir ve belki de tasavvur edilen ve yaşanabilir bir demokrasinin en iyi şeklidir. Burada bireyler yönetime katılmakla yetinmiyor, belirli ölçülerde de olsa yönetimde doğrudan rol alıyor. Bu yönetim küçük ölçekli topluluklarda geçerliydi. Bireysellik gelişmemiştir ve Emile Durkheim’ın mekanik dayanışma dediği, ilkel, aile içi dayanışma türü vardır.
B-) Tanrı Krallar Yönetimi: Hıristiyanlık öncesi dönemde binlerce yıl süreyle Mısır’da, Orta Doğu’da, İran’da, Asurlarda olduğu gibi geniş bir toprak parçası despot kral veya imparator tarafından yönetiliyordu. Genelde bu kralların kral oldukları kadar Tanrı ya da yarı-Tanrı olduklarına inanılıyordu. Kralların yaptıkları kamu düzenini sağlamakla sınırlıydı ve gücü herhangi bir sınırlama ya da sorgulamaya tabi tutulamazdı. Halk, tebaa durumundaydı ve bireyler vergi toplama ya da üretim nesnesi olarak görülüyordu. Bireylerin iktidar üzerinde hiçbir denetim hakkı yoktu.
C-) Şehir Devletleri: Hıristiyanlık öncesinde özellikle Akdeniz’de en meşhurları Atina ve Roma olan pek çok şehir devleti ortaya çıktı. Bunların toprakları küçük ve birkaç kilometre kare ile sınırlıydı. Bu şehirler monarşiden aristokrasiye, demokrasiden diktatörlüğe kadar değişik şekillerde yönetildiler. Ancak tarihi olarak demokrasi bu yönetim tarzları içinde en kısa süreli olanıydı. Dahası demokrasi yalnızca toplumun yüzde 10’unu oluşturan özgür yurttaşlar için geçerliydi. Ancak yine de özellikle antik Yunan şehir devletleri olarak bilinen polislerde ortaya çıkan demokrasi fikri sonraki yüzyıllarda Batı medeniyetini derinden etkilemeyi başarmıştır.
D-) Roma ve İmparatorluk: Hıristiyanlık öncesinde Roma Cumhuriyeti genişleyerek imparatorluk halini aldı. İmparatorluk genişlerken bireyleri uyruk kişiler haline getirdi. Bireylerin hükümet işlerine katılıp imparatorluğu denetlemeleri için etkin kurumsal araçlar geliştirilemedi. İmparatorun iktidarı mutlaktı ama Roma’daki yönetim mekanizması ve preotaryan koruyuculuk sistemi imparatoru düşürüp başa geçebilmenin alanı halini alıyordu. Dolayısıyla Roma İmparatorluğu’nda demokratik bir yönetim yoktu. İktidar otokratikti ve yukarıda belirttiğimiz hususu bugünkü dilde söylersek iktidar askeri ihtilâllerle yani güçle değişiyordu.
E-) Karanlık ve Feodal Dönem: Avrupa’nın “Karanlık Çağ” olarak adlandırdığı dönemdir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile medeniyetin zayıflaması ve hükümet mekanizmasının ortadan kalkmasını ifade etmektedir. Bu dönemde Batı Avrupa feodal sistemi yaşıyordu. Siyasi anlamda feodalizm aşırı yerel bir yönetim idi. Avrupa binlerce küçük prensliklere bölünmüştü ve bunların pek çoğu modern standartlarda büyük bir çiftlik bile sayılmazdı. Feodal lord, hem prensliğin hem de toprağın sahibiydi ve toprak üzerinde çalışan serfin ve kiracının yöneticisiydi. Feodal dönemde krallık yönetiminde bazı siyasal katılma öğeleri vardı ama bunlar esasta bireysel ve eşitliğe dayalı değil, monarşik ve aristokratik temelliydi. 900-1500 yılları arasında yaklaşım 6 asır hâkim oldu. Kilise’nin büyük etkisi vardı ve skolastik düşünce hâkimdi.
F-) Orta Çağ ve Krallıklar Dönemi: Orta Çağ boyunca bazı feodal lordlar diğerleri üzerinde hâkimiyet kurdular, topraklarını genişlettiler ve sonuçta bunların en çok başarılı olanları da kral haline geldi. Böylece geniş topraklarda merkezi devletler kurulmaya başladı. Bu bütünleşme önce İngiltere, Fransa, İspanya ve Avusturya’da tamamlandı ve devam etti. Bu sürece en son Almanya ve İtalya katıldı. Almanya ve İtalya bu süreci 18. ve 19. yüzyılda tamamlayabildiler. Dahası Almanya ve İtalya’da bu süreç hızlı ve tepeden inmeci şekilde gerçekleşti ve sonradan bu ülkelerdeki demokratik sorunlara kaynaklık teşkil ettiği iddia edildi.
G-) Modern Dönem (Mutlak krallıklar döneminden demokrasiye): 15. yüzyıl sonunda feodalizm önemini kaybetti ve Avrupa’da krallık veya monarşi hâkim yönetim tarzı haline geldi. Bu Orta Çağ’ın sonu anlamına geliyordu. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar pek çok Avrupa ülkesi mutlak hükümdarların yönetimi altında yönetiliyordu ve yönetilenler vatandaş değil, uyruk statüsüne tabiydi. Hatta Rus Çarı, Alman imparatoru gibi bazı kralların yönetimi ancak 1. Dünya Savaşı sonunda son buldu ve demokratik yönetimler ondan sonra gelişmeye başladı. Mutlak krallıklardan demokrasiye geçiş sürecinde genellikle ara rejimler olarak parlamenter ve anayasal monarşi (Meşrutiyet) dönemleri yaşandı.
Klasik Demokrasi ve Gelişimi
Robert Dahl günümüze kadar gelen demokratik gelişme eğilimini iki döneme ayırmaktadır. İlk demokratik dönem kent ölçekli olup, sınırları kent devletinin küçük ölçeğiyle belirlenmiş iken, ikinci demokratik dönem esas itibariyle temsil anlayışına dayanmakta ve öncekinden farklı olarak daha geniş bir coğrafya ve nüfusa uygunluk arz etmektedir. Dolayısıyla zaman içerisinde doğrudan temsilden yani direkt demokrasiden, geniş ölçekli temsili demokrasiye yani parlamenter sisteme geçilmişti. Klasik demokrasiyi hukuki belgelerle açıklama çalışırsak şunlardan söz etmek yerinde olacaktır; Magna Carta (1215), Petition of Rights (1628), Habeas Corpus Act (1679), Bill of Rights (1689), İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1789).
Demokrasilerin var olabilmesi ve yaşayabilmesi için gerekli ön koşullar kısaca şöyle özetlenebilir;
1-) Merkezi otorite karşısında durabilecek bir ara sınıfın (ikincil grup) oluşması. Bu sınıf burjuvazidir ve sivil toplum alanını oluşturmaktadır.
2-) Yönetimin sınırlı ve kaynağının birey olması ve halk tarafından yönetimin gündeme gelmesi.
3-) Bireysel temsilin ifade edildiği yer olarak parlamentonun oluşması.
4-) Parlamentonun kent ötesinde ulus düzeyinde ortaya çıkmasıdır.
Demin sözünü ettiğimiz önemli beyanname ve metinlere baktığımızda;
1-) Merkezi otoritenin yetki ve gücü (erk) sınırlandırılmaktadır ve bu alan giderek genişlemektedir (bu süreç sırayla vergi koyma hakkının sınırlandırılması, ceza, güvenlik ve yargıç güvencesi olarak beliriyor).
2-) Merkezin sınırlandırılması bir kurum aracıyla sağlanmakta ve bu kurum parlamento olup temsil gündeme gelmektedir.
3-) Parlamento merkezin yönetiminde meşruluk sağlayıcı bir kurum olmaktadır.
Farklı Demokratik Anlayışlar ve Yaklaşımlar
Demokrasi araçsal, değersel, toplumsal veya siyasi, sosyal ve katılımcı demokrasi gibi farklı yaklaşımlarla algılanmaktadır. Örneğin Leslie Lipson ve diğerlerince demokratik anlayışlar ile tavır alışlar ve gelişme evreleri;
1-) Aygıt ve süreç olarak demokrasi,
2-) Demokratik siyasetin değerleri ile demokrasi,
3-) Toplumsal demokrasidir.
Bunun yanında daha yaygın olarak kullanılan bir ayrım da, siyasal, sosyal ve katılımcı demokrasi ayrımıdır. Dolayısıyla bunların demokrasinin gelişim süreciyle birlikte ele alınması yerinde olacaktır.
Siyasal demokrasi ilk ortaya çıkan ve insanın doğal hak (tabii hak) anlayışından kaynaklanan temel hak ve özgürlüklerini sağlamaya yönelik aşamadır. Liberal düşünürlerin şekillendirdiği siyasal demokrasi ile bireyin önemi vurgulanmış, can ve mal güvenliği sağlanmış ve siyasal katılma hakları tahsis edilmiştir. Ancak işçi sınıfı ve alt sınıflardan gelen talepler sonucu siyasal demokrasinin ekonomik demokrasiyi getirmediği görülmüş ve ikinci kuşak sosyoekonomik haklarla beraber sosyal demokrasi kavramı ortaya çıkmıştır. Toktamış Ateş’e göre 1848 devrimi bu noktada önemli bir dönüm noktası olmuştur. Muhafazakâr kesimlerin tepki gösterdiği bu dönüşüm zamanla sol partiler ve işçi sınıfı sayesinde tüm dünyada etkili olmuştur. Katılımcı demokrasi ise demokrasi normlarının ve kurumlarının yaygınlaştıkça, halkın sürekli daha fazla katılımını öngören yeni düzenlemelerin gündeme gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Günümüzde demokrasilerde halkın yalnızca oy kullanmakla yetinmeyeceği, iktidarı denetleme konusunda aktif sorumluluk alacağı, siyasal partiler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve diğer baskı grupları aracılığıyla siyasete ve karar alma süreçlerine doğrudan müdahale etmeye çalışacağı ifade edilmektedir.
Siyasal, sosyal ve katılımcı demokrasi ayrımı dışında bir diğer ayrım da plüralist (çoğulcu) ve elitist (seçkinci) yaklaşım modelleri arasındadır. Platon’dan bu yana kimi düşünürler demokrasinin gerçekleşmesi imkânsız bir ideal olduğunu öne sürerek, demokrasi kisvesi altında bile hala bir takım seçkin zümrelerin siyasette etkin olduklarını ve olması gerektiğini ifade ederler. Mosca, Pareto, Wright Mills, Robert Michels ve Joseph Schumpeter gibi kimi düşünürlerin farklı elit teorileri ve modelleri mevcuttur. Bu düşünürlere göre demokrasilerde dahi güç merkezleri belli ve sınırlıdır. Plüralist (çoğulcu) modelde ise demokrasilerde çok farklı güç merkezlerinin olduğu ve olması gerektiği vurgulanır. Gücün dağılması ve güç rekabetlerinin demokrasi içerisinde yaşanması istenen bir özelliktir.
Robert Dahl “Who Governs” (1961) adlı ünlü eserinde Amerika’daki plüralist modelin gelişmesinde üç dönemden söz eder.
- Dönem; 1784-1842 yılları arasında yaşanmış ve daha çok aristokrat aileler ve İngiliz tipi iyi eğitimli kişilerin en üst sosyal basamaklarda yer aldıkları aşamadır.
- Dönem; 1842-1899 yılları arasında yaşanmış ve sınırlı oy ilkesiyle beraber yüksek vergi veren işadamı ve mali sektör çalışanlarının sistemde üst düzeyde yer aldıkları aşamadır.
- Dönem; 1950’lerden bu yana yaşanan ve daha çok bürokrat-uzman tipinin ön plana çıktığı aşamadır.
Bu noktada plüralist bakışın temel kriterleri şöyle açıklanabilir;
1-) Tek bir grup bir dizi konudan daha fazla alanda sistematik ve yaygın kontrol edinemez.
2-) Önemli gruplar arasında genel bir denge vardır ve birbirlerini karşılıklı dengelerler.
3-) Ekonomik güç siyasi güçten ayrıdır.
4-) Devlet tarafsız ve nötrdür. Yöneten sınıf yoktur.
5-) Hâkim ideoloji yoktur. Pek çok fikir vardır.
6-) Siyaset rekabet ve tercih sürecidir.
Demokratik gelişmeye farklı bakışlar ve açıklamalar getirilmiştir. Bunlardan birincisi Macpherson’un ekonomik yaklaşımıdır. C. B. Macpherson’a göre üç tip demokrasi vardır. Bu farklılaşma esasta ekonomik temelle ilgilidir. Bunlar liberal demokrasiler (piyasa ekonomileri), liberal olmayan komünist halk demokrasileri (kumanda ekonomileri) ve az gelişmiş ülke demokrasileridir (sağlıksız piyasa ekonomileri). İkinci açıklama adalet ve hukuk temellidir. Bu teoriye göre polis devletinden, kanun devletine ve hukuk devletine giden süreç demokratikleşmeyi meydana getirmektedir. Üçüncü bir açıklama Norberto Bobbio’nun pazarın denetlenmesiyle demokrasi teorisidir. Bobbio demokrasiyi asgari anlamıyla şekil (prosedürel) ve bir hükümet biçimi olarak görür. İki temel soru sorar;
- Kim yönetiyor ve nasıl yönetiyor?
- Kimin yöneteceğine kim karar veriyor ve hangi usullerle karar veriyor?
Bu sorular etrafında Bobbio 4 temel kriterden söz eder;
1-) Karar verme iktidarının çok sayıda kişiye tanınması,
2-) Kararların çoğunlukla alınması,
3-) Herhangi bir zorlama olmaksızın bireylerin farklı seçenekler arasında tercih yapmasına izin verilmesi,
4-) Ayrıca şiddete başvurmama, hoşgörü, kardeşlik gibi değerlerin toplumda yerleşmesi.
Bunları yapmak için Bobbio’ya göre kapitalizm ve demokrasi ayrıştırılmalı ve piyasa ekonomisinin eşitsiz bir düzen kurmasına engel olunmalıdır. Bir nevi “liberal sosyalizm” öneren Bobbio’ya göre serbest pazar toplumu yok edilmemeli, fakat demokrasiyi yok eden olumsuz özellikleri törpülenmelidir. Bu sebeple aşırı bireycilik, egoizm, eşitsizlik gibi meselelerin üzerine gidilmeli ve daha çoğulcu ve toplumcu bir bakış açısı geliştirilmelidir.
Demokrasi tartışmaları Siyaset Bilimi’nin temel konularından biri olmaya devam edecektir. Bu noktada gerçekten demokrasiyi halklar adına hedefleyenlerle, bunu bir dış politika enstrümanı olarak diğer ülkeleri zayıflatmak adına kullanmak isteyenler kuşkusuz birbirinden ayrıştırılmalıdır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKLAR