Sayfalar

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Uluslararası İlişkilerde İki Temel Yaklaşım: Realizm vs. İdealizm


Uluslararası İlişkiler disiplininde küresel sistemin işleyişini ve devletlerin bu sistem içerisindeki hareket biçimlerini açıklayan iki temel teori bulunmaktadır. Bunlar Realizm ve İdealizm ya da diğer adıyla Liberalizm’dir. Bu yazıda Prof. Dr. Haydar Çakmak’ın Uluslararası İlişkiler “Giriş, Kavram ve Teoriler”kitabından[1] özetle bu iki temel yaklaşımı ve birbirleriyle olan benzerlik ve farklılıklarını sizlere özetlemek istiyorum.
1. Realizm:
Realizm veya Gerçekçilik felsefi-siyasi kökleri antik Yunan’a hatta Sun Tzu’ya kadar götürülebilecek olan ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrası çok popüler olan bir Uluslararası İlişkiler teorisidir. Thucydides, Makyavel, Hobbes gibi düşünürler Realizm’in öncüsü kabul edilebilirler. Realizm İdealizm’in ideallerinin I. Dünya Savaşı sonrasında başarısız olması sonucu buna tepki olarak ortaya çıkmış ve dünyada kabul görmüştür. Realistler, İdealistleri ütopyacı olmakla suçlamış ve gerçekte ne olduğuyla değil, ne olması gerektiğiyle ilgili oldukları için dünyayı anlamakta yetersiz kaldıklarını iddia etmişlerdir.
Modern Realizm’in en önemli kurucusu Hans Morgenthau’dur. Morgenthau, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan konjonktürde uluslararası politikanın güç açısından tanımlanan ulusal çıkara dayalı objektif ve evrensel kurallarla yönetildiğini savunmuştur. Morgenthau’ya göre uluslararası politika bir güç mücadelesidir. Morgenthau’ya göre Realizm’in 6 önemli ilkesi bulunmaktadır. Bunlar şöyle sıralanabilir;
1-) Uluslararası politika evrensel ve objektif kurallar tarafından yönetilmektedir ve bu kuralların kaynağı insan doğasıdır. Realistlere göre insan doğası İdealist veya Liberallerin belirttiği gibi iyi değildir. İnsanlar tam tersine bencil canlılardır ve çıkarlarının peşinde koşmaktadırlar.
2-) Ulusal çıkarlar güç perspektifinden tanımlanmalıdır. Devletlerin amacı güçlerini arttırmaktır, dolayısıyla hareketlerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
3-) Güç açısından çıkarlar sabittir ve değişmez, ancak çıkarın içeriği ve bu çıkarı gerçekleştirmek için uygulanması gereken politikalar zamana ve içinde bulunulan kültürel ortama göre değişiklik gösterebilir.
4-) Moral-ahlaki değerlerin uluslararası politikada herhangi bir etkisi yoktur.
5-) Uluslararası politika, ekonomi ve hukuk gibi alanlardan farklı otonom (özerk) bir alandır ve esas olan devletlerin askeri-siyasi gücü ve çıkarlarıdır.
6-) Uluslararası politikayı şekillendiren temel aktörler ulus-devletlerdir. Uluslararası ya da ulusüstü yapılar etkisizdir.
Klasik Realizm’e Liberalizm’den gelen yoğun eleştiriler sonrası Neo-Realizm akımı ortaya çıkmıştır. Kurucusu 1979 yılında yazmış olduğu Uluslararası Politika Teorisi (Theory of International Politics)[2] kitabı ile Kenneth Waltz’dur. Waltz bu eserinde klasik Realizm’in eksikliklerini gidermeye çalışmış ve Klasik Realizm’in sadece ulus devletler üzerinde yoğunlaşması geleneğini değiştirmeye çalışmıştır. Waltz’a göre devletler kadar sistemin geneli de uluslararası politikayı analiz etmek için iyi incelenmelidir. Waltz uluslararası siyasi yapıyı üç temel boyutta tanımlamaktadır;
1-) Uluslararası sistem anarşiktir ve ülkelerin içyapıları gibi belirgin değildir. Sistem kendi kendine oluşur ve devletlerin temel amacı ayakta kalabilmektir.
2-) Devletler sistemin temel aktörleridir. Uluslararası ve ulusüstü yapılarda da devletler kendi çıkarlarını savunurlar.
3-) Devletler farklı özelliklerine rağmen sistemde fonksiyonel olarak aynıdırlar sadece kapasiteleri farklıdır.
Uluslararası sistemin anarşik yapısı nedeniyle devletler arasında işbirliği olasılığı azalmaktadır. Böyle bir sistemde devletler sadece kendilerine güvenmek zorundadırlar.  Zira devletler herhangi bir işbirliği durumunda mutlak kazançlarını değil göreceli kazançlarını düşünmektedirler. Göreceli kazançla kastedilen işbirliği nedeniyle karşı tarafın kazancı ve o ülkenin kazancı arasındaki dengedir. Bu nedenle bir devlet ancak diğer devletten göreceli olarak daha çok kazandığı veya eşit ölçüde kazandığı zaman işbirliğine yanaşmalıdır. Böyle zor bir sistemde doğal olarak devletlerin kendilerine yeterli ve her tehlikeye karşı güçlü olmaları gerekmektedir.
2. İdealizm (Liberalizm):
Liberalizm veya İdealizm köklü bir siyasal ideoloji olup, temellerini John Locke, John Stuart Mill, David Hume, Adam Smith, Montesquieu, Voltaire, Immanuel Kant gibi düşünürlerden alır. Tarihsel olarak Avrupa’da yükselen burjuvazinin aristokrasinin ayrıcalıklarını kısıtlamasıyla ortaya çıkmış ve burjuva demokrasisini getirmiştir (sınırlı oy hakkı, Cumhuriyet, laiklik, parlamentarizm vs.). İdealizmin insan doğası hakkında olumlu görüşleri bulunmaktadır. Birey hak ve özgürlüklerini siyasal iradesinin temeline koymaktadır. Bu yaklaşımda bireylerin akılcı oldukları varsayılır. Bireyler gibi devletler de rasyonel-akılcı olabilirler ve barışa rahatlıkla ulaşılabilir. İdealizm, serbest piyasa ekonomisi modeline dayanır ve bu anlamda bireyciliği nedeniyle altta kalanın canı çıksın anlayışına dönüşebildiği için kimi çevrelerce eleştirilir.
Bir dünya görüşü ve ideolojik olarak Liberalizm, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki birçok teoriyi derinden etkilemiştir. Bunlardan ilki, I. Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünya düzeni kurma çalışmaları sırasında ortaya çıkan ve zamanın ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın öncülüğünü yaptığı İdealizm teorisidir. I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bu akım büyük ölçüde Alman filozof İmmanuel Kant’ın düşüncelerinden etkilenmiştir. Kant’ın Demokratik Barış Teorisi uyarınca, dünya sisteminde demokratik ülkelerin birbirleriyle savaşmayacağı öngörülüyordu. İmmanuel Kant’a göre uluslararası kanunların hüküm süreceği özgür devletlerden oluşacak bir dünya federasyonu kurulursa sürekli barışa ulaşılabilirdi. Bu nedenle İdealizm; ulusal alanda otoriter-mutlakıyetçi rejimler yerine demokrasinin yerleştirilmesi ve uluslararası sistemde gizli diplomasi yerine açık diplomasinin geliştirilmesi, uluslararası hukukun güçlendirilmesi ve yeni uluslararası kurumların kurulması hedeflerine ulaşmak istiyordu. Bu doğrultuda ulaşmak istediği idealler vardı ve zaten tam da bu nedenle İdealizm olarak adlandırılıyordu. Bu yaklaşımda, I. Dünya Savaşı’na neden olarak demokratik olmayan ülkeler görülüyor ve bu ülkeler demokratik olduğu iddia edilen ülkeler tarafından paylaştırılarak bu ülkelere ağır koşullar empoze ediliyordu.
İdealistlere göre uluslararası ilişkiler sadece güçle belirlenmiyor, uluslararası hukuk, moral değerler ve uluslararası örgütlerin de uluslararası politikanın belirlenmesinde etkili olduğu ve olması gerektiği düşünülüyordu. Yine İdealistlere göre güç politikaları ve Realist yaklaşımlar savaşlara neden oluyordu. Oysa insan Liberal öğretide belirtildiği gibi (John Locke) özünde iyi bir canlıydı ve doğru koşullar oluşursa uluslararası politika da dostça bir ortamda yürütülebilirdi. Bu nedenle I. Dünya Savaşı sonrasında ABD, İngiltere ve Fransa önderliğinde Milletler Cemiyeti kurulmuştur. ABD Başkanı Wilson, Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük ederek, kolektif savunma yerine kolektif güvenlik ilkesine dayalı yeni bir kurumsallaşmaya gidilmesine ön ayak olmuştur. Milletler Cemiyeti’nin temel amacı yeni bir kolektif güvenlik sistemi kurarak, ulusal çıkarlarını genişletmek adına daha küçük devletlere saldıran devletleri engelleyebilmekti. Ancak bu yaklaşım daha çok I. Dünya Savaşı mağluplarına yönelik olarak gerçekleşiyor, savaşın galiplerinin imzalattırdıkları ağır ateşkes ve barış antlaşmalarının yeni sorunlara neden olacağı görmezden geliniyordu. Kolektif güvenlik sistemine göre, eğer herhangi bir devlet başka bir devletin saldırısına uğrarsa, Milletler Cemiyeti’ne üye devletler bir araya gelerek ya saldırıyı caydıracak, eğer saldırı gerçekleşmişse de güçlerini birleştirerek saldırganı püskürtmeye çalışacaklardı. Bu düşüncenin altında yatan temel felsefe siyasal şiddeti ortadan kaldırmaktı. Milletler Cemiyeti’nin başarısı, aslında ABD’nin izolasyonist (içe kapanmacı) politikalarından vazgeçerek dünya liderliğine soyunmasına bağlıydı. Ancak gerek savaş sonrası imzalattırılan haksız antlaşmaların toplumlar üzerindeki negatif etkileri, gerekse 1929 Buhranı ve sonrası ABD’nin içe kapanmacı politikalarını sürdürmesi nedeniyle Milletler Cemiyeti ve kolektif güvenlik politikaları başarılı olamadı. Türkiye Cumhuriyeti ve özellikle de Sovyetler Birliği gibi iki yeni ve güçlü devletin kurulması da Batı dünyasının planlarını altüst eden gelişmelerdi.
Uluslararası İlişkiler disiplininde ilk büyük tartışma 20. yüzyılın ilk on yıllarında işte bu prensipler etrafında İdealistler ve Gerçekçiler (Realistler) arasında gerçekleşiyordu. II. Dünya Savaşı sonrası Realizm ve Kritik Teori (Marksizm) dünyaya hâkim olurken, 1970’lerde itibaren neo-liberalizm gündeme gelmeye başlamıştır. Neo-liberalizm,1970’lerde Chicago Üniversitesi’nden Friedrich Von Hayek ve Milton Friedman gibi akademisyenler tarafından geliştirilen teoriler bütünüdür (Chicago Okulu). 1973 Opec Petrol Krizi sonrasında Batı dünyasında güçlenmiş ve devletin yeniden küçültülmesini savunmuştur. Bu iki düşünüre göre devlet elini sağlık ve eğitimden bile çekmeli ve her şey piyasaya bırakılmalıdır. Neo-liberalizm güçlendikçe özelleştirme yaygınlaşmış ve devletler küçültülmüştür. Bu sayede kimilerine göre vahşi kapitalizme geri dönüş yaşanmış ve dünyada sık sık ekonomik krizler yaşanmaya başlamıştır. Neo-liberalizm, dış politikada da Soğuk Savaş’ın bitmesine rağmen barış ortamı sağlayamamış ve dünyayı birçok etnik çatışmaya ve felakete sürüklemiştir.
İdealistlerin temel görüşleri ise şunlardır;
1-) İdealistler Realistlere karşı ulus devlet ve ulusal çıkarların dış politikayı belirleyen tek aktörler olduğunu reddediyor ve uluslararası ve ulusüstü yapıları (Milletler Cemiyeti vb.) ve bir devlet içerisindeki farklı grupları (etnik-mezhepsel azınlıklar, stö’ler vs.) ve bireyleri de ön plana çıkarıyorlardı.
2-) İdealistler ulus devletin her zaman kendi çıkarları doğrultusunda rasyonel (akılcı) kararlar alan aktörler olduğunu reddediyorlardı. Dahası devletlerin sabit politika tercihleri de yoktu.
3-) İdealistler sadece güvenlik meseleleriyle (yüksek politika) değil ekonomik gelişme ve siyasal özgürlükler (alçak politika) konusunda da çalışmalar yapıyorlardı.
4-) İdealistlere göre barış, kendi kaderini tayin hakkı (self-determinasyon) gibi ahlaki değerler de dış politikada var olmalıydı.
5-) Uluslararası politika sadece rekabet ve güçten ibaret değildir, devletler işbirliği de yapabilir.
3. Realizm vs. İdealizm
Realizm ve İdealizm’in temel değerlerini bir tablo ile şöyle anlatabiliriz.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder