Son günlerde Türkiye kamuoyunun gündemini Suriye’deki iç savaş ve Suriye
Devlet Başkanı Beşar Esad’a bağlı olan güçlerin Suriye’deki Kürt nüfusun
yoğunlaştığı Kuzey Suriye bölgesini terk etmesinin ardından bölgede hakimiyet
kuran Suriye PKK’sı PYD oluşturuyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, entelektüel kişiliği ve (belki de Türkiye’nin
gücünü aşar ölçüde) büyük düşünmesiyle bugüne kadar farklı çevrelerde
olumlu/olumsuz birçok tepki alan Dış İşleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun
Suriye’deki gelişmeler karşısında Türkiye kamuoyu gibi endişeye kapıldığı ve
özellikle “İki Kürdistan senaryosu” karşısında hazırlıksız yakalandığı
görülüyor. Zira Türkiye kamuoyunda Suriye’deki Kürt nüfusun bu derece örgütlü
ve siyasal bilinç anlamında üst düzeyde olduğu bugüne kadar hiç dile
getirilmemiş, Suriye’deki Kürtler baskıcı Baas rejiminin vatandaşlık hakkı bile
tanımadığı “mağdurlar” olarak tanıtılmıştı. Oysa şimdi Türkiye’nin karşısındaki
tabloda Irak’ın kuzeyinde Mesud Barzani denetiminde özerk, petrol gelirleri üst
düzeyde olan, Türkiye ile güçlü ekonomik bağları bulunan ve bağımsızlık ilan
ederek Akdeniz’e açılmak istediği herkesçe bilinen bir Kürt yönetimi, dahası
Suriye’nin kuzeyinde “de facto” olarak kontrolü eline geçiren örgütlü bir Kürt
hareketi var. Buradaki hareketin de Esad rejiminin artık çok da uzak gözükmeyen
çöküşüne paralel olarak bir özerklik ya da bağımsızlık talebi içerisine
gireceği aşikar. Kuzey Suriye ve Kuzey Irak arasındaki geniş ve Kürt nüfusun
yoğun yaşadığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi coğrafyasında ise Kürt
milliyetçilerinin bu durumdan cesaret alarak yeni ve maceracı arayışlar
içerisine girmeleri muhtemel. Bu eğilimlerin Türkiye kamuoyunda dile
getirildiği şekilde hala bazı demokratik haklarla ve kültürel-siyasal
açılımlarla durdurulabileceğini sanmak ise büyük bir saflık. Zira karşımızda
son derece örgütlü, politize olmuş ve eli silahlı bir hareket bulunmakta.
Böylesi bir ortam içerisinde elbette asla gerçekleşmesini istemediğimiz
ancak Türkiye’nin zorda kalırsa başvuracağı askeri çözümler akla geliyor. Özellikle
Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu yöndeki muhalefetinin toplumsal olarak da
büyük karşılık bulduğu görülüyor ve hissediliyor. Ancak kamuoyu bu noktada
Kuzey Suriye’ye ya da Kuzey Irak’a girerek tampon bölge oluşturma konusunda
ikiye ayrılmış gözüküyor. Hükümete yakın çevreler Kuzey Suriye için böyle bir
girişimi destekler gözükürken, muhalif kesimlerde ise bu uygulamanın Kuzey Irak’a
yapılması gerektiği yönünde görüşler var. Böylesi bir ortamda insan doğal olarak
siyasal tarihe de referansla Türkiye’nin
bir “Schlieffen Planı” olup olmadığını merak ediyor. NATO’nun en büyük 2.,
dünyanın en büyük 6. ordusu olmasıyla övündüğümüz Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
yaşanılan süreçte içerisine düşürüldüğü olumsuz tabloya rağmen, kurumsal hafızası
ve birikimi sayesinde bu tip planlara sahip olduğunu düşünüyorum. Elbette bir
insanlık trajedisi olan savaş hepimizin en son tercihi olmalı. Ancak
atalarımızın savaşarak kazandığı toprakları siyasetin güle oynaya kaybetmesi de
hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını memnun etmeyecektir düşüncesindeyim. Böylesi
zamanlarda yapılabilecek en iyi şey, siyasetin ve diplomasinin çözüm
üretebilmesini ummak.
Dr. Ozan Örmeci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder