Sayfalar

11 Mart 2012 Pazar

Seküler Ahlak İhtiyacımız Üzerine


Modernizmin büyük bir krize girdiği ve post-modernizmin hâkimiyetini ilan ettiği 21. yüzyılda, teokratik düşüncenin demokratik rejim içerisinde siyaseti tahakküm altına almasını engelleyebilecek yegâne faktör kanımca yeniden seküler bir ahlak anlayışının inşa edilmesine bağlıdır. Bu yazıda size biraz ahlaktan ve seküler ahlak ihtiyacımızdan bahsetmek istiyorum.


Ahlak kelime anlamıyla “bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları” demektir. Yunanca töre anlamına gelen “ethos” teriminden türeyen etik ise felsefenin bir kolu olan ahlak bilimi anlamına gelmektedir. Ahlak kavramı ve ahlak bilimi, antik Yunan filozoflarından beri felsefenin en temel ve köklü uğraşlarından biri olagelmiştir. Akademi’nin kurucusu Platon veya Eflatun’a göre etik veya ahlak, yalnızca köle olmayan ve üstün düşünce kapasitesine sahip özgür yurttaşlarda görülebilen yüksek bir erdemdir. Öğrencisi Aristo’ya göre ise ahlak doğuştan politik bir hayvan olan insanların yine köle tabiatı bulunmayan bir bölümünde görülebilen ortalama değerler bütünüdür. Aristo’ya göre her şeyin aşırısı zararlı, ortalaması ise erdemdir. Bu bağlamda çok tutucu ve aşırı faydacı (pragmatik) olmak her iki uçta yer alan zararlı eğilimlerdir. Fakat bunların ortalaması olan dengeli bir kişilik, Aristo’ya göre büyük bir erdem ve ahlakın yapı taşıdır. Başka bir antik Yunan düşünürü Epiküros'a göre ise ahlakın temelinde insanın haz dürtüsü ve acıdan yoksun olma isteği yatmaktadır. Antik Çağ’ın ardından Batı dünyasında Hıristiyan skolâstik düşünce yükselişe geçmiş ve ahlak kavramı büyük ölçüde dini kurallarla iç içe geçmiştir. Fakat Rönesans ve Reform’un etkisiyle 15. yüzyıldan itibaren Batı dünyasında yeniden seküler ahlak arayışları ortaya çıkar. Thomas Hobbes ahlakı bireyin kendi güvenliği ve çıkarı çerçevesinde tanımlarken, John Locke ise bilgi ve akılla özdeşleştirir. İlerleyen yüzyıllar içerisinde Marksizm’in doğuşuyla ahlak sol düşüncede emek ve sömürü karşıtı bir temelde tanımlanmaya çalışılırken, sağda ise modernizmin içerisine girdiği krizi yansıtan ünlü filozoflar Schopenhauer ve Nietzsche olmuştur. Her iki düşünürün de karamsar teorilerinde ahlak insan istemlerinin ve güç arayışının bir sonucudur.


Türk kavminde ise ahlakın temelinde eski Türk devletlerinde ve toplumlarında var olan ve bazı unsurları bugüne bile halen Türk milletine kadar uzanabilmiş olan töreler gelmektedir. Türklerin İslamiyet’i kabul etmesi sonrası bu törelerin yanı sıra İslam dini de önemli bir ahlak kaynağı haline gelmiştir. Fakat Türklerin sosyal bilimler özellikle de felsefe alanında ileriye gidememeleri nedeniyle bugün bile hala ahlak kavramının seküler bir temelde içerisinin doldurulmasında zorluklar görülmektedir. Bu da birçok diğer Doğu toplumu gibi Türk toplumunu din temelli teokratik bir ahlak arayışına yönlendirmektedir. Oysa demokratik siyasal bir yaşam için ahlakın temelinin seküler düzlemde tanımlanamaması çok ama çok ciddi bir sorundur. Bu modernizmin yaşadığı bir krizin ötesinde bir varoluş krizidir. İyiyi, güzeli, doğruyu seküler temelde tanımlayamayan bir toplumun tek ahlak ve değerler kaynağı olarak dine yönelmesi çok doğaldır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çeşitli çabalarla bir seküler ahlak yaratılmış ve buna uygun vatansever nesiller yetiştirilmiştir. Ancak geçen yıllar ve değişen kuşaklarla beraber Türkiye’nin yaşadığı siyasal savrulmalar ve Türklerin felsefe sefaleti nedeniyle bugün de ahlakın yegâne temeli ülkemizde İslam dini olarak karşımıza çıkmaktadır.


Şu bir gerçektir ki Türkiye’de seküler ahlak yeniden tanımlanıp topluma aktarılamadığı sürece İslamiyet; dini alanın ötesine geçerek gündelik siyasal ve toplumsal yaşamın içerisine de girecek ve egemenlik kuracaktır. Seküler ahlakı salt yasalarla oluşturmak da mümkün değildir. Zira bir şeyi sadece ceza almamak için yapmıyor olmak da insana aslında o şeyi yapmamanın doğru ve gerekli olduğunu anlatmaz, öğretmez. Dolayısıyla seküler ahlak evrensel demokratik değerler ve toplum menfaatleri temelinde ülkemizde mutlaka yeniden tanımlanmalıdır.


Dr. Ozan Örmeci



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder