Sayfalar

27 Aralık 2010 Pazartesi

Milliyetçilik



Milliyetçilik, “maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk” olarak tanımlanmıştır. Milliyetçilik tarihsel süreçte burjuvazinin güçlenmesi ve dinin etkisinin kırılmasıyla beraber modern milli devlet (ulus-devlet) modelinin ortaya çıkmasıyla önem kazanan bir ideolojidir. Bir milli devlet ve milli pazar yaratmayı tasarlar ve tarihsel olarak daha çok burjuvazinin ürünüdür. Marksizm’e göre de milliyetçilik tarihsel süreç içerisinde feodalizmden kapitalizme geçişte ilerici bir anlayıştır. Ancak kapitalizmden sosyalizme geçişte gerici bir işlev görür. Milliyetçiliğin bu siyasal-teorik anlamı dışında yurt sevgisi ve insanın yaşadığı topraklara bağlılığı şeklinde gündelik yaşamda duygusal ve olumlu bir anlamı vardır. Aynı din olgusu gibi, milliyetçilik hadisesi de sınıfsal meselelerin dışında üstyapısal-kültürel bir faktör olarak siyasal alanda ön yargısız bir şekilde incelenmeli ve toplumsal sorunlara kaynaklık etmemesi açısından doğru şekilde anlaşılmalıdır.
Milliyetçilik ulusal düzlemde demokrasi ile de yakından alakalı bir kavramdır. Çünkü milli irade ve genel oy ilkesi ancak milli devletler kurulduktan ve Cumhuriyet yönetimlerine geçildikten sonra kabul edilmiştir. Bu anlamda tarihsel olarak milliyetçilik ve milli devletler demokrasiyi doğurmuştur. Ancak etnik çatışmalara yol açan aşırı milliyetçilik, etnik milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık, faşizm gibi kavramlar bilimsel düzlemde ele alınan tarihsel milliyetçilik veya yurtseverlik kavramlarıyla karıştırılmamalıdır. Milliyetçilik temelde iki ayrı tür olarak incelenebilir. Bunlardan birincisi kana dayalı (ius sanguinis), kafatasına dayalı seçkinci ve gerici etnik milliyetçiliktir. İkincisi ise demokratik devletlerde görülen yaşanılan yere dayalı (ius soli), birleştirici, sivil ve yurttaşlık esasına dayalı etnik olmayan milliyetçiliktir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esasları (Atatürk milliyetçiliği) incelendiğinde milliyetçilik modelinin ikinci türe daha yakın olduğu ve etnik bir anlamdan çok yurttaşlık esasına dayandığı, ancak zaman içerisinde etnik yorumların ağır basmaya başladığı iddia edilebilir.
Milliyetçilik olgusunu ve özellikle etnik çatışmalara neden olan etnik milliyetçiliği açıklamaya yönelik farklı teoriler bulunmaktadır. Ulrich Beck gibi küreselleşme üzerine araştırmalar yapan bir grup akademisyen, etnik milliyetçiliği küreselleşme üzerinden açıklamaya çalışmaktadırlar. Sermaye ve emperyalist ülkeler kontrolünde yaşanan vahşi küreselleşmenin ulus devletlerin sınırlarını değiştirici ve yıkıcı etkisinin ulus devletleri oluşturan halklarda agresif milliyetçiliğe yol açtığına inanan bu araştırmacıların teorileri küreselleşmenin yeni bir hadise sayılabilecek olması nedeniyle milliyetçiliğin esas nedenlerini açıklamakta zayıf kalmaktadır. Milliyetçilik yalnızca son 10-20 yılın değil belki de Fransız Devrimi’nden bu yana son iki yüzyılın olayıdır. Bu nedenle milliyetçiliği salt küreselleşmeye bağlamak, bu olgu doğrultusunda açıklamak gerçek dışı olacaktır.
Simpson gibi bazı akademisyenlerse milliyetçiliği Demir Perde’nin yırtılarak, Doğu Avrupa ülkelerinde komünizmin son bulmasıyla açıklamaya çalışmakta ve teorilerini, milliyetçilik temelinden mümkün olduğunca uzak kalmaya gayret eden komünist rejimlerin çökmesine dayandırmaktadırlar. Bu gibi yazarlara göre komünist ülkelerin yıkılması sonucu ortaya çıkan birden çok milleti barındıran, heterojen nüfusu bulunan ülkelerde etnik çatışmaların ortaya çıkması ve etnik milliyetçiliğin yükselmesi doğaldır. Bu şekilde düşünen yazarlara göre etnik sorunlar ülkelerin asimilasyon veya etnik çatışmalar sonucu homojen bir nüfusa sahip olmalarına ya da bölünmelerine dek devam edecek ve ancak homojen bir nüfus yapısına ulaşılması sonucu son bulacaktır. Ancak Simpson ve benzeri şekilde fikirler ortaya atan akademisyenlerin gözden kaçırdıkları nokta dünyada birçok etnik olarak homojen olmayan ulus devletin var olduğu ve barış içerisinde yaşabildiği gerçeğidir.
Samuel Huntington ve Medeniyetler Çatışması tezi paralelinde düşünenler etnik çatışmaların temelinde medeniyetler ayrımının yattığına inanmakta ve özellikle tarihi, ideolojik ve dini-kültürel sebeplerle birbirine düşmanlık güden medeniyetlerin çatışmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürmektedirler. Bu düşünceden hareketle Huntington ve takipçileri, dünyayı sınırları kesin olarak belirlenmiş dokuz medeniyete (Batılı, İslam, Latin Amerikalı, Afrikalı, Çinli, Hindu, Ortodoks, Budist, Japon) ayırır. Medeniyetler Çatışması tezinin eleştirilebilecek en önemli noktalarından biri kuşkusuz Huntington’ın çeşitli medeniyetler arasındaki tarih boyunca süregelen ilişkileri ve etkileşimleri küçümsemesi, hatta görmezden gelmesi, sınırları kesin olarak çizilmiş birbirinden tamamıyla bağımsız ve farklı medeniyetlerin sürekli bir çatışma içerisinde olduğunu iddia etmesidir. Dahası bu tezin bir siyasal proje doğrultusunda yazıldığı iddia edilmektedir.
Völkerpsychologie adı verilen bazı kültürel çalışmalarda ise karşımıza dünya üzerinde bazı bölgelerin siyasal kültür olarak şiddete meyilli olduğuna dikkat çekilmiş ve bu yönde argümanlar ortaya konulmuştur. Mesela modernitenin çok gerisinde kalmış, kabile düzeninden kurtulamamış Afrika ülkeleri ya da etnik çatışmaların tarih boyunca var olduğu Balkanlar’da yapılan araştırmalarda siyasal şiddetin bu toplumları oluşturan bireylerin bilinçaltına nasıl yoğun bir şekilde yerleştiği ortaya konulmuştur. Ancak şiddet kültürünü yaşananların neticesinde oluşmuş kabul etmekten çok doğal bir fenomen olarak açıklamak ırkçı bir yaklaşımdır. Balkanlar’da ya da Afrika’da yaşayan insanların genetiği onları şiddet kültürüne diğer insanlara oranla daha fazla yakınlaştırmamaktadır. Ya da sorun bu bölgelerin havasında ya da suyunda değildir. Daha çok ulus devlet yaratma sürecinde yaşanılan başarısızlıklar (neredeyse tüm Afrika ülkeleri), kapitalist Batı ülkelerinin etkisi (Ruanda soykırımı) sonucunda ortaya çıkan etnik çatışmalar şiddet kültürünün bu denli güçlü olmasına sebep olmuştur.
Anthony D. Smith ve Benedict Anderson gibi akademisyenler başta olmak üzere birçok düşünür ise milliyetçiliği ulus-devletler çağının gereksinimi olacak şekilde uygulamaya sokulan bir elit projesi olarak düşünmekte ve post-yapısalcı metotlarla milliyetçi söylemi katmanlarına ayırarak ve çözümleyerek, bunun temelinde bir güç ilişkisi yattığını ifade etmektedirler. Smith bu noktada etno-sembolik yöntemlerle bir asabiyenin uluslaşma sürecine girdiğini ifade ederken, Benedict Anderson da “Hayali Cemaatler” adlı eserinde matbaanın ortaya çıkışı, dil birliği ve print capitalism’in uluslaşmayı hızlandırdığına dikkat çekmiştir.
Sosyal bilimlerde milliyetçilik alanında hâkim olan genel görüşe göre ise; etnik milliyetçilik ve etnik çatışmalar, ulus devlet yaratma sürecinde krallıklardan, komünist ya da teokratik rejimlerden çıkılarak halkın rızasına dayalı, demokratik meşruiyet arayışında olan modern ulus devletlerin çeşitli nedenlerle (sivil toplumun zayıflığı, devlet otoritesinin yetersiz kalması, üst siyasal kimliğin etnik gruplarca kabullenilmemesi, ekonomik bölüşüm-paylaşım kavgaları) başarısız olması sonucu ortaya çıkmaktadır. Sadece otoriteye bağlılığa önem veren krallık rejimlerinde mesela İspanya ya da İngiltere’de Bask bölgesi ya da Kuzey İrlanda için özel haklar verilmesi sorun yaratmazken, ulus-devlet sürecine geçilmesiyle beraber bu özel haklar ve devletin buna karşı geliştirdiği savunma mekanizmaları etnik çatışmalara neden olmaktadır. Modernite yolunda toplumda birlik arayışında olan ulus devletlerin elitleri, sivil milliyetçilik esasına dayandıklarında dahi çeşitli etnik öğeleri bu anlayışa eklemlemekte ve yeterince güçlü olamadıkları ya da sivil toplumun alternatif çözüm üretemediği durumlarda etnik çatışmalara yenik düşmektedirler.
Küreselleşme çağında gelişen iletişim ve ulaşım teknolojileri, ülkelerin birbirleriyle olan artan ekonomik ve siyasal bağımlılıkları gibi nedenlerle milliyetçilik ve ulus-devlet son dönemde sıklıkla tartışılmaktadır. Ancak ulus temelli siyasal kimlikler ve ulus-devlet tartışmaya açılırken, buna tezat bir şekilde yerel kimlikler ve etnik milliyetçilikler yine aynı süreçte cesaretlendirilmektedir. Bu sürecin 21. yüzyılda birçok yeni etnik çatışmaya neden olabileceğini tahmin etmek zor değildir. Dahası Avrupa Birliği ve benzeri ulusüstü ve uluslararası örgütlerin varlığına ve elde ettikleri başarılara rağmen, ulus-devletler çağının kapandığını iddia etmek fazlasıyla iyimser ve aceleci bir görüştür.

Ozan Örmeci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder