Sayfalar

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri


-->
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini anlayabilmek için tabii ki öncelikle Türklerin özellikle Tanzimat Dönemi’nden itibaren etkili olan Batılılaşma çabalarını, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950’lerden bu yana devam eden Avrupa kurumlarına dahil olma isteğini ve AET ile olan geçmişini bilmek gerekir. Osmanlı Devleti’nin Avrupa ülkeleri ile geliştirdiği asimetrik ancak yoğun ilişkiler sebebiyle, zaten Türkler ötekileştirilmiş olarak da olsa Avrupalıların gözünde Avrupa’nın bir parçasıdır. Osmanlı devleti için kullanılan “Avrupa’nın hasta adamı” sözü boşuna değildir. Türkler Avrupalıdır ancak hasta, farklı, zayıf Avrupalıdırlar… Milli Mücadele ve Kemalist Devrim sonrası kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti, tek parti döneminde modernleşme anlamındaki Batılılaşma hedefinden asla kopmamış olsa da, Osmanlı döneminden çıkarılan derslerin de etkisiyle Avrupalı devletlerle olan ilişkilerinde oldukça kuşkucu, ulusal çıkarlarına korumaya yönelik bir politika izlemiştir. Mustafa Kemal’in hayatta olduğu 1923-1938 arası dönem incelendiğinde yapılacak temel tespitler; Türkiye’nin dış politikada saygın bir devlet olarak konumunu tüm dünyaya kabul ettirdiği, “yurtta sulh cihanda sulh” esasına göre ulusal çıkarlarından vazgeçmeden diğer devletlerle eşitlik esasına göre ilişkiler kurduğu, emperyal hiçbir hedef gütmediği ve dünya barışını desteklediği, Avrupa ile olduğu kadar SSCB, Balkan ülkeleri ve sınırlı da olsa Orta Doğu ülkeleriyle de bölgesel işbirliği yapmaya çalıştığı ve bölgesel bir güç olarak kendini konumlandırdığı, Tanzimat taklitçiliğinden uzaklaşarak modernleşmeyi kendi öz değerlerine dayandırmaya çalıştığıdır. Ancak kendi kendine yetebilen ve onurlu bir dış politika anlayışı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yerleşmeye başlamış bu barışçı ve yurtsever düzeni, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında ortaya çıkan çift kutuplu Soğuk Savaş döneminde değişmeye zorlanacaktır.
İkinci Dünya Savaşı süresince Almanya ile devam eden ticari ilişkiler ve Mustafa Kemal’in ölümü sonrası SSCB ile giderek bozulan ilişkiler neticesinde, İkinci Dünya Savaşı’nın mutlak galibi olan SSCB’nin savaş sonrasında Türkiye’ye yönelen tehditkar tavrı, içeride palazlanmaya başlayan milli burjuvazinin büyük desteğinin de etkisiyle Cumhuriyetçi elitlerin ABD ve Avrupa’ya yönelmesine neden olmuştur. Yani Türkiye’de NATO ve AB süreçleri ilk kez bu dönemde Soğuk Savaş’ın etkisiyle başlamıştır. Bunun neticesinde Türkiye 1948’de OECD, 1949’da Avrupa Konseyi ve 1952’de NATO üyeliğine kabul edilmiştir. Türkiye’nin bu süreçte Avrupa ülkeleri ve ABD’den destek görmesinin en önemli sebepleri Türk pazarının cazipliği, Batı’nın SSCB’yi çevreleme politikası için Türkiye’nin önemi ve Yunanistan ile gerilmeye hazır ilişkilerin kontrol altında tutulmak istenmesiydi. Zira 12 Ada’nın Yunanistan’a hediye edilmesinden sonra Yunanlar şimdi de Kıbrıs’ta EOKA’yı kurmuş ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için çalışmalara başlamıştı. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun 1957 yılında imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüşmesi sonrası Türkiye de 1959 yılında Yunanistan ile beraber AET üyeliği için başvuruda bulundu. Türkiye bu başvuru ile hem Batı’nın emperyal hedefleri bulunan şımartılmış çocuğu Yunanistan’ı kontrol edebilecek, hem de Türk ihraç mallarını Avrupa pazarına sokabilecekti. Sonuçta hem Yunanistan, hem de Türkiye’nin başvuruları kabul edildi ancak yeterli gelişmişlik düzeyine ulaşmadıkları için her iki ülke de “ortaklık” statüsü adaylığıyla yetinmek zorunda kaldı. Anti-komünist NATO süreci ve Türkiye’nin bu süreç sonucu ortaya çıkan Soğuk Savaş haritasında kilit “kanat ülke” olarak yer alması, Türkiye’nin ulusalcı hedeflerinden rahatsız duyan ve Türklere daima ön yargı ile yaklaşan Avrupalıları bile çaresiz bırakıyor ve Türkiye Avrupa Konseyi’ne üye ve AET’ye ortak yapılıyordu. Ortaya konan hedef sözde Türkiye’nin AET’nin tam üyesi ve Avrupa’nın değişilmez bir parçası olmasıydı. Ancak görüldüğü üzere Türkiye tam olarak içeri alınmıyor, yalnızca nüfuz alanında tutuluyordu. 27 Mayıs sonrası sekteye uğrayan görüşmeler 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması ile neticelendi ve Türkiye AET’nin resmi ortağı haline geldi. Ankara Antlaşması o dönemde halktan ve DPT gibi kurumlardan büyük tepki görüyor ancak AB üyeliğinin ne denli Jakoben bir proje olduğunu ispatlarcasına topluma ve devlet kurumlarına zorla kabul ettiriliyordu.
Ankara Antlaşması Türkiye ve AET arasındaki ilişkileri ve Ortaklık Anlaşması’nın seyrini denetlemek için üç organ oluşturuyordu; Karma Parlamento Komisyonu, Ortaklık Konseyi ve Ortaklık Komitesi. Bu komiteler Gümrük Birliği ve tam üyelik hedeflerinin gerçekleşmesi için üç aşamayı ön görüyordu: hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem. O yıllarda son döneme 1980’lerin ortalarında ulaşılabileceği düşünülüyordu. Ankara Antlaşması doğruyu söylemek gerekirse Türkiye tarafından iyi kullanılamamıştır. Zira AET ile olan ticari ilişkiler bu dönemde ciddi bir artış göstermemiştir. 1970 yılında ise AET ile Katma Protokol antlaşması imzalanıyordu. Ancak Türkiye’nin çıkarlarını koruyan ve Türkiye’ye eşit bir devlet muamelesi yapan Katma Protokol antlaşmasının bu hükümleri (mesela işçilerin serbest dolaşım hakkı) daha sonra AET tarafından kaldırılacaktır. Bu antlaşma ile her iki taraf da gümrük vergilerini göreceli olarak indirmeye başlıyor ve Türkiye’nin tam üyelik hedefine destek veriliyordu. Ancak zaman içerisinde Türkiye ve AET arasındaki ilişkiler giderek gerilmeye başlıyordu. Öncelikle AET’nin kurucu üyelerinden olan İtalya ve Fransa, Türkiye’nin düşük gümrük vergilerinden yararlanarak Avrupa ülkelerine tarım ürünleri ihraç etmesinden oldukça rahatsızdı. Zira kendi köylülerinin bu nedenle ekonomik avantajları azalacaktı. Ayrıca Türkiye’de esen şiddetli sosyalizm rüzgarları nedeniyle AET politikaları ülkede emperyalizmin yeni bir yüzü olarak algılanıyordu. Johnson Mektubu sonrası ABD ile gerilen ilişkilerden sonra, şimdi de Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle AET ile olan ilişkiler son derece gergindi. 1978 yılında topluluğa üye ülkelerin dış politika konusunda ortak çizgiler geliştirmesini amaçlayan Avrupa Siyasal İşbirliği’nin (EPC) kurulması sonrası Türkiye bu kuruma da üyelik başvurusunda bulundu. Ancak Yunanistan’ın dahil edildiği bu kuruma Türkiye alınmıyor, yine de Türkiye’nin Yunanistan’ın emperyal hedeflerinden mağdur olmaması sebebiyle Türkiye’yi ilgilendiren konularda toplantılara katılmasına izin veriliyordu. Ama maalesef Avrupalıların çifte standardı bitecek gibi değildi…
1978’de Türk tekstil mallarına tek taraflı bir denetim uygulanması kararı sonrası Türkiye de Eylül 1978’de AET olan ilişkilerini tek taraflı olarak dondurduğunu ilan ediyordu. Zaten Avrupa yeni üyelik başvurularıyla ilgilenmekteydi ve çok karışık bir siyasal tablo içerisinde bulunan Türkiye ile uğraşmak istemiyordu. Ancak 1979’da Yunanistan’ın AT üyeliğine kabul edilmesi ABD’yi telaşlandırıyor ve Türkiye’de SSCB yanlısı sosyalist bir devrimin olmasından adeta ödü kopan ABD, Türkiye’nin AT’ye üye yapılması için Avrupa’ya baskı uyguluyordu. ABD’nin hesap etmediği şey ise başta Bülent Ecevit olmak üzere toplumun çok büyük bir kesiminin AT’ye karşı olmasıydı. Dahası 12 Eylül yoldaydı ve vicdansız darbe ve sonrasındaki gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal hayatını felce uğratacaktı. 12 Eylül darbecileri her ne kadar Amerikancı ve NATO’cu olduklarını ilk günden dile getirseler de, Avrupa Birliği ile kopan ilişkiler konusunda net bir fikirleri yoktu. Bu nedenle 1987’ye kadar da hiçbir somut adım atılmayacaktı. 12 Eylül sonrası sosyalizmin başı ezilmiş, şehirler ve emekçiler yenilmiş, sermaye kesin bir galibiyet kazanmış, onurlu dış politika anlayışı Özalizm’le beraber rafa kaldırılmış ve bir anlamda Türkiye AT üyeliğine hazır hale getirilmişti. Ancak beklenmeyen bir gelişme darbecilerin sola karşı bir panzehir olarak düşündükleri İslamcı hareketin çok güçlenmesi ve sistemi tehdit eder hale gelecek olmasıydı. Bu dönemde Avrupa Topluluğu da büyük değişimler yaşıyor ve Avrupa Birleşik Devletleri’nin yolunu açan Maastricht Antlaşması imzalanıyor, AT bir anda AB oluyordu.
1980’li yıllar Avrupa Birliği ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir çok önemli gelişmeye sahne oluyordu. Öncelikle Avrupa Birliği ülkeleri güçlenen ekonomileri neticesinde refah toplumu olmayı başarmışlar ve sosyoekonomik sorunlar büyük ölçüde çözülmüştü. Tabii burada Avrupa merkezli şirketlerin koloni döneminde kalma bağları sayesinde Afrika, Orta Doğu ve Güney Amerika pazarlarını ele geçirmekte pek zorlanmadığını belirtmek gerekir. Buna ek olarak SSCB’nin giderek zayıflaması ve Avrupalı otoriteler tarafından kısa süre içerisinde çökeceğinin beklenmesi neticesinde Avrupa’nın doğudan komünizm tehdidi algılaması zayıflamıştı. Bu dönemde Türkiye-AB ilişkileriyle alakalı bir diğer önemli konu; Türkiye’nin Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya gönderdiği işçilerin Avrupa’daki toplumsal hayata tam anlamıyla entegre olamaması ve bu nedenle Avrupalıların Türkiye’nin Avrupa’da yeri olup olmadığı konusunda tartışmalar yaşamasıdır. SSCB’nin yokluğunda artık Türkiye Avrupa’yı komünizm tehlikesine karşı koruyacak bir uç beyi değildi. Doğu bloğunun yıkılmasıyla beraber Avrupa genelinde Hıristiyan ve milliyetçi görüşlere geri dönüş de gözlemleniyordu. Avrupa artık kendi kimliğini dış tehditlerden soyutlamış, bağımsız bir şekilde ele alabilecekti. Ve bu ortamda Türkiye’nin AB’ye üyelik şansı giderek azalıyor gibi görülüyordu. Ayrıca Avrupa küresel ekonomi yarışında ABD, Japonya, Çin ve Rusya ile rekabet edebilecek bir güce sahip olmak istiyor, AB’nin daha derinlikli bir uluslarüstü kurum olması için düğmeye basılıyordu. 1991 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ile AB içerisinde ekonomik, mali, ticari ve siyasal bütünleşme başlıyordu. Bu nedenle AB’nin merkezi karar organlarının yetkileri arttırılıyor, AB dış dünyaya karşı bütünlüğünü derinleştiriyor ve genişletiyordu.
Türkiye’de de 12 Eylül sonrası askeri yönetim, yürütme gücünü sivil iradeye terk etmesine karşın rejim üzerindeki himayeci etkilerini koruyor ve demokratik açılımlara engel olmaya çalışıyordu. Her şeye rağmen 14 Nisan 1987’de ANAP’lı Devlet Bakanı Ali Bozer Avrupa Topluluğu’na Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu sunuyordu. Avrupa Komisyonu’nun değerlendirmesi iki yıl sürdü ve Türkiye’nin tam üyelik başvurusuna ret cevabı verilirken yalnızca ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği vurgulandı. Bu reddin tabii ki bir çok sebebi vardı. Öncelikle SSCB ve Doğu bloğunun yıkılmaya başladığı bu dönemde AT, kendi bütünleşmesini sağlayarak AB’ye dönüşmek ve ilk olarak Doğu Avrupa’daki eski komünist ülkeleri kendi birliğine kazandırmak istiyordu. Doğu Avrupa ülkeleri; halklarının yüksek eğitim düzeyi, Türkiye’ye kıyasla çok düşük nüfus sayıları ve nitelikli işçi yapılarıyla AB’ye kolay entegre olabilirlerdi. Oysa Türkiye hem kalabalık, hem de siyasal, ekonomik açıdan oldukça sorunlu bir ülkeydi. Dahası 12 Eylül rejiminin anti-demokratik etkileri ülkede yoğun olarak hissediliyor, hala etkili oluyordu. Bunlara ek olarak Avrupa’daki Türkler Türkiye hakkında Avrupa’da zaten ezelden beri varolan ön yargıları güçlendirecek bir görünüm sergiliyordu. Böyle bir ortamda AB kendisine göre belki de haklı sebeplerle Türkiye’yi birliğe tam üye yapmayı düşünmüyordu. Ancak Türkiye kaçırılamayacak kadar da önemli bir pazar ve ortaktı. Bu nedenle Türkiye Avrupa Birliği’nin kapısında bekletilmeli ve bu yolla olabildiğince fazla siyasal ve ekonomik imtiyazlar elde edilmeliydi. Nitekim 1989 yılındaki tam üyeliğin reddi sürecinden başlayarak Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerine damgasını vuran da Avrupa’nın bu çıkarcı ve samimiyetsiz yaklaşımı olacaktı.
1990 yılında AT, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi amacına yönelik bir işbirliği programı olan Matutes Paketi’ni takdim ediyordu. Türkiye’nin tek taraflı olarak AB’ye bağlanmasını sağlayacak sürecin o dönemde tasarladığını açıkça gösteren Matutes Paketi’nde ön plana çıkan maddeler; Türkiye’nin en geç 1995 yılı sonuna kadar Gümrük Birliği’ne dahil edilmesi, Türk ekonomisinin Avrupa ile bütünleşmesini kolaylaştırmak için sanayi, teknoloji ve bilim alanlarında işbirliğinin arttırılması, 600 milyon ECU’lük Mali Protokol’ün uygulamaya konulması ve kültürel alanda ilişkilerin geliştirilmesi üzerineydi. Avrupa Birliği’nin bu samimiyetsiz tavrına karşın Türkiye’deki siyasal iktidarlar burjuvazinin büyük destek verdiği bu projeyi seçimler için bir şans olarak görüyor ve AT’nin söylediklerine itiraz dahi etmiyordu. 1992 Lizbon ve 1993 Kopenhag zirvelerinde Türkiye ile ilişkilerin tek taraflı şekilde ilerletilmesi hedefi açıkça belirtiliyordu. Nitekim o dönemde Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkeler için tam üyelik hedefi belirlenirken, Türkiye için yalnızca Gümrük Birliği hedefi ortaya konuluyordu. Halen Türkiye Cumhuriyeti Devleti AB’ye tam üye yapılmadan Gümrük Birliği’ne dahil edilmiş ilk ve tek ülkedir. Ayrıca AB yeni üye olması beklenen ülkeler için 1993 yılında Kopenhag Kriterleri adı verilen bir koşul paketi belirliyordu. Avrupa Birliği bu kriterleri hazırlarken çok yakın tarihe kadar sosyalist rejimlerle yönetilmekte olan Doğu Avrupa ülkelerini baz alıyordu. Kopenhag Kriterleri üç ana başlıkta toplanabilir;

1- Politik boyut: Demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları, insan hakları, düşünce özgürlüğü konularında yapılacak ilerlemeler.
2- Ekonomik boyut: Devlet müdahalesinin en aza indirildiği rekabetçi, serbest piyasa ekonomisinin tahsis edilmesi.
3- Yasal boyut: Avrupa Birliği uyum yasaları yani acquis communautaire’in kabul edilmesi ve sağlıklı bir şekilde uygulamaya geçirilmesi.
Avrupa Birliği Türkiye’yi tam da istediği konuma getirmek üzereydi. Türkiye Gümrük Birliği kapsamına sokulabilirse hem karar mekanizmaları dışında bırakılacak (Tam üye olmadığı için AB Parlamentosu, Bakanlar Konseyi, AB Komisyonu ve Adalet Divanı’nda yer almayacak), AB’nin Türkiye’ye ekonomik yardım zorunluluğu olmayacak, hem de Avrupa Türkiye gibi büyük bir pazardan uzak kalmayacaktı. Sonuçta Türkiye yalnızca kendi başına önemli bir pazar olmakla kalmayan, Orta Doğu ve Kafkasya pazarlarına da açılımı sağlayan jeopolitik önemi çok büyük bir ülkeydi ve bir şekilde dünya pazarında liderliğe oynamak isteyen ve bu amaçla kendi para birimi euro’ya geçme hazırlıkları yapan Avrupa’nın Türk pazarına girmesi hatta buna hakim olması gerekiyordu. Ancak o dönemin siyasal iktidarları Avrupa’nın bu emellerini görüp buna karşı bir siyaset izlemekten acizlerdi ve Gümrük Birliği’ne koşulsuz olarak girmenin faydalı olacağına inanıyorlardı. Türkiye Gümrük Birliği’nin uygulamaya geçmesi konusunda üzerine düşen tüm yükümlülükleri yerine getirirken, aynı iyi niyeti Avrupa’dan göremiyordu. Türkiye AB çıkışlı mallar için gümrük indirimi sağlarken, Avrupa tekstilde Türk ürünlerine karşı kota uyguluyor, Türk ihracatına karşı anti-damping uygulamaları yapıyordu. Türkiye-AB Ortaklık Konseyi tarafından 6 Mart 1995’te imzalanan ve 1 Ocak 1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği anlaşması ülkemizde havai fişek gösterileriyle kutlanmasına karşın, gerçekte Türk ekonomisine büyük zarar veren bir anlaşmaydı. Öncelikle Türkiye egemenlik haklarından bazılarını üyesi olmadığı bir kuruma devrediyordu. Üstelik 1970 Katma Protokolü’nde yer alan işgücünün serbest dolaşımı, sermayenin serbest dolaşımı ve mali yardım gibi konular bu anlaşmada yer almıyordu. Türkiye’ye eşit bir devlet değil sömürge ülkesi muamelesi yapan bu anlaşmaya göre, Türkiye AB çıkışlı mallar için sıfır gümrük ve fon uygulayacak ve daha önemlisi AB’nin anlaşmalı olduğu üçüncü ülkelere karşı AB’nin ortak tarifesine geçecekti. Böylelikle Türkiye’nin dış ticaret politikası üyesi olmadığı bir kurum tarafından yönlendirilebilecekti. Böylesine haksız bir anlaşma olmasına karşın, medyamızın da desteğiyle Gümrük Birliği konusunda Türk halkı adeta uyutuluyor ve bu anlaşma bir başarı gibi halka sunuluyordu.
Avrupa Birliği Türkiye’den istediklerini elde etmişti. Avrupa malları Türkiye’de cirit atarken, yerli üreticiler bu karşı konulamaz rekabet ortamında iflas ediyor (özellikle orta sınıf yok ediliyor) ve yalnızca büyük sermayedar kesimi Avrupalı şirketler ile ortaklık yaparak ayakta kalabiliyordu. 1994 Essen zirvesinde AB’nin gelecekte üye yapılacağını açıkladığı ülkeler arasında Türkiye yoktu. 1997 Lüksemburg doruğunda da Türkiye’nin AB genişlemesinin dışında tutulacağı açıklanıyordu. Ulusal refleksleri olabileceğini hatırlayan Türkiye bu karar sonrası AB ile siyasal alanda işbirliği yapmayacağını açıklıyordu. Bu durum AB için istenen bir şey değildi. Zira üyelik için kapıda bekletilen sinmiş Türkiye siyasal alanda Avrupa’nın istediği tavizleri kolaylıkla verebilirdi. Avrupa’nın gündeminde de Kürt sorunu, Kıbrıs ve Ege uyuşmazlıkları, Ermeni meselesi gibi konular vardı. Bu konularda alınabilecek tavizlerin ve Bülent Ecevit-İsmail Cem ikilisinin AB’ye rest çeker tavrının da etkisiyle AB 1999 Aralık’ında Helsinki’de Türkiye’yi AB adayı bir ülke olarak ilan ediyor ve Başbakan Bülent Ecevit ilk kez Avrupa’nın aile fotoğrafına girmeyi başarıyordu. Ecevit ve İsmail Cem’in 1997 sonrası AB’ye çektikleri rest etkisini göstermiş ve Türkiye artık tam üye adayı haline gelmişti. Ancak kısa süre içerisinde Türkiye yeniden tavizkar politikalarına dönecek ve AB ile yeniden asitmetrik ilişkiler kurulmaya başlanacaktır. Nitekim 2000 yılı Kasım ve Aralık Katılım Ortaklık Belgeleri ile de, Avrupa tam üyelik adaylığı sürecinde gündeme getirmediği Kıbrıs ve Ege meselesini Türkiye’nin önüne yeniden bir şart olarak koyuyordu. Türkiye bu dönemden başlayarak hızlı bir şekilde Kopenhag Kriterleri’ne uygun reform paketlerini meclisten geçiriyor ve bu yolla devlet televizyonundan Kürtçe ve diğer dillerde yayın yapılması kabul ediliyor ve daha bir çok demokratik açılım yapılıyordu.
Avrupa Birliği ile ilişkiler bugün hala oldukça tartışmalı ve sancılı bir şekilde sürüyor. 1990’larda yüzde 70’lere varan AB üyeliğine destek, bugün gazetelerde ortaya konan araştırmalara göre yüzde 30’lara düşmüş durumda. 1999 yılında yapılan bir araştırmaya göre de Avrupalıların yalnızca yüzde 22’si Türkiye’nin AB üyeliğini destek veriyor (Manisalı, sayfa 35). AKP hükümeti de bugüne kadar AB ile ilişkilerinde oldukça pasif ve itaatkar bir tutum sergiledi. 1960 anayasasına göre Türkiye’nin üye olmadığı bir birliğe üye olamayacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti (AB içerisinde sadece Güney Kıbrıs Rum Kesimi tarafından temsil edilmektedir) AKP’nin 30 yıllık devlet politikasını rafa kaldırması sonucu AB tam üyesi oldu ve bugün Türkiye’nin üyeliği konusunda karşımıza sürekli engeller çıkarıyor. AB-Türkiye ilişkilerinde Kıbrıs, sözde Ermeni soykırımı ve Kürt sorunu gibi aşılması imkansız görünen engeller var. Avrupa Birliği’nin bu konularda geri adım atmasını beklemek zor. Zira şu an ki konumdan fazlasıyla memnunlar. Dahası Avrupa Birliği kendi iç sorunlarıyla uğraştığı için Türkiye’nin üyeliği meselesi şu an birliğin ilk gündem maddesi değil. O nedenle belki de Türkiye ilerleyen süreçte Gümrük Birliği’ni yeniden gözden geçirmeli ve tam üyelik hedefinden kopmadan siyasal imtiyaz vermekten kurtulacak bir formül üzerinde durmalıdır. Ancak bunun için başta siyasetçiler ve medya olmak üzere ülkenin tüm önemli siyasal figürlerinin bir temel hedef ve strateji konusunda birleşmeleri ve halka gerçekleri yansıtmaları gerekiyor. Kendi değerinin ve gücünün farkında olan bir Türkiye, elbette AB ile olan ilişkilerinde bu boynu bükük tavırdan kurtulabilirse çok daha başarılı olabilecektir.
KAYNAKLAR
- Manisalı, Erol, “Avrupa Çıkmazı”, 2001, İstanbul: Otopsi Yayınevi
- Müftüler Baç, Meltem, “Türkiye ve AB: Soğuk Savaş Sonrası İlişkiler”, 2001, İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.

Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.
Ozan Örmeci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder