Sayfalar

26 Ağustos 2010 Perşembe

Soğuk Savaş



-->
İkinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına dek Amerika Birleşik devletleri ve diğer kapitalist batı bloğu demokrasilerinin makro siyasal eğilimlerine yön veren Soğuk Savaş fenomeni ve retoriği; 1947 yılında Amerikalı stratejist George Kennan’ın “X” rumuzuyla yazdığı “Sources of Soviet Conduct” makalesiyle başladı kabul edilmesine karşın İkinci Dünya Savaşı’nın son dönemleri incelendiğinde, aslında Batı’daki Sovyet tehdidi algılamasının ve Soğuk Savaş’ın daha önce başladığı görülebilir. Bu yazıda İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’ın başlangıcıyla ilgili bazı çok iyi bilinmeyen noktalara değinmeye çalışacağım.
Soğuk Savaş dönemini anlayabilmek için öncelikle İkinci Dünya Savaşı başlarında ve öncesinde kapitalist Avrupa demokrasilerin Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya’sına nasıl baktığını anlamak sanırım yararlı olacaktır. Batılı kapitalistler militarist, ırkçı ve yayılmacı hedeflerini açıkça ifade etmesine karşın uzun süre Hitler’in kontrolündeki Almanya’yı ciddi bir tehdit olarak algılamamış ve anti-komünist yönü hayli kuvvetli olan Hitler’in doğru güdülebilirse kendi kapitalist rejimlerine en büyük tehdidi oluşturan Sovyetler Birliği’ni yok edebileceğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle Hitler’in Südetler’i ve Avusturya’yı işgal etmesi Avrupa için ciddi bir sorun olmamış ve özellikle İngiliz prömiyeri Neville Chamberlain’in uyguladığı yatıştırma politikası (appeasement policy) tüm kapitalist dünya ülkelerinde dünya barışını sağlıyor gerekçesiyle alkış toplamıştır. Aynı dönemde "Triumph of the Will" gibi Nazi belgeselleri Oscar’a aday olmuş, Nazi Almanya’sına olimpiyatlar verilmiş hatta inanılmayacak bir şekilde Alman Führer’i Adolf Hitler Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Görüldüğü üzere kapitalist Batı bloğu Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyadaki emperyal hakimiyetini güvence altına almış ve tehdit olarak yalnızca komünist Sovyetler Birliği’ni görmektedir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin kurulmasıyla beraber tüm kapitalist ülkelerdeki sosyalist-sendikal faaliyetler güçlenmeye başlamış ve demokratikleşme ile beraber herkese eşit oy hakkının verilmesi neticesinde sistemi değiştirmeye aday bir güç haline gelmiştir. Dahası tarihsel ve sınıfsal pozisyonları gereği demokratikleşmeyi kendi ülkelerinde daha ileriye götürmeye çalışan Avrupalı işçi sınıfları o dönemlerde Avrupalı devletlerinin emperyal hedef ve politikalarına muhalefet etmekte ve kapitalist demokrasilerin ayakta kalabilmesi için gerekli emperyalizme dayalı kapital akümülasyonunun önünü kesmeye çalışarak rejime çok ciddi bir tehdit oluşturmaktadırlar. Bu nedenle kapitalist Avrupa demokrasileri Hitler’e sıcak bakmakta ve Sovyetler Birliği ile Nazi Almanya’sını birbirine düşürerek kendi rejimlerini konsolide etmek amacındaydı.

Ancak ortaya bir sorun çıkacaktır. Bu da Avrupa kapitalizminin kendi elleriyle büyüttüğü çocuğun büyüdükçe daha da canavarlaşması ve ebeveynlerini tehdit eder hale gelmesidir. Nitekim Hitler ve Stalin 1939 yılında Polonya’yı paylaşma ve birbirlerine saldırmazlık konularında bir anlaşma yapınca Avrupalı devletlerin etekleri tutuşmaya başlamıştır. Hitler ve Stalin arasındaki bu anlaşma tam anlamıyla bilinmemekte ve yanlış bir şekilde yorumlanmaktadır. Öncelikle Çarlık Rusya’sının etkisiyle Polonya’da kökleşmiş bir Rus nefreti vardır. Bu nedenle Lehler komünizme de olumlu yaklaşmamakta ve Sovyetler Birliği’ne büyük bir düşmanlık beslemektedirler. Stalin İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce ilk olarak Polonya’ya bir barış ve ittifak anlaşması teklif etmiş ancak Polonya bu teklifi İngiltere’ye güvenerek geri çevirmiştir. Bu durumda bir Nazi saldırısını çok öncelerden beri bekleyen Stalin, tüm dünya sosyalist hareketlerini temsil eden Sovyetler Birliği’nin sınırlarını güvence altına almak ve Nazi tehdidine karşı zaman kazanmak için Hitler’le anlaşma yoluna gitmiştir. Hitler’in güçlenmesine göz yumulması göz önüne alınınca Soğuk Savaş ilkeleri aslında İkinci Dünya Savaşı öncesinde başlamış kabul edilebilir.

Soğuk Savaş’ın aslında sanıldığından daha erken başladığına yönelik bir diğer önemli bir delil ABD’nin Japonya’yı atom bombası ile vurması meselesidir. Bilindiği üzere Pearl Harbor baskını sonrası silkinen Amerika atom bombasının ilk kullanıldığı 6 Ağustos 1945 tarihine kadar zaten savaşı neredeyse kazanmış durumdadır. Japon askeri gücü büyük ölçüde bitirilmiş yalnızca geriye inatçı Japonlar’ın ölesiye koruduğu ülkelerini işgal etmek kalmıştır. Tabii ki Manhattan Projesi adıyla bilinen atom bombasının kullanılmasının birçok sebebi vardır ancak Sovyetler Birliği’ne yönelik göz dağı verme isteği de kuşkusuz bunlardan birisidir. Diğer önemli nedenler arasında Japonlar’ın inatçılığı ve ölesiye savaşması nedeniyle Amerikan ordusunun daha fazla kayıp vermek istememesi ve atom bombasının test edilmesi vardır. 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya, 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye atılan bombalar sonucu 250.000 civarında insan hayatını kaybederken, etkileri on yıllar boyunca silinmeyecek kimyasal zararlar da oluşmuştur. ABD’nin atom bombası riskini göze almasının temel sebebi o sıralarda Japonya’ya hala savaş açmamış olan Sovyetler Birliği’ne bu cani silahla dünya liderliğinin kendilerinde olduğu mesajının verilmesidir. Nitekim savaş sonrası Sovyetler’in tüm nükleer silah ve atom bombalarının dünya çapında yok edilmesi konusunda yaptığı teklif ABD tarafından reddedilecek ve bu nedenle Sovyetler Birliği de güvenlik sebepleriyle kendi nükleer programını 4 yıl içerisinde başarıyla uygulamaya sokacaktır. Bugün hala insanlık için çok ciddi bir tehdit olan atom bombalarının tamamen yok edilmemesi o dönemde ABD’nin dünya liderliğini bırakmama isteğinden kaynaklanmıştır.

Soğuk Savaş görüldüğü üzere aslında önceden başlamış olmasına karşın, SSCB ve ABD arasındaki rekabetin açık bir düşmanlık boyutuna ulaşması için ABD başkanı ve sosyalizme ılımlı bakan Franklin Delano Roosevelt’in vefatıyla yerine Harry S. Truman’ın geçmesi gerekecektir. Truman döneminde ABD başkanının ağzından açıkça beyan ettiği Truman Doktrini ile Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasını (containment policy) uygulamaya sokmuş ve bu nedenle Sovyet tehdidi kavramı öne atılarak stratejik önemi bulunan Batı Almanya, Japonya ve Türkiye gibi ülkelere çeşitli ölçeklerde yardımlar yapılmıştır. Marshall Yardımı Truman dönemindeki tüm bu atılımlara rağmen giderek daha da faşizan bir çizgiye kayan Amerikan medyası Doğu Avrupa’nın SSCB etkisinde bırakılması nedeniyle Demokratlar’ı eleştirmiş ve hatta Komünist avını başlatan ünlü Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy Truman Doktrini’ni ortaya koyan başkan Truman’ın en önemli adamlarından Dean Acheson’ın komünist olduğunu iddia etmiştir! Soğuk Savaş daha sonrasında bilindiği üzere Çin Devrimi, Kore Savaşı gibi meselelerle tüm dünyayı ikiye bölen ve her iki dünyada da demokratikleşmenin ve düşünce özgürlüğünün önünü tıkayan ezeli bir düşmanlığa ve zaman zaman sıcak savaşlara dönüşecektir. Dünyanın bu noktaya gelmesinde görüldüğü üzere ABD-SSCB gerginliğinin ötesinde kapitalist batının İkinci Dünya Savaşı’nın asıl galibi ve kahramanı olan, en büyük kayıpları vermiş Sovyetler Birliği’nin ideolojisini en başlardan beri kendileri için büyük bir tehdit olarak görmesi ve kendi ülkelerinde sosyalist hareketlerin güçlenmemesi için anti-demokratik uygulamaları çok öncelerden başlatmış olmalarıdır.

Soğuk Savaş gerçekçi bir temel üzerine oturmasına karşın her iki tarafta da korku sanrıları yaratan propaganda mekanizmaları ile güçlendirilmiş ve dünya adeta ikiye bölünmüştür. Türkiye bu süreçte Batı bloğunda yer almayı tercih etmiş ve bu nedenle Sovyet tehdidi kabusu özellikle merkez sağ iktidarlar tarafından Türkiye’de kasıtlı olarak sürekli üretilmiş ve kullanılmıştır. ABD ve batının bu propaganda teknikleri ve yalanları gerçek gösterme taktikleri bakımından Sovyetler’in ötesinde çok daha gelişmiş bir düzeyde olduğunu kabul etmek gerekir. ABD Soğuk Savaş retoriği sayesinde küresel kapitalizmin liderliğini eline geçirmiş, sözde yardım ettiği ve Sovyet tehdidinden koruduğu ülkelerde kendi kültürel-ekonomik ve siyasal hegemonyasını inşa ederek dünyanın lideri konumuna gelmiştir. Günümüzde yine benzer bir şekilde ortaya çıkarılan ve sürekli gündemde tutulan Medeniyetler Çatışması tezi de aslına bakılırsa Soğuk Savaş retoriğine benzer bir şekilde ABD’nin emperyal hedefleri doğrultusunda kullanılmaktadır. Bu teorik altyapı ve bilinç koşullandırılması sonrası ABD realpolitik hedeflerini ortaya koyan Büyük Ortadoğu Projesi’ni uygulamaya koymaya başlayacaktır hatta başlamıştır.

Ozan Örmeci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder