Türk siyasal hayatını özellikle son 20 yılda sivil-ordu ilişkileri kadar etkileyen bir diğer önemli konu da siyasal İslam’dır. Siyasal İslam’ın 12 Eylül sonrası hızla başlayan ve 1990’ların ortalarında iktidara gelebilecek kadar önemli boyuta ulaşan yükselişi konusunda bugüne kadar pek çok araştırma yapılmıştır. Araştırmaların çoğu aslında birçok etkenin bir araya gelmesi sonucu oluşan bu durumu, monist bir bakış açısıyla kendi ideolojisi doğrultusunda ve buna uygun yöntemler ve veriler kullanarak açıklamakla yetinmiştir. Bense bu yazımda siyasal İslam’ın yükselişini birçok değişik açıklamayı göz önünde bulundurarak; yapısal sosyoekonomik nedenler, uluslararası politika ve Türk siyasal hayatındaki gelişmeler ve Türkiye’ye özgü sosyokültürel faktörler doğrultusunda açıklamaya çalışacağım. Bunu yaparken Nilüfer Göle ve Binnaz Toprak’ın iki çok önemli makalesinden de faydalanacağım. Ancak öncelikle İslamcı ve Müslüman kimlikleri konusunda bir ayrıştırma yapmakta fayda var. Müslüman, İslam dinine mensup olan kimse anlamına gelirken, İslamcı belli bir siyasal bilinci ve sosyal tavrı bulunan kişileri nitelendirmektedir. Bu nedenle Siyasal İslam’ı incelerken Müslümanları değil İslamcıları masaya yatıracağız.
Siyasal İslam’ın yükselişine geçmeden kısaca Osmanlı Devleti sonrası Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim neticesinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dine bakış açısını ve Cumhuriyet döneminde yaşanan gelişmeleri ele alalım. Her ne kadar Osmanlı Devleti hiçbir zaman tam anlamıyla şeriata dayalı bir devlet olmamış ve İmparatorluğun temel unsuru olan Türklerin İslamiyet öncesi köklü geçmişlerinin de etkisiyle “şeri hukuk” un yanı sıra örfi hukuk yasaları da ülkede geçerli olmuşsa da, merkez konumunda bulunan askeri’nin ve onun kontrol ettiği ortodoks İslam anlayışının merkeze göre çevresel bir konumu bulunan halka uzak kalması neticesinde halk islamı (folk islam) olarak bilinen değişik tarikat yapılanmaları ve inançlar Osmanlı toplumunda oldukça etkili olmuştur. Mesela Nakşibendi tarikatı Osmanlı döneminden bu yana toplumsal hayatta oldukça etkili olmuş ve etkilerini halen ülkemiz siyasetinde ve toplumsal yaşamında göstermektedir. Şerif Mardin gibi bazı akademisyenler, Nakşibendilik ve Nurculuk başta olmak üzere bu tarikat örgütlenmelerinin Osmanlı döneminde sivil toplum kuruluşlarına benzer bir işlev gördüğünü ve günümüzde de konumlarının ve işlevlerinin pek farklı olmadığını düşünmektedir. Kemalist Devrim’i etkileyen en önemli iki anlayış olan pozitivizm ve laiklik, Tanzimat döneminden başlayarak (ve özellikle İttihad ve Terakki döneminde) zaten Osmanlı’da ortaya çıkmış modernizasyon hareketlerinde de temel motifler olmuşlardır. Türk siyasal hayatına daha sonra damgasını vuracak olan, bitmek bilmez tartışma ilk kez o dönemde modernistler (Batıcılar) ve İslamcı muhafazakarlar arasında yaşanmış, ancak entellektüel çevrelerde genel görüş modernizmden yana olmuştur.Yani Jakoben özellikleri hayli yüksek oranda bulunmasına karşın Kemalizm, yabancı kavramları ve değerleri bir anda zorla topluma kabul ettirmeye çalışmamış, sadece Osmanlı döneminde yeterince yaygınlaşamamış ancak neredeyse bir asırdır yavaş yavaş toplumsal yaşama girmeye ve entelijensiyanın genelinde kabul görmeye başlamış olan ilerici, modern değerleri kararlı ve keskin bir devrimle yeni Cumhuriyet’in temel ilkeleri haline getirmiştir. Fransız “Üçüncü Cumhuriyet”i ile büyük benzerlikler gösteren Kemalist Türkiye Cumhuriyeti, bu yeni ilkeleri doğrultusunda saltanatın kaldırılması, halifeliğin, Şer’iye ve Evkaf vekaletlerinin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Yeni Türk alfabesinin kabulü, tevhid-i tedrisat, İsviçre Medeni Kanunu üzerine kurulu yeni Türk Medeni Kanunu’nun kabulü, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi gibi birçok önemli gelişmeye sahne olmuştur. Bu dönemde feodal yapının daha etkin olduğu Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde Kürt milliyetçiliği sosu da bulunan birçok gerici ayaklanma meydana gelmiş ancak Cumhuriyet’in gericiliğe tavrı son derece sert olmuştur.
Yeni ilkeler ve değerler doğrultusunda kadının toplumsal yaşamdaki konumu ilerlemiş ve yasal hakların artırımının yanı sıra kadınlar yüksek eğitim almaya ve daha özgür yaşamaya, giyinmeye, düşünmeye başlamışlardır. Ancak Türk devlet ve devrim geleneğinde bulunan ve Osmanlı’dan miras kalan merkeziyetçilikten kurtulamayan Cumhuriyet rejiminde de seküler pratik toplumun tamamına yayılamamış ve daha çok şehirli üst sınıflarca kabul edilmiştir. Bu ilerici değerlerin merkezden çevreye, üst sınıflardan alt sınıflara, elitten avama yayılması uğruna tasarlanmış Halk Evleri, Köy Enstitüleri gibi projeler de; çok partili rejime geçilmesi ve Türkiye’nin güdükleştirilmesi anlamına gelen NATO süreciyle beraber iptal edilmiştir. Bu nedenle yasak olmasına karşın tarikat faaliyetleri halk arasında devam etmiş ve Demokrat Parti döneminden başlayarak özellikle merkez sağ ve İslamcı partiler tarafından da oy uğruna kullanılmıştır. Plansız kalkınma ve köyden kente göç hadisesinin 1950’lerden bu yana devam etmesi neticesinde daha çok çevrede-çevreselde yer alan bu değerler merkeze taşınmış ancak şiddetli sol rüzgarlarının estiği 1960 ve 1970’lerin ortamında alt sınıflara sosyalizm kadar hitap edememiştir. Siyasal İslam’ın ciddi bir güç haline gelmesi ise 12 Eylül sonrası 1980 ve 90’larda gerçekleşmiş ve etkileri hala sürmektedir. Şimdi değişik bakış açılarıyla siyasal İslam’ın yükselişini açıklamaya çalışalım.
Öncelikle yapısal sosyoekonomik faktörler üzerinde duralım. 1960 ve 70’lerde Türkiye’nin makro-ekonomik durumu ve gelir dağılımı dengesi 1980 ve 90’lara göre çok daha iyi bir durumda olmasına karşın, ülkede çok güçlü sendikal hareketler ve etkili bir sosyalist muhalefet bulunmaktadır. Sosyalist hareketlerin önü 12 Mart darbesi ve kontrgerilla faaliyetleri ile kesilmeye çalışılmış ancak bunlarda istenen başarı sağlanamadığı için 12 Eylül’de sola kesin bir darbe indirilmiştir. 12 Eylül rejimi diğer ilkeleri olduğu Kemalizm’in devletçilik ilkesini de hatalı bir şekilde yorumlamış ve Turgut Özal’la beraber serbest piyasa ekonomisi uygulamaya konulmuş ve halka zorla kabul ettirilmiştir. Emek-sermaye çelişkilerinin giderek artacağı, 1970’lere göre çok daha liberal olan bu ekonomik düzende sosyalist hareketlerin de normalde güçlenmesi beklenebilirdi. Ancak 12 Eylül’de sola vurulan acımasız darbe sonucu şehre sağlıklı olarak eklemlenememiş gecekondu mahallelerinde yaşayan ve şehir yaşamına adapte olamamış köy kökenli emekçiler, bitmiş olan solu bir umut olarak göremiyor ve bu nedenle siyasal İslam’a yöneliyordu. 12 Eylül diktasının pompaladığı Türk-İslam sentezi görüşü, Turgut Özal’ın dini siyasete alet etmesi ve Nakşibendi tarikatıyla olan yakın bağları ve en önemlisi anti-kapitalist “adil düzen” söylemleri bulunan Necmettin Erbakan’ın liderliğini yaptığı Refah Partisi’nin emekçilere hitap etmesi siyasal İslam’ın yükselişinde çok etkili olmuştur. 12 Eylül sonrası sol hareketler göz hapsinde tutulur ve elleri kolları bağlanırken, İslamcılar teşvik edilmiş ve kapitalist sistemin çelişkileri içerisinde yitip giden canların tek umudu haline gelmiştir. Açıkçası 12 Eylül’ün sahte Atatürkçüleri dini, artarak devam edecek kapitalist çelişkiler karşısında emekçi kitleleri uyutacak ve isyan etmelerine engel olacak bir afyon olarak görmüşlerdi. Ancak İslamcı hareket yalnızca emekçilere hitap etmiyordu. Özal tipi siyasetin yaygınlaşmasıyla orta sınıf İslamcılar serbest piyasa düzenine hemen ayak uyduruyor ve ilk İslami firmalar 1980’lerde kuruluyordu. Böylelikle İslamcı hareket hem sahte bir anti-kapitalist söylemle emekçi kitlelerin desteğini alıyor, hem de sermaye sahibi İslamcıların artmasıyla siyasi faaliyetlerini daha kolay finanse edebiliyordu. Ayrıca yeni oluşan İslami burjuvazi seküler burjuvazi ve seküler devlet eliti ile de çıkar bazlı iyi ilişkiler kurarak konumunu sağlamlaştırıyor, popüler kültüre İslami imgeler dahil oluyordu. İslamcılar Ali Bulaç, Ahmet Hakan gibi kendi entellektüellerini dahi üretiyorlardı.
Tabii ki bu gelişmede uluslararası politika alanında gerçekleşen somut değişimlerin de rolü vardı. Öncelikle Soğuk Savaş döneminde NATO güdümüne giren Türkiye’de ABD’nin yeşil kuşak projesi adını verdiği anti-komünist, reaksiyoner milliyetçi-İslamcı güçler uzun yıllardır Washington ve uluslararası sermaye tarafından destekleniyordu. Dahası 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi dünyada büyük bir sansasyon yaratıyordu. İran’ın bir koloniden öteye geçemediği baskıcı Şah rejiminin laik kimliği nedeniyle İslamcılık’ın prestiji Türkiye’de ve Orta Doğu ülkelerinde hızla artıyor ve İran devrim ihracına yönelik hedeflerini gizlemiyordu. İran devrimi sayesinde İslamcılık Türkiye’de de yükselişe geçiyor ancak geleneksel Osmanlı-Safevi rekabeti ve Şii-Sünni farkı nedeniyle İran Devrimi Türkiye’de istediği etkiyi sağlayamıyordu. Ancak 1980’lerde SSCB’nin sallanma başlaması ve Sovyet tipi komünizmin yavaş yavaş sonlarına doğru gelindiğinin belli olması İslamcılık trendini dünyada yükselten bir diğer önemli nedendi. Komünizmin etkisi azaldıkça dine dayalı düşünce sistemleri ve muhafazakarlık dünyada daha çok prim yapıyordu. Amerika’daki milliyetçi Reagan ve İngiltere’deki muhafazakar Thatcher yılları Batı dünyasında dahi muhafazakarlığın ne denli popüler olduğunun ispatı niteliğindeydi. Ayrıca SSCB’nin çökmesi sonrası tüm ipler ABD’nin eline geçmesine karşın ABD’nin Orta Doğu coğrafyasına yönelik saldırgan tutumu ve Birleşmiş Milletler ve İMF gibi uluslararası ve uluslarüstü kurumların başarısız ve etkisiz politikaları, bir meşruiyet krizi içerisine girmiş dünya sisteminde Orta Doğu halklarını İslamcılık’a yönlendiriyordu. Batı dünyası, Medeniyetler Çatışması benzeri ısmarlama tezlerle de dine dayalı düşüncenin etkisini yaymak ve Orta Doğu coğrafyasına meşru müdafaa hakkı doğurmak için Müslümanları İslami ekstremizme kaydırmaya çalışıyordu. Dengeleri henüz oturmamış, meşruiyet krizi yaşanan bu yeni dünya düzeninde İslamcılık halklar için ciddi bir umut kapısı haline geliyordu.
Türkiye’ye özgü siyasal gelişmelerin de siyasal İslam’ın yükselişindeki etkileri görmezden gelinemeyecek kadar önemliydi. Daha önce de kısaca söz ettiğim gibi 12 Eylül rejimi dini sosyalizm tehdidi karşısında bir kaçış yolu olarak görüyor ve devletin ideolojik kaynakları artık kolaylıkla sosyalizme evrilebilecek (ki 1960’larda öyle olmuştur) devrimci, bağımsızlıkçı Kemalizm değil, Türk-İslam sentezi pompalamaya başlıyordu. Turgut Özal’la beraber Adnan Menderes döneminden itibaren merkez sağın sıkça yaptığı dinin siyasete alet edilmesi artık kurumsallaşmış bir hal alıyor, bu yeni düzene paralel olarak türbanı ve İslamcıları savunan post-yapısalcı çalışmalar üniversitelerde gündeme geliyor ve YÖK üniversiteleri milliyetçi-muhafazakar kadrolarla dolduruyordu. 1987’de yasakların kalkmasıyla beraber Necmettin Erbakan eski kadrolarını bir araya getirerek Refah Partisi’ni kuruyor ve Özal’ın yarattığı yeşil sermayenin de etkisiyle parti propagandasının dozunu arttırıyordu. Soldaki dağınıklık ve solun emeğin hakkını yeterince savunamaması da İslamcıların işine geliyordu. İslamcılar ve tarikatlar 12 Eylül ve Özal dönemlerinin de etkisiyle, kendi kültürel değerlerini sistemin kanalları içerisine sinsice sızdırıyordu.
Tüm bunların ötesinde siyasal İslam’ın yükselişinde Binnaz Toprak’ın üzerinde durduğu çok önemli bir sosyokültürel ayak da vardı. Siyasal İslam kırsal kökenli tarikat yapılarının sanayileşme sonrası şehirde örgütlenmesi sonucu ortaya çıkmış, modern-şehirli bir hareketti. İslamcılar için başkent Kemalist Cumhuriyet’in sembolü Ankara ya da laikliğin kalesi olmuş “gavur İzmir” olamazdı. Haliyle Osmanlı’nın başkenti İstanbul’du onların baş şehirleri. Bu nedenle İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümünde Refah Partisi büyük şenlikler organize etmişti. Erbakan ve şimdiki başbakanımız Tayyip Erdoğan meydanlarda “Ayasofya’ya camii dikeceğiz” diye kükrüyorlardı. İslamcılar kendi kültürel söylemlerini çok başarılı bir şekilde oluşturuyor ve her alana el atıyorlardı. Ahmet Kaya çok mu tutuyor, İslamcılar da hemen bir protest İslamcı şarkıcı çıkarmalıydı piyasaya. Solcular siyasi filmler mi çekiyor, İslamcılar da Minyeli Abdullah’ı vizyona yetiştirmelilerdi. Solcu şair Nazım Hikmet olur da İslamcı şair olmaz mıydı? Olurdu, hem de en Özel’inden ve İsmet’inden… Çeşitli tarikat mensubu futbolcular artık büyük takımlarımızda forma giyiyor ve inançlarını, şeyhlerine bağlılıklarını kameralar önünde açıkça dile getiriyorlardı. İslamcıların kendi gazeteleri, televizyon kanalları, yazarları vardı. Artık tartışma programlarında sağcı-solcuların yanı sıra bir de İslamcılar yer alıyordu. Ramazanlar artık abartılı bir biçimde kutlanmalı ve bu memlekete Müslüman olduğu hatırlatılmalıydı! Yerleşik şehirlilerle aradaki sınıf farklılıklarından doğan düşmanlık sınıfsal mesele göz ardı edilerek artık yeni bir laik-İslamcı düzleminde emekçilere sunuluyordu. Yeni oluşmakta olan İslami burjuvazi Batının teknolojisini ve modern pratiklerini kullanmakta çekinmiyor ancak bunları kendi dogmatik inancına göre yorumluyordu. Türban defileleri ve “haremlik selamlık” otellerin reklamları artık her yerdeydi. İslamcılar türban meselesini de kendi siyasal projelerinin bayrağı haline getiriyor ve bu konuyu kullanarak laik Cumhuriyet’i zayıflatmak için her şeyi deniyorlardı. İslamcılar yarattıkları bu yeni kültürel söylemle yeni bir yaşam tarzını topluma empoze ediyordu. Artık her şeyin İslamcı versiyonu da vardı. İnternetten aleminden de geri kalamayan İslamcılar, İslami evlilik siteleri dahi kuruyorlardı. İşte Refah Partisi ve AKP’nin iktidarda olduğu arada 28 Şubat süreci nedeniyle sekteye uğramış süreçlerde İslamcılık’ın yükselmesindeki en önemli sebeplerden biri de yarattıkları bu yeni popüler söylemdi. Bu söylem holding muhalifleri ve neo-liberal solcuların da ilgisini çekiyor ve giderek merkeze yerleşiyordu.
Bugün içinde bulunduğumuz siyasi durumu da açıklayan birçok yanıt var sanıyorum bu yazıda. Siyasal İslam’ın yükselişi tek bir nedenle açıklanamayacak kadar karışık bir konu. Ancak yazımda yer verdiğim tüm bu faktörleri göz önünde bulundurarak yapılacak çalışmalar kuşkusuz daha geniş bakış açılı ve gerçeğe yakın çalışmalar olacaktır.
- Toprak, Binnaz, “Surviving Modernization: İslam as Communal Means of Adaptation”, İL POLİTİCO dergisinden, 1991, no:1, sayfa 147-161
- Göle, Nilüfer, “Secularism and İslamism in Turkey: The Making of Elites and Counter-Elites”, The Middle East Journal, Vol. 51, No 1, Winter 1997
Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.
Ozan Örmeci
Siyasal İslam’ın yükselişine geçmeden kısaca Osmanlı Devleti sonrası Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim neticesinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dine bakış açısını ve Cumhuriyet döneminde yaşanan gelişmeleri ele alalım. Her ne kadar Osmanlı Devleti hiçbir zaman tam anlamıyla şeriata dayalı bir devlet olmamış ve İmparatorluğun temel unsuru olan Türklerin İslamiyet öncesi köklü geçmişlerinin de etkisiyle “şeri hukuk” un yanı sıra örfi hukuk yasaları da ülkede geçerli olmuşsa da, merkez konumunda bulunan askeri’nin ve onun kontrol ettiği ortodoks İslam anlayışının merkeze göre çevresel bir konumu bulunan halka uzak kalması neticesinde halk islamı (folk islam) olarak bilinen değişik tarikat yapılanmaları ve inançlar Osmanlı toplumunda oldukça etkili olmuştur. Mesela Nakşibendi tarikatı Osmanlı döneminden bu yana toplumsal hayatta oldukça etkili olmuş ve etkilerini halen ülkemiz siyasetinde ve toplumsal yaşamında göstermektedir. Şerif Mardin gibi bazı akademisyenler, Nakşibendilik ve Nurculuk başta olmak üzere bu tarikat örgütlenmelerinin Osmanlı döneminde sivil toplum kuruluşlarına benzer bir işlev gördüğünü ve günümüzde de konumlarının ve işlevlerinin pek farklı olmadığını düşünmektedir. Kemalist Devrim’i etkileyen en önemli iki anlayış olan pozitivizm ve laiklik, Tanzimat döneminden başlayarak (ve özellikle İttihad ve Terakki döneminde) zaten Osmanlı’da ortaya çıkmış modernizasyon hareketlerinde de temel motifler olmuşlardır. Türk siyasal hayatına daha sonra damgasını vuracak olan, bitmek bilmez tartışma ilk kez o dönemde modernistler (Batıcılar) ve İslamcı muhafazakarlar arasında yaşanmış, ancak entellektüel çevrelerde genel görüş modernizmden yana olmuştur.Yani Jakoben özellikleri hayli yüksek oranda bulunmasına karşın Kemalizm, yabancı kavramları ve değerleri bir anda zorla topluma kabul ettirmeye çalışmamış, sadece Osmanlı döneminde yeterince yaygınlaşamamış ancak neredeyse bir asırdır yavaş yavaş toplumsal yaşama girmeye ve entelijensiyanın genelinde kabul görmeye başlamış olan ilerici, modern değerleri kararlı ve keskin bir devrimle yeni Cumhuriyet’in temel ilkeleri haline getirmiştir. Fransız “Üçüncü Cumhuriyet”i ile büyük benzerlikler gösteren Kemalist Türkiye Cumhuriyeti, bu yeni ilkeleri doğrultusunda saltanatın kaldırılması, halifeliğin, Şer’iye ve Evkaf vekaletlerinin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Yeni Türk alfabesinin kabulü, tevhid-i tedrisat, İsviçre Medeni Kanunu üzerine kurulu yeni Türk Medeni Kanunu’nun kabulü, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi gibi birçok önemli gelişmeye sahne olmuştur. Bu dönemde feodal yapının daha etkin olduğu Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde Kürt milliyetçiliği sosu da bulunan birçok gerici ayaklanma meydana gelmiş ancak Cumhuriyet’in gericiliğe tavrı son derece sert olmuştur.
Yeni ilkeler ve değerler doğrultusunda kadının toplumsal yaşamdaki konumu ilerlemiş ve yasal hakların artırımının yanı sıra kadınlar yüksek eğitim almaya ve daha özgür yaşamaya, giyinmeye, düşünmeye başlamışlardır. Ancak Türk devlet ve devrim geleneğinde bulunan ve Osmanlı’dan miras kalan merkeziyetçilikten kurtulamayan Cumhuriyet rejiminde de seküler pratik toplumun tamamına yayılamamış ve daha çok şehirli üst sınıflarca kabul edilmiştir. Bu ilerici değerlerin merkezden çevreye, üst sınıflardan alt sınıflara, elitten avama yayılması uğruna tasarlanmış Halk Evleri, Köy Enstitüleri gibi projeler de; çok partili rejime geçilmesi ve Türkiye’nin güdükleştirilmesi anlamına gelen NATO süreciyle beraber iptal edilmiştir. Bu nedenle yasak olmasına karşın tarikat faaliyetleri halk arasında devam etmiş ve Demokrat Parti döneminden başlayarak özellikle merkez sağ ve İslamcı partiler tarafından da oy uğruna kullanılmıştır. Plansız kalkınma ve köyden kente göç hadisesinin 1950’lerden bu yana devam etmesi neticesinde daha çok çevrede-çevreselde yer alan bu değerler merkeze taşınmış ancak şiddetli sol rüzgarlarının estiği 1960 ve 1970’lerin ortamında alt sınıflara sosyalizm kadar hitap edememiştir. Siyasal İslam’ın ciddi bir güç haline gelmesi ise 12 Eylül sonrası 1980 ve 90’larda gerçekleşmiş ve etkileri hala sürmektedir. Şimdi değişik bakış açılarıyla siyasal İslam’ın yükselişini açıklamaya çalışalım.
Öncelikle yapısal sosyoekonomik faktörler üzerinde duralım. 1960 ve 70’lerde Türkiye’nin makro-ekonomik durumu ve gelir dağılımı dengesi 1980 ve 90’lara göre çok daha iyi bir durumda olmasına karşın, ülkede çok güçlü sendikal hareketler ve etkili bir sosyalist muhalefet bulunmaktadır. Sosyalist hareketlerin önü 12 Mart darbesi ve kontrgerilla faaliyetleri ile kesilmeye çalışılmış ancak bunlarda istenen başarı sağlanamadığı için 12 Eylül’de sola kesin bir darbe indirilmiştir. 12 Eylül rejimi diğer ilkeleri olduğu Kemalizm’in devletçilik ilkesini de hatalı bir şekilde yorumlamış ve Turgut Özal’la beraber serbest piyasa ekonomisi uygulamaya konulmuş ve halka zorla kabul ettirilmiştir. Emek-sermaye çelişkilerinin giderek artacağı, 1970’lere göre çok daha liberal olan bu ekonomik düzende sosyalist hareketlerin de normalde güçlenmesi beklenebilirdi. Ancak 12 Eylül’de sola vurulan acımasız darbe sonucu şehre sağlıklı olarak eklemlenememiş gecekondu mahallelerinde yaşayan ve şehir yaşamına adapte olamamış köy kökenli emekçiler, bitmiş olan solu bir umut olarak göremiyor ve bu nedenle siyasal İslam’a yöneliyordu. 12 Eylül diktasının pompaladığı Türk-İslam sentezi görüşü, Turgut Özal’ın dini siyasete alet etmesi ve Nakşibendi tarikatıyla olan yakın bağları ve en önemlisi anti-kapitalist “adil düzen” söylemleri bulunan Necmettin Erbakan’ın liderliğini yaptığı Refah Partisi’nin emekçilere hitap etmesi siyasal İslam’ın yükselişinde çok etkili olmuştur. 12 Eylül sonrası sol hareketler göz hapsinde tutulur ve elleri kolları bağlanırken, İslamcılar teşvik edilmiş ve kapitalist sistemin çelişkileri içerisinde yitip giden canların tek umudu haline gelmiştir. Açıkçası 12 Eylül’ün sahte Atatürkçüleri dini, artarak devam edecek kapitalist çelişkiler karşısında emekçi kitleleri uyutacak ve isyan etmelerine engel olacak bir afyon olarak görmüşlerdi. Ancak İslamcı hareket yalnızca emekçilere hitap etmiyordu. Özal tipi siyasetin yaygınlaşmasıyla orta sınıf İslamcılar serbest piyasa düzenine hemen ayak uyduruyor ve ilk İslami firmalar 1980’lerde kuruluyordu. Böylelikle İslamcı hareket hem sahte bir anti-kapitalist söylemle emekçi kitlelerin desteğini alıyor, hem de sermaye sahibi İslamcıların artmasıyla siyasi faaliyetlerini daha kolay finanse edebiliyordu. Ayrıca yeni oluşan İslami burjuvazi seküler burjuvazi ve seküler devlet eliti ile de çıkar bazlı iyi ilişkiler kurarak konumunu sağlamlaştırıyor, popüler kültüre İslami imgeler dahil oluyordu. İslamcılar Ali Bulaç, Ahmet Hakan gibi kendi entellektüellerini dahi üretiyorlardı.
Tabii ki bu gelişmede uluslararası politika alanında gerçekleşen somut değişimlerin de rolü vardı. Öncelikle Soğuk Savaş döneminde NATO güdümüne giren Türkiye’de ABD’nin yeşil kuşak projesi adını verdiği anti-komünist, reaksiyoner milliyetçi-İslamcı güçler uzun yıllardır Washington ve uluslararası sermaye tarafından destekleniyordu. Dahası 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi dünyada büyük bir sansasyon yaratıyordu. İran’ın bir koloniden öteye geçemediği baskıcı Şah rejiminin laik kimliği nedeniyle İslamcılık’ın prestiji Türkiye’de ve Orta Doğu ülkelerinde hızla artıyor ve İran devrim ihracına yönelik hedeflerini gizlemiyordu. İran devrimi sayesinde İslamcılık Türkiye’de de yükselişe geçiyor ancak geleneksel Osmanlı-Safevi rekabeti ve Şii-Sünni farkı nedeniyle İran Devrimi Türkiye’de istediği etkiyi sağlayamıyordu. Ancak 1980’lerde SSCB’nin sallanma başlaması ve Sovyet tipi komünizmin yavaş yavaş sonlarına doğru gelindiğinin belli olması İslamcılık trendini dünyada yükselten bir diğer önemli nedendi. Komünizmin etkisi azaldıkça dine dayalı düşünce sistemleri ve muhafazakarlık dünyada daha çok prim yapıyordu. Amerika’daki milliyetçi Reagan ve İngiltere’deki muhafazakar Thatcher yılları Batı dünyasında dahi muhafazakarlığın ne denli popüler olduğunun ispatı niteliğindeydi. Ayrıca SSCB’nin çökmesi sonrası tüm ipler ABD’nin eline geçmesine karşın ABD’nin Orta Doğu coğrafyasına yönelik saldırgan tutumu ve Birleşmiş Milletler ve İMF gibi uluslararası ve uluslarüstü kurumların başarısız ve etkisiz politikaları, bir meşruiyet krizi içerisine girmiş dünya sisteminde Orta Doğu halklarını İslamcılık’a yönlendiriyordu. Batı dünyası, Medeniyetler Çatışması benzeri ısmarlama tezlerle de dine dayalı düşüncenin etkisini yaymak ve Orta Doğu coğrafyasına meşru müdafaa hakkı doğurmak için Müslümanları İslami ekstremizme kaydırmaya çalışıyordu. Dengeleri henüz oturmamış, meşruiyet krizi yaşanan bu yeni dünya düzeninde İslamcılık halklar için ciddi bir umut kapısı haline geliyordu.
Türkiye’ye özgü siyasal gelişmelerin de siyasal İslam’ın yükselişindeki etkileri görmezden gelinemeyecek kadar önemliydi. Daha önce de kısaca söz ettiğim gibi 12 Eylül rejimi dini sosyalizm tehdidi karşısında bir kaçış yolu olarak görüyor ve devletin ideolojik kaynakları artık kolaylıkla sosyalizme evrilebilecek (ki 1960’larda öyle olmuştur) devrimci, bağımsızlıkçı Kemalizm değil, Türk-İslam sentezi pompalamaya başlıyordu. Turgut Özal’la beraber Adnan Menderes döneminden itibaren merkez sağın sıkça yaptığı dinin siyasete alet edilmesi artık kurumsallaşmış bir hal alıyor, bu yeni düzene paralel olarak türbanı ve İslamcıları savunan post-yapısalcı çalışmalar üniversitelerde gündeme geliyor ve YÖK üniversiteleri milliyetçi-muhafazakar kadrolarla dolduruyordu. 1987’de yasakların kalkmasıyla beraber Necmettin Erbakan eski kadrolarını bir araya getirerek Refah Partisi’ni kuruyor ve Özal’ın yarattığı yeşil sermayenin de etkisiyle parti propagandasının dozunu arttırıyordu. Soldaki dağınıklık ve solun emeğin hakkını yeterince savunamaması da İslamcıların işine geliyordu. İslamcılar ve tarikatlar 12 Eylül ve Özal dönemlerinin de etkisiyle, kendi kültürel değerlerini sistemin kanalları içerisine sinsice sızdırıyordu.
Tüm bunların ötesinde siyasal İslam’ın yükselişinde Binnaz Toprak’ın üzerinde durduğu çok önemli bir sosyokültürel ayak da vardı. Siyasal İslam kırsal kökenli tarikat yapılarının sanayileşme sonrası şehirde örgütlenmesi sonucu ortaya çıkmış, modern-şehirli bir hareketti. İslamcılar için başkent Kemalist Cumhuriyet’in sembolü Ankara ya da laikliğin kalesi olmuş “gavur İzmir” olamazdı. Haliyle Osmanlı’nın başkenti İstanbul’du onların baş şehirleri. Bu nedenle İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümünde Refah Partisi büyük şenlikler organize etmişti. Erbakan ve şimdiki başbakanımız Tayyip Erdoğan meydanlarda “Ayasofya’ya camii dikeceğiz” diye kükrüyorlardı. İslamcılar kendi kültürel söylemlerini çok başarılı bir şekilde oluşturuyor ve her alana el atıyorlardı. Ahmet Kaya çok mu tutuyor, İslamcılar da hemen bir protest İslamcı şarkıcı çıkarmalıydı piyasaya. Solcular siyasi filmler mi çekiyor, İslamcılar da Minyeli Abdullah’ı vizyona yetiştirmelilerdi. Solcu şair Nazım Hikmet olur da İslamcı şair olmaz mıydı? Olurdu, hem de en Özel’inden ve İsmet’inden… Çeşitli tarikat mensubu futbolcular artık büyük takımlarımızda forma giyiyor ve inançlarını, şeyhlerine bağlılıklarını kameralar önünde açıkça dile getiriyorlardı. İslamcıların kendi gazeteleri, televizyon kanalları, yazarları vardı. Artık tartışma programlarında sağcı-solcuların yanı sıra bir de İslamcılar yer alıyordu. Ramazanlar artık abartılı bir biçimde kutlanmalı ve bu memlekete Müslüman olduğu hatırlatılmalıydı! Yerleşik şehirlilerle aradaki sınıf farklılıklarından doğan düşmanlık sınıfsal mesele göz ardı edilerek artık yeni bir laik-İslamcı düzleminde emekçilere sunuluyordu. Yeni oluşmakta olan İslami burjuvazi Batının teknolojisini ve modern pratiklerini kullanmakta çekinmiyor ancak bunları kendi dogmatik inancına göre yorumluyordu. Türban defileleri ve “haremlik selamlık” otellerin reklamları artık her yerdeydi. İslamcılar türban meselesini de kendi siyasal projelerinin bayrağı haline getiriyor ve bu konuyu kullanarak laik Cumhuriyet’i zayıflatmak için her şeyi deniyorlardı. İslamcılar yarattıkları bu yeni kültürel söylemle yeni bir yaşam tarzını topluma empoze ediyordu. Artık her şeyin İslamcı versiyonu da vardı. İnternetten aleminden de geri kalamayan İslamcılar, İslami evlilik siteleri dahi kuruyorlardı. İşte Refah Partisi ve AKP’nin iktidarda olduğu arada 28 Şubat süreci nedeniyle sekteye uğramış süreçlerde İslamcılık’ın yükselmesindeki en önemli sebeplerden biri de yarattıkları bu yeni popüler söylemdi. Bu söylem holding muhalifleri ve neo-liberal solcuların da ilgisini çekiyor ve giderek merkeze yerleşiyordu.
Bugün içinde bulunduğumuz siyasi durumu da açıklayan birçok yanıt var sanıyorum bu yazıda. Siyasal İslam’ın yükselişi tek bir nedenle açıklanamayacak kadar karışık bir konu. Ancak yazımda yer verdiğim tüm bu faktörleri göz önünde bulundurarak yapılacak çalışmalar kuşkusuz daha geniş bakış açılı ve gerçeğe yakın çalışmalar olacaktır.
KAYNAKLAR
- Toprak, Binnaz, “Surviving Modernization: İslam as Communal Means of Adaptation”, İL POLİTİCO dergisinden, 1991, no:1, sayfa 147-161
- Göle, Nilüfer, “Secularism and İslamism in Turkey: The Making of Elites and Counter-Elites”, The Middle East Journal, Vol. 51, No 1, Winter 1997
Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.
Ozan Örmeci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder