12 Eylül... 12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime askeri bir darbeyle el koyması olayının belleklerimizde yer eden kısa ismi. Murat Belge’ye göre “Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük katastrofu” (Belge, sayfa 7), Cüneyt Arcayürek’e göre ise halktan büyük destek aldığı yadsınamayacak “yerine getirilmesi gereken bir zorunluluk” (Arcayürek, sayfa 397-398). Farklı görüşler olmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden bu yana daima Türk modernleşmesinin mimarı ve baş aktörü olmuş ordunun hiç şüphesiz bugüne kadar demokrasiyi sekteye uğratan müdahalelerinin en şiddetlisi ve en acısıdır 12 Eylül. Oysa Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk henüz 1908 yılında Selanik’te şunları söylüyordu: “Ufukta tehlike bulutları görüyorum. Ordunun siyasete karışması işi artık bitmelidir. Asker kışlasına, siyasetçi siyaset sahnesine dönmezse, her şey mahvolur... Oysa bizimkiler...” (Öymen, sayfa 9). Peki “bizimkiler”i 27 Mayıs ve 12 Mart sonrası 12 Eylül’de bir kez daha ve çok daha haşince müdahaleye iten koşullar nelerdi ve 12 Eylül süreci nasıl gerçeklemişti, amaçları neydi, sonuçları ne olmuştur?.. 12 Eylül’ün Türk siyasal hayatına, Türk insanının düşünce şekline, ruhuna ve siyasal kültürüne etkisi ne şekilde olmuştur. İşte bu yazıda bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağım.
Türkiye’de askerin siyasete karışma geleneğini başlatan 27 Mayıs ihtilali, sonuçları itibariyle Türkiye’de büyük değişikliklere yol açan çok önemli bir siyasal gelişmedir. Emir-komuta zincirinin ve rütbeler arasındaki hiyerarşinin bozularak gerçekleştiği “albaylar darbesi” olarak da bilinen 27 Mayıs müdahalesi, halktan gördüğü büyük destek ve getirdikleri itibariyle (1961 anayasası) ilerici bir hareket olarak kabul edilebilir. Ancak siyasete karışma ve modernleşmede öncü rolü oynama tavrı zaten genlerinde bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin darbe yaparak sivil yönetime son verme geleneğini başlatması açısından ciddi bir eleştiri konusu yapılabilir. 1954 seçimlerinde sorunlara rağmen iktidarını güçlendirerek korumayı başaran Demokrat Parti, kendisine yönelen tepkiler ve itirazlar arttıkça hata üstüne hata yapmaya başlamıştır. Özellikle Kemalizm’e bağlı devlet kurumlarıyla yaşamaya başladığı polemikler ve bu kurumlarda siyasal otoritesini hissettirmek adına kadrolaşma çalışmaları yürütmesi DP’nin ileride sonunu getirecektir. 1957 seçimlerinde oy oranında büyük düşüş yaşayan ve iktidarı sallanan DP’nin üniversitelere ve özgür basına yönelik baskıcı tutumu kendilerinin demokrasi anlayışı hakkında Türk halkına çok güzel bir referans olmuştur. Bu dönemde bir çok öğretim görevlisi, gazeteci, yazar, öğrenci tutuklanmış ve çeşitli basın kuruluşları kapatılmıştır. Yine bu dönemde kurulan tahkikat komisyonlarıyla yargı erki bağımsız mahkemelerin elinden alınarak yürütme gücünü elinde bulunduran DP iktidarına geçirilmiştir. DP ayrıca kurduğu Vatan Cephesi ile toplumda büyük bir ikiliği yol açmıştır. Aralık 1957’de gerçekleşen “Dokuz Subay Olayı” nda Demokrat Parti yöneticileri darbe yapacağı korkusuyla TSK’de görevli 9 subayı tutuklatmış ancak suçsuzlukları kanıtlanan subaylar daha sonra serbest bırakılmıştır. DP diktatörlüğüne Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Nail Kubalı gibi cesurca karşı çıkanlar da olmuş ve DP muhalefeti sosyal tabana yayılmıştır. DP’nin sonunu hazırlayan son olay ise 28 Nisan 1960’da gerçekleşmiştir. 28 Nisan Olayları olarak bilinen bu olayda İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampüsünde DP aleyhtarı bir gösteri düzenleyen öğrencilere polis tarafından saldırılmış ve büyük bir arbede yaşanmıştır. Olaylar sonucunda Turan Emeksiz isimli öğrenci öldürülmüş ve bir çok öğrenci ve öğretim görevlisi yaralanmıştır. Bu olayın hemen ertesinde “555K” koduyla bilinen 5. ayın 5. günü (5 Mayıs 1960) saat 17.00’de Ankara Kızılay’da düzenlenen ve binlerce kişinin katıldığı protesto gösterisidir. 19 Mayıs 1960’da Harbiyelilerin yaptığı gösteri yürüyüşü ise yaklaşan darbenin habercisi niteliğindedir. Nitekim 27 Mayıs 1960’da ordu hiyerarşisini altüst eden, toplumdan çok büyük destek gören devrim niteliğindeki 27 Mayıs İhtilali gerçekleşmiş ve DP yöneticileri yargılanmak üzere Yassıada’ya götürülmüşlerdir.
27 Mayıs hareketinin diğer askeri darbelerden çok önemli iki farkı emir-komuta zincirinin bozularak ve Amerika Birleşik Devletleri’nin haberi ve desteği olmadan gerçekleşmiş olmasıdır. “Ancak 27 Mayıs’ın, sonraki darbelerden önemli bir farkı vardı. O fark, bence emir-komuta zinciri içinde bir hareket olmamasıydı. O zamanın genelkurmay başkanına da bir başkaldırmaydı” (Mumcu, sayfa 37). 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’ün aksine emir-komuta zinciri içerisinde yapılmamış ve düşük rütbeli Kemalizm’e gönülden bağlı subayların gerçekleştirdiği devrim niteliğinde bir harekettir. Askeri darbeler demokrasiler için kabul edilemez bir uygulama olmasına karşın, henüz yeni gelişmekte bir demokraside sivil toplumun yetersizliği göz önüne alınırsa, Demokrat Parti diktatoryasına karşı gerçekleştirilmiş şekil olarak yanlış ancak sivil hak ve özgürlükler göz önüne alındığında 12 Mart ve 12 Eylül’den farklı olarak kesinlikle ilerici bir harekettir. 27 Mayıs sonrası ordu içerisinde de çeşitli tartışmalar ve mücadeleler yaşanmış ve TSK’nın günümüzde de görüldüğü gibi homojen (monist) bir yapısının olmadığı su yüzüne çıkmıştır. 27 Mayıs sabahı radyodan okunan bildiride bir an önce seçimler yapılacağı ve demokratik düzene geçileceği açıklanmıştı. 27 Mayısçılar, bu konuda direnen 14 arkadaşlarını yurt dışına göndermek pahasına da olsa, bu sözlerini tutmuşlardır. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın 27 Mayıs sonrası denedikleri iki darbe girişimi de başarısız sonuçlanmış (Öymen, sayfa 384) ve TSK yeniden emir-komuta zinciri içerisinde bir statüko oluşturmuştur. 27 Mayıs ve 1961 anayasasının temel amacı milli iradeyi temsil etmeyi her istediğini yapma hakkı olarak gören yürütmenin gücünü, yargı ve yasamayı güçlendirerek azaltmak ve güçler ayrılığı ilkesini tam anlamıyla hayata geçirmektir. Bu nedenle 27 Mayıs sonrası Anayasa Mahkemesi kurulmuş ve yaptıkları hiç bir denetime tabi tutulmayan yürütme erkinin gücü sınırlandırılmıştır. Yine Kemalizm’in devletçilik ilkesine paralel olarak yürütmenin istediği ekonomik politikayı her anlamıyla uygulayamaması ve devletin temel prensiplerine bağlı kalması için Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Türkiye’nin uzun vadeli planlar ve yıllık programlar içinde belirli hedefler yönünde kalkınmasını sağlayacak çalışmalar yapmak üzere kurulan ve büyük yetkilerle donatılan DPT, anayasanın 41. maddesinde ifade edilen bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu da, siyasal iktidara tavsiye veren bir kurum olarak 27 Mayıs sonrası yaratılmıştır. Ancak 12 Mart ve 12 Eylül'de MGK'nın yetkisinin aşamalı olarak yükseldiği görülecektir. Bu gelişmelere paralel olarak belki de şimdilerde Avrupa Birliği’nin bizden istediği reformların ötesinde geniş bir hak ve özgürlükler sağlayan 1961 anayasası kabul edilmiştir. 1961 anayasasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal bir devlet olduğu vurgulanmış ve siyasal-sendikal örgütlenmeler konusunda özgürlükçü bir anlayış benimsenmiştir. Zaten 27 Mayıs darbesini bir devrim olarak görenlerin ileri sürdüğü kanıtlar içinde, darbeyle yapılan anayasanın ilk kez grevli toplusözleşmeli sendikal haklara yer vermiş olması başta gelmektedir. Yeni anayasanın 157 maddesinin 19’u sosyal, ekonomik hak ve özgürlüklere ayrılmıştır. 27 Mayıs’a ve 1961 anayasasına dair bir diğer önemli konuda üniversitelerde Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun kurulması ve üniversitelerde siyasete kapıların tam anlamıyla açılmış olmasıdır. Bu özgürlükçü ortamda sosyalist hareketlerin diğer bir çok alternatif kalkınma projesi gibi güçlenmesi için uygun bir ortam yaratılmış ve Türkiye tarihinin en verimli, en entellektüel dönemi 1960 ve 70’lerde yaşanmıştır. “Biliyorsunuz ben darbelere karşıyım. Tepeden inme hareketlere karşıyım. Yani, bu yoldan demokrasiye gidemeyiz” (Mumcu, sayfa 36) diyen daha sonra Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanı olacak sosyalist Mehmet Ali Aybar bile darbe sonrası üst düzey askerlere mektup yazarak Türkiye’de sosyalist bir partinin kurulması gerektiğini anlatmış ve 27 Mayıs’ı bir şans olarak görmüştür.
27 Mayıs sonrası ülkemizde Yön Dergisi, Türkiye İşçi Partisi, “Milli Demokratik Devrim”ciler gibi sosyalist siyasal gruplar oldukça etkili olmuş ve sol düşünce kısa sürede önce üniversitelere sonra da sosyal tabana yayılmaya başlamıştır. Uygulanan ithal ikamesi politikalarına ve endüstrileşme hamlesine paralel olarak ülkede hatırı sayılır bir işçi sınıfının oluşmaya başlaması ve siyasal özgürlükler neticesinde işçilerin sendikalar etrafında kümelenmesi, örgütlenmesi 1960 ve 70'lerin siyasal hareketliliğine büyük katkıda bulunmuştur. 1960’ların başlarında yayın hayatına başlayan Yön Dergisi, parlamenter sistem yanlısı revizyonist TİP’in aksine hedeflerine ulaşmak için demokratik metotları değil, askeriye-bürokrasi-gençlik ve işçi-köylülerden oluşacak birleşik bir grubun, askeriyenin sol kesimlerinin yapacağı bir darbe sonrası başa geçecek olan Baas tipi sosyalist-milliyetçi partilerine güvenmişlerdir. Yön Grubu’na göre ülkenin sosyoekonomik geriliği demokratik yollarla bu ilerici hareketin gerçekleşmesine izin vermeyecektir. Bu nedenle hareketin lideri Doğan Avcıoğlu’nun “zinde güçler” adını verdiği askeri-bürokratik elit önderliğinde yapılacak bir darbe, gençlik ve çeşitli sosyal sınıflar tarafından desteklenmeli ve ortak bir parti kurulmalı, devlet yönetimi bu tek partiye bırakılmalıdır. “Burada, herhangi bir sınıf ayrımı gözetmeksizin, aydınlardan ve yöneticilerden söz edilmektedir. Bu doğrudan doğruya, Yön çevresinin devrim anlayışına bağlıdır” (“Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1”, sayfa 232). Yön Hareketi’ne ek olarak 1960’larda ülkenin sosyoekonomik problemleri cesurca dile getirmeyi başaran tek parti olan TİP, 1965 genel seçimlerinde tüm ön yargılara ve medya manipülasyonlarına karşın 276101 oy elde etmiş ve toplam oyların yüzde 2,83’ünü alarak meclise 15 milletvekili sokmayı başarmıştır. Bu dönemde nisbi temsil sistemi uygulandığı için baraj oluşturulmamış ve TİP yüzde 3’e yakın oyuyla 15 milletvekili çıkarabilmeyi başarmıştır. TİP’in parlamentoda yaptığı müthiş muhalefet CHP’nin merkezden sola kaymasında çok etkili olmuş ve İsmet İnönü’nün ağzından “ortanın solu” sözü duyulmuştur. “TİP, geniş işçi ve aydın kesimlerini etkileyen bir solculuk söylemi tutturmayı, canlı ve güncel tartışmalarda çözümü aranan problemleri ele alarak karşılamayı başarmış, daha sonra CHP’nin tabanında yer alan önemli bir kesimi de etkilemeye başlaması üzerine, İsmet İnönü’nün ağzından solculuğunu açıklamak zorunda bırakan etkiyi yaratmıştı” (“Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1”, sayfa 262). 1968’e kadar güçlenerek ilerleyen TİP’in dağılma süreci, parti içerisinde küçük bir fraksiyon olan Mihri Belli ve arkadaşları tarafından desteklenen MDD düşüncesinin üniversite gençliğinde yaygın kabul görmeye başlaması ve 1968 yılında Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgaliyle başlamıştır. 1968 kongresinde partide 3 fraksiyon belirmiş ve şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Birinci grup Mehmet Ali Aybar ve arkadaşlarının oluşturduğu demokratik sosyalizm yanlısı ve Sovyetler Birliği’ne tepkili gruptur. İkinci fraksiyon Sadun Aren, Behice Boran ve destekçilerinden oluşan ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline karşı çıkmayan kliktir. Üçüncü grup ise MDD düşüncesini desteklemelerine karşın bu düşünceyi yaymak için parti içerisinde bulunan demokratik devrimcilerin oluşturduğu ve gençlik tarafından büyük destek gören Mihri Belli ekibidir. MDD kadrolarından yetişen üniversiteli bir çok genç 12 Mart sonrası çareyi gerilla mücadelesinde görecek ve silahlı mücadeleye başlayacaklardır. Ancak sınıf çatışmalarının ilk kez ülke gündemine bu denli oturduğu bu dönemde yüzlerce gencimiz idealizmlerinin kurbanı olacak ve asker ve polis baskınlarıyla ya öldürülecek ya da hapsedileceklerdir.
68 kuşağı ile beraber dünyada ve ülkemizde hızla yükselişe geçen sol hareketler ve öğrenci aktivizmi; her ne kadar Johnson Mektubu sonrası ABD ile ilişkiler bozulunca kısa süreli bir yakınlaşma yaşansa da Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde mesafeli olmuş ve Batı ile ittifak içerisindeki devleti rahatsız eder boyuta ulaşmış ve özellikle Süleyman Demirel gibi merkez sağ politikacıların özgürlükçü 1961 anayasasını Türkiye'ye lüks bulması ve hızla artan siyasal eylemler, 12 Mart 1971 tarihinde TSK'nın bir muhtırayla sivil yönetime son vermesi ve yasalarda bazı kısıtlamalara giderek, Nihat Erim başbakanlığında teknokrat bir hükümet kurması neticesine yol açmıştır. 12 Mart 1971'de Silahlı Kuvvetlerin dört kuvvet komutanı Memduh Tağmaç, Faruk Gürler, Muhsin Batur ve Celal Eyiceoğlu dönemin Demirel hükümetine muhtıra vermiş ve Nihat Erim'in başbakanlığında teknokratlar hükümeti kurulmuştur.12 Mart sonrası siyasal arenaya Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit'in yanısıra Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş gibi yeni isimlerin çıktığını görüyoruz. Genel Kurmay Başkanlığı görevinde de orduyu siyasallaşmadan kurtarmak için büyük çaba gösteren Semih Sancar vardı (Birand, sayfa 43). 1973 seçimlerinde Bülent Ecevit'in sol söylemi ve halka yakın duruşuyla büyük bir oy patlaması yaşayan CHP, yine de tek parti hükümeti kuramayarak Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi ile koalisyon kurmuştur. Bu dönemde yapılan Kıbrıs Barış Harekatı (1974) Türkiye'nin haklı olan davasında uluslararası arenadan dışlanmasına ve uygulanan ambargolar nedeniyle ekonomik sıkıntılar çekmesine yol açmıştır. Ayrıca CHP-MSP koalisyonu döneminde çıkarılan af ile bir çok otoriteye göre siyasal kutuplaşma ve eylemlerin önü açılmıştır. 1975 yılından başlayarak ülkemizde MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerini görüyoruz. Birinci MC hükümeti AP-MSP ve MHP ortaklığında 1975 yılında kurulmuştur. MC hükümetleri iktidarı boyunca toplumda siyasal kamplaşma artmış ve terör eylemleri ile siyasal cinayetler olağan hale gelmiş, özellikle MHP'nin komando kamplarında yetiştirdiği militanları ve solcu gruplar arasında ciddi silahlı çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır (Birand, sayfa 45). 1977 seçimlerinde büyük bir oy almasına karşın tek parti hükümeti kurmayı başaramayan Ecevit'li CHP, 1977 yılında ikinci MC hükümetinin kurulmasına engel olamamış ve "Umudumuz Ecevit" sloganının gerçekleşme şansı olmamıştır. Bu dönemde TSK'da da önemli gelişmeler oluyor ve Kenan Evren kendisinden önceki 3 kıdemli askerin emekli edilmesi sonucu Kara Kuvvetleri Komutanı oluyordu. Bu noktada 12 Eylül'ün ne derece planlı bir hareket olduğu tartışılabilir. TSK özellikle Erbakan önderliğinde güçlenen siyasal İslam, sol düşünceyi dayanak yapan Kürt ayrılıkçılığı ve siyasal terör eylemleri nedeniyle bu dönemde 12 Eylül'ün temellerini atmış olabilir. Ecevit'in aynı dönemde ABD ve sağ partilerin desteklediğini öne sürdüğü Gladio uzantısı Kontrgerilla da ülkede önemli bir gündem maddesiydi. İkinci MC hükümetinin halkın önemli bir kesiminin büyük muhalefeti (özellikle 1 Mayıs 1977 olaylarından sonra) sonrası dağıtılması neticesinde Bülent Ecevit ve ortanın solundaki CHP bir kez daha hükümet kurma şansı yakalamıştır. Ecevit'in, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve bağımsız milletvekillerinin desteğiyle kurduğu hükümetin ömrü de çok uzun süreli olamamıştır (Birand, sayfa 55). Kabine üyelerinin kritik konulardaki fikir uyuşmazlıkları ve Demirel'in anti-komünist propagandası nedeniyle ülkeyi rahat yönetmekte zorlanan Ecevit hükümeti, 6 Mart 1978 günü "elinde bir yıllık yasal uzatma hakkı olmasına rağmen, bu hakkı kullanamadı ve Genelkurmay Başkanı'nı emekliye ayırdı" (Birand, sayfa 60). Bu yolla Orgeneral Kenan Evren Genelkurmay Başkanı yapılıyordu. 1978'de yapılan tayinlerle (Nurettin Ersin, Haydar Saltık, Necdet Üruğ) TSK üst kadrosunda ideolojik olarak sol hareketlere karşı mesafeli ve birbiriyle uyumlu bir muhafazakar Kemalist lider ekibi oluşturuluyordu. Bu ekibin toplanması, hem 12 Eylül'ün gerçekleştirilmesi, hem de orduda büyük yandaş toplamaya başlayan sosyalist düşüncenin ordunun alt kademelerinden gelebilecek bir darbeyle ülkede egemen olmasını engellemek açısından önemlidir.
1978 yılı yaşanan olaylar nedeniyle ülkeyi açığa çıkarması umudu bulunan Ecevit hükümetinin sonunu hazırlamıştır. Olaylar zinciri 17 Nisan 1978'de AP'den CHP'ye geçen Hamido lakaplı Hamit Fendoğlu'nun evine yollanan ve iki torunu ve geliniyle beraber ölümüne yol açan bombalı paketle başlamıştır. Zaten 16 Mart 1978 tarihinde yapılan faşist saldırılar nedeniyle gergin olan ortam, Hamido'nun öldürülmesi sonrası tüm ülkeye sıçradı. Bu dönemde sağ sol çatışmaları Alevi-Sünni çatışmalarına dönüşmüş ve Alevi vatandaşlarımıza yönelik büyük saldırılar olmuştur. 3 Eylül'de Sivas'ta, 6 Eylül'de Elazığ, Gaziantep ve Adana'da, 15 Eylül'de Van'da büyük olaylar yaşanmış ve bir çok sol görüşlü Alevi vatandaşımız hunharca öldürülmüştür. 3 Ekim 1978 tarihinde MHP İstanbul il başkanı Recep Haşatlı ve oğlunun öldürülmesine misilleme olarak önce 4 Ekim tarihinde iki sol görüşlü genç öldürülmüş, 9 Ekim 1978 tarihinde ise Bahçelievler Katliamı olarak bilinen acı olay yaşanmıştır (Birand, sayfa 62-63). Aynı dönemde Kürt sorunu konusunda ilk sinyaller gelmeye başlamış, 27 Kasım 1978 tarihinde Kürdistan İşçi Partisi adıyla PKK terör örgütü kurulmuştur. 19 Aralık 1978 tarihi ise 12 Eylül öncesi belki de olayların çığırından çıkmasına ve askeri bir müdahaleye meşru bir yol açılmasına neden olan çok önemli bir tarihtir. Maraş Katliamı olarak bilinen bu olaylarda, 120 civarında Alevi ve sol görüşlü vatandaşımız öldürülmüş ve 5000'in üzerinde insan yaralanmıştır. “Kahramanmaraş olayları sadece ülkeyi değil, bunca yıl terör içinde yaşanmasına rağmen, fazla ilgi duymayan batı ülkelerini de ilk defa kaygıya düşürmüştü” (Birand, sayfa 68). Olaylar neticesinde 25 Aralık günü 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş ve artık tüm çevrelerde darbenin nasıl ve ne zaman yapılacağı konuşulur olmuştur. 1979 yılında olaylar katlanarak devam etmiş ve yaşanan döviz krizi nedeniyle petrol getirtemeyen Türkiye'de ciddi bir ekonomik kriz baş göstermiştir. Bu dönemde Ecevit'in işini zorlaştıran faktörlerin başında sol söylemi ve Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle Batı dünyası tarafından Türkiye'ye uygulanan ekonomik izolasyon ve iş çevrelerinin CHP'ye yönelik olumsuz tavrıdır. Üstüste düzenlenen grevler ve CHP'nin emekçi kitlelere yakın duruşu iş çevrelerinin CHP muhalifi olmasındaki en önemli etkendi. Bu dönemde Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve CHP'lileri kastederek "bunların sonu da Allende gibi olacak" (Salvador Allende) benzeri açıklamalarda bulunmuş ve ortamı daha da germiştir (Birand, sayfa 72). Yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle uzun süre direnmesine karşın IMF ile anlaşma yapan Ecevit hükümetini, IMF programı da kurtaramayacak ve Karaoğlan mücadelesinden yenik çıkacaktır. 1979 yılında günde siyasal cinayetler nedeniyle öldürülen insan sayısı ortalama olarak 20'yi bulmuştu. Gladio destekli ülkücü grupların devlet eliyle silahlandırılması ve Dev-Genç'in 1978 yılında bölünerek küçük gruplara ayrılması bu artışın önemli sebepleridir. 1 Şubat 1979'da gerçekleşen Abdi İpekçi suikastı da olayların üstüne tuz biber ekmiştir. “Abdi İpekçi’nin öldürülmesi olayı, terörün en ılımlı çevrelere de el attığının en belirgin simgesi olmuştu” (Birand, sayfa 75). Ecevit'i özellikle SALT II (Stratejik Nükleer Silahların Sınırlandırılması) projesi kapsamında ABD'nin Sovyetler Birliği'nin izni olmadan Türkiye üzerinden kalkacak casus uçaklarla denetim yapma isteğini reddetmesi ABD ile ilişkileri iyice germiş ve ABD bu tarihten itibaren Türkiye'de gerçekleşecek NATO ve ABD yanlısı bir askeri darbeye destek vermeye başlamıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliği de sanılanın aksine Bülent Ecevit'in sosyal demokrat çizgisine karşı olumsuz yaklaşımı nedeniyle Türkiye'ye kucak açmamış (Birand, sayfa 104) ve Türkiye ekonomik ve siyasal sıkıntılar içerisinde darbeyi beklemeye başlamıştır.
Bu ortamda Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'den ilk açık uyarı 3 Mart 1979'da gelmiştir (Birand, sayfa 60). Halkın siyasetçilere inancının giderek azaldığı bu dönemde CHP ve AP arasında son bir uzlaşmanın sağlanamamış olması da darbenin gerçekleşmesinde önemli bir etken olmuştur. Senato seçimlerinde hezimete uğrayan CHP, Bülent Ecevit'in başbakanlıktan istifa etmesi sonrası AP ile bir ara yakınlaşmayı denemiş ancak iki parti ve özellikle liderleri arasındaki büyük rekabet nedeniyle 13 Kasım 1979'da Süleyman Demirel ancak bir azınlık hükümeti kurabilmiştir. 27 Aralık 1979 tarihinde Kenan Evren Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verdiği mektupla darbenin en önemli sinyallerinden birini veriyordu. Bu saatten sonra ordu içerisinde darbenin ciddi olarak planlanmaya başladığını görüyoruz. Orduda darbe için hazırlıklar devam ederken siyasal alanda da çatışmalar hızla ilerliyordu. Azınlık AP hükümetinin Turgut Özal’ın siyaset sahnesine ilk çıkışı olan 24 Ocak 1980 tarihinde aldığı serbest piyasa ekonomisi yanlısı 24 Ocak kararları Ecevit’i küplere bindiriyor ve Ecevit “Bu ekonomik model Türkiye’yi bir Güney Amerika ülkesi durumuna getirir. Gelişme sürecindeki bir ülkede bu model demokrasiyle bağdaşamaz” şeklinde konuşuyordu (Birand, sayfa 174). Ayrıca bu dönemde yaşanan Cumhurbaşkanlığı krizi de siyasal arenadaki en önemli olaylardan biridir. Mecliste çoğunluğu bulunmayan ve birbiriyle kanlı bıçaklı durumda bulunan AP ve CHP’nin birbirlerinin adaylarına yönelik tavırları nedeniyle TBMM Cumhurbaşkanı’nı seçmekten aciz bir konuma düşüyordu. Bu dönemde Cumhurbaşkanlığı görevini vekaleten Meclis Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil yürütmüştür. Cüneyt Arcayürek aracılığıyla yapılan Altan Öymen-Necmettin Cevheri ve sonrasındaki Bülent Ecevit-Süleyman Demirel görüşmeleri de sonuç vermeyince son “onarım hükümeti” kurulması şansı da ortadan kalkıyor ve darbenin ayak sesleri duyulmaya başlıyordu. Bu onarım hükümetin kurulamamasında bir çok yazar Süleyman Demirel’i suçlamaktadır. “Onun içindir ki CHP ile AP arasında kapsamlı bir işbirliği ile bir yumuşama dönemini başlatmak daha yararlı olacaktı. Kimi zaman bunu savunduk da. Ne var ki gerek Demirel’in tutumu, gerekse içinde bulunduğumuz iç ve dış koşullar buna izin vermedi” (Cemal, sayfa 41-42). Batıda da darbenin bir an önce gerçekleştirilmesinin istendiği ve beklendiği US Armed Forces dergisinin Haziran 1980 sayısında yer alan şu sözlerle açık ediliyordu: “... Türkiye’deki gelişmeler öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış noktası görülmemektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede ordu da düzeltemeyecektir” (Birand, sayfa 197). MHP’nin önemli isimlerinden Gün Sazak’ın, eski başbakan Nihat Erim’in öldürülmeleri, Fatsa hadisesi (Fikri Sönmez), Konya’daki MSP mitingi vakası ve Çorum katliamı gibi olaylar darbe öncesi son önemli gelişmelerdir. Cüneyt Arcayürek “Demokrasi Dur” adlı kitabında 1980 yılında yaşanan olayların listesini yayınlamıştır: “8-15 Şubat: Tariş Olayları, 11-17 Şubat: Gültepe Olayları, 18 Mayıs: Kayseri Olayları, 18-20 Mayıs: Nevşehir Olayları, 2 Temmuz: Sivas Olayları, 3-9 Temmuz: Çorum Olayları, 9 Temmuz: Fatsa Olayları, 17 Temmuz: Abdurrahman Köksaloğlu’nun öldürülmesi, 19 Temmuz: Nihat Erim’in öldürülmesi, 22 Temmuz: Kemal Türkler’in öldürülmesi” (Arcayürek, sayfa 121). Batı dünyasının, iş çevrelerinin ve anarşiden yılmış halkın bir bölümünün desteğini arkasında hisseden TSK son hazırlıklarını da tamamlamış ve darbe saatini beklemeye başlamıştır.
Harekat 11 Eylül 1980 saat 16.00’da başlamak üzeredir... Saat 17.00’de vekaleten Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten İhsan Sabri Çağlayangil’le olağan görüşmesini yapmak için Köşk’e gelen Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Çağlayangil’e bir şey belli etmemiş ve gündemi kısaca değerlendirdikten sonra aceleyle görüşmeyi terk ederek operasyonu başlatmak üzere Genelkurmay Başkanlığı’na gitmiştir (Birand, sayfa 274-276). Gece saat 01.00’de operasyon fiili olarak başlatılmış ve tanklar başta siyasal parti genel merkezleri olmak üzere bir çok yeri sarmıştır. Saat 04.00’de ise “Türkiye son 20 yıl içerisinde üçüncü defa ‘İleri, Türk ileri’ marşıyla” uyandırılıyordu (Birand, sayfa 287). Dönemin ünlü spikeri Mesut Mertcan’ın tok sesinden Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in kaleme aldığı darbe bildirisi duyuluyordu:
“Yüce Türk milleti;
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti son yıllarda izlediğimiz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir...
...Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirlerle, üretilerek sistemli bir şekilde ve haince ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idari sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en mahsur köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir...
...Vatandaşların sükunet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne güvenmelerini beklerim”...
KENAN EVREN
Orgeneral Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
Saat 05.00’den itibaren sokağa çıkma yasağı konuluyor ve vatandaşlardan saat 13.00’teki haber bültenini beklemeleri isteniyordu. Emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen darbe sonrası yapılanlar kısaca şöyle özetlenebilir: Genelkurmay başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları'ndan oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), TBMM'yi ve hükümeti feshetti. Tüm ülkede sıkıyönetim ilan edildi; AP, CHP, MSP ve MHP genel başkanları gözaltına alındı. Batı kaynakları da 12 Eylül’ü an be an dikkatle takip ediyordu. “İlk yorumlar Batı yanlısı generallerin NATO’dan ayrılamayacağını, ilk fırsatta genel seçimle yönetimi gene sivillere vereceklerini gösteriyor, biçiminde yapılıyordu” (Arcayürek, sayfa 398). Özellikle ABD’nin 12 Eylül’e verdiği büyük destek dikkat çekicidir. 29 Eylül 1980 tarihinde Time dergisi Kenan Evren’i “Holding Turkey together (Türkiye’yi bir arada tutuyor)” başlığıyla kapak yapmıştır (Birand, sayfa 290). Zaten Paul Henze’nin CIA raporlarında yer alan “our boys in Ankara did it” sözü darbecilerin ABD ile olan eski tanışıklıklarının ispatı niteliğindedir. Ayrıca ülkesinin lekeli sicili nedeniyle ABD’nin Ankara Büyükelçisi Spain’in Amerikalı gazetecilere verdiği brifingte yazılması için söylediği tek cümle: “Darbeden ben sorumlu değilim” olmuştu (Cemal, sayfa 34). Müdahaleden sonra yasama ve yürütme yetkilerini bünyesinde birleştiren MGK, Konsey'in başkanı olan Orgeneral Kenan Evren'i Devlet Başkanlığı'na getirdi. Yeni hükümet Oramiral Bülent Ulusu başkanlığında kuruldu. Yeni hükümette son AP Hükümeti'nin Başbakanlık Müsteşarı ve 24 Ocak Kararları'nın mimari Turgut Özal da Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı veriler itibariyle; 650.000 kişi gözaltına alındı ve zor koşullarda (işkence) hapsedildi, yaklaşık 100.000 kişi askeri mahkemelerde yargılandı, 517 kişi hakkında idam kararı alındı ancak bunların 50’si uygulandı, 30.000 civarından kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 2 milyon civarında kişi fişlendi ve yakın takibe alındı. “Askeri yönetimde, gözaltında ya da hapishanelerde, doğal olmayan ölüm sayısı 229 oldu. İnsan Hakları Derneği'nin kayıtlarına göre 12 Eylül döneminde: 650 bin kişi gözaltına alındı. 230 bin kişi yargılandı. 1 milyon 683 kişi fişlendi. 141,142 ve 163. maddelerden 71 bin kişi, yasadışı örgüt üyesi olma iddiasıyla da 98. 404 kişi yargılandı” (Wikipedia). 12 Eylül 1980'den başlayarak, 1983 Milletvekili Genel Seçimleri sonucu TBMM'nin tekrar açılmasına kadar geçen süreçte bir çok önemli karar alınmış ve genel anlamıyla Türk toplumu sindirilmiş, siyasal hayattan eli ayağı zorla geri çektirilmiştir. Bu dönemde yayınlanan önemli belge ve dokümanlar için şu adrese bakılabilir: http://www.belgenet.com/12eylul/12eylul.html.
Ekonomik alanda 24 Ocak 1980 Kararları’nın tam ve kesin olarak uygulamaya sokulduğu 12 Eylül dönemi, ülke tarihinin en geniş ve kitlesel pasifizasyon ve depolitizasyon uygulamalarına sahne olmuştur. 12 Eylül sonrasında belediye başkanlarından ilçe kaymakamlarına kadar herkes görevlerinden alındı ve yerlerine askeri atamalar yapıldı. Meclis dağıtıldı, tüm yetki Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde toplandı. MGK bir yıl dolmadan tam 268 kararname çıkardı ve devleti baştan aşağı yeniden inşa etti. Ama tüm bunlar bir yana, askeri yönetim tüm sendikal faaliyetler durduruldu, grevler yasaklandı; ücretler donduruldu. Türk-İş hariç tüm sendika, dernekler ve siyasal partiler kapatıldı, DİSK’in bütün malvarlığına el konuldu. 1983’te yapılan seçimlere ancak askeri diktatörlüğün izin verdiği ve sayıları 2-3 taneyi aşmasına dahi tahammül edilmeyen TSK’nın kurdurduğu merkez partileri katılabildiler. Kenan Evren özellikle yerli ve yabancı burjuvazinin özlemi olan istikrarlı bir kapitalist ekonomik sistemi kuracak en fazla iki yeni parti olması ve Amerikan tipi bir demokrasinin kurulması gerektiğine inanıyordu. Bunlardan birisi sözde solu temsil ettiği iddiasıyla ortaya sürülen Halkçı Parti iken, diğeri liberal politikayı temsil edecek olan Milliyetçi Demokrasi Partisi’ydi. Fakat, MGK’nın istemine pek de uygun gelişmeler olmamış ve başka partiler de kurulmuştu. Fakat MGK bu partileri seçimlere sokmamak için, partilerin kurucu üyelerini veto etmişti. Veto edilen kurucu üye sayısı bini bulmuştu. Sonuçta seçimlere sadece cuntanın onayladığı MDP, HP ve 24 Ocak Kararları’nın hazırlayıcısı ve askeri yönetimin başbakan yardımcısı olan Turgut Özal’ın ANAP’ı katıldı ve kazanan TSK’ya olan tepkinin de etkisiyle Özal’ın ANAP’ı oldu. Ardından 24 Ocak kararları parlamenter sistem örtüsü altında ama özünde askeri diktatörlüğün estirdiği gericilik dalgası içinde sorunsuz uygulanmaya devam edilmiştir.
12 Eylül döneminin en önemli gelişmelerinden biri de, 12 Mart döneminde kısıtlanmasına rağmen Türkiye için fazla özgürlükçü bulunan 1961 Anayasası’nın kaldırılarak 1982 Anayasası’nın hazırlanması ve yürürlüğe konulmasıdır. Kısıtlayıcı hükümlerine rağmen % 91,37 oranıyla kabul edilen 1982 Anayasası’nın bu denli sevilmesinin (!) öncelikli nedeni öncelikle rejim muhalifi yüzbinlerce insanın hapishanelerde, işkencelerde ya da yurtdışında kaçak olarak bulunmalarıdır. Ayrıca anayasanın referanduma konulması öncesi askeri yönetimin verdiği karar uyarınca anayasa aleyhinde yazı yazmak ve konuşmak yasaklanmış ancak yeni anayasa lehinde zorla güçlü bir medya rüzgarı estirilmiştir. Üçüncü çok önemli sebep, halkın baskıcı askeri yönetime duyduğu tepki nedeniyle anayasayı kabul ederek bir an önce sivil yönetime geçme isteğidir. Zira 1982 anayasası kabul edilmezse ne yapılacağı belirli değildir. Askeri yönetimin görevde kalması ihtimaline karşın Türk halkı anayasayı büyük ölçüde desteklemiştir. Dördüncü olarak referandum oylamasında açık oy-gizli sayım sistemi uygulanmış ve olası bir istenmeyen kararın önüne kesin olarak geçileceği açıkça belli edilmiştir. Anayasanın geçici 15. maddesi ile Kenan Evren ve cuntasının ileride yargılanabilmesinin önü tıkanmış, kendilerine tanınan dokunulmazlık hakkı ile 924 yasanın hukuki olarak denetlenememesine sebep olmuştur. 1982 anayasası ile yürütme erki diğer organlara göre daha güçlü hale getirilmiş, siyasal kararların alınmasındaki muhtemel tıkanmalara karşı çeşitli önlemler alınmıştır. İstikrarsızlığa neden olduğu düşünülen nispi temsil seçim sistemi kaldırılmıştır. Bunlara ek olarak sivil toplum kuruluşları politikadan men edilmiş ve sendikalara siyaset yasağı getirilmiştir. Kazuistik (detaycı) bir şekilde yazılmış olan 1982 Anayasası’nda değiştirilemeyecek maddelerin de sayısı arttırılmış, daha baskıcı bir yönetim inşa edilmiştir. Anayasanın aslında temel amacı Türk halkının farklı bir sistem arayışının önüne set çekmek ve özellikle devrimci sol hareketlerin güçlenmesini önlemektir. Bu yasal değişikliklere ek olarak, devlet tarafından Türk-İslam sentezi ideolojisi eğitim kanallarıyla pompalanmaya başlamış ve başta gençlik olmak üzere tüm toplumsal kesimler siyasetten uzaklaştırılmaya, soğutulmaya, uyuşturulmaya çalışılmıştır.
12 Eylül’ün tüm bu düzenlemeler ötesinde çok daha önemli bir anlamı vardır. 27 Mayıs’tan başlayarak siyasete aktif olarak katılmaya başlayan, ülke sorunları hakkında düşünen, bir şeyler yapmak için çabalayan Türk halkına bir mesaj kesin olarak verilmiştir: ülkenin siyasal rejiminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin isteği dışında bir değişiklik yapmak mümkün değildir. Verilen ağır cezalar idealizmi yok etmeye yönelik baskıcı didaktik eylemlerdir. Murat Belge’ye göre 12 Eylül öncelikle “genel bir baskı düzeni” üstelik “1950’den, yani tek-parti döneminin kapanmasından bu yana, askeri müdahale aşamaları da dahil olmak üzere bu toplumun karşılaştığı en ağır baskı dönemi”dir (Belge, sayfa 9). 12 Eylül dönemi uygulamaları öncelikle toplum üzerinde bir devlet denetimi ve güdümü yaratmaya yönelikti. Zaten 12 Eylülcüler amaçlarını belli etmekte çekinmiyorlardı; onlara göre yeni anayasanın amacı “devleti vatandaşa karşı koruyan” bir düzen getirmekti (Belge, sayfa 10). Zaten otoriter rejimlerin ortak özellikleri uysal (mutedil) bir toplum yaratmayı amaçlamalarıdır. 12 Eylül rejimi de Atatürk döneminde olmadığı kadar çok dikilen Atatürk heykelleri, baskıcı kuralları, ağır işkenceleri ve ideolojik kanallardan pompalanan milliyetçi-dindar söylemiyle uysal bir toplum yaratmak için elinden geleni yapıyordu. Uysallığı reddedenler ya imha ediliyor, ya da hapishanelerde çürütülüyordu (Belge, sayfa 11). Bunu yaparken yaptıklarını Atatürkçülük adı altında gerçekleştirmeleri 12 Eylül’ün kuşkusuz en acı özelliklerinden biridir. Rejimin direk tehlikeye girdiği ilk yıllardaki olaylarda bile (Şeyh Said İsyanı, Menemen Olayı, Dersim İsyanı vs) bile Kemalist Cumhuriyet bu denli ağır ve baskıcı metotlar benimsememiş ve halkına değer vermiştir. 12 Eylül sonrası din dersleri zorunlu hale getirilmiş ve militarize edilmiş bir milliyetçilik anlayışı empoze edilmiştir. Nadir Nadi gibi radikal sol Kemalizm’in kalesi kabul edilebilecek Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu ve en önemli yazarlarından olan birisi dahi 12 Eylül döneminde “Ben Atatürkçü Değilim” başlıklı yazısında darbecileri eleştiriyor ve onların Kemalizm anlayışlarının gerçekle bağdaşmadığını ifade ediyordu. Medyada bu dönemde darbecilerin yayın organı haline geliyor ve resmi politikanın kontrolünde yayın yapmaya zorlanıyordu. Hukuk kurumlarının durumu da pek farklı değildi. Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, Yargıtay, Sayıştay, Danıştay gibi hukuk kurumları da varoluş nedenleri olan anayasaya günde beş vakit hakaret eden darbecilere karşı kendilerini koruyamamış ve cuntanın ideolojik aygıtları işlevini görmüşlerdir.
Üniversitelerin 12 Eylül’e tepkisi de oldukça “uysal” olmuştur. Tüm rektörlerin Kenan Evren’e tebrik telgrafı çekmesi ve kendisinin “fahri hukuk doktoru” ünvanıyla ödüllendirilmesi tesadüf değildir. Üniversitelerin 12 Eylül sonrası ödülleri de YÖK olmuştur (Belge, sayfa 17). Siyasal partiler ve liderleri de 12 Eylül sonrası CHP lideri Bülent Ecevit dışında büyük ölçüde sessiz kalmış ve hatta MHP’li Agah Oktay Güner gibileri “fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” deme cüretinde bulunmuşlardır (Belge, sayfa 18). 12 Eylül’ün Türk halkının siyasal kültürü ve ruhu açısından esas önemini Murat Belge “demoralize olmak” olarak açıklamaktadır. Demoralize olmak dilimizde şevk kırılması anlamına gelmesine karşın, Fransızca’da “moral” kelimesinin yan anlamlarından ötürü “ahlak bozulması” anlamına da gelmektedir (Belge, sayfa 21). Türk halkı 12 Eylül karşısında geliştirdiği çaresizlikle beslenen tepkisizlikle bu dönemde siyasal olarak ahlak erozyonuna uğramıştır. 20 yıllık verilen mücadelelerin sonunda bir gece de her şey yok olmuş ve ciddi bir muhalefet geliştirilememiştir. Cüneyt Arcayürek, Murat Belge’nin tersine 12 Eylül’ün “Türkiye’ye genelde bir sükunet”, bir rahatlama getirdiğine inanmaktadır (Arcayürek, sayfa 398). Kendisine göre “halk çocuğunun okula gidememesinden, her an patlayacak kanlı olaylardan, aylardır sürüp giden siyasal kargaşadan yaka silkiyordu” (Arcayürek, sayfa 397). Kenan Evren önderliğindeki askeri diktatorya Batı’ya güvence vermekte gecikmiyor ve NATO’ya, IMF’e, ABD’ye olan bağlılığını hemen darbe ertesinde açıklıyordu (Arcayürek, sayfa 399). Ancak 12 Eylül’ün tüm yazarlar tarafından vurgulanan temel özelliği yarattığı derin siyasal hayal kırıklığıdır. Halkın siyasal olarak bir şeyleri değiştirebileceği inancı 12 Eylül’le beraber son bulmuş, siyasete ilgisiz, ülke sorunlarına duyarsız, 24 Ocak Kararları’na ve liberal dünya görüşüne uygun köşeyi dönme meraklısı bir toplum yaratılması hedeflenmiştir. Bu düşünce 12 Eylül sonrası gelişen Turgut Özal döneminde de hakim olmuş ve “dört eğilimi birleştirme” arayışında olan ANAP, “Türk muhafazakarlığının dünya kapitalizmiyle birleşmesini sağlayacak köprüyü kuruyordu” (Belge, sayfa 35). Aydınlar Ocağı da bu dönemde yaptığı Türk-İslam sentezi çizgisindeki yayınlarıyla askeri idareye önemli ölçüde yardımcı oluyordu. Bunun Türkiye’de hakim olan muhafazakar ve sermaye yanlısı düşünce sisteminin temellerini aslında muhakkak ki 12 Eylül’de ve Özal döneminde aramak gerekir.
Sonuç olarak 12 Eylül darbesi, parlamentonun lağvı, siyasal partilerin, sendikaların kapatılması, inanılmaz ağır ve haksız cezaları (Erdal Eren) ile askeri diktatörlük tanımının özelliklerini fazlasıyla dolduruyordu. Sözde Atatürkçü olan bu kimselerin vatandaşını siyasetten ve devletten soğutmasının ve inanılmaz acılar çektirmesinin neticesinde bugün gözlemlediğimiz kendi devletinin haklı olduğu konularda (Sözde Ermeni soykırımı, PKK meselesi, Avrupa Birliği’nin çifte standart uygulamaları vs) dahi ona destek olmayan müstemleke münevveri ve komprador burjuvazi zihniyetinde ve işlevinde bir nesil ve aydınlar türetilmiştir. Buna dahil olmak istemeyen sistem yanlıları ise ilerici görüşler yerine sermaye ve muhafazakarlık yanlısı bir ideoloji batağına saplanmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 1920’lerde attığı ilerici adımlar hızla geriye döndürülmüştür. 12 Eylül bir felakettir. Kenan Evren’in darbe sonrası Devlet Başkanı sıfatıyla yaptığı açıklama ise gerçekten trajikomiktir: “Evlatlarım, Hiçbir zaman asker olduğunuzu unutmayın. Bu yaşlarda sakın ola ki, politika ile uğraşmayın… Ne zaman ki bir ordu politikanın içine girmiştir, o ordu yavaş yavaş disiplinini kaybetmeye ve yavaş yavaş çökmeye başlamıştır… Onun içindir ki, bizim yaptığımız harekatı kendinize sakın ola ki, misal olarak almayınız ve sakin ola ki, politikaya karışmayınız” (Birand, sayfa 19)…
KAYNAKÇA
- Birand, Mehmet Ali, “12 Eylül Saat:04:00", 1984, İstanbul: Karacan Yayınları
- Belge, Murat, “12 Yıl Sonra 12 Eylül”, 1992, İstanbul: Birikim Yayıncılık Ltd.
- Cemal, Hasan, “(12 Eylül Günlüğü) Tank Sesiyle Uyanmak”, 1986, Ankara: Bilgi Yayınevi
- Arcayürek, Cüneyt, “Demokrasi Dur 12 Eylül 1980”, 1986, Ankara: Bilgi Yayınevi
-Mumcu, Uğur, “Aybar ile Söyleşi Sosyalizm ve Bağımsızlık”, 1986, Ankara: Tekin Yayınevi
-Akdere, İlhan & Karadeniz, Zeynep, “Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi-1”, 1994, İstanbul: Evrensel Basım Yayın
- Öymen, Örsan, “Bir İhtilal Daha Var (1908-1980)”, 1986, İstanbul: Milliyet Yayınları A.Ş.
- Belge.net, http://www.belgenet.com/12eylul/12eylul.html
Ozan Örmeci
Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder