Özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla beraber liberalizm ve onun iktisadi politikası olan kapitalizm günümüzde demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru ve modern dünya düzeninin bir gereği olarak tüm dünya ülkelerine dayatılmaktadır. Bu nedenle serbest piyasa ekonomisi ve devletin ekonomik alanda müdahaleci ve sorumluluk sahibi davranmaması, sosyal refah devletinin yıkılarak tüm işleyişin market dengelerine ve “görünmez el” mekanizmasına bağlı tutulması gibi düşünceler tek doğru olarak beyinlerimize ve yasalarımıza empoze edilmekte. Ancak kapitalizmin bu tartışılmaz zafer ortamında dahi dünyada ekonomik ve siyasi sorunlar özellikle gelişmekte olan ülkeler ve onların vatandaşları için ciddi sıkıntılar yaratmakta. Doğu Asya ve Rusya’daki ekonomik krizler, IMF politikalarının uygulandığı her ülkede başarısız olması ve küreselleşme karşıtı hareketlerin hızla büyümesi zorla dikte edilen bu tek doğruyu yalanlar nitelikte karşımıza çıkıyor. Karl Polanyi’nin 1944 yılında kaleme aldığı The Great Transformation (Büyük Dönüşüm) isimli eseri de kapitalizmin bu sahte doğruculuğuna 60 sene önce verdiği tokat gibi cevapla hala sıkça başvurulan iyi bir kaynak. Polanyi bu kitabında temel olarak serbest piyasa ekonomisinin tarihsel gelişimini ve niteliklerini inceliyor. Polanyi kendisini sosyalist olarak adlandırmasına karşın düşünce sistemindeki zenginlik ve özgünlük onu kendi başına bir ekol olmaya yönlendiriyor. Polanyi kapitalist olmamasına karşın, Marx ve Keynes’le benzeştiği ve ayrıştığı bir çok noktanın bulunması onun anti-kapitalist literatürdeki özgün yerini sağlamlaştırıyor. Polanyi’nin çevreci görüşleri ve moderniteye kuşkucu yaklaşımı da dikkat çekici özelliklerindendir. Bu nedenle Polanyi sanırım etiketlemeden uzak farklı ve bağımsız bir değerlendirmeyi hak eden çok önemli bir düşünür.
Polanyi düşüncesine dair ilk söyleyebileceğimiz Polanyi’nin hümanist bakış açısı ve insan merkezli düşünme gayretidir. Polanyi demokrasi, cumhuriyet, insan hakları, liberalizm, sosyalizm gibi türlü türlü siyasi kavram ve oluşumları birer araç olarak görmekte ve merkeze insan mutluluğunu koymaktadır. Tüm bu kavramlar insanların daha mutlu olmasını sağlamak için yaratılmış araçlardır ve birer amaç olarak düşünülmemelidir. Karl Polanyi’ye göre insan doğası ister iyi ister bencil olsun, ekonomik olmayan amaçlara yönelen bir yapıdadır. Polanyi’nin teorisinde insanların ekonomik amaçlara yönelmesinin tek nedeni sosyal durumlarını güçlendirmek istemeleridir. Ekonomik ilişkiler sosyal ilişkileri belirleyen etkenlerden yalnızca birisidir ve esas önemli olan sosyal ilişkileri etkilediği ölçüde önem kazanabilir. Polanyi bu noktada Karl Marx’tan yararlanarak ilkel komünizm ve kabile yaşamı hakkında çeşitli örnekler vererek insan doğasında ekonomik kazancın nasıl tarih boyunca daima arka planda kaldığını ispatlamaya çalışır. Ancak Polanyi’nin Marx’tan ayrıldığı nokta hiç bir zaman ekonomik ilişkileri sosyal hayatı belirleyen direk bir etken olarak görmemesi ve olaya daha geniş bir perspektiften bakmasıdır. Bu anlamda liberal ve Marksist doktrinin ekonomik determinizme dayalı bakış açısını eleştiren Polanyi, çeşitli sosyal ilişkilerin ekonomik ilişkileri belirlediğini belirtir. Yine Polanyi’ye göre kapitalizm, feodalizmden kurtuluş ve sosyalizm yolunda ilerici görülebilecek bir adım değildir. İlkel yaşamda ön plana çıkan yardımlaşma, karşılıklı bağımlılık, kolektif sorumluluk gibi değerlerin modern dünyada kaybolduğuna dikkat çeken Polanyi bu yönüyle Emile Durkheim ve “organic solidarity (organik dayanışma)” kavramını hatırlatır bizlere. İlkel bir toplumda bir insanın bir alandaki başarısı ona ekonomik kazançtan çok bir sosyal statü ve saygınlık kazandırmakta ve bu yönüyle insanlar tarafından arzulanmaktadır. Bir metanın ya da işin işlevsel değeri ve sosyal saygınlığı ekonomik getirisinden daha ön plandadır. Zaten Polanyi düşüncesinde ekonomi yeterlilik esasına dayalı olmalı ve insanlar doğa ve hayvanlarla beraber barışçıl bir komünite olarak yaşamalı, ilişkilerini bozan serbest piyasa düzeninin rekabet eden aktörleri haline gelmemelidirler.
Buna göre tarihsel olarak ilk ortaya çıkan ekonomik sistem yeterlilik ve otarşi esaslarına dayalı “household affaires (hane işleri)” düzenidir. İkinci aşamada çeşitlenen ihtiyaçlar ve ilişkiler neticesinde yine simetri ve eşitlik esasına dayalı değiş-tokuş (barter) sistemi ortaya çıkmıştır. Bu aşamada yerelliğin ön planda olduğunu ve ulus devletlerin henüz inşa edilmediğini görüyoruz. Ancak merkantilizmle beraber devletin yerel marketleri kontrol altına alarak, tek ve bir merkezden yönetilen bir ulusal ekonomi yaratma çabasına girdiğini görüyoruz Batı dünyasında. Merkantalist dönemin başlarında dahi temelde varolan yeterlilik esası ve kazancın geri dağıtımıdır (redistribution). Ekonomik ilişkilerde ve fiyatlandırmada piyasa değerinden çok ürünlerin işlevselliği rol oynamaktadır. Ancak merkantilizmin güçlenmesi ve özellikle Endüstri Devrimi sonrası işlevsellik esası bir kenara itilmiş ve kazanç esasına, piyasa dengesi esasına dayalı yeni bir sistem kurulmuştur. Bu yeni düzen Polanyi’ye göre şeytani bir değirmen (satanic mill) ve yalın bir ütopyadır (stark utopia). Modernleşme yarışında geride kalmış feodal toplumlarda ekonomik ilişkiler toplumsal bir yaşamın parçası olarak kalmış ve modern dünyada olduğu gibi sosyal ilişkileri belirleyen hegemonik bir yapı kuramamıştır. Doğu toplumlarında toplum piyasaya hakim olarak kalmış ve bu nedenle insani değerler batıya kıyasla ayakta kalabilmiştir. Batıda ise, merkantilizmin son dönemlerine kadar devlet otoritesini ayakta tutmayı başarabilmiş ve ekonomiyi yönlendirebilmiştir. Merkantilizm Polanyi’ye göre gelişen dünyada ortaya çıkan farklı ve çeşitlileşen ihtiyaçları karşılayabilmek için değişik coğrafi ve iklim koşulları bulunan bölgeler arasındaki değiş-tokuş mekanizmasıdır. Ancak bu noktada Polanyi’nin merkantilizmin sömürgecilik boyutuna fazla değinmediğini görmekteyiz. Yine de Polanyi kolonicilik nedeniyle Batı’da ortaya çıkan sermaye birikimini ifade etmektedir. İşte bu sermaye birikimi sonucu hızla güçlenen burjuva sınıfı liberal düşünürlerini üretmiş ve sınıfsal çıkarlarını insan hakları, doğal haklar gibi süslemelerin altında gizleyerek, bütün ülkenin ve halkın çıkarı gibi göstererek serbest piyasa ekonomisini insan doğasına enjekte etmeye başlamıştır. Bu aşamada Polanyi serbest piyasa ekonomisi ve niteliklerini açıklamaya başlar.
Polanyi’ye göre serbest piyasa ekonomisi kısaca market dengeleri ve güçleri tarafından yönetilen kontrollü ve düzenlenmiş bir ekonomik sistemdir ve arz-talep düzeni tamamen piyasanın varolduğuna inanılan dengeleyici unsuruna bırakılmıştır. Serbest piyasa düzeni ekonomik büyüme içerisinde rekabet eden bireylere ve kurumlara çıkarlarını maksimize etme ve ilerleme vaat etmektedir. Adam Smith’in adını koyduğu görünmez el mekanizması sayesinde market dengeleri otomatik olarak oluşmakta ve sağlıklı neticelere yol açmaktadır. Ancak market ekonomisinin önemli bir sorunu vardır; tüm insan medeniyetinin tersine bir şekilde ilerleyen insan ve toplumsal özgürlüğün bir araç olarak yaratılan ekonomik sisteme bağlanması… Ekonomik ilişkiler tarih boyunca araç olarak görev yapmış olmasına karşın, bu yeni sistemde başlı başına bir amaç haline gelmekte ve tüm siyasal-toplumsal ilişkileri düzenleyen bir tiranlık kurmaktadır. Piyasa ekonomisi beraberinde piyasa toplumunu getirmektedir zira başka türlü ayakta kalamayacaktır. İşte bu değişiklik tarih sahnesinde yakın dönemde meydana gelmiş ilk Büyük Dönüşüm’dür. Bu dönüşüm sonucu yalnızca metalar değil, insanlar, hayvanlar ve başlı başına doğa bir ürün haline getirilmekte (commodification) ve markette fiyatını arayan araçlara dönüşmektedir. İşte Polanyi teorisinin hümanist, çevreci bakış açısının kaynağı tam da burasıdır. Polanyi kapitalizmi reddetmekte ve insanın, doğanın etik nedenlerle asla meta olamayacağını ancak serbest piyasa ekonomisinin bu hayali/sanal metaları (fictitious commodities) ürünleştirip satmaya çalıştığını söyler. Polanyi bu noktada ahlaki bir probleme dikkat çekmektedir. Öncelikle insan hayatının değeri, bugüne kadar varolmuş toplumsal yaşamın ekonomik yaşamı belirlemesi gibi insanca değerler bu sistem içerisinde erimektedir. İkinci olarak bu sistem insan ve doğayı meta olarak görmesi neticesinde çevreye ve insan doğasına büyük zarar verecek ve dünyayı yaşanılmaz bir yer haline getirecektir. Devlet müdahalesi olmadan serbest piyasa ekonomisi (laisser faire laisser passer) ayrıca enflasyon, deflasyon ve işsizlik gibi sorunlara yol açacak ve daha öncelikli olması gereken toplumsal ilişkilerin selametine zarar verecektir. Bu nedenle açlık, sapıklık ve suç oranı yükselecek, insanı değerler yok olacak ve doğa kirlenecektir. Çevreciler de bu noktada Polanyi’nin tezlerini kullanarak kapitalizmin dünyayı nasıl yaşanılmaz bir yer haline getirdiğini vurgularlar. Polanyi’ye göre ekonomide devlet müdahaleciliği de bu karanlık serbest piyasa ütopyasının sorunları karşısında ortaya çıkmış devletlerin doğal bir tepkisidir. Bu nedenle Polanyi “laisser-faire planlanmıştı ancak planlamacılık değil” der. Liberal düşünürler her ne kadar doğal hak ve toplumsal sözleşme teorileriyle serbest piyasa ve mülkiyet kavramlarını insan gelişiminin doğal bir sonucu olarak göstermeye çalışsalar da, Polanyi bunu burjuvazinin desteğiyle gerçekleşmiş ve toplum ile insanı piyasaya köle etmeye gayret eden, bilinçli, planlı ve karanlık bir çaba olarak nitelendirir. Piyasa toplumu insanı adeta ikiye bölmekte ve ekonomik alanda piyasada satılan rakiplerine karşı acımasız bir meta yaratırken, özel alanda insani değerleri korumaya çalışması beklenen iyi niyetli bir baba, eş, kardeş, vatandaş olmasını beklemektedir. Ancak serbest piyasa toplumunun kapsayıcı etkisi nedeniyle market güçleri özel alana taşmakta ve insanların ilişkilerini düzenler hale gelmektedir. Yani önceden insani değerleriyle sosyal statü belirlenirken, artık bir insanı değerli kılan onun piyasa değeri (ona olan talep) ve ekonomik gücüdür.
Polanyi’ye göre bu ilk sahte Büyük Dönüşüm’ün başlamasıyla beraber buna karşı olarak bir diğer Büyük Dönüşüm ortaya çıkmıştır. Zaten onun düşüncesinde modern toplum Endüstri Devrimi’nde başlayarak bu 2 dönüşümün çatışması şeklinde ilerlemiştir. Bu ikinci dönüşüm, birinci dönüşüme tepki olarak ortaya çıkmış ve insanın piyasaya köle olmasını engellemeye çalışan bir düşüncedir. Bu hareket ilk olarak muhafazakarlık olarak ortaya çıkmış ve Endüstri Devrimi’ne karşı çıkmış ancak esas gücünü Marksizm’le beraber yakalamıştır. Ortodoks Marksistler Batı dünyasında 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında kapitalizmin kendi sonunu hazırlayacağı ve sosyalizmin geleceği düşüncesiyle vahşi kapitalizm konusunda net bir tavır belirleyememiş ancak 20. yüzyıl başlarından itibaren demokratik yollarla uzlaşmacı bir tavır takınarak piyasa ekonomisinden en çok zarar gören işçi sınıfının bazı hakları elde etmesi adına savaş vermiştir. Bu karşı hareketin, ikinci dönüşümün en önemli ayağı işçiler ve Marksizm olmasına karşın, çevreciler, muhafazakarlar ve köylüler de piyasanın zalim saldırılarına muhalif bir tavır takınmışlardır. Polanyi sınıf konusunda da Marksizm’den ayrılarak özgün bir düşünce ortaya atar. Polanyi’ye göre piyasa toplumunun zararları ve yok edilmesi ya da düzeltilmesi sadece işçi sınıfının değil tüm toplumun meselesidir. Zira insanın piyasaya köle edilmesi ve metalaştırılması, doğanın tahrip edilmesi sadece işçi sınıfını değil tüm toplumu ve halkları ilgilendiren bir sorundur. İşte bu nedenle dünyada çeşitli sorunlar meydana gelmiş, dünya savaşları yaşanmış, ekonomik krizler ve siyasal problemler ortaya çıkmış, demokrasiler çökmüş ve karşı dönüşüm hareketi hızla güçlenmiştir.
Polanyi kitabının başlarında 19.yüzyıl dünya düzeninin 4 önemli oluşumunu mercek altına yatırır. Bu 4 oluşum balance of power (güç dengesi) sistemi, uluslararası altın standardı sistemi, serbest piyasa ekonomisi ve liberal devlettir. Polanyi düşüncesinde bu dördü arasında en önemli olan ve yeni ve insanlık dışı bir medeniyetin kurulmasına yol açan serbest piyasa ekonomisi düzenidir. Altın standardı sistemi uluslararası piyasayı kontrol etmek için kullanılmış ve serbest piyasa düzenini enternasyonal alana taşımıştır. Balance of power sistemi Concert of Europe’dan başlayarak güçlü devletlerin birbirlerini yıkmasını önlemek için tasarlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Liberal devlet ise bu düzenin tüm gelişmiş ülkelerde uygulamaya geçirilmesi ve gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde hakimiyet sağlanması için serbest piyasa ekonomisi düzenine bağlı olarak tasarlanmış bir yapıdır. 1815 yılındaki Viyana Kongresi’nden başlayarak Avrupa devletleri arasında bir asırlık bir barış hüküm sürmüş ve bu sayede ekonomik ve teknolojik gelişmenin önünü tıkayabilecek yıkıcı savaşlar önlenmiştir. Kolonizasyon ve emperyalizm neticesinde gelişmemiş ülkelerden getiriren ucuz ham madde ve iş gücü batı ekonomisinin gelişmesi için kullanılmış, yine gelişmekte olan ülkelerden koparılan siyasal ve ekonomik tavizler, kapitülasyonlarla bu devletler batı hegemonyası altına alınmıştır. Bu gelişme sürecinde Batı burjuvazisi ve finans kapital merkezleri barışı faydalı olarak görmüş ve büyük çapta savaşlar önlenmiştir. Ancak Bismarck önderliğinde geç birleşen ve kalkınmaya başlayan Almanya’nın emperyalizm yarısındaki gittikçe agresifleşen tutumu, büyük devletlerin karşı dönüşüm hareketiyle beraber yaşadıkları sıkıntılar neticesinde yaşadıkları siyasal ve ekonomik krizler liberalizmin sonunu hazırlamıştır. Uluslararası altın sistemi standardı ve Rusya, Almanya ve Avusturya-Macaristan gibi ülkelerde baş gösteren öncü ekonomik krizler yaklaşan felaketin habercisi niteliğindedir. İnsanın, doğanın, toplumların, ülkelerin ve tüm dünya düzeninin market dengelerine bırakıldığı bu düzende piyasanın tökezlemeye başlaması sistemin bileşenlerinin domino taşları gibi birbirlerine çarparak düşmelerine yol açacaktır. Ekonomik ve sosyal problemler kapitalist ülkelerde faşist ve otoriter yönetimlerin başa geçmesine yol açarken, Birinci Dünya Savaşı sonrası yeni ve karşıt bir ideolojik çekim merkezi olarak Sovyetler Birliği’nin kurulması vahşi kapitalist batının işini daha da zorlaştırmıştır. Özellikle 1929’daki fazla üretime dayalı Büyük Buhran (Great Depression) sonrası ve liberalizme olan inanç düşmüştür. İşte bu nedenle serbest piyasayı ayakta tutmak için faşist totaliter rejimler belirmiş ve İtalya, Almanya ve Japonya gibi ülkelerde iktidara gelmişlerdir. Polanyi’ye göre faşizmin ortaya çıkmasının tek nedeni serbest piyasa ütopyasıdır. Yine bu nedenle İkinci Dünya Savaşı yaşanmış ve neredeyse tüm dünya yerle bir olmuştur. Liberal iktisadiyat anlayışı Keynesçi refah devleti anlayışıyla yer değiştirmiş ve batı daha insancıl bir düzen kurma gayreti içerisine girmiştir. Amerika Birleşik Devletleri dahi Roosevelt döneminde uyguladığı New Deal politikaları ile bu gelişimden uzak duramamıştır.
Bu uzun ve karışık Polanyi değerlendirmesinin amacı günümüzde geçmişten ders almayarak hala tek doğru olarak dayatılmaya çalışılan serbest piyasa ekonomisinin insan ve doğayı nasıl metalaştırdığını, sosyal ilişkilerini bozduğunu Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm eseri ışığında açıklamaktır. Neo-liberalizm adıyla yeniden çıkışa geçen vahşi kapitalizm insanlığın sonunu nükleer silahlar ve açlık, hastalıklar nedeniyle bu sefer tam olarak getirmeden önce tüm insanlık onuru taşıyanların hareket geçmeleri ve haksız düzene seslerini yükseltmeleri gerekmektedir.
Ozan Örmeci
Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için Idefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder