Batılı anlamıyla demokrasi yüzeysel Marksist okumalarda genellikle burjuvazinin bir eseri olarak gösterilir. Oysa kurumsallaşmış, pekişmiş bir demokrasi bütüncül bir Marksist okuma yapıldığında ve tarihteki örnekleri incelendiğinde burjuvazi kadar hatta ondan çok daha fazla işçi sınıfının bir ürünüdür. Bu yazıda kısaca Batı dünyasında işçi sınıfının doğuşu, güçlenmesi ve demokrasilerin kökleşmesi arasındaki bağı inceleyeceğim. Bunu yaparken demokratikleşme olgusunu en kapsamlı açıklayan Barrington Moore’un yapısalcı yöntemini kullanacağım.
Bilindiği üzere modernleşme kuramının yalnızca ekonomik gelişmişlikle demokratik pekişme arasındaki pozitif korelasyonlara dayalı basit yönteminin dünyayı ve siyasal rejimleri anlamakta yetersiz kalması nedeniyle 1960’larda Barrington Moore önderliğinde yapısalcı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Moore tarihsel/yapısal bir bakış açısıyla demokrasi ve değişik rejimlerin ortaya çıkışını sınıfsal analizler doğrultusunda açıklamaya çalışmıştır. Buna göre bir ülkenin ekonomideki üretim tipi (tarımsal üretimin endüstriye oranı), güçlü bir aristokrasinin, feodal geleneğin olup olmaması, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkiler demokrasiye doğrudan etkide bulunan faktörlerdir. Mesela üretimin ağırlıklı olarak tarımsal alanda yapıldığı ya da güçlü bir feodalitenin bulunduğu ülkelerde demokrasinin yeşermesi ve pekişmesi daha zor olmuştur. Zira toprak sahipleri ve oligarşik yapılar daima demokrasi karşıtı güçler olarak karşımıza çıkmışlardır. Bunlara ek olarak, demokratikleşmeyi başlatan burjuva sınıfı olmasına karşın, demokrasinin derinleştirilmesi ve ilerlemesi ancak işçi sınıfının demokratik haklarının elde ederek sistemi doğrudan etkilemeyi başarmalarıyla mümkün olabilmiştir. Moore’un başlattığı yapısalcı akımını sürdüren Evelyne Huber, Dietrich Rueschemeyer ve John D. Stephens gibi Karşılaştırmalı Politika uzmanları “The Impact of Economic Development on Democracy” adlı klasik olmuş makalelerinde bu konuyu enine boyuna işlemişlerdir.
Huber, Rueschemeyer ve Stephens; Moore’un başlattığı akımı geliştirerek sınıfsal çatışmaların yanı sıra devlet-toplum ilişkisini ve devletin yapısını (güçlü ve hukukun üstünlüğünü koruyabilen bir devletin var olup olmaması vs) ve bir de uluslararası sistemdeki güç dengelerini (ekonomik ilişkiler, Soğuk Savaş koşulları, süper güçlerin yönlendirmeleri ve etkileri vs) denkleme katmışlardır. Yapısalcı ekolü takip eden yazarların örneklerle pekiştirerek öne sürdükleri temel argüman kapitalist gelişimin ve sonrasında işçi sınıfının örgütlü muhalefetle ortaya çıkmasının demokrasinin ilerlemesinde faydalı olduğudur. Zira kapitalistleşme sürecinde aristokrasi ve feodal güçlere karşı konumlarını geliştiren burjuvazi ve işçi sınıfı; 20. yüzyılın başlarında öncelikle oy hakkı edinebilmek için uğraş vermiş ve bu amaçlarına ulaşmışlardır. Bu nedenle halkın kendi kendini yönetmesi olarak bilinen cumhuriyet yönetimleri ve demokrasinin ortaya çıkışı ve gelişmesinde kapitalist üretim metodunun dolayısıyla kentleşmenin, sanayileşmenin büyük etkisi olmuştur. Ancak yapısalcı yazarların örneklerle ispatladığı gibi belli bir zaman sonunda aristokrasinin ve feodal beylerin yerlerini alan burjuvazi daha fazla demokratikleşmenin önünde engel olarak karşımıza çıkmıştır. İşin bundan sonrasını ise işçi sınıfı üstlenmiştir.
Avrupa’da demokrasilerin gelişimi incelendiğinde kentlerde nüfusu hızla artan ve kapitalist sistemin doğası gereği emekleri sömürülen, çok zor koşullarda yaşayan proletarya mensuplarının tüm yasaklamalara ve engellemelere karşı Marksist doktrin çerçevesinde birleşerek ayaklandıklarını ve böylelikle önce sendikal haklarını elde ettiğini, daha sonra ise seçme-seçilme haklarını kazanarak devleti sosyal devlet, refah devleti olma yolunda zorladığını görmekteyiz. Genelleme yaparak konuşmak gerekirse bu mücadelede burjuvazinin küçük bir kesimi işçi sınıfına destek olurken genellikle burjuvazinin büyük kesimi doğası gereği daha fazla kâr ve siyasal güç elde etmek için demokratikleşmenin önünde engel teşkil etmişlerdir. Hatta tarımsal üretimi sınai üretimine göre daha fazla olan İspanya, İtalya ve Almanya gibi toplumlarda Avrupa burjuvazisi ve bürokrasisi, toprak sahipleriyle işbirliği yaparak büyük bir propaganda mekanizması oluşturmuş ve işçi düşmanı faşist iktidarları başa geçirmişlerdir. Ancak emperyalizm ve kolonyal bağlar kaynaklı ek gelir imkanı bulunan Avrupa ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçi sınıfını belli bir ölçüde tatmin eden sosyal devlet inşa edilmiş ve Avrupa demokrasileri bu sayede sosyalist devrimler gerçekleşmeden ayakta kalmayı başarmışlardır.
Türkiye’nin öznel koşulları nedeniyle toplumun büyük ölçüde desteklediği bir askeri müdahale sonrası oluşmuş olsa da 1961 anayasası ve sonrası süreç incelendiğinde Türkiye’de küreselleşme öncesi demokratikleşmenin yine sanayileşmenin başladığı ve yoğunlaştığı 1960'lı yıllarda olduğunu görmekteyiz. İşçi sınıfının 1961 anayasasının getirdiği haklar sayesinde örgütlenmesi, sanayileşme geliştikçe nüfuslarının ve dolayısıyla siyasetteki etkilerinin artması ve sınıfsal amaçları bulunan siyasal partilerin kurulması Türkiye’de oldukça demokratik ve verimli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuştur. 1950’li yıllarda ise daha tarımsal bir toplum olan Türkiye’de toprak reformu aleyhtarlığından kurulmuş, toprak sahiplerinin ve onlarla işbirliği yapan burjuvazinin çıkarlarını koruyan Demokrat Parti’nin son dönemlerinde tek-parti döneminden kalma 1924 anayasasının da etkisiyle küçük çapta bir faşist yönetim tecrübesi yaşanmıştır. 27 Mayıs sonrası işçi sınıfı, sosyalist hareketler ve dolayısıyla demokrasi gelişmesine karşın, Moore’u revize eden yapısalcı yazarların da üzerinde durduğu uluslararası dengeler ve Soğuk Savaş etkili olmuş ve önce toplumda demokratik mücadeleden uzak bir kutuplaşma ve terörizm hadisesi yaşanmış, daha sonrasında ise 12 Mart ve 12 Eylül ile Amerikan kontrolündeki Türk demokrasisine büyük darbeler vurulmuştur.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrası oluşan tek kutuplu dünyada ise küreselleşme nedeniyle demokratikleşmeyi bambaşka faktörlerin etkilediğini görmekteyiz. Küreselleşme nedeniyle Avrupa’daki refah devleti darbe üstüne darbe alırken, Amerika da ekonomik çöküşünü durdurabilmek için küresel sermaye ile birlikte artık tek başına yön verebildiği dünya siyasetinde daha saldırgan bir tutum belirlemiştir. Küresel serbest piyasa sisteminin dışında kalan ya da bu sisteme karşı kendilerine koruma kalkanı inşa etmeye çalışan ülkeler etnik ve mezhepsel ayrılıkları kullanılarak ve bunlara demokratikleşme süsü verilerek birbiri ardına parçalanmaya başlamıştır. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya örneğinden sonra kapitalizmin hedefinde haydut devletler ve Kemalizm’e dayalı karma ekonomik yapısını kısmen koruyan Türkiye bulunmaktadır. Türkiye için oynanabilecek kart ise toplumda ikilik yaratan dinci-laik, Alevi-Sünni ve Türk-Kürt ayrışmasıdır. İşçi sınıfının siyaset sahnesinde giderek silindiği, sosyal hakların geri alındığı bu ortamda elbette demokratikleşme adıyla sunulan program aslında emperyalizmin 21. yüzyıldaki yeni sömürü düzenidir. Soğuk Savaş döneminden iyi dersler çıkaran Avrupa ve ABD kapitalizmi, bunu yaparken kültürel ve ekonomik savaşa büyük önem vermekte ve direnen ülkeleri IMF programları, küresel sermaye vasıtasıyla çıkarılan ekonomik krizler ve medya yönlendirmeleri sayesinde köşeye sıkıştırmaktadır. Yapılan kültürel savaşta artık sağ-sol ayrımı bile ortadan kalkmış ve küreselleşmeyi destekleyen tüm merkez ve aşırı güçler emperyalizmin yeni silahları olmuşlardır. Umuyoruz ki demokratikleşmenin tarih boyunca öncüsü olmuş işçi sınıfı, Türkiye’de bu emperyal düzene katılmaz ve “Türkiye’de asgari ücret yüksek” diyen IMF ve kendi ülkelerinde işçi sınıflarından sosyal hakları bir bir geri alan Avrupa Birliği gibi küreselleşmeci güçlerle aynı safta yer almaz.
Ozan Örmeci
Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için Idefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder