Sayfalar

10 Ocak 2024 Çarşamba

Hilâfet Tartışmaları Üzerine

 

Giriş

Geçtiğimiz günlerde üzerinde “kelime-i tevhid” yazılı bayrak taşıyan bir kişiye saldırılmasıyla[1] başlayan Hilâfet tartışmaları, aslında yaklaşık bir asırdır, yani Cumhuriyet kurulduğundan bu yana ülkemizde süregelen bir siyasi tartışma konusudur. Bu konu, genelde Cumhuriyet rejiminin üzerine kurulu olduğu iki büyük sütundan birisi olan laiklik ilkesine karşıt algılandığı için -ki diğer sütun da üniter yapı ve ulus-devlet anlayışıdır- entelektüel ve siyasal alanda özgürce tartışılamamış, bu nedenle de yanlış bilgiler ve ön yargılarla toplumu kutuplaştıran bir yapıya bürünmüştür. Oysa bu konuyu özgürce tartışmak ve akademik ve demokratik sınırlar çerçevesinde bir değerlendirme yapmak bence mümkündür. İşte bu amaçla, bu yazıda, Türkiye’de Hilâfet tartışmalarına dair bazı önemli hususlara açıklık getirmek istiyorum. Bu bağlamda, genel ilkeleri açıkladıktan sonra Hilâfetin kısa tarihçesini anlatacak, daha sonra Hilâfetin kaldırılması sürecini işleyecek, son olarak da günümüzde Hilâfet kurumunu ciddi olarak değerlendirmenin olumlu ve olumsuz yanlarını kendi perspektifimden açıklayacağım. Bu konunun uzmanı olmadığım için, fikirlerimin Türk Dış Politikası ve Türk Siyasal Hayatı çalışan bir Siyaset Bilimci’nin görüşleri olarak değerlendirilmesini talep ederim.

İlkeler

Siyaseten riskli olabilecek bir konuyu seçtiğim için, bu konudaki temel ilkelerimi sizlerle de paylaşmak isterim.

  1. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası, yasaları ve kurumlarına bağlıyım, saygı duyuyorum ve bunlara herhangi bir karşıtlık gütmüyorum (bu açıklamayı yapmak zorunda bırakılmak bile aslında bir akademisyenin özgürlüğü açısından üzücü).
  2. Benim akademik özgürlük ve özerklik anlayışıma göre, her konu bilimsel temelde tartışılabilir ve farklı görüşler değerlendirmeye alınabilir. Farklı ve hatta aykırı fikirleri tartışmak ise, bunlara destek vermek anlamına gelmemektedir.
  3. Sosyal bilimlerde ve siyasette, fikirleri doğru, argümanları güçlü taraf ve kişiler için tartışmalar bir dezavantaj değil, nimettir. Zira bu şekilde doğru fikirlerinizi insanlara anlatabilir ve daha büyük destek sağlayabilirsiniz.
  4. Hilâfetsiz laik Cumhuriyet rejimini rasyonel ve akademik düzlemde savunamayacağını düşünenler ve bu şekilde karşı tarafı linç etmeye çalışanlar, bilimsel nesnellik yaklaşımını içselleştirememiş kişilerdir. Oysa Hilâfet fikrinin neden hatalı olduğuna dair onlarca güçlü argüman ve örnek bulmak mümkündür.
  5. Bu tarz tartışmalar, insanları kitap okumaya ve araştırmaya teşvik ettiği için, aslında bir bakıma Türk tarihine olan ilgiyi de arttırmakta ve olumlu etki yapmaktadır.

Halifeliğin/Hilâfetin Kısa Tarihçesi

Halifelik, halef anlamına gelen Arapça “khalifah” (Türkçe Halife) teriminden gelmektedir.[2] Bu terim, Hz. Muhammed’in 632 yılında vefatından sonra halefini yüceltmek amacıyla kullanılmıştır. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in vefatından sonra, Peygamber’in kayınpederi Hz. Ebû Bekir (632-634), Peygamber kendisinden sonra yerine kimin ve nasıl geçeceğine dair açık bir talimat bırakmadığı için Müslüman ileri gelenleri tarafından Halife olarak atanmıştır. Daha sonra Şiiler olarak adlandırılan yaygın ama genel toplamda azınlık olan bir Müslüman grubu ise, bu nedenle, İslam tarihinde mezhep farklılaşması (Sünniler ve Şiiler) açısından bir dönüm noktası haline gelen, Hz. Muhammed’in ardından Ebû Bekir’in yerine Peygamber’in damadı Hz. Ali'nin Hilâfet iddiasını desteklemiştir. Hz. Ömer (634-644), Hz. Ebû Bekir’in ardından ikinci Halife olmuştur. Hz. Osman (644-656) üçüncü, Hz. Ali (656-661) de dördüncü İslam Halifesidir. Zaten Peygamber’in vefatı ardından yaşanan bu ilk döneme “Dört Halife Devri” denmektedir. Ancak Hz. Ali’nin öldürülmesi üzerine, Muaviye (661-680) beşinci Halife oldu ve 661 yılında Halifelik Emevi Hanedanı’nın eline geçti. Bu aşamada Kerbela Savaşı (680) İslam dünyasını daha da böldü ve İslam toplumlarını kutuplaştırdı: Ali destekçileri (Şiiler) ve Sünniler (Muaviye destekçileri). Hz. Muhammed’in amcasının soyundan gelen Abbâsîler, 749 yılında Halifeliği üstlendiler ve Seffâh (749-754) ilk Abbâsî Halifesi oldu. Abbasiler Hanedanı, Moğol istilasının Bağdat şehrini yok ettiği ve yaklaşık 800.000 kişinin ölümüne yol açtığı 1258 yılına kadar sürdü.

Abbasilerin torunları, Halifelik iddialarını Kahire’deki Memlüklerin koruması altında tutmaya devam ettiler. Ancak İslam dünyası, Osmanlı Sultanı I. Selim’in (Yavuz Sultan Selim) Mısır’ı fethettiği 1517 yılına kadar büyük ölçüde bölünmüş durumda kaldı. Selim, Mısır seferiyle kutsal emanetleri ele geçirdi ve Halifelik Osmanlı ve Türklerin kontrolüne geçti. Fakat 18. ve 19. yüzyıllara kadar, Hilâfet, aslında Osmanlı Sultanları tarafından da siyasi açıdan etkin bir şekilde kullanılmamıştır. 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet idaresinin zayıflamasıyla birlikte ise, Osmanlı Padişahları, Müslüman nüfus üzerindeki nüfuzlarını artırmak amacıyla Halife unvanını daha sık kullanmaya başladılar. Tarihçi ve yazar Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Devleti’nin Halifeliği Küçük Kaynarca Antlaşması’nın (1774) ardından imzalanan Aynalıkavak Tenkihnamesi (1779) ile tahtta Sultan I. Abdülhamid varken ilk defa kullandığını vurgulamakta ve ondan önce Osmanlı Sultanlarının titrlerinde Halife ifadesinin yer almadığını vurgulamaktadır.[3] Özellikle 19. yüzyılın sonlarında Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde pan-İslamcılık Osmanlı tahtının resmi ideolojisi haline gelmiş ve Avrupalılara karşı ayakta kalabilmek için Halifelik unvanı etkin bir şekilde kullanılmaya çalışılmıştır. İngiltere, Fransa ve Rusya gibi emperyal güçler karşısında, Osmanlı, kendi kontrolündeki Arap ve Müslüman nüfusu bu şekilde birleştirmek ve mobilize etmek istemiş ve bunda kısmen başarılı da olmuştur. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte İslam dünyası İngiltere ve Fransa’nın kontrolüne geçmiş ve Osmanlı’nın etkisi giderek azalmıştır.

Modern Türkiye’nin kurulmasından kısa süre sonra Halifelik kaldırıldı. Modern Türkiye’nin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Halifeliği, küresel eğilimlere (modernlik ruhu, artan milliyetçilik, dünyada yeni ulus-devletlerin ortaya çıkışı) uymayan köhne bir kurum olarak görmüştür. Atatürk, ayrıca 1924 yılında laik bir devlette insanlara din hizmeti vermek amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdu. Ancak Türk tipi laiklik, dinin ve dini hareketlerin devlet tarafından kontrol edilmesine yani Bizantinizm esaslarına dayanıyordu. Buna karşın, din hizmetlerinin finansmanı da dahil olmak üzere, devlet ile dinin tamamen ayrılmasına dayanan Amerikan laikliği de bir diğer modeldir. Nitekim Türkiye’deki bazı muhafazakâr/İslamcı gruplar, sıkı devlet kontrolüne karşı çıkarak Cumhuriyet’in ilk günlerinden itibaren daha özgürlükçü bir devlet politikasını savunmaya başlarken, bazı laikler de devlet kaynaklarının imamlara ve dini hizmetlere tahsis edilmesinden hoşnutsuzdu. Türkiye’nin 1950’de çok partili demokrasiye geçmesiyle İslamcılar yavaş yavaş güç kazanmaya başladılar ve 1990’ların ortasında Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyon hükümeti (Refahyol) ile Necmettin Erbakan ilk İslamcı Başbakan oldu. Erbakan’ın ardından 2003 yılında talebesi Recep Tayyip Erdoğan AK Parti ile göreve geldi ve bugüne kadar AK Parti lideri olarak Türkiye’yi yönetmeye devam etti. Erdoğan, üniversitelerde ve kamu kurumlarında başörtüsü yasağını kaldırarak ve İmam Hatip Okulları mezunlarının her yerde istihdam edilmesini sağlayarak İslam’a ve İslamcılara sistem içinde daha geniş bir alan açmayı başardı. Ayasofya’nın 2020 yılında camiye çevrilmesi ise Erdoğan için İslamlaşma yolunda sembolik bir adımdı.

İslam dünyasında Hilâfeti yeniden tesis etme çabaları devam etse de, Türkiye güçlü laik geleneği sayesinde bu tartışmaların büyük ölçüde dışında kalmayı başardı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvan) gibi siyasal İslamcı hareketler, Halifeliğin ilanına yönelik fikirler önerdiler. İran’da, Şiiler, 1979 İslam Devrimi’nden sonra dini liderliklerini (Ayetullah/Dini Lider olarak adlandırılan) kurmayı başardılar. Ruhollah Humeyni’den (1979-1989) sonra Ali Hamaney (1989-) İran’ın mevcut Dini Lideri’dir. 2000’li yılların başından itibaren El Kaide ve IŞİD (DEAŞ) gibi radikal İslamcı terör örgütlerinin liderlerinden bazıları da Halifeliklerini ilan ettiler. Örneğin, 2019 yılında Amerikan askeri güçleri tarafından öldürülen IŞİD’in lideri Ebu Bekir el Bağdadi, İslam dünyasında kendisini Halife ilan etmişti. Hatta Amerikan karşıtı ve radikal terör gruplarının dünya çapındaki teröristleri toplayıp beyinlerini yıkayarak örgütlemede Hilâfet meselesini kullanmadaki başarıları, İslam dünyasında Hilâfetin barışçıl yöntemleri savunan aydınlar tarafından yeniden kurulmasının gerekip gerekmediği konusunda popüler bazı tartışmalara bile yol açtı.

Türkiye’de Halifeliğin Kaldırılması

Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Anadolu’daki işgalci Yunan Ordusu’na karşı Kurtuluş Savaşı’nı (1919-1922) başarıyla yürütmüştür. Atatürk ve parlamentosu (TBMM) tarafından kabul edilen ilk anayasa olan 1921 Anayasası (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu), ilk maddesindeki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” esasına dayanıyordu. Ancak sadece 23 maddeden oluşan kısa anayasada Halifeliğe ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmuyordu ve Halife görevine devam ediyordu. Lakin 1923 yılında anayasada yapılan değişiklikle, 2. maddede devletin resmi dininin İslam olduğu bilhassa belirtildi.[4] Bunun öncesinde, 30 Ekim 1922’de, Atatürk ve parlamentosu, Saltanatın Hilâfetten ayrılmasına olanak tanıyan yasa tasarısını kabul etti. Ertesi gün Osmanlı Veliahtı II. Abdülmecid, tahttan indirilen kuzeni VI. Mehmed Vahideddin’in (Sultan Vahdettin) yerine TBMM tarafından son Osmanlı Halifesi seçildi.[5] Bu bağlamda, 23 Nisan 1920-15 Nisan 1923 döneminde görev yapan Birinci Meclis, resmi dinin İslam olduğunu anayasaya ekleten ve Hilâfet kurumuyla birlikte görev yapan istisnai bir karakteristiğe sahiptir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nı kazanan da bu meclistir.

11 Ağustos 1923-26 Haziran 1927 tarihleri arasında ise ikinci Meclis görev yapmıştır. 29 Ekim 1923’te, bu Meclis, Cumhuriyet rejimini ilan etmiştir. İlginçtir ki, bu yasaya, 300 küsur (333) milletvekilinden yalnızca 158’i lehte oy vermiştir.[6] Bu bağlamda, Atatürk ve İkinci Meclis, 29 Ekim 1923-3 Mart 1924 döneminde Hilâfet halen varken 4 aydan biraz uzun bir süre görev yapmışlardır. Dahası, Cumhuriyet rejiminin kabul edildiği oylamada, toplam vekillerin yalnızca yüzde 47’si lehte oy vermiş, çoğu ise oylamaya katılmamıştır. 3 Mart 1924 tarihinde ise, ikinci Meclis (TBMM), Hilâfeti kaldırarak İslam ve Türk tarihi adına çok önemli bir adım atmıştır. 3 Mart 1924 günü, Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının hazırladığı Hilâfetin kaldırılmasına dair 12 maddeden oluşan bir kanun teklifi Meclis’e getirilmiştir.[7] Teklif okunduktan sonra Halifenin halledildiğini ve Hilâfetin kaldırıldığını bildiren birinci madde; ardından hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılmasına dair 2. madde aynen kabul edilmiştir. Oturuma katılan 158 üyenin 157’sinin oyuyla kabul edilmiş, tek ret oyunu ise Gümüşhane mebusu Zeki Bey (Zeki Kadirbeyoğlu) vermiştir.[8] Bu anlamda, Hilâfetin kaldırılmasına destek veren milletvekillerinin oranı yüzde 47 seviyesindedir. Bu bağlamda, günümüzde anayasa değişikliği için beşte üç çoğunluk arandığı dikkate alınırsa[9], aslında hem Cumhuriyet’in ilanı, hem de Hilâfet kurumunun halli konusundaki kanunun demokratik meşruiyeti günümüz koşullarında mümkün olamayacaktır. Ayrıca, Hilâfet Kanunu’nun yazım tekniği de oldukça ilginçtir. Bu kurumun önemini bilen Atatürk, dikkatli bir dil seçilmesini sağlamış ve “Halife halledilmiştir. Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır.” ifadesini tercih etmiştir.[10] Bunun günümüz Türkçesiyle ifadesi ise, “Hükümet ve Cumhuriyetin anlamı ve kavramları içerisinde zaten Hilâfet bulunmaktadır, bu sebeple Halife görevinden alınmış ve Hilâfet de ortadan kaldırılmıştır” şeklindedir.[11] Bu, İslamcıların Meclis’in Hilâfet talebinde bulunma hakkına sahip olduğunu iddia etmelerine olanak sağlayan biraz tartışmalı ve muğlak bir açıklamadır.

Atatürk’ün 29 Ekim 1923'te Cumhuriyeti ilan etmesi ve Hilâfeti kaldırmasından sonra yeni bir anayasa hazırlanarak TBMM tarafından kabul edildi. 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde “devletin resmi dininin İslam olduğu” tekrarlanmış ve Hilâfet veya laiklik ile ilgili özel bir madde yer almamıştır. Resmi din ifadesi, 1928’e kadar anayasada kalmış, 1937’de ise anayasaya laiklik ilkesi eklenmiştir. Bu anlamda, Hilâfet kaldırılmasına karşın, 1928’e kadar Türkiye’nin resmi dini İslam olan dini (İslami) bir devlet niteliği gösterdiğini belirtmek gerekir. Bu nedenle, Atatürk'ün laikleşme stratejisinin aşamalı olduğunu ve bir anda gerçekleştirilmediğini vurgulamak yerinde olur. Türkiye’nin sonraki anayasaları (1961 ve 1982 anayasaları) ise, anayasanın 2. maddesiyle laikliği İslamcı hareketlere karşı bir güvence olarak tuttu. Hatta 1982 anayasası, 4. maddesiyle laikliği değişmez bir ilke haline getirmiştir.

Modern Dünyada Halifelik/Hilâfet: Saçma mı, Gerekli mi?

Hilâfet tartışmalarına ilişkin ileri sürülen görüşleri iki ana kategoride toplayabiliriz. Hilâfet yanlıları, İslam dünyasındaki liderlik eksikliğinin El Kaide ve IŞİD gibi radikal grupların gücü ele geçirmesine ve dünya çapında Müslümanları olumsuz yönde yönlendirmesine ve temsil etmesine yol açtığına dikkat çekiyorlar. Bu radikal grupları ve onların aşırı liderlerini takip eden kişilerin çoğunlukla yoksul, eğitimsiz, modern yaşam koşullarından ve yeterli eğitimden mahrum genç Müslümanlar olduğu bir gerçektir. Hilâfet canlandırılabilir diyen bazı kişiler, iyi bir manevi liderlikle Müslümanların daha iyi yönlendirilebileceğini ve radikalizmin dizginlenebileceğini iddia ediyorlar. Ancak bu görüş, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu Batı dünyasında hâlâ büyük oranda tehlikeli ve radikal olarak görülüyor.

İkinci görüş ise, Hilâfet makamının modern dünyaya ait olmadığını ileri süren, bunun tartışılmasının bile saçma olduğunu ileri süren katı seküler yaklaşımdır. Bu görüşün savunucuları, Protestanlığın ortaya çıkışı ve sonrasında Avrupa uluslarının kademeli olarak sekülerleşmesine benzer şekilde, İslam dünyasının da dini otoriteler ve beyin yıkama yöntemleri yerine daha fazla bireyciliğe ve laikliğe ihtiyaç duyduğunu iddia etmektedir. Üstelik bu kişiler, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi nüfuz sahibi Müslüman devletler arasındaki dini liderlik kavgalarının İslam dünyasında daha büyük sorunlara yol açabileceğinin de altını çiziyorlar. Örneğin Siyasal İslam’ın laik ve liberal bir yorumunu geliştirmeye çalışan genç siyaset yorumcusu Mustafa Akyol, “Hilâfetin 'İslam'ın bir gereği' değil, 'Müslümanların tarihi bir tecrübesi' olduğunu” ve “Bugün hiçbir iyilik getiremez. Bunun yerine, 'gerçek Halife'nin kim olduğu konusunda Müslümanlar arasında daha fazla çatışmaya yol açabilir." düşüncelerini savunmaktadır.[12]

Bu görüşlerin dışında, günümüz koşullarında Hilâfete verilen destek içerisinde kullanılan bazı argümanlar şunlardır (bu görüşler oluşturulurken Türkiye’deki dindar Müslüman halk ve bilim insanlarıyla yapılan mülakatlardan faydanılmıştır):

  1. İslam dünyasını başsız bırakmak: Devletlerin terör örgütleri veya radikal siyasi hareket/partilerle mücadele ederken kullandıkları en basit ve temel teknik, “başsız bırakma” yöntemidir. Bu yöntemle, örgüt veya hareket/partinin lider kadrosunun pasifize edilmesi amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, Müslümanları bağımsız bir siyasal özne olarak değerlendiren ve ümmet anlayışına sahip olan insanlar için, Hilâfetin kaldırılması, Müslümanlara ve İslam dünyasına karşı yapılmış büyük bir kötülüktür. Ancak bu noktada Türk Müslümanlarının birçoğu, Atatürk’e saygıları ve tarih bilinçleri nedeniyle, bunun tarihsel süreçte bir tercihten ziyade zorunluluk olduğu anlayışını vurgulamaktadırlar. Ancak diğer bazı İslam ülkelerinde, İslamcı kesimler nezdinde, bu konu nedeniyle Atatürk'e bakış pek de müspet değildir. 
  2. Radikal hareketlere alan açmak: Bugün İslam’ı temsil eden bir makam olmaması nedeniyle, radikal terör örgütleri, yüce İslam dini adına her türlü kötülük/melaneti yapmakta ve bu yaptıklarıyla Müslümanlara ve yüce İslam dinine büyük bir leke sürmektedirler. Hatta İslam düşmanları, bu durumdan memnun oldukları için radikal grupları destekliyor dahi olabilirler. Bu anlamda, İslam’ın doğru, çağdaş ve güzel bir yorumunun yapılamaması günümüzdeki temel sorundur. Oysa dini bütünlük sağlanırsa, İslam dininin doğru yorumlarını yaymak ve savunmak mümkün olacaktır.
  3. Başka dinlerin de dini liderlikleri var: Bugün Hilâfetin canlandırılmasını talep edenlere meczup gözüyle bakan kitlelere karşı Halifeliği savunanların kullandığı bir diğer argüman, başka din ve dini grupların dini liderliklerinin asırlardır devam ediyor olmasıdır. Örneğin, Katolik Hıristiyanlar açısından Roma Katolik Kilisesi, Vatikan Devleti veya Papalık makamı olarak bildiğimiz teokrati yapı, asırlar içerisinde siyasi kimliğinden arınarak ahlaki rehberlik yapısına bürünmüş önemli ve etkili bir mekanizmadır. Vatikan, Katoliklere yol göstermeye devam ederken, Avrupa devletlerinin hiçbiri laik düzenden de çıkmamakta ve bu konuda bir tartışma dahi yaşanmamaktadır. Yani dini liderlik, ahlaki (moral) alanla sınırlandığında, laik sisteme bir tezat teşkil etmemektedir. Benzer şekilde, İran’da siyasi yetkileri de olan Ayetullah (Dini Lider) makamı ve Budistlerin dini rehberi Dalay Lama (Dalai Lama) örnekleri, Sünni Müslümanların da bu konuda doğal haklarının olduğunu düşünmelerine yol açmaktadır.
  4. Hilâfet ayrı, Şeriat düzeni ayrı: Hilâfet, İslam dünyasının ve Müslümanların temsili ve onlara yol gösterilmesiyle ilgili bir kavramdır. Şeriat ise, İslam’ın katı bazı kurallarının günümüzde de devam ettirilmesini amaçlamaktadır. Bu bağlamda, Hilâfetin canlandırılması konusundaki görüşler, doğrudan Şeriat sistemi ve laik düzene karşıt olmayabilir. Devletlerin anayasal düzenlerinde laiklik ilkesi olduğu sürece, Halife, yalnızca kendisine inanan Müslümanlara ahlaki rehberlik eden bir din büyüğü haline gelebilir. Bu bağlamda, Papalığın da zamanında çok siyasi bir kurum olduğu ve zamanla günümüz çizgisine evirildiği not edilirse, İslam dünyası için de benzer bir gelişmenin olamayacağına dair peşin fikirli olmamak gerekir. Çünkü İslam dünyası, son yıllarda ciddi anlamda modernleşmektedir.
  5. Uluslararasılaşma her zaman iyidir: Bugün kapitalizmde pazar payı, uluslararası ilişkilerde bloklaşma ön planda olduğu için, Müslüman devletlerin bir araya gelerek oluşturacakları geniş bir blok ve buna öncülük edebilecek bir Hilâfet makamı, Filistin (Gazze) sorunu başta olmak üzere Müslümanları derinden yaralayan birçok konuda daha güçlü ve etkili bir tepki verilmesine dayanak sağlayabilir. Keza Müslüman iş adamları, yazarlar, sanatçılar, sporcular için de, kendi dini mensubiyetlerinin olduğu bir dünya ile entegre olmak, ünlü Amerikalı Siyaset Bilimci Samuel Huntington’ın yıllar öncesinde geliştirdiği Medeniyetler Çatışması tezini de doğrularcasına, daha başarılı medeniyet temelli ve uyumlu entegrasyon modellerine (Avrupa Birliği gibi) neden olabilir. Cliff Kupchan’a göre, dünyanın geleceğine yön verecek 6 sarkaç devletten (swing states)[13] üçü olan Türkiye, Endonezya ve Suudi Arabistan, bu tarz bir birliği sağlayabilirlerse, İslam dünyası ülkelerinin siyasi ve ekonomik gelişimi hızlanır ve Batı dünyası ile giriştikleri pazarlık süreçlerinde elleri kuvvetlenir.
  6. Hilâfet kaldırılığında Türkiye çok güçsüz bir devletti: Türkiye, Hilâfetin kaldırıldığı 1924 yılında yeni kurulmuş, sanayisi olmayan, ordusu derme çatma, nüfusu 10 milyon civarında olan küçük ve güçsüz bir devlet durumundadır. Atatürk, bu ortamda İngiltere ve Fransa gibi dönemin süper güçlerine karşı Anadolu’nun Müslüman kimliğini ve bağımsızlığını korumak adına zamanın ruhuna uygun stratejik adımlar atmıştır. Ancak günümüzde, 85 milyonluk sanayileşmiş bir Türkiye ve zengin ve nüfusu yoğun İslam ülkeleri varken, İslam dünyasının birliğinin sağlanması ve bu yolda başarı kazanılması gayet mümkündür.

Günümüzde Hilâfete karşı olanların tartışma yapmak istemedikleri için pek gündeme getirmedikleri karşıt argümanlar ise şöyle sıralanabilir (bu görüşler oluşturulurken, Türkiye’de laiklik yanlısı ve seküler yaşam biçimine sahip Müslüman halk ve bilim insanlarıyla yapılan mülakatlardan faydanılmıştır):

  1. İslam dünyası diye bir şey yoktur: 19. ve 20. yüzyıllarda oluşan ulus-devlet düzeninde, Müslüman toplumları farklı ulusal devletlere bölünmüş ve kendi siyasal yapılarını kurmuş ve geliştirmişlerdir. Bu bağlamda, kağıt üzerinde var olsa da, İslam dünyası diye bir şey gerçekte yoktur. Müslüman halkları yoğun devletlerin ulusal çıkarları birbirinden çok farklıdır ve bunları bütünleştirmeye çalıştırmak beyhude bir çabadır.
  2. Hilâfet, İslam dünyasındaki çatışmaları tetikler: Sünni Müslümanlar adına Hilâfetin canlandırılması günün birinde yeniden gündeme gelirse, bu, Suudi Arabistan, Türkiye, Mısır ve Irak gibi ülkeler arasında bir tür rekabet ve çatışmaya neden olabilir. Zira tarihsel süreçte tüm bu devletlerin İslamiyet adına önemli roller üstlendikleri bir vakadır. Bu anlamda, Hilâfetin bir devlete aidiyetten ziyade bağımsız bir kurum olarak geliştirilmesi bir çözüm olabilecekse de, yine de bu kişinin etnik kökeni ve vatandaşlık aidiyeti bile tartışmalara ve hatta çatışmalara neden olabilir.
  3. Birlikten kötülük gelir: Bir din veya grubun tek bir kişi veya kurumca temsil edilmesi, alternatif görüş ve kişilere rekabet şansı tanımayan ve ilerlemeyi kapatan bir unsur haline gelebilir. Alman sosyolog Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde, Martin Luther’in farklı din yorumuyla doğan Protestanlık mezhebinin Avrupa modernleşmesi ve kapitalizmin gelişimindeki pozitif etkisinden söz eder. Bu bağlamda, Protestanlık, Katolisizm’den farklı olarak merkeziyetçilikten uzak ve daha özgürdür.
  4. İslam dininde aracı yoktur: Yüce İslam dininde Allah ile kul arasında herhangi bir aracı yoktur. Bir Müslüman, Allah’a ibadet etmek için aracıya ihtiyaç duymayacağı gibi, Allah’a dua ederken de aracıya ihtiyaç duymaz. Bu, İslam’ı Hıristiyanlık ve Musevilik’ten ayıran en önemli farklardan birisidir. Bu nedenle, İslamiyeti temsil için ayrı bir kuruma gerek yoktur.
  5. İnsan hakları ve kadın haklarında geriye gidiş olur: Hilâfet makamı canlandırılırsa, bu, Şeriat hukukunun da güçlenmesini tetikler. Bu durumda ise, dinin yanlış ve çağdışı yorumları halen özellikle Arap coğrafyasında yaygın olduğu için, insan hakları ve kadın hakları gibi konularda geriye gidişler yaşanması olasıdır. Bu ise, toplumlara fayda değil, zarar getirir.
  6. Batı’nın şerrini çekmek: İslam dünyasının Hilâfet kurumu altında kenetlenmesi, Batı (Hıristiyan) dünyasının da bütünleşmesini ve İslam medeniyetini bir bütün olarak hasım kategorisinde değerlendirmesine yol açabilir. Bu anlamda, Hilâfet, paradoksal bir şekilde Müslüman halkların aleyhine bir unsur haline gelebilir.

Türkiye'de Şeriat ve Hilâfete desteği gösteren ISSP anketlerinin grafiği[14]

Türkiye açısından, Türk toplumunun büyük ölçüde laikleştiğini ve Hilâfetin iadesine yönelik desteğin hâlâ düşük olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu’nun Uluslararası Sosyal Araştırma Programı (ISSP) tarafından düzenli olarak yapılan araştırmalarına atıfta bulunan deneyimli Türk gazeteci Murat Yetkin’e göre, günümüz Türkiye’sinde Şeriat yani İslam hukukuna dayalı bir devlete verilen destek yüzde 20’yi geçmiyor.[15] Ancak Yetkin, son 10 yılda Hilâfete desteğin sürekli arttığının altını çiziyor. Yani Şeriat kurallarını çok az kişi istese de, Türkiye’nin Sünni İslam dünyasına liderlik etmesi fikri, Yeni-Osmanlıcılık tartışmaları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslamcı politikalarının başarısı nedeniyle son yıllarda daha popüler bir görüş haline geldi. Dolayısıyla, Türkiye'nin İslamlaştırılmasını ve İslam dünyasına öncülük etmenin sağcı (İslamcılar, muhafazakârlar ve Türk milliyetçileri) insanlara yaydığı büyüklük duygusunun çekiciliğini küçümsememeliyiz. Ancak Türkiye’de gündemde olan bir diğer sorunlu konu ise Siyasal İslam’ın yükselişiyle eş zamanlı olarak artan kadına yönelik şiddet ve kadın-erkek eşitliğine ilişkin sorunlardır.

Sonuç

Sonuç olarak, herhangi bir ideolojik ön yargı olmadan, pek de demokratik ve özgür bir ortamda ve rahatça tartışılmayan bu konudaki tarihsel süreci, bazı yazılanları ve bu konuda halkımız ve akademisyenlerle yapılan gayrı resmi mülakatlarda edindiğim görüşleri bu yazıda özetlemeye çalıştım. Elbette, isteğimiz Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi çağdaş, demokratik, laik, güçlü ve müreffef bir devlet olmasıdır. Ancak hem Kıbrıs Sorunu’nda havlu atmamak, hem AB ve Avrupa halkları kaynaklı ön yargılar nedeniyle AB üyeliğinin gerçekçi bir hedef olmaması, hem de yükselen Batı-dışı ekonomiler ortamında, Türkiye, İslam dünyasını kesinlikle ihmal etmemelidir. Bu nedenle, bu tarz tartışmalara alışmalı ve İslam ve Türk tarihini daha iyi bilmeliyiz.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

DİPNOTLAR

[1] https://www.youtube.com/watch?v=fdBsTaaN4iU.

[2] https://www.oxfordreference.com/display/10.1093/acref/9780191737275.timeline.0001; https://www.britannica.com/place/Caliphate/The-Abbasid-caliphate.

[3] https://www.bbc.com/turkce/articles/c3gyrr968pzo.

[4] https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1921-anayasasi/.

[5] https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/CILT03/gcz01003140.pdf.

[6] https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c003/tbmm02003043.pdf.

[7] https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc002/kanuntbmmc002/kanuntbmmc00200431.pdf.

[8] https://www.indyturk.com/node/168406/t%C3%BCrkiyeden-sesler/zeki-kadirbeyo%C4%9Flu.

[9] Madde 175’e bakınız. https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.2709.pdf.

[10] https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.3.431.pdf.

[11] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2803176.

[12] https://twitter.com/AkyolinEnglish/status/1288493992393560064.

[13] https://foreignpolicy.com/2023/06/06/geopolitics-global-south-middle-powers-swing-states-india-brazil-turkey-indonesia-saudi-arabia-south-africa/.

[14] https://yetkinreport.com/2020/07/20/ayasofya-seriat-hilafet-ve-kamuoyu/.

[15] https://yetkinreport.com/2020/07/20/ayasofya-seriat-hilafet-ve-kamuoyu/.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder