Sayfalar

13 Eylül 2020 Pazar

Doğu Akdeniz’de Tansiyon Düşmüyor

 

Giriş

Türkiye ile Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa arasında hararetli bir şekilde devam Doğu Akdeniz krizi, son günlerde yaşanan gelişmelerle birlikte -hız kesmek bir yana- daha da gergin bir noktaya ulaşmış durumda. Bugün Yunanistan ve Türkiye’den makam sahibi önemli kişilerin yaptığı açıklamalara bakıldığında, krizin henüz yatışma sürecine girmediği görülüyor. Üstelik Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) de son dönemde krize müdahil olmaya başladığı yeni bir konjontüre girilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu yazıda, Doğu Akdeniz krizinin nedenlerini ve tarafların bu konudaki pozisyonlarını açıklayacak, son günlerde yaşanan önemli gelişmeleri özetleyecek ve taraflara barış ve çözüm yolunda bazı somut önerilerde bulunacağım.

1.     Doğu Akdeniz Krizi: Sorun Nedir?

Özünde Türkiye ile Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Fransa üçlüsü arasında yaşanan Doğu Akdeniz krizinin temelinde, Doğu Akdeniz’e kıyıdaş olan devletler arasında -Karadeniz örneğinin aksine- deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda bugüne kadar bir anlaşma yapılamamış olması bulunuyor. Üstelik, bu kriz, Türkiye ile Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında yıllardır devam eden Ege Sorunu, Ege Adaları Sorunu ve Kıbrıs Sorunu gibi konularla da bütünleştiği için, krizin çözümü için tarafların tüm konularda uzlaşı gayreti ve iradesi göstermeleri gerekiyor. Ancak Türkiye ile Yunanistan arasında -her iki ülke de sağcı/milliyetçi unsurların iktidarda olması nedeniyle- şu sıralarda böyle bir imkân sağlanamadığı için, krizin çatışmaya dönüşmesi riski gün geçtikçe artarak devam ediyor. Bu ise, kuşkusuz, NATO üyesi iki ülkenin savaşın eşiğine gelmesi nedeniyle NATO’nun kurumsal yapısına büyük zarar veriyor ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un söylediği “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” sözünü adeta doğruluyor. ABD’deki Donald Trump yönetiminin dış politikadaki sorunları çözmek konusunda gayet ilgisiz bir görüntü çizmesi, Fransa’nın son aylarda Doğu Akdeniz’de tamamen Türkiye karşıtı bir pozisyon alması ve Almanya’nın Türkiye ile Yunanistan arasındaki arabuluculuk çabalarının sonuçsuz kalması da çatışma riskini arttıran diğer gelişmeler olarak bu noktada belirtilebilir.

Şimdi bu bağlamda tarafların pozisyonlarına bakalım:

1.1. Yunanistan: Arkasına Fransa ve bir ölçüde Avrupa Birliği (AB) desteğini alan Yunanistan, Türkiye’nin Suriye, Libya ve Irak gibi coğrafyalarda yoğun askeri hareketlilik içinde olması ve dünyadaki desteğinin dip noktasına ulaştığı bir dönemden geçmesini fırsat bilerek, Doğu Akdeniz’deki egemenlik hakları konusunda son derece iddialı bir politika güdüyor. Yeni Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in halk desteğinin halen yüksek olması ve Batılı ülke liderleriyle yakın ilişkiler içerisinde olmasını da avantaja çevirmek isteyen Atina, UNCLOS (Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku) sözleşmesinin imzacı devletlerinden birisi olarak, bu anlaşmadaki bazı maddeleri (örneğin, adaların deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeleri) çok geniş şekilde yorumlayarak, Ege Adaları sayesinde Türkiye’yi neredeyse kendi karasularına hapsedecek çizgide abartılı politikalar savunuyor. Yunanistan, bunları sadece teorik düzlemde ve söylemsel olarak iddia etmekle de kalmıyor ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail ve Mısır gibi ülkelerle oluşturduğu Doğu Akdeniz  Enerji Forumu (Eastmed Gas Forumve bahsi geçen ülkelerle imzaladığı ikili deniz yetki alanları/münhasır ekonomik bölge anlaşmaları sayesinde, iddialarına hukuki bir temel de kazandırmaya çalışıyor. Ancak elbette, Atina’nın anlayamadığı şey, tüm kıyıdaş ülkelerin onaylamadığı bir ortamda, büyük enerji projelerinin hayata geçirilmesinin riskli olacağı gerçeği. Dahası, Yunanistan’ın son haftalarda Fransa’nın askeri takviyelerine de güvenerek meseleyi çatışmacı bir çizgiye taşıması, bu ülke adına -Türkiye’nin yüksek askeri gücü de hesaba katıldığında- son derece tehlikeli bir politika olarak yorumlanabilir. Bir diğer önemli konu da, Yunanistan’ın Meis adası başta olmak üzere Ege Adaları’nı son yıllarda -Lozan Barış Antlaşması (1922) Paris Barış Antlaşması’na (1947) aykırı olarak[1]- silahlandırmasının bu ülkenin barışçıl imajı ve iyi niyetlerine dair olan şüphelerin artmasına neden olması. Elbette, Türkiye, Yunanistan’ı askeri açıdan bir tehdit olarak değerlendirmiyor; ancak bu tarz hatalı politikalar, Türkiye’de de aşırı sağcı/yayılmacı zihniyetin hortlamasına neden oluyor. Öyle ki, Yunanistan’ın hatalı politikalarının etkisiyle, son günlerde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin Ege Adaları’nda Türkiye’nin hakkı olduğu yönündeki söylemleri[2], Hüsamettin Cindoruk gibi ılımlı merkez sağ figürlerince bile desteklenebiliyor[3]. Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik rahatsızlığının merkezinde ise, bilinen anlaşmazlıkların ötesinde, son dönemde Ankara’nın Yunanistan’ın kendisine ait olduğunu iddia ettiği bölgelerde NAVTEX ilan etmesi konusu var. Atina, bunu bir "provokasyon" olarak değerlendiriyor ve Türkiye’yi kriz ve savaş çıkarmak istemekle itham ediyor.

Yunan tezlerine göre düzenlenen Seville Haritası

1.2. Türkiye: Askeri açıdan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden çok daha güçlü olmasına güvenen Türkiye, yalnızca kendisinin tanıdığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve iç savaşın devam ettiği Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti (Fayiz es-Sarrac) ile yaptığı anlaşmalar sayesinde, Yunanistan’ın aktif diplomasisine son dönemde bir ölçüde karşılık vermeyi başardı ve bu bölgede yalnız ve dışlanmış bir ülke olmadığını ispatladı. Ancak Ankara’nın temel sorunları; iç savaşın devam ettiği Libya’da Sarrac hükümetinin yakın gelecekte tüm ülkeye hâkim olmasının mümkün gözükmemesi ve olası bir geçiş sürecinde -Sarrac’ın karşısındaki Halife Hafter güçlerini destekleyen- Fransa, Rusya, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ve hatta bu konuda kesin kararını henüz vermeyen ABD de Libya üzerinde etkili olacağı için, Libya ile yaptığı anlaşmanın devamı konusunda yaşadığı riskler olarak karşımıza çıkıyor. Ankara, ayrıca, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Doğu Akdeniz’de yaşanabilecek bir çatışmada askeri olarak üstünlük kuracağından emin olmasına karşın, Fransa’nın da deniz ve hava unsurlarının bölge bulunması, NATO üyesi bir ülke olan Yunanistan’la yaşanacak çatışmanın Birlik adına yaratacağı riskler ve en önemlisi AB’nin bu durumda kesin olarak uygulamaya sokacağı düşünülen ekonomik yaptırımların ülke içerisindeki ekonomik krizi daha da derinleştirmesinden endişe ediyor. Ayrıca, Türkiye’de milliyetçi ve hükümete yakın çevreler tarafından son aylarda sürekli olarak gündeme getirilen ve resmi bir tez olmamasına karşın devlet katında benimsendiği düşünülen “Mavi Vatan” konsepti, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki isteklerinin uluslararası hukukla sınırlı olmayabileceğini, aynı Yunanistan’ın "Seville Haritası" gibi Türkiye’nin de Doğu Akdeniz’de kendi iddialı yaklaşımının olduğunu ve tarafların uzlaşmasının kolay olmadığını ispatlıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bu konuda müzakereye yer bırakmayan çok sert açıklamalarının da konjonktürü zorlaştırdığını belirtmekte fayda var.


Mavi Vatan konsepti

1.3. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi: Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla, adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Türk vatandaşlarının temsil edilmediği ucube bir düzen içerisinde AB’ye üye olan ve bu süreçte adada çözümün sağlanması için düzenlenen Annan Planı referandumunu büyük bir farkla reddeden Kıbrıslı Rumlar (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) ise, Yunanistan ve Fransa’nın uyguladığı riskli politikalardan en olumsuz etkilenen ülke olarak son derece gergin bir süreçten geçiyor. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın anılarının halen daha çok taze olduğu Kıbrıs’ta, Rumlar, yeni bir Türk askeri müdahalesinin gelmesinden endişe ettikleri için, Batılı ülkelere ticari imtiyazlar ve askeri imkânlar sağlamaya yöneliyorlar. Öyle ki, Fransız TOTAL, İtalyan ENI firmaları ile birlikte Amerikalı (Exxonmobile, Noble Energy), İsrailli (Delek), Güney Koreli (Kogas), Rus (Novatek), İngiliz (BG Group) ve Katarlı (Qatar Petroleum) şirketlerle Doğu Akdeniz’de enerji araştırma faaliyetleri için yıllardır anlaşmalar imzalayan Lefkoşa, ayrıca Fransa ile yaptığı ve Evangelos Florakis Deniz Üssü’nü kullanıma açan askeri anlaşmalarla[4] da kendisini sağlama almaya çalışıyor. Lefkoşa, ayrıca, ABD’nin 33 yıl sonra kendisine yönelik silah ambargosunu kaldırması sayesinde[5], silahlanma konusunda da atılım yapma şansı yakalıyor. Rumların en büyük dezavantajı NATO üyesi olunmaması iken, AB üyesi olunması ve Yunanistan’ın hem NATO, hem de AB üyesi olması[6], Lefkoşa’nın zayıf durumunu biraz olsun toparlama imkânı sağlıyor. Kıbrıslı Rumların bir diğer avantajları da, Rusya ile olan tarihsel-kültürel bağları ve ekonomik ilişkileri (Kıbrıs Rum tarafındaki Rus yatırımları). Bu nedenle, Rusya da Doğu Akdeniz’de Türkiye’den ziyade Ortodoks Yunan-Rum tezlerine daha yakın bir ülke olarak konumlanıyor. Kıbrıs’ta iki daimi ve yasal askeri üssü olan ve bu ülkenin hem kuzeyi, hem de güneyinde etkisini koruyan Birleşik Krallık (İngiltere) ise, bu gelişmeleri dışarıdan sessizce takip ediyor ve henüz hiçbir renk vermiyor.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin yaptığı enerji anlaşmaları[7]

1.4. Fransa: Aslında Doğu Akdeniz krizinin doğrudan bir tarafı olmayan Fransa, ilginç bir şekilde Emmanuel Macron yönetiminde Türkiye karşıtı çizgisini giderek daha da şiddetli ve belirgin hale getiriyor. Her ne kadar Macron, bunun bir AB (Avrupalı) dayanışması olduğunu iddia etse de, Almanya ve diğer AB üyelerinin Paris kadar hararetli bir Rum-Yunan dayanışması içerisine girmemiş olması, bu konuda kafaları karıştırıyor. Fransa’nın tavrının Türkiye’deki hükümete yönelik mi olduğu, yoksa Doğu Akdeniz’de son dönemde güçlenen Türkiye’yi Paris’in jeopolitik bir tehdit olarak mı değerlendirdiği konusu henüz belirsiz. Ancak Fransa’nın konuya sadece enerji devi TOTAL’ın çıkarları bağlamında yaklaşmadığı ve giderek daha fazla artan bir şekilde askeri unsurlarını da devreye soktuğu açıkça anlaşılıyor. Bu ise, yıllardır anlaşmazlıklarına rağmen müttefik durumunda olan Türkiye ile Fransa’yı bir çatışma ortamına sürüklüyor. Fransa’nın şu aşamada bölgeye dair temel isteğinin, -savaş çıkarmaktan ziyade- Türkiye’ye geri adım attıran ülke olarak bölgedeki imajını güçlendirmek olduğu söylenebilir. Ancak Ankara’nın geri adım atmaması ve Türk ve Fransız askeri unsurları arasında bir çatışma yaşanması halinde, Macron’un ne karar alacağı oldukça belirsiz. Lakin Avrupa Ordusu kurma hayalini her fırsatta dile getiren Macron, iki NATO üyesi arasında bir çatışma yaşanırsa, bunu kendi siyasal projesine önemli bir dayanak haline de getirebilir.

2. Güncel Gelişmeler

Bölgede ve ilgili devletlerde yaşanan güncel gelişmeler, konunun nasıl devam ettiğinin anlaşılması açısından önem arz ediyor. Örneğin, bugün itibariyle, Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakelaropulu’nun -Meis’in İtalya’nın kontrolünden Yunanistan’a geçmesinin 77. yıldönümü vesilesiyle- Antalya’nın Kaş ilçesinin 2,1 kilometre güneyinde bulunan Meis adasını ziyaret etmesi ve burada verdiği mesajlar oldukça önemliydi. Burada yaptığı konuşmada, Türkiye’nin Yunanlılar ve Türkler tarafından çok uzun yıllar boyunca inşa edilmiş iyi komşuluk ve barış içinde yaşama ortamını sabote ettiğini öne süren Sakelaropulu, “Türk liderlerin saldırgan söylemleri halklar arasında engelleri yükseltiyor, şüphe ve düşmanlık yaratıyor, aralarındaki bağları sarsıyor” şeklinde Türkiye’yi suçlayan bir konuşma yaptı. Meis’teki Savaş Müzesi’ni de ziyaret eden Sakelaropulu, Türkiye’nin NAVTEX’i yenilememesini olumlu bir adım olarak değerlendirirken, Yunanistan’ın Ege Adaları’nı silahlandırması konusunda bir açıklama yapmadı.

Katerina Sakelaropulu’nun Meis ziyaretinden bir kare

Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise, Katerina Sakelaropulu’nun ziyareti ile hemen hemen aynı saatlerde onun ziyaret ettiği Meis adasının tam karşısındaki Antalya’nın Kaş ilçesine yaptığı ziyaret kapsamında yaptığı açıklamalarda; Ege Adaları’nın Yunanistan tarafından hukuksuz bir şekilde silahlandırıldığını, kendilerinin bölgede barış istediğini, ancak Fransa’nın tahrik ve teşvik siyaseti nedeniyle Atina’nın hata yaptığını, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un politikalarının çöktüğünü ve Türkiye’nin haklı olduğu konularda geri adım atmayacağını söyledi.[8]

Hulusi Akar

Bir diğer önemli gelişme ise, geçtiğimiz gün ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Kıbrıs’ı ziyaret etmesi oldu. Ancak Başkan Yardımcısıyken adanın hem güneyi, hem de kuzeyinde temaslarda bulunan Joe Biden’ın aksine, Pompeo, sadece Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Devlet Başkanı Nikos Anastasiades’le görüşerek, Türkiye ve KKTC kamuoyunda hayalkırıklığı yarattı. Pompeo, ayrıca, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerinden endişe duyduklarını açıklayarak, müttefik Türkiye’nin beklentilerini karşılamadı.[9] ABD Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıs’ın kendi münhasır ekonomik bölgesindeki kaynakları kullanabileceği yönündeki açıklamaları, şu noktalarda çıkmaza giriyor; Kıbrıs’ta, adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Türklerin temsil edilmediği “apartheid” rejimine benzer bir siyasi sistem var ve dahası, bu sorun nedeniyle Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında resmi bir ilişki, dolayısıyla Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda bir uzlaşı bulunmuyor. Bu nedenle, Kıbrıs Sorunu’nda çözüme ulaşılmadan Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarın sağlanması ve enerji projelerinin hayata geçirilmesi mümkün gözükmüyor.

Pompeo ve Nikos Anastasiades

Bu gelişmeler olurken yaşanan bir diğer ilginç olay ise, İngiltere’nin ünlü yayın kuruluşu BBC’nin 11 Eylül tarihinde yayınladığı bir araştırma haberinde[10], Türkiye’nin Libya’da -Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un daha önce iddia ettiği gibi- Ocak 2020 tarihli Berlin anlaşmasında tüm taraflarca üzerinde uzlaşılan Libya’ya silah sokmama ilkesini deldiğini ortaya koyması oldu. T.C. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy’un daha önce “gerçek dışı” olarak değerlendirdiği iddiaların doğru olduğunu ortaya koyan BBC, buna karşın Türkiye dışındaki başka tarafların da Libya’da anlaşmaya uygun davranmadığını belirtti ve Türkiye tarafının haber için herhangi bir yorum yapmadığını vurguladı. BBC’nin iddialarına Türk basını hiç yer vermezken, konunun ilerleyen günlerde gündem yaratıp yaratmayacağı bilinmiyor.

3. Barış İçin Ne Yapmalı?

Öncelikle, krizde yer alan tarafların bundan sonra adımlarını çok dikkatli atmaları ve bir kazaya mahal vermemek adına popülizm prensibiyle hareket etmemeleri gerekiyor. 21. yüzyılda demokratik rejim olmaya çalışan söz konusu ülkelerin, sorunlarını; birbirleriyle konuşarak, tartışıp uzlaşarak, uluslararası hukuka başvurarak ve arabulucu devletlerin görüşünü alarak çözmeleri gibi birçok farklı yöntem varken, savaş/çatışma aşamasına taşımaları, asla kabul edilemez. Bu nedenle, benimsenebilecek olan en makul yöntem, taraflar arasında doğrudan görüşmelerin başlamasıdır. Zira Türkiye ile Yunanistan’ın, 1976 Bern Bildirisi gibi belli prensiplerde uzlaşmaları durumunda, diğer ülkelerin (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, KKTC, ABD, Fransa, Rusya, Birleşik Krallık, Almanya) ya da uluslararası kurumların (NATO, AB, BM) müdahalesi gerekmeden çok daha olumlu bir atmosfer yaratılabilir. Türkiye ile Yunanistan, Öcalan krizi sonrasında bunu yapmayı başarmış iki devlet olarak, makul hareket etmeleri durumunda krizi kolaylıkla çözebilirler. Bu konuda bazı somut öneriler yapmak gerekirse:

  • Yunanistan, krizin yatışmasını müteakiben, Ege Adaları’nı silahsızlandırmaya başlayarak, Türkiye ve dünya kamuoyuna iyi niyetini göstermelidir.
  • Türkiye, dünyada yayılmacı bir politika olarak algılanan Mavi Vatan konseptinin resmi bir tez olmadığını resmi ağızlardan ilan etmelidir.
  • Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda kıyıdaş ülkelerin katılacağı büyük bir konferans düzenlenmeli ve anlaşma yolunda adımlar atılmaya başlanmalıdır.
  • Türkiye, Doğu Akdeniz Enerji Forumu’na davet edilmeli ve bu konularda Ankara’nın da görüşleri alınmalıdır.
  • Yunanistan, Ege Adaları konusunda makul davranmalı ve Türkiye’nin açık denizlere erişimini kısıtlamayacak bir anlaşma üzerinde uzlaşı için adım atmalıdır.
  • AB, taraflardan birini cezalandırmak yerine, Türkiye ile Yunanistan arasında diyalog ve işbirliğini teşvik etmelidir.
  • Kıbrıs müzakereleri, kesin bir sonuca ulaşılması amacıyla ve müzakerelerin sonuçsuz kalması durumunda her iki tarafın da aleyhine olacak koşullar yaratılarak yeniden başlatılmalıdır.
  • Türkiye, Kıbrıs Sorunu’nda BM Güvenlik Konseyi kararlarına ve uluslararası hukuka uygun olarak barış görüşmelerini desteklemelidir. Ankara, 1974’ten beri Kıbrıs Sorunu’nun dış politikada kendisine yarattığı maliyetleri de göz önünde bulundurarak, çözüm yönünde tüm istencini göstermeli; sorun çözülmediği noktada ise, artık tamamen yeni bir dünya düzeninin kurulması ve KKTC’nin tanıtılması yönünde bir siyaset belirlemelidir.

Son olarak, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yıllar önce İsrail Başbakanı Şimon Peres'e hatırlattığı Tevrat'taki On Emir'de geçen 6. maddeyi gündeme getirmekte fayda var: "Öldürmeyeceksin"...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Lozan Antlaşması’nın 13. maddesi ve Paris Barış Antlaşması’nın 14. maddesinde bu konuda önleyici hükümler bulunmaktadır.

[6] Bu noktada unutulmamalıdır ki, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü de 12 Eylül 1980 askeri rejimi sağlamış ve Türkiye’nin AB üyeliği ve Kıbrıs Sorunu konusunda büyük bir kozu kaybetmesine neden olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder