Giriş
Ülkesinde yaşanan ve emeklilik reformuna yönelik tepkilerin neden olduğu genel grev ve protesto gösterileri nedeniyle[1] zor günler geçiren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 7 Kasım 2019 tarihinde The Economist dergisine verdiği bir röportajda “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği” şeklinde oldukça dikkat çeken bir çıkış yapmıştır.[2] Bu sıra dışı söylem, kısa sürede Fransa ve Avrupa genelinde gündem yaratmuş ve NATO-Avrupa Birliği ve ABD-Avrupa Birliği ilişkilerinin tartışılmasına neden olmuştur. Bu söylem, Macron ve AB üyesi bazı Avrupalı devletlerin girişimiyle bir Avrupa Birliği Ordusu kurulmasına yönelik Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği Savunma Anlaşması (Permanent Structured Cooperation-PESCO)[3] ve Avrupa Müdahale İnisiyatifi (European Intervention Initiative-E2I) gibi somut girişimler de düşünüldüğünde, kesinlikle ciddiye alınması gereken bir uyarıdır. Bunun nedeni ise, kuşkusuz, Donald Trump döneminde ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinden kamuoyuna ilan edilmiş açık bir stratejik perspektif olmadan çekilmeye başlamasıdır. Bu durum, kimi Avrupalı siyasetçi ve kanaat önderine göre, Avrupa güvenliği açısından ciddi bir boşluk ve risk meydana getirmektedir. Bu konuda, 11 Kasım 2019 tarihinde Fransız televizyon kanalı France 5’te de bir tartışma programı yayınlanmıştır. 65 dakikalık ve sunuculuğunu Caroline Roux'nun üstlendiği programa, konuşmacı olarak; IRIS (Institut de Relations Internationales et Stratégiques) adlı Fransız düşünce kuruluşu Direktörü Pascal Boniface, Sciences Po öğretim üyesi ve emekli general Doç. Dr. Vincent Desportes, Le Figaro gazetesi yazı işleri müdürü Isabelle Lasserre ve France24 televizyon kanalı editörü Armelle Charrier katılmışlardır. Bu yazıda, bu programda konuşulan ve Türkiye kamuoyunda ve Türk medyasında neredeyse hiçbir ciddi analizi ve kritiği yapılmayan Macron’un tarihi uyarısı ve bu konuda Fransız uzmanların düşündükleri özetlenecektir.
Program kaydı
Tartışmanın Özeti
“Pourquoi Macron enterre l'Otan ?” (Macron Neden NATO’yu Gömüyor?) başlıklı tartışma programının ilk konuşmacısı olan IRIS Direktörü Pascal Boniface, Macron’un çıkışını “Kral çıplak” söylemine benzeterek, NATO’nun bir süredir zaten ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa entegrasyonu karşıtı tavırları ve NATO’nun işe yaramaz olduğunu iddia eden garip söylemleri nedeniyle çıkmazda olduğunu söylemektedir. Bu noktada, sürekli vurgulanan ve üye devletlere “kolektif savunma” sorumluluğu getiren NATO’nun 5. maddesi dışında, NATO sözleşmesinin 4. maddesinin[4] de üye ülkelere birbirlerine “danışma” yükümlülüğünü içerdiğini belirten Fransız konuşmacı, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) iptal etme ve Suriye’den asker çekme gibi kararlarının bu maddedeki “danışma” yükümlülüğü atlanarak alındığını ve bunun Avrupalı müttefiklerde tepki yarattığını anlatmaktadır. Boniface, ayrıca, Macron’un Cumhurbaşkanı seçildiğinden beri (2,5 yıldır) Donald Trump’ı pohpohlayarak onu ikna etmeye ve NATO’nun uyumlu çalışmasını devam ettirmeye çalıştığını, ancak son NATO zirvesi öncesinde artık bir alarm zili çalarak tepkisini belli ettiğini söylemektedir. Bu noktada, Macron’un aslında NATO karşıtı bir siyasetçi olmadığını da belirten Boniface, onun temelde iki nedenden ötürü (ilk olarak eskisi kadar ciddi bir Rusya-Sovyetler Birliği tehdidinin artık olmaması ve ikincisi de ABD’nin Trump döneminde Avrupa güvenliğine gereken önemi vermemesi) böyle konuştuğunun altını çizmektedir.
Daha sonra söz alan Sciences Po öğretim üyesi ve emekli general Doç. Dr. Vincent Desportes ise, Macron’un sözlerinin dikkatlice seçilmiş olduğunu ve Fransa Cumhurbaşkanı’nın “NATO’nun beyin ölümü”nden (mort cérébrale) söz ederken, örgütün beden sağlığının iyi olduğunu kabul ettiğini (zira NATO toplantıları ve tatbikatları düzenli olarak devam etmekte ve üye ülkeler örgüte ekonomik katkılar yapmaktadırlar) ve daha çok ABD Başkanı Donald Trump’tan kaynaklanan yönetim tarzının sorun yarattığını vurgulamaya çalıştığını söylemektedir. Bu cesur sözleri nedeniyle Macron’un kutlanması gerektiğini de belirten Desportes, örgütün liderlik ve dayanışma şeklinde iki temel sorunu olduğunu ifade etmektedir. Liderlik sorununun ABD Başkanı Donald Trump’ın dezangajman politikası ve Avrupalı müttefiklere liderlik etmek istememesinden kaynaklandığını düşünen ve bu durumu ABD’nin Barack Obama döneminden başlayarak Asya Pasifik’e açılmasıyla açıklayan emekli Fransız general, dayanışma sorununun ise üye devletlerin birbirlerine danışmadan hareket etmesiyle örneklendirmekte ve bu konuda özellikle Türkiye’nin Suriye’de yaptığı son askeri operasyonun (Barış Pınarı Harekâtı) Fransız özel kuvvetlerinin de yer aldığı bir bölgede ve müttefik devletlerle hiçbir uzlaşma sağlanmadan yapılmasına dikkat çekmektedir. Vincent Desportes, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasını da eleştirerek, Türkiye’nin NATO ve AB’deki varlığını bir sorun olarak nitelendirmektedir.
Daha sonra söz alan Le Figaro gazetesi yazı işleri müdürü Isabelle Lasserre, ABD’nin Suriye’den çekilme kararı alması sonrasında Türkiye’nin hemen bölgeye müdahale etmesinin müttefiklere danışılmamış hatalı bir hamle olduğunu ve IŞİD’le mücadelede Batılı müttefiklere büyük yararları olan Kürtlerin bu süreçte hedef haline getirildiğine vurgu yapmakta ve ABD ile Türkiye’nin diğer müttefik ülkelerle uyumlu ve dayanışma halinde hareket etmemelerini eleştirmektedir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasını da eleştiren Lasserre, bu nedenle Fransız uçaklarının Suriye’de uçmalarının imkânsız hale gelebileceğini işaret etmektedir.
İlk turun son konuşmacısı olan France24 tv kanalı editörü Armelle Charrier ise, Cumhurbaşkanı Macron’un “beyin ölümü” çıkışının dikkatleri çekmek için yapılmış olan modern stratejik hamle olduğunu ve NATO içerisinde müttefiklerin uyumsuz hareket etmelerinin birlik için ciddi bir sorun olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin Suriye ile alakalı olarak halen daha Rusya ve İran gibi Batı karşıtı ülkelerle birlikte Astana Süreci’ni sürdürdüğünün altını çizen Fransız konuşmacı, bu durumda Türkiye’ye ne kadar ve ne tür bilgiler verilebileceğinin karmaşık bir mesele haline geldiğini düşünmektedir. Charrier, ayrıca, Cumhurbaşkanı Macron’un çıkışının 70 yıllık NATO’nun günümüzdeki misyonu konusunda bir dönüşüm gerektiği mesajını da içerdiğini vurgulamakta ve örgütün yükselen Çin veya başka siyasal konularda kendisini reforme etmesi gerektiğini düşünmektedir.
İkinci turda yeniden söz alan Pascal Boniface, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un AB’den bağımsız bu çıkışının Fransa’nın geleneksel ayrıksı duruşuyla uyumlu olduğunu ve Soğuk Savaş döneminden farklı olarak artık ABD’ye eskisi gibi bağımlı olmayan Fransa’nın Avrupa güvenliği konusunda yeni açılımlar yapmaya cesaret edebildiğini belirtmektedir. Fransa ile ABD’nin müttefik olduklarını ama günümüzde aynı çizgide hizalanmadıklarını belirten (alliés mais pas aligné) Fransız uzman, Fransa’nın nükleer bir güç olarak Almanya ve diğer Avrupalı ülkeler gibi güvenliği konusunda Amerikan garantisine mutlak bir ihtiyaç duymadığını düşünmektedir. Boniface, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen gibi siyasetçilerin ise bilinmezden korktuklarını ve bu nedenle Macron’a destek vermediklerini; ancak Rusya’nın artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi büyük bir tehdit olmadığını düşünmektedir.
Bu turdaki konuşmasında, emekli general Doç. Dr. Vincent Desportes ise, Cumhurbaşkanı Macron’un sözlerini beyin ölümünden korkulan bir hastanın elektroşok tedavisiyle kurtarılmasına benzeterek, ABD’nin güvenilirliğinin Donald Trump döneminde azaldığını; zira ABD Başkanı’nın Avrupa entegrasyonuna ve güvenliğine önceki Başkanlar gibi önem vermediğini söylemektedir. Ayrıca günümüzdeki gelişmeleri 1960'lı yıllara benzeten Desportes, 1960'ların başında "karşılıklı imha garantisi" veya "karşılıklı garantili imha" (destruction mutuelle assurée) anlayışı ve nükleer savaş korkusu (dehşet dengesi) nedeniyle ABD ile mutlak uyumlu hareket eden Avrupalı müttefiklerin Başkan John F. Kennedy'nin "aşamalı tırmandırma" stratejisi veya "esnek cevap" stratejisi (riposte graduée) sonrasında da ABD ile bazı sorunlar yaşadığını hatırlatmakta ve Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'ün o dönemdeki ABD'den bağımsız dış politikasını bu temelde açıklamaktadır.
İkinci turda yeniden söz alan Isabelle Lasserre, Avrupalı müttefiklerin güvenliklerini ABD'den bağımsız olarak sağlamak konusunda harekete geçmekte geç kaldıklarını; zira sanılanın aksine Amerikan dış politikasında Avrupa'nın değer kaybının Barack Obama döneminde başladığını belirterek başladığı bu turdaki konuşmasında, Avrupalı müttefiklere de artık tam olarak güvenilemediğini söylemektedir. Bu konuda Almanya Başbakanı Angela Merkel'in tepkisi dışında Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki'nin Macron karşıtı sözlerine dikkat çeken konuşmacı, Macron'un sözlerinin AB içerisinde büyük bir yarılmaya neden olduğunu ve bu nedenle özü itibariyle "yanlış olmasa da", sonuçları itibariyle hatalı olduğunu düşünmektedir.
Armelle Charrier ise, ikinci turdaki konuşmasında, Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un bu "Avrupalı" çıkışıyla AB'nin lideri gibi davrandığını ve bu konuda AB'nin nükleer gücü ve yurtdışı operasyon kapasitesiyle tek eksiksiz ordusuna sahip olan Fransa'nın (konuşmacı, Birleşik Krallık'ın ekonomik resesyon nedeniyle bu gücünün azaldığını düşünmektedir) hamle yapmasının yerinde olduğunu söylemektedir. Macron'un bu çıkışının AB içerisinde ABD ile ilişkilerin nasıl kurgulanacağı (askeri temelde mi, ekonomik temelde mi, yoksa her ikisi de mi) konusunda bir tartışma başlatmak amacıyla yapılan stratejik bir söylem olduğunu yineleyen Charrier, bu bağlamda Rusya'nın tehditlerine maruz kalan Baltık ülkelerinin durumuna da vurgu yapmaktadır.
Üçüncü turda yine ilk sözü alan Pascal Boniface, ABD'deki Donald Trump yönetiminin daha fazla silah satışı yapabilmek için Avrupalı devletlerden savunma bütçelerini arttırmalarını istediğini ve Cumhurbaşkanı Macron'un bu şok yaratan sözleriyle Avrupa kamuoyunda savunma ve güvenlik alanında ciddi bir tartışma başlatmayı amaçladığını savunmaktadır. Bu anlamda, deneyimli stratejist, Macron'un açıklamalarını tüm dünyada elit kesimlerin takip ettiği bir yayın organı olan The Economist dergisine yapmasının bile bilinçli olduğunu düşünmektedir. Fransız konuşmacı, Macron'un iyi bir Avrupacı olduğunu ima ederek, bu sözünün öncesinde Fransa Cumhurbaşkanı'nın AB'nin "ABD'nin veya Çin'in küçük ortağı olamayacağı" yönünde yine gündem yaratan başka bir çıkışının daha olduğunu hatırlatmaktadır. Avrupa'nın uzun süre ABD ve NATO korumasında güvende geliştiğini vurgulayan konuşmacı, ancak şimdi Avrupalıların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmeleri gerektiğini ifade etmektedir. Boniface, bunun ABD'ye düşmanlık anlamına gelmediğini de sözlerine eklemekte ve bu politikanın bağımsızlık ve kendine yeterlilikle ilgili olduğunu vurgulamaktadır.
Bu turda Vincent Desportes ise, sözlerine NATO'nun kuruluşuna neden olan İkinci Dünya Savaşı sonrası koşulların zaman içerisinde çok değiştiğini belirterek başlamakta, daha sonra da günümüzde yaşanan siyasi krizlerin temel nedeninin Birleşmiş Milletler (BM) ve NATO gibi kurumların en büyük dayanak gücü olan ABD'nin bu kurumlara ve uluslararası politikada çok taraflılığa (multilatéralisme) Trump yönetimi döneminde önem vermemeye başlaması olduğunu söylemektedir. ABD ile Avrupa arasındaki tarihsel ve etnik bağların da zayıfladığına dikkat çeken emekli general, ABD'nin artık Afrika ve Hispanik kökenlilerin demografik olarak çoğunlukta olduğu yeni bir topluma sahip olduğunu ve Amerikalıların Avrupa'ya artık eskisi gibi "atalarının toprakları" olarak bakmadıklarını vurgulamaktadır. Bu bağlamda, önceki ABD Başkanı Barack Obama'nın kendisini "ABD'nin ilk Pasifik Başkanı" olarak tanımladığına dikkat çeken Desportes, ABD'nin Avrupa'dan kaynaklanan ekonomik çıkarlarının da görece azaldığının altını çizmektedir. Bu dönüşümün geri dönüşü olmayan bir süreç olduğunu da iddia eden Desportes, AB'nin önümüzdeki birkaç yıl içerisinde güvenlik alanında kendi özerk kurumlarını inşa etmesi gerektiğini düşünmektedir.
Analiz ve Eleştiri
Tartışmanın özünü oluşturan bu ilk üç turun özetlenmesinin ardından, programda tartışılanların siyasal açıdan bir değerlendirmesini yapmak doğru olacaktır. Bu noktada, ilk olarak, Fransız uzmanların ABD'nin son dönemde Asya Pasifik bölgesine yönelik açılımı nedeniyle rahatsızlık duydukları ve bu konunun AB'nin güvenliği açısından bir risk olduğunu düşündükleri görülmektedir. Barack Obama döneminde başlayan "Pivot to Asia" politikasına yönelik bu tepki, Avrupa'nın jeopolitik açıdan değer kaybı anlamında mantıklı ve haklı görülebileceği gibi, Avrupa'nın güvenliği konusunda eskisi kadar ciddi risklerin olmadığı bir dönemin yaşanması (yani Rusya'nın eskisi gibi çok güçlü bir yayılmacı güç olmaması ve ekonomik olarak İtalya'dan daha küçük bir devlet olması) bağlamında abartılı olarak da bulunabilir. Ancak elbette Rusya'nın 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna müdahaleleri ve Baltık devletlerine yönelik tehditleri, gelecek adına alarm verici gelişmelerdir. Bunun yanı sıra, ABD'nin bölgeden kademeli olarak çekilmesinin Fransa ve Birleşik Krallık gibi güçlü Avrupalı müttefiklere ve hatta Türkiye'ye daha önemli bölgesel rollerin verilmesi anlamında olumlu bir gelişme olarak yorumlanması da mümkündür. Bu, NATO kapsamında gerçekleşebileceği gibi, Avrupalı devletler -Cumhurbaşkanı Macron'un işaret ettiği gibi- orta ve uzun vadede NATO dışı oluşumlara da yönelebilirler. Ancak bunun Avrupalı devletlerin ekonomileri ve Avrupa halklarının refahı konusundaki olumsuz etkileri de (yeni askeri harcamalar nedeniyle) ciddi anlamda düşünülmelidir. Zira şurası unutulmamalıdır ki, Avrupa, bugünkü refahını, güvenliğini büyük ölçüde ABD'ye ve NATO'ya ihale etmesine borçludur. Bunun dışında, elbette ABD'deki Donald Trump yönetiminin Avrupalı müttefiklerle uzlaşmadan hızlı kararlar almasının olumsuz etkileri konusunda konuşmacılar haklı olmakla birlikte, bu konuda Avrupalıların Amerikalıları ikna etmekte yetersiz kaldıkları ve yumuşak güç unsurlarını eski gibi kullanamadıkları da vurgulanmalıdır.
Tartışmaya yönelik bir diğer önemli eleştiri konusu ise, Türkiye'ye yönelik yaklaşımdır. Nasıl ki Fransa Afrika'da ulusal çıkarları açısından önemli gördüğü bazı bölgelerde ve ülkelerde tek taraflı olarak askeri operasyonlar düzenleyebiliyorsa, Türkiye'nin de kendi sınır komşusu olan Suriye'deki terör örgütlerine karşı harekete geçmesinin NATO ittifakının ruhuna ve NATO sözleşmesine aykırı olduğu düşüncesi abartılı ve yersizdir. Zira Türkiye'nin askeri operasyonları hiçbir Batılı müttefik devlete zarar vermediği gibi, Ankara, ABD ve Rusya ile ayrı ayrı yaptığı anlaşmalar gereğince operasyon kapsamında önceden belirlenen ve üzerinde uzlaşılan alanın dışına da çıkmamış ve bölgeyi terör unsurlarından temizleyerek, Suriyeli göçmenlerin yerleşebilecekleri yeni yaşam alanları oluşturmaya başlamıştır. Bu sayede, ilerleyen aylarda Türkiye ve Avrupalı devletler üzerindeki Suriyeli göçmen baskısının da hafifleyebileceği umulmaktadır. Dolayısıyla, Ankara'nın operasyonları ne Fransız ulusal çıkarlarına, ne de NATO'nun blok çıkarlarına aykırı değildir. Nitekim operasyonda hiçbir Fransız veya ABD askerine zarar da gelmemiştir. IŞİD'e karşı koalisyonda Batı'nın müttefiki durumunda olan, ancak Türkiye'nin PKK'nın uzantısı ve terörist olarak tanımladığı PYD/YPG güçlerine gelince; bu konuda da Türkiye'nin duruşu terör örgütlerinin bölge devletlerinin (Türkiye, Rusya, İran) uzlaşısı ve ABD ve AB'nin katkısıyla siyasi yöntemleri de içeren bir şekilde çözülmesi yönündedir. Bu nedenle, Türkiye'nin yaklaşımları NATO için bir tehdit değildir. Lakin elbette, NATO'nun yeni dönemde kendisini yeni tehditlere karşı yeniden tanımlaması ve yapılandırması gerektiği açıktır. Bu noktada, radikal dinci terör örgütleri ve genel olarak terörizm dışında, yeni dönemde Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi devletler örgütün temel rakipleri olarak ilan edilebilir. Ancak bu ülkelerle NATO üyesi bazı devletlerin yoğun ekonomik ve siyasi bağları da düşünüldüğünde (örneğin Türkiye'nin Rusya'ya olan doğalgaz bağımlılığı), bu devletlerden kaynaklanan bir saldırganlık olmadığı sürece, NATO'nun terörizm ve uluslararası göç gibi konularla ilgilenmesinin öncelik olması gerektiği ortadadır.
Bu turda Vincent Desportes ise, sözlerine NATO'nun kuruluşuna neden olan İkinci Dünya Savaşı sonrası koşulların zaman içerisinde çok değiştiğini belirterek başlamakta, daha sonra da günümüzde yaşanan siyasi krizlerin temel nedeninin Birleşmiş Milletler (BM) ve NATO gibi kurumların en büyük dayanak gücü olan ABD'nin bu kurumlara ve uluslararası politikada çok taraflılığa (multilatéralisme) Trump yönetimi döneminde önem vermemeye başlaması olduğunu söylemektedir. ABD ile Avrupa arasındaki tarihsel ve etnik bağların da zayıfladığına dikkat çeken emekli general, ABD'nin artık Afrika ve Hispanik kökenlilerin demografik olarak çoğunlukta olduğu yeni bir topluma sahip olduğunu ve Amerikalıların Avrupa'ya artık eskisi gibi "atalarının toprakları" olarak bakmadıklarını vurgulamaktadır. Bu bağlamda, önceki ABD Başkanı Barack Obama'nın kendisini "ABD'nin ilk Pasifik Başkanı" olarak tanımladığına dikkat çeken Desportes, ABD'nin Avrupa'dan kaynaklanan ekonomik çıkarlarının da görece azaldığının altını çizmektedir. Bu dönüşümün geri dönüşü olmayan bir süreç olduğunu da iddia eden Desportes, AB'nin önümüzdeki birkaç yıl içerisinde güvenlik alanında kendi özerk kurumlarını inşa etmesi gerektiğini düşünmektedir.
Analiz ve Eleştiri
Tartışmanın özünü oluşturan bu ilk üç turun özetlenmesinin ardından, programda tartışılanların siyasal açıdan bir değerlendirmesini yapmak doğru olacaktır. Bu noktada, ilk olarak, Fransız uzmanların ABD'nin son dönemde Asya Pasifik bölgesine yönelik açılımı nedeniyle rahatsızlık duydukları ve bu konunun AB'nin güvenliği açısından bir risk olduğunu düşündükleri görülmektedir. Barack Obama döneminde başlayan "Pivot to Asia" politikasına yönelik bu tepki, Avrupa'nın jeopolitik açıdan değer kaybı anlamında mantıklı ve haklı görülebileceği gibi, Avrupa'nın güvenliği konusunda eskisi kadar ciddi risklerin olmadığı bir dönemin yaşanması (yani Rusya'nın eskisi gibi çok güçlü bir yayılmacı güç olmaması ve ekonomik olarak İtalya'dan daha küçük bir devlet olması) bağlamında abartılı olarak da bulunabilir. Ancak elbette Rusya'nın 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna müdahaleleri ve Baltık devletlerine yönelik tehditleri, gelecek adına alarm verici gelişmelerdir. Bunun yanı sıra, ABD'nin bölgeden kademeli olarak çekilmesinin Fransa ve Birleşik Krallık gibi güçlü Avrupalı müttefiklere ve hatta Türkiye'ye daha önemli bölgesel rollerin verilmesi anlamında olumlu bir gelişme olarak yorumlanması da mümkündür. Bu, NATO kapsamında gerçekleşebileceği gibi, Avrupalı devletler -Cumhurbaşkanı Macron'un işaret ettiği gibi- orta ve uzun vadede NATO dışı oluşumlara da yönelebilirler. Ancak bunun Avrupalı devletlerin ekonomileri ve Avrupa halklarının refahı konusundaki olumsuz etkileri de (yeni askeri harcamalar nedeniyle) ciddi anlamda düşünülmelidir. Zira şurası unutulmamalıdır ki, Avrupa, bugünkü refahını, güvenliğini büyük ölçüde ABD'ye ve NATO'ya ihale etmesine borçludur. Bunun dışında, elbette ABD'deki Donald Trump yönetiminin Avrupalı müttefiklerle uzlaşmadan hızlı kararlar almasının olumsuz etkileri konusunda konuşmacılar haklı olmakla birlikte, bu konuda Avrupalıların Amerikalıları ikna etmekte yetersiz kaldıkları ve yumuşak güç unsurlarını eski gibi kullanamadıkları da vurgulanmalıdır.
Tartışmaya yönelik bir diğer önemli eleştiri konusu ise, Türkiye'ye yönelik yaklaşımdır. Nasıl ki Fransa Afrika'da ulusal çıkarları açısından önemli gördüğü bazı bölgelerde ve ülkelerde tek taraflı olarak askeri operasyonlar düzenleyebiliyorsa, Türkiye'nin de kendi sınır komşusu olan Suriye'deki terör örgütlerine karşı harekete geçmesinin NATO ittifakının ruhuna ve NATO sözleşmesine aykırı olduğu düşüncesi abartılı ve yersizdir. Zira Türkiye'nin askeri operasyonları hiçbir Batılı müttefik devlete zarar vermediği gibi, Ankara, ABD ve Rusya ile ayrı ayrı yaptığı anlaşmalar gereğince operasyon kapsamında önceden belirlenen ve üzerinde uzlaşılan alanın dışına da çıkmamış ve bölgeyi terör unsurlarından temizleyerek, Suriyeli göçmenlerin yerleşebilecekleri yeni yaşam alanları oluşturmaya başlamıştır. Bu sayede, ilerleyen aylarda Türkiye ve Avrupalı devletler üzerindeki Suriyeli göçmen baskısının da hafifleyebileceği umulmaktadır. Dolayısıyla, Ankara'nın operasyonları ne Fransız ulusal çıkarlarına, ne de NATO'nun blok çıkarlarına aykırı değildir. Nitekim operasyonda hiçbir Fransız veya ABD askerine zarar da gelmemiştir. IŞİD'e karşı koalisyonda Batı'nın müttefiki durumunda olan, ancak Türkiye'nin PKK'nın uzantısı ve terörist olarak tanımladığı PYD/YPG güçlerine gelince; bu konuda da Türkiye'nin duruşu terör örgütlerinin bölge devletlerinin (Türkiye, Rusya, İran) uzlaşısı ve ABD ve AB'nin katkısıyla siyasi yöntemleri de içeren bir şekilde çözülmesi yönündedir. Bu nedenle, Türkiye'nin yaklaşımları NATO için bir tehdit değildir. Lakin elbette, NATO'nun yeni dönemde kendisini yeni tehditlere karşı yeniden tanımlaması ve yapılandırması gerektiği açıktır. Bu noktada, radikal dinci terör örgütleri ve genel olarak terörizm dışında, yeni dönemde Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi devletler örgütün temel rakipleri olarak ilan edilebilir. Ancak bu ülkelerle NATO üyesi bazı devletlerin yoğun ekonomik ve siyasi bağları da düşünüldüğünde (örneğin Türkiye'nin Rusya'ya olan doğalgaz bağımlılığı), bu devletlerden kaynaklanan bir saldırganlık olmadığı sürece, NATO'nun terörizm ve uluslararası göç gibi konularla ilgilenmesinin öncelik olması gerektiği ortadadır.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Bakınız; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/fransada-grev-ve-gosteriler-devam-ediyor/1676608.
[2] Bakınız; https://www.economist.com/europe/2019/11/07/emmanuel-macron-warns-europe-nato-is-becoming-brain-dead.
[3] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-41978775.
[4] Tam madde şu şekildedir; “Madde 4 - Taraflardan herhangi biri, Taraflardan birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü zaman, tüm Taraflar birlikte danışmalarda bulunacaklardır.”. Bakınız; https://m.bianet.org/bianet/siyaset/37017-nato-antlasma-metni.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder