Sayfalar

5 Eylül 2019 Perşembe

Birleşik Krallık Dış Politika Geleneği


Giriş
Birleşik Krallık, eski Büyük Britanya İmparatorluğu’nun gücü ve görkeminden uzak olsa da, halen dünyanın en önemli siyasi ve diplomatik güçlerinden birisi kabul edilmektedir. Bu hususta, Birleşik Krallık’ın mevcut siyasi, ekonomik ve askeri gücü kadar, Birleşik Krallık’ın yumuşak güç unsurlarıyla etkisini halen kısmen sürdürdüğü -“üzerinde güneş batmayan”[1]- Büyük Britanya İmparatorluğu’nun emperyal mirası da önemli rol oynamaktadır. Bu yazıda, Birleşik Krallık dış politika geleneği, Türkçe ve İngilizce kaynaklar doğrultusunda analiz edilmeye çalışılacaktır. İlk olarak, “Emperyal Miras” başlığı altında Birleşik Krallık dış politika geleneğini oluşturan tarihsel bazı değer ve olaylar değerlendirilecektir. Daha sonra, Birleşik Krallık dış politikasına yön veren en önemli unsurlardan biri olan “Ekonomik Yaklaşım” analiz edilecektir. Bir sonraki bölümde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dekolonizasyon döneminde zorunlu bir küçülmeye giden Birleşik Krallık’ın Soğuk Savaş döneminde üstlendiği yeni dış politika anlayışı araştırılacaktır. Sonraki bölümde ise, Soğuk Savaş dönemi sonrasında güncel Birleşik Krallık dış politikasının temel eğilimleri, önemli gündem maddeleri ve sorunları araştırılacaktır. “Sonuç” bölümünde, araştırma sonucunda elde edilen bulgular özetlenecektir.

Emperyal Miras
İngiliz dış politikasına dair en önemli ve popüler sözü, ülkesinde 19. yüzyılda senelerce Dış İşleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapmış olan Whig siyasetçi Lord Palmerston (Henry John Temple)  söylemiştir. Uluslararası İlişkiler teorisinde Realizm (Gerçekçilik) anlayışının en yalın ve güzel ifadeyle anlatımı olan bu söz şu şekildedir: “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır”.[2] Bu durum, İngiliz dış politikasında zaman zaman kaypaklık olarak değerlendirilen bir tür dinamizme işaret ve diplomaside zaman içerisinde koşullara göre değişen/farklılaşan çıkarlara yapılan bir göndermedir. İngiliz dış politikasına dair Kraliçe I. Elizabeth’e atfedilen ünlü ve önemli bir söz de şöyledir: “Harpten çıktığınızda düşmanınız mağlup, dostlarınız yıpranmış olsun”.[3] Bu sözden de anlaşılabileceği üzere, İngiltere ve tüm diğer büyük (emperyal) devletlerin dış politika stratejileri, büyük ölçüde menfaatlere (ulusal çıkarlar) dayalıdır. İngiltere-Osmanlı ilişkileri tarihi, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Örneğin, Erbaş’ın dikkat çektiği bir husus, 19. yüzyılda İngiltere’nin uyguladığı Ortadoğu politikasıdır.[4] Yüzyılın başında Fransa’ya karşı Mısır’da Osmanlı ve Rusya ile beraber hareket eden İngiltere, daha sonra 1827’de Osmanlı’ya karşı Fransa ve Rusya ile birlikte hareket etmiş ve Yunanistan’ın kurulmasına dayanak sağlamıştır. 1853-1856 Kırım Savaşı’na gelindiğinde ise, İngiltere, Rusya’ya karşı Osmanlı ve Fransa ile bir ittifak içerisine girmiştir. Bu çelişkili gibi gözüken politikanın temelinde, kuşkusuz, ulusal çıkarların korunması anlayışı vardır. Bu hedef doğrultusunda İngiltere’nin kullandığı en etkili araç ise, çağın gereklerine uygun olarak, yüksek askeri kapasitesi ve bilhassa da donanmasının gücü (deniz kuvvetleri) olmuştur.

İngiliz emperyalizmini eleştiren bir karikatür

Klasik Birleşik Krallık dış politikasının dayanaklarını Tüysüzoğlu şu şekilde sıralamıştır: İngiltere’nin kıta Avrupası’nın iç sorunlarından uzak kalması, Sanayi Devrimi’ni ilk gerçekleştiren ülke olması, dini problemlerini çözmüş ve Kilise’yi devlet kontrolüne almış olması, denizcilik ve gemicilikte diğer uluslara kıyasla daha ileri gitmesi ve toplum yapısına uygun bir siyasal sistemi erken yıllardan itibaren yerleştirmiş olması.[5] Bu dayanaklar sayesinde, İngiltere, 17. yüzyıldan itibaren dünya siyasetinde etkin bir güç, 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl ortalarına kadar da, “başat güç” konumunda bir ülke olmuştur. Öyle ki, 1815-1914 dönemine, bazı tarihçiler “Pax Britannica” (Britanya Barışı) adını vermektedirler. İngiltere, bu dönemlerde, Fransa’ya benzer şekilde ve Osmanlı’dan farklı olarak, fethettiği topraklardan sadece vergi almakla yetinmiyor ve buraya kendi vatandaşlarını, dilini, dinini, kültürünü ve kurumlarını da taşıyarak yumuşak güç unsurları da yaratıyordu.[6] Bu dönemlerde, İngiltere’nin dış politika anlayışı tamamen Britanya İmparatorluğu’nun çıkarlarını korumak temelinde gelişmiştir. Bu dönemde uygulanan İngiliz ve Fransız emperyalizmi politikalarının arka planında ırkçılık ve misyonerlik motifleri de etkindir. Öyle ki, İngiliz ve Fransız halkları ve devlet seçkinleri, kontrolü altına aldıkları diğer milletleri köleleştirdiklerini düşünmedikleri gibi, onları medenileştirdiklerini düşünüyorlardı. Fransa’da bu politika “mission civilisatrice” (uygarlaştırma görevi) adını alırken, İngilizlerin emperyal politikası için en veciz ifadeyi 1899 yılında ünlü İngiliz gazeteci, şair ve romancı Rudyard Kipling (1865-1936) kullanmıştır: “white man’s burden” (beyaz adamın yükü veya beyaz adamın laneti). Filipin-Amerikan Savaşı (1899-1902) için bu ifadeyi ilk kez aynı adlı şiirinde kullanan Kipling’in ifadesi, daha sonra başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere tüm Batılı emperyalist hareketler için kullanılır olmuştur.[7] İngiliz emperyalizmi, kuşkusuz Doğu toplumlarına bazı kazanımlar sağladığı gibi (örneğin Siyaset Bilimi literatüründe, dünyanın en büyük demokrasisi olan Hindistan’ın demokratik rejimini ayakta tutabilmesinde İngiliz bürokratik geleneğini almış olması örnek gösterilir), Amritsar Katliamı (1919) gibi büyük trajedilere de sebebiyet vermiştir.

Rudyard Kipling

20. yüzyıl başlarında, Milletler Cemiyeti girişimi ile sahip olduğu büyük gücü -Fransa ile birlikte- uluslararası hukuk ve diplomasiyle de desteklemek isteyen İngiltere, bu girişiminde ise başarılı olamamıştır. Bu konuda en büyük etken ise, dünyanın yükselen gücü ABD’nin cemiyetten ayrılması, Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkelerin Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan statükodan memnun olmayarak revizyonist siyasete yönelmeleri ve Milletler Cemiyeti’nin mandater rejimlerin koruyucusu olarak davranması nedeniyle gelişmekte olan ülkelerden de yeterince destek alamamasıdır. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında geçen iki savaş arası dönemde, Birleşik Krallık dış politikası için genelde Başbakan Neville Chamberlain ile özdeşleşen “yatıştırma politikası” (appeasement policy) ifadesi kullanılır. Bu dönemde, Birleşik Krallık, özellikle Nazi Almanyası’nın saldırganlıklarına karşı duyarsız ve tepkisiz davranmış ve statükodan memnun olduğu için, risk almak istememiştir.[8] Ancak Chamberlain’in politikaları başarılı olamamış ve neticede Alman revizyonizmi nedeniyle 1939’da İkinci Dünya Savaşı başlamıştır.

Austen Chamberlain

1924-1929 döneminde Dış İşleri Bakanlığı yapan Muhafazakâr Partili Austen Chamberlain, ki kendisi Başbakan Neville Chamberlain’in üvey ağabeyidir, 1931 tarihli Foreign Affairs dergisi makalesinde, Britanyalı psikolojisinden yola çıkarak, Birleşik Krallık dış politikasının karakterinin, örneğin Fransa ve özellikle Almanya’dan farklı olarak, planlamaya karşı isteksiz ve sorunlar karşısına çıktıkça çözüm yolları arayan pragmatik nitelikte olduğunu vurgu yapmıştır.[9] Chamberlain, ayrıca İngilizlerin mantık yoluyla sonuçlara varmak konusunda da kıta Avrupası halklarından farklı olduğunu vurgulamış ve mantıklı düşünmenin İngiltere’ye 13 koloniyi kaybettirdiğini hatırlatarak, kendilerinin mantıktan çok içgüdülerine göre hareket eden ampirik (empirical) bir halk olduklarını ifade etmiştir.[10] Ayrıca, Chamberlain, İngiliz dış politikasına yön veren 3 önemli coğrafi unsuru; (1) kıta Avrupası’ndan farklı bir ada olmak, (2) kıta Avrupası’na çok yakın olmak ve (3) deniz yolları ve okyanuslar vasıtasıyla bu adanın büyük bir İmparatorluğa dönüşmüş olması şeklinde sıralamıştır.[11]

Bunların yanı sıra, kuşkusuz iç siyaset ve siyasal partiler arasındaki nüanslar da Birleşik Krallık gibi bir demokraside çeşitli farklılıklara yol açmıştır. Bu bağlamda, Tory (Muhafazakârlar), Whig (Liberaller) ve Sol (İşçi Partisi) geleneklerin dış politikadaki anlayışları da kısmen farklılaşmıştır. Bu durum, bilhassa 20. yüzyılda daha belirgin hale gelmiştir. Muhafazakâr yaklaşımda, şüphecilik, dikkat ve devlet çıkarlarının korunması en önemli eğilimlerken, Whig yaklaşımında ulusal çıkarlar dışında bazı uluslararası ilkelere de dış politikada yer verilir.[12] Sonradan gelişen Liberal hareket ise, uluslararası norm ve değerlere çok daha fazla önem vermiştir. İşçi Partisi’nin kurulmasıyla 20. yüzyıl başından itibaren etkili olan Sol siyaset ise, kapitalist ABD ve Batı dünyası ile ilişkilerde zaman zaman bazı konularda daha farklı pozisyon alabilmiştir.

İngiliz dış politikasının dünya genelinde uyguladığı bir diğer politika ise, tüm büyük devletlere benzer şekilde, etnik ve dini azınlıkları kullanarak farklı ülkeler üzerinde siyasal nüfuz elde etme gayretidir. Bu durumdan özellikle Osmanlı İmparatorluğu çok olumsuz etkilenmiş ve İngiltere’nin ve diğer büyük devletlerin Hıristiyan azınlıkları kışkırtması nedeniyle İmparatorluğun yıkılma süreci son derece nahoş olaylara (1915 Olayları) neden olmuştur. İngiltere ve diğer büyük devletlerin bu tip politikalarına, Tarih ve Siyaset Bilimi literatüründe “Böl ve Yönet” politikaları (Divide and Rule) adı verilmektedir. Bu doğrultuda, İngiltere birçok bölgeden dekolonizasyon döneminde çekilmek zorunda kalsa da, çeşitli enstrümanlar ve unsurlar aracılığıyla gücünü devam ettirmiş ve ayrıldığı yerlerde bir daha Britanya İmparatorluğu’nun koloni dönemlerindeki gibi görece barış ve istikrarlı yönetimler kurulamamıştır. Buna en iyi örnek, Hindistan’ın bağımsızlığı sonrasında Pakistan ve Bangladeş’in bağımsızlıklarını kazanmaları ve bugün bile Hindistan-Pakistan ilişkilerinin düzeltilememiş olmasıdır.[13] Keza İngiliz koloni yönetiminden çıkmaları ardından İsrail-Filistin bölgesi ve Kıbrıs’ta da istikrarsızlık devam etmiş ve çatışmalar veya en azından siyasal bölünmüşlük tablosu bugüne kadar devam etmiştir.

Erbaş’a göre, İngiliz dış politikasının diğer önemli stratejik unsurları arasında üniversiteleri aracılığıyla yetiştirdiği Anglofil kimselerin kendi ülkelerinde üst düzey makamlara getirilmesi anlayışı vardır.[14] Ayrıca İngiliz çıkarlarına rakip olan devletlerin zayıf yanlarının tespit edilmesi ve kullanılması gibi siyasetin olumsuz yüzünü yansıtan bazı örnekler de İngiltere tarihinde fazlasıyla görülür. İngiltere, 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında bu tip faaliyetlerini Thomas Edward Lawrence (T.E. Lawrence) ve Gertrude Bell gibi özel yetiştirdiği ajanlar aracılığıyla harikulade bir şekilde gerçekleştirmiştir. Örneğin, hayatı birçok kitap ve filme de konu olan “Arabistanlı Lawrence” (Lawrence of Arabia) lakaplı Thomas Edward Lawrence, “Çöl Kraliçesi” (Queen of the Desert) lakaplı İngiliz ajanı Gertrude Bell ile birlikte Osmanlı’nın dağılma sürecinde İngiliz çıkarları doğrultusunda Arap ve Kürt aşiretleriyle yakın ilişkiler kurmuş ve çok önemli istihbari faaliyetler gerçekleştirmiştir.[15]

Gertrude Bell ve T.E. Lawrence

İstihbarat işlerinin yanında, Osmanlı’daki ilk önemli arkeolojik çalışmalara da katılan bu ikiliden Gertrude Bell daha üst bir konumda ve Lawrence’ın amiri durumundadır. Bell’in Newcastle Üniversitesi’nde bulunan yazışmalarının hepsi henüz kamuoyuna açıklanmasa da, Osmanlı’nın yıkılması yönünde faaliyet gösterdiği ve Irak başta olmak üzere Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’daki birçok ülkenin sınırlarının ve siyasi otoritelerinin belirlenmesinde başrolü oynadığı kesindir.[16] 1962’de hayatı “Lawrence of Arabia” adlı filmle beyazperdeye aktarılan Lawrence’ı dönemin ünlü aktörü Peter O’Toole canlandırırken, 2015 tarihli “Queen of the Desert” filminde Gertrude Bell’i Nicole Kidman canlandırmıştır. Bu gibi istihbarat görevlilerinin yaptıkları, çeşitli romanlarda ve filmlerde romantik ve oryantalist bir anlatım üslubu içerisinde verilmesine karşın, kuşkusuz Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sürecini hızlandırmış ve Ortadoğu’ya İngiliz emperyalizminin girmesine önayak olmuştur.

Thomas Edward Lawrence veya lakabıyla ‘Arabistanlı Lawrence’

İngiliz istihbaratının Osmanlı’ya yönelik en etkili faaliyetlerinden birisi de, diplomat James Bryce ve tarihçi Arnold Toynbee tarafından yazılan ve bir propaganda faaliyeti olduğu kabul edilmesine karşın bugün bile Ermeni tezlerini savunan çevrelerce tarihi bir vesika olarak takdim edilen -daha çok Blue Book yani Mavi Kitap adıyla bilinen- The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire, 1915–1916: Documents Presented to Viscount Grey of Falloden by Viscount Bryce adlı eserdir. Avam Kamarası onayıyla 1916’da Wellington House, yani Savaş Propaganda Bürosu tarafından hazırlanan kitabın ABD’yi savaşa sokmak için hazırlanan bir propaganda eseri olduğu bizzat yazarı Arnold Toynbee ve dönemin Dışişleri Bakanı Austin Chamberlain tarafından kabul edilmesine karşın, bu çalışmada yer verilen Ermeni tezleri ve tanıklıkları, bugün bile Türkiye’nin aleyhine kullanılabilmektedir.[17] Nitekim kısa bir süre önce vefat eden ve Türkiye’yi en iyi bilen İngilizlerden olan ünlü gazeteci-yazar Andrew Mango da, bu çalışmanın bir propaganda eseri olduğunu ve tarihi vesika olarak değerlendirilemeyeceğini söylemiştir.[18]

Mavi Kitap

Dış Politikanın Kilit Unsuru Olarak Ekonomi
İngiliz dış politikasında ticaret her zaman en temel güç kaynağı olmuş ve ticaret yollarının ve kolonilerin stratejik noktaların ele geçirilmesi yoluyla güvence altına alınması en temel dış politika prensiplerinden birisi olagelmiştir.[19] İngiltere’nin dış politikasına yön veren ekonomi politikasının temelinde, denizlere hâkim olmak ve deniz ticaretiyle ekonomisini geliştirmek anlayışı etkili olmuştur. Bu anlayış, ticareti teşvik etmesi ama bir yandan da emperyalizm unsurları taşıması nedeniyle kimilerince “serbest ticaret emperyalizmi” (free trade imperialism) olarak adlandırılmıştır.[20] 17. yüzyıldan itibaren deniz ticaretine ağırlık veren İngiltere, gemi yapımı ve coğrafya bilgisinde yaptığı atılım sayesinde kısa sürede birçok farklı kıtada boy gösterir ve ticaret yaparak zenginleşir hale gelmiştir.[21] Ayrıca Edward Teach “Blackbeard”, Francis Drake, William Kidd, Henry Morgan, Bartholomew Roberts “Black Bart”, James Cook ve John Rackham “Calico Jack” gibi Britanyalı kaptanlar, bu dönemlerde efsaneleşmişler ve birçok yeni coğrafyayı keşfetmişlerdir. Örneğin, bunlar arasında en itibarlısı olan James Cook (1728-1779), Büyük Okyanus’ta gerçekleştirdiği keşif gezileriyle tanınmış ve ticarete olduğu kadar, özellikle Avustralya’dan getirdiği bitki ve hayvan örnekleriyle bilime de ciddi katkılar sağlamıştır.

James Cook

İngilizlerin dış politikada ekonomiyi en önemli parametre haline getirmelerinin ilk örneği, 1600 yılında kurulan özel bir şirket olan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’dir (British East India Company veya East India Company). Şirket, 31 Aralık 1600’de, İngiliz tüccarları tarafından, o dönemde Portekiz ve İspanya’nın tekelinde bulunan Uzakdoğu ve Hindistan baharat ticaretinden pay almak üzere Krallık beratıyla kurulmuş ve zamanla dünyanın en büyük ticaret organizasyonlarından biri ve İngiliz sömürgeciliğinin Asya’daki temsilcisi haline gelmiştir.[22] Azmi Özcan’a göre, şirketin bu temsilciliğini, -hükümetin tekel imtiyazını sona erdirip teşkilâtını dağıttığı 1858 yılına kadar- özellikle Hindistan’daki faaliyetleri, konumu ve etkisiyle adeta özerk bir devlet gibi sürdürdüğü görülmüştür.[23] 1717’de Bâbürlülerden kapitülasyon hakları kazanarak 18. yüzyılda gücünün doruklarına ulaşan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, özel bir şirket olmasına karşın, o dönemlerde İngiltere’nin Hindistan ve hatta Çin politikasına yön verecek kadar büyük bir güce ulaşmıştır.[24] Öyle ki, şirket, muazzam gelirleri ve depolarının yanında, silahlı kara ve deniz güçlerini de yönetiminde bulundurarak[25] adeta “devlet içinde devlet” görünümü arz etmiştir. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya girişinde de aktif rol oynamıştır. Nitekim yarı-konsolos statüsüyle ve mümessil unvanıyla şirket adına Basra’da görev yapan Martin French, Thomas Darrill, Thomas Grendon ve William Shaw gibi kişiler, İngiltere’nin henüz resmi temsilciliğinin olmadığı 18. yüzyıl boyunca (İlk Bağdat Konsolosu Harford Jones-Brydges 1798’de atanmıştır) ülkelerinin Ortadoğu’ya girişinde öncü rol oynamışlardır.[26]

Üzerinde “Auspicio Regis Et Senatus Anglia” (İngiltere Kralı ve Parlamentosunun Otoritesiyle) yazan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (British East India Company) arması[27]

İngiltere’nin denizlere dayalı olarak geliştirdiği serbest ticaret politikası, zamanla merkantilizm modelini ortaya çıkarırken, bu sistemin gelişmesinde en önemli etkenlerden birisi de İngiltere’nin dünyada Sanayi Devrimi veya Endüstri Devrimi’ni ilk gerçekleştiren ve en erken sanayileşen ülke olmasıdır. Bu sayede, İngilizler tarafından üretilen farklı ürünler, dünyanın farklı kıtalarında satılmaya başlanmış ve Britanya İmparatorluğu büyük bir ekonomik güce ulaşmıştır. Öyle ki, 18. yüzyıl sonuna gelindiğinde, İngiltere, dünyadaki toplam sanayi üretiminin dörtte birini ve toplam sınai üretiminin üçte birini tek başına yapar durumdadır.[28] Ekonomik güç, denizlerdeki askeri güç ile birleştiğinde, 19. yüzyılda İngiltere’yi dünya siyasetine egemen olan dominant bir güç haline getirmiş ve Pax Britannica’yı mümkün kılmıştır. Bu dönemde İngiltere’nin siyasetine ticaretin yön verdiğini düşünen Tüysüzoğlu, İmparatorluğun Çin siyasetini ve Çin’le yapılan Afyon Savaşları’nı buna somut bir örnek olarak göstermiştir.[29]

Bu politikaya 20. yüzyıl başlarından bir örnek vermek gerekirse; Akdeniz’de Kıbrıs ve Mısır’da Süveyş Kanalı İngilizlerin stratejik önceliğini oluşturmuştur.[30] İlk olarak 1704’de Cebelitarık’ı ele geçiren İngiltere, 1882’ye gelindiğinde, 178 senede, stratejik hamlelerle (1708’de Minorka, 1800 yılında Malta, 1815 Korfu, 1878’de Kıbrıs, ve nihayetinde 1882’de Mısır’da kontrol sağlanmıştır) Akdeniz’in kontrolünü neredeyse tamamen ele geçirmiştir.[31] İngiltere’nin dış politikasında serbest ticareti savunması, salt ideolojik eğilimlere dayalı değildir. Nitekim 1920’lerde ve 1930’larda korumacı-devletçi ekonomi politikaları öneren Alman ekonomistlerin belirttiği üzere, erken endüstrileşen uluslardan biri olan İngilizler, ticaret sayesinde dünyanın farklı coğrafyalarında ekonomik güç ve ekonomik güce dayalı olarak da siyasi nüfuz elde etmişlerdir. Birleşik Krallık’ın bir ada ülkesi olarak ticaretini uçak taşımacılığının yaygınlaştığı döneme kadar sadece deniz yoluyla yapabilmesi de bu ülkede denizciliğin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.

20. yüzyılda ise, İngiliz dış politikasına yön veren en temel ekonomik yaklaşım enerji kaynaklarının kontrolü bağlamında devam etmiştir. Öyle ki, bir anlamda dönemin büyük gücü İngiltere’nin de onayıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları, ne büyük bir tesadüftür ki (!), Irak’ın zengin petrol kaynaklarının başladığı yerde bitmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemde Irak’ın İngiliz manda yönetimi altına girdiğini ve Türkiye’nin Musul ve Kerkük’teki haklarından vazgeçmek zorunda kaldığını da bu noktada hatırlamak gerekir. Bugün de, kısaca BP olarak bilinen British Petroleum, ki Anglo-Persian Oil Company adıyla kuruluşu 1909’a kadar geriye gitmektedir, dünyanın en büyük enerji şirketlerinden birisi ve İngiliz dış politikasına yön veren etkili bir şirkettir. Günümüzde de, Birleşik Krallık’ın, Arap ülkeleriyle ilişkileri veya genel olarak dış politikasını değerlendirirken, ticari menfaatlerini ön planda tuttuğu gözlemlenmektedir.

1922’de gücünün doruklarındaki Britanya İmparatorluğu

Soğuk Savaş Dönemi
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaştan galip çıkmasına karşın büyük yaralar alan ve büyük bir İmparatorluktan yavaş yavaş geri çekilmeye başlayan Birleşik Krallık’ın dış politikasına damga vuran iki kelime “düşüş” (decline) ve “devamlılık”tır (continuity).[32] Øivind Bratberg, ayrıca bu dönemde Birleşik Krallık dış politikasında pragmatizmin önemine de dikkat çekmiştir.[33] Jan Vaska ise, savaşın ardından Britanya’nın “düşüşteki statükocu bir güç” (status quo defender in decline) haline geldiği yorumunu yapmıştır.[34] İkinci Dünya Savaşı sona ererken, Birleşik Krallık dış politikasının yeni dönemde nasıl oluşacağına dair en önemli sinyali, dönemin Muhafazakâr Başbakanı Winston Churchill “Three Circles” (Üç Halka) konuşmasıyla vermiştir.[35] Bu konuşmada, Churchill, İngiliz dış politikası için üç önemli eğilimden bahsetmiştir. Bunlardan ilki, Britanya İmparatorluğu ve İngiliz Milletler Topluluğu veya İngiliz Uluslar Topluluğu’dur (Commonwealth). O dönemde halen İngiliz kolonisi olan Güney Afrika, Hindistan, Gana ve Nijerya gibi ülkeler bu kapsamda değerlendirilmektedir. İkinci önemli halka, İngilizce konuşan ülkelerdir. Buraya da, başta ABD olmak üzere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi ülkeler dâhildir. Bugün İngilizce artık bir dünya dili kabul edilse de, o dönemde İngilizce konuşan uluslar arasındaki dil/kültür yakınlığı çok daha önemli ve etkili bir siyasi faktör kabul edilmiştir. Üçüncü önemli halka ise, Schuman Planı doğrultusunda Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) gibi girişimlerle oluşmaya başlayan Birleşik Avrupa’dır. Buraya, o dönem için, Batı (Federal) Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg gibi ülkeler dâhildir. Churchill, bu üç temel üzerinden İngiliz dış politikasının yeniden inşa edilmesini önermiş ve bu sayede hem Batı dünyasının, hem de Birleşik Krallık’ın geleceğinin güvence altına alınacağını düşünmüştür. Churchill’in bu üçlü sacayağına dayalı stratejisini değerlendiren Øivind Bratberg, şu kanaate ulaşmıştır: “ABD ile imtiyazlı ilişkiler ve bunun doğal sonucu olarak NATO ile uyumlu siyaset, Avrupa bütünleşmesine yönelik olarak adaya (İngiltere’ye) özgü bir çekince ve eski kolonilere özel önem atfederek sürdürülen küresel etki”.[36] Bu yeni dönemde, askeri gücün (sert güç) önemi de hiç azalmadan devam etmiş ve bu unsurlar daha çok NATO kapsamında değerlendirilse de, Süveyş Krizi (1952) ve Falkland Savaşı (1982) gibi durumlarda ender olarak tek taraflı şekilde de kullanılmıştır.[37]
Winston Churchill’in ‘Üç Halka’ teorisinde yer alan bazı ülkeler[38]

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşik Krallık dış politikası Soğuk Savaş dönemi koşullarına uygun olarak adeta yeniden oluşturulurken, 1946 yılında bir makale kaleme alan İşçi Partili üst düzey siyasetçi Lord Patrick Gordon Walker (1907-1980), şu hususlara dikkat çekmiştir:[39]
  • 1945’te Clement Attlee Başbakanlığında yeni ve Muhafazakâr Parti’nin klasik çizgisinden epey farklı politika önerileri olan bir İşçi Partisi hükümeti kurulsa da, Britanya’nın emperyalist politikaları bazı açılardan devam edecektir. Zira Britanya, doğası gereği halen dünya üzerinde askeri üsleri olan bir deniz gücüdür ve bunu hiçbir hükümet değiştiremez.
  • Britanya, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından güç anlamında ABD ve Rusya’nın gerisinde kalsa ve 19. yüzyıla göre kayıplara uğrasa da, Birleşik Krallık’ın gücünü hafife almamak gerekir. Nazilerin yaptığı bu hata, başka yönetimlere de ders olmalıdır.
  • Britanya artık en güçlü devlet olmasa da, kolonileri sayesinde dünyanın her yanıyla bağlantısı olan tek küresel devlet (world power) durumundadır.[40]
  • Britanya, dünyanın bir yerindeki sorunun başka bölgeleri de farklı şekillerde etkilediğinin farkına vararak, artık barış için pratik çözümler geliştiren (practical peace) bir ülkedir.
  • Britanya’nın barış için pratik çözümler istemesinin bir diğer nedeni de, gelişen nükleer silahlar nedeniyle, coğrafi açıdan küçük bir ülke olarak, atom bombalarına dayalı bir savaşa dayanamayacağının farkında olmasıdır.
  • Britanya dış politikasının 7 önemli ilkesi ise şunlardır: (1) Birleşmiş Milletler’in işlemesinin hararetli bir savunucusu olmak, (2) Demokrasiyi desteklemek, (3) Ulusal özgürlükleri desteklemek, (4) Halkları desteklemek, (5) Dünyaya iyi bir örnek olmaya çalışmak, (6) ABD ve Sovyet Rusya ile iyi ilişkiler kurmak, (7) Açlıkla mücadele etmek ve dolara ihtiyaç duymak.
Patrick Gordon Walker

Patrick Gordon Walker’ın özetlediği bu prensipler, kısa sürede bazı değişimlere uğramak durumunda kalmıştır. Bunlardan en önemlisi, Winston Churchill’in 5 Mart 1946 tarihli “Demir Perde” (Iron Curtain) konuşmasının[41] etkisiyle ve Sovyet Rusya’nın Doğu Avrupa’da kurduğu tek partili yönetimlerin yaptıklarını gördükten sonra, Rusya’ya yönelik bakış açısının hızla değişmesidir. Bu yeni algılama, ABD ile birlikte Birleşik Krallık’ın NATO’yu kurmasında (1949) en önemli faktör olmuştur. Bu durumu değerlendiren İşçi Partili Christopher Mayhew, 1950’de yayınladığı bir makalesinde, bu durumun ABD’nin geliştirdiği Marshall Yardımı ve NATO’nun kurulması gibi politikalardan kaynaklanmadığını ve diyalektik materyalizm yöntemiyle dünyayı algılaması nedeniyle Sovyetlerin komünist olmayan herkesi düşman olarak değerlendirmesinden kaynaklandığını düşünmektedir.[42] Ayrıca şu da belirtilmelidir ki, ABD ile Birleşik Krallık arasındaki “özel ilişkiler” (special relationship), Soğuk Savaş döneminden önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında 1941 Şubat ayında başlayan istihbarat paylaşımı ve Enigma makinesinin kodlarının çözülmesi anlaşmasıyla başlamıştır.[43] Bu dönemde ABD ile Birleşik Krallık arasındaki müttefikliği sağlam hale getiren en önemli unsurlar ise, iki toplumun benzer siyasal değerlere (ifade ve eleştiri özgürlüğü) sahip olmaları ve barışı ve piyasa ekonomisini yayma konusunda uzlaşmalarıdır.[44] Dahası, ABD’nin Birleşik Krallık’a ekonomik desteği de bu dönemde kritik bir faktördür. Hatta öyle ki, savaş sonrasında 1945 yılı Temmuz ayı sonunda kurulan İşçi Partili Clement Attlee hükümeti büyük umutlarla işbaşı yaparken, kısa sürede, ABD desteği olmadan Birleşik Krallık’ın ekonomik olarak düzlüğe çıkamayacağı anlaşılmıştır.[45] İkinci olarak, İngiltere, Soğuk Savaş döneminin zor koşullarında demokrasinin her yerde kolaylıkla uygulanamayacağını fark ettiği için, bu dönemde diplomasisinde sadece demokratik ülkelerle ilişkileri geliştirmek yerine, müttefiklik ilişkilerine daha büyük önem verme anlayışını benimsemiştir. Söz gelimi, Soğuk Savaş döneminde iyi bir Batı müttefiki olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sivil demokratik hayata yönelik müdahaleleri o kadar da büyük eleştiri konusu yapılmamıştır. Üçüncü önemli gelişme, savaş sonrasında dekolonizasyonun hızlanmasıyla İngiltere’nin kolonilerini birer birer kaybetmesi ve Soğuk Savaş döneminde dünyanın adeta iki büyük bloğa (kapitalist birinci dünya, sosyalist ikinci dünya ülkeleri) bölünmesi nedeniyle, Britanya’nın “küresel devlet” özelliğini görece kaybetmesidir. Dördüncü ve çok önemli bir diğer gelişme, yine Soğuk Savaş’ın etkisiyle, İngiltere’nin bu dönemde barış için pratik çözümler geliştirmeye çalışan bir ülke olmaktan çok, iki kutuplu dünya ortamında statükoyu savunan bir güç haline gelmesidir. Buna karşın, bu dönemde de Birleşik Krallık’tan bazı tarihi ve öncü diplomatik hamleler gelmiştir. Örneğin, komünizm tehlikesine karşın, Muhafazakâr Partili Başbakan Harold Macmillan, 3 Şubat 1960’da Güney Afrika parlamentosuna yaptığı “Wind of Change” (Değişim Rüzgârı) konuşmasında apartheid rejimini açıkça eleştirmiştir.[46] Bu konuşma, 1957’de Gana’nın bağımsızlığını kazanması sonrasında, Birleşik Krallık’ın Afrika’da kalan diğer kolonilerine de bağımsızlık izni vereceği şeklinde algılanmış ve tarihin akışı da hakikaten bu yönde olmuştur.[47] Ayrıca Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi gibi statükoyu bozduğu durumlarda, Başbakan Margaret Thatcher’ın Afgan mücahitlerine verdiği destek gibi bazı ileri hamleler de yapılabilmiştir.[48] Beşinci önemli değişim, kısa süre içerisinde Birleşik Krallık’ın da ABD (1945) ve Sovyet Rusya’dan (1949) sonra 3 Ekim 1952’de Batı Avustralya’da “Operation Hurricane” (Kasırga Operasyonu) ile test ettiği atom bombasıyla nükleer güç haline gelmesidir.[49] Dolayısıyla, nükleer güce kavuşan ama bu konudaki kapasitesi ABD ve Rusya ile boy ölçüşmeye yetmeyen Birleşik Krallık, yine de nükleer kulübe dâhil olarak gücünü ve prestijini korumuştur. Altıncı ve son önemli değişim ise, 1956 Süveyş Krizi sonrasında Fransa ve İsrail’le birlikte Mısır’a müdahale kararı alan İngiltere’nin, ABD’den ve uluslararası kamuoyundan gelen baskılar nedeniyle bu müdahaleden vazgeçmek zorunda kalmasıdır.[50] Bu durum, kuşkusuz Büyük Britanya İmparatorluğu’nun İngiltere’ye dönüşümünü; yani emperyal bir geri çekilmeyle (imperial withdrawal), bir imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecini hızlandırmıştır.[51]

Ayrıca Soğuk Savaş döneminde, her ne kadar dış politikanın genel ilkelerinde ulusal bir uzlaşı olsa da, Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi arasındaki ideolojik farklılıklar ve rekabetin dış politikayı etkilediği bazı zamanlar da olmuştur. Örneğin, bir dönem Sağlık Bakanı olarak görev yapan İşçi Partili sosyalist siyasetçi Nye Bevan veya Aneurin Bevan’ın Sovyetler Birliği’ni eleştirmesine karşın bu ülkeye yakın durması ve sempati beslemesi[52] ve İşçi Partisi’nin 1958 yılında Sovyetler Birliği ile ilişkilerde ABD’den bağımsız yeni bir yaklaşım benimseyeceğini ilan etmesi[53], o dönemlerde Muhafazakâr Parti başta olmak üzere çeşitli çevrelerde endişelere neden olmuştur. Soğuk Savaş döneminde zaman zaman paranoyaya dönüşen anti-komünizm ve sol düşmanlığının aslına bakılırsa maddi temelleri de vardır. Zira Cambridge Beşlisi (Cambridge Five) hadisesi[54] ve Kim Philby vakası[55], bu dönemde İngiltere solunda Sovyet Rusya sempatisinin hiç de az olmadığını ve KGB’nin İngiltere’nin devlet kanallarına sızmayı başardığını gösteren somut olaylardır. Buna karşın, Birleşik Krallık, Soğuk Savaş dönemi korkularını ABD’deki McCarthycilik düzeyine ulaşmadan atlatmayı başarmıştır.

Kim Philby

1980’lere gelindiğinde, Birleşik Krallık dış politikasını analiz eden dönemin Dış İşleri Bakanı Muhafazakâr Partili Francis Pym (1922-2008), ülkesinin dış politikasının, nesnel gerçeklikler içerisinde, halkın ne istediği ve ne bedel ödemeyi göze aldığı denkleminde belirlendiğini ifade ediyordu.[56] Pym, ayrıca dış politikanın iki temel dayanağını Transatlantik İttifakı ve Avrupa Topluluğu olarak açıklıyordu.[57] Bu bağlamda, Pym, Birleşik Krallık’ın bir süpergüç olmasa da halen bir küresel güç olduğu görüşünü seslendiriyor ve BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri olmalarının tarihsel gelişmelere de uygun olduğunu savunuyordu. 1970-1974 döneminde ülkesinde Başbakanlık yapan Muhafazakâr Parti lideri Edward Heath ise, 1969 tarihli bir yazısında, Soğuk Savaş döneminde ülkesinin uyguladığı dış politikayı Uluslararası İlişkiler disiplinindeki iki büyük akımdan (Realizm vs. İdealizm) Realizm’e uygun buluyordu.[58]

Bu konuyu 2013 yılındaki eserlerinde değerlendiren Mark Bevir, Oliver Daddow ve Ian Hall’a göre ise, Soğuk Savaş’ın ilk safhasından günümüze kadar Birleşik Krallık dış politikasına dair iki büyük değişim yaşanmıştır.[59] Bunlardan ilki, dekolonizasyon döneminde İngiliz Yabancılar ve Milletler Topluluğu Ofisi'nin (British Foreign and Commonwealth Office-FCO) etkisini giderek kaybetmesidir. İkincisi ise, 1973 yılındaki Avrupa Birliği (AB) üyeliğinin ve giderek artan küreselleşmenin etkisiyle, devlet dışı aktörlerin de (şirketler ve bilhassa çok-uluslu şirketler, sivil toplum kuruluşları, uluslararası ve küresel kuruluşlar vs.) dış politika yapım sürecine dâhil olması ve bu sürecin daha karmaşık bir hale gelmesidir. Bunların dışında, 1962 yılında eski ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson’ın ifade ettiği unutulmaz sözle, bu yeni dönemde, Birleşik Krallık, “Bir imparatorluğu kaybetmiş ve yeni bir rol arayan bir ülke” (Britain had lost an empire and had not found a role) konumunda olmuştur.[60] Ancak emperyal mirasının doğal bir sonucu ve İngiltere’nin başta İngilizce’den kaynaklanan muazzam yumuşak gücü nedeniyle, Dış İşleri Bakanı (1989-1995) Douglas Hurd’ün veciz ifadesiyle, İngiltere, bu dönemde de “gücünün üzerinde yumruk atmayı” (punching above her weight in the world); yani dünya siyasetinde ABD ve SSCB gibi iki devin ardından fazlasıyla etkili olmayı başarmıştır.[61]

Douglas Hurd

Soğuk Savaş döneminde İngiliz dış politikası açısından en önemli mesele ise, Sovyetler Birliği ile girişilen ideolojik ve siyasi mücadele olmuştur. İngiltere ve dünyada halen bile çok popüler olan ve Ian Fleming’in roman serisinden uyarlanan James Bond filmlerinden de anlaşılabileceği üzere, Birleşik Krallık, bu dönemde, kendisini, -ABD ile birlikte- Batılı değerlerin (insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın-yayın özgürlükleri, mülkiyet hakkının kutsallığı) ve demokrasinin koruyucusu olarak görmüş ve Sovyetler Birliği ve onun kontrolündeki uluslararası komünist hareketi toplumsal eşitliği sağlamaya yönelik iyi niyetli bir girişimden ziyade, insanları köleleştiren bir Rus İmparatorluğu kurma girişimi olarak algılamıştır. Öyle ki, ekonomide sosyalist bazı uygulamaları savunan İşçi Partisi’nden Christopher Mayhew bile, Sovyet Rusya’nın “komünist emperyalizm” (communist imperialism) uyguladığını yazmıştır.[62] Bu dönemde İngiltere’nin Batı sistemindeki rolü için “pivot” (merkez ülke) tabiri sıklıkla kullanılmıştır.[63] Bunun sebebi, Birleşik Krallık’ın askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve istihbari gücüyle ABD ile birlikte Batı dünyası için en önemli ekseni oluşturmasıdır. William Wallace’a göre ise, Birleşik Krallık Soğuk Savaş döneminde iki konuda sivrilmiştir: savunma ve diplomasi.[64]

Günümüzde İngiliz Dış Politikası
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, kuşkusuz, Britanya dış politikası da önemli bir değişim-dönüşüm sürecine girdi. Artık eski dönemde temel düşman ve İngiltere ve ABD’nin adeta anti-tezi durumundaki Sovyetler Birliği ve uluslararası komünist hareket yoktu. 1992’de bu durumu değerlendiren William Wallace, yeni konjonktürde; ABD ile 1940’larda önce Nazi Almanyası’na, sonra da Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan ittifakın varoluş sebebini kaybettiği, iki Almanya’nın birleşmesiyle Almanya’nın bir kez daha Avrupa’nın en büyük gücü haline geldiği, Balkanlar ve Baltıklar gibi bölgelerde kartların yeniden dağıtıldığı ve NATO’nun güney kanadının (southern flank) yine Akdeniz eksenli olduğu gibi önemli noktalara vurgu yapmıştır.[65] Bu durum, Birleşik Krallık’ın Maastricht Antlaşması ve Avrupa Birliği üyeliğine verdiği önemin de artmasına yol açmıştır.

2000’lerde Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması gibi bir gündem yokken, birçokları, Birleşik Krallık dış politikasının artık neredeyse tamamen Avrupalılaştığından söz ediyordu. Örneğin, Paul Williams, bu trendin 3 noktada somutlaştığını iddia ediyordu: 1-) Britanya dış politikasının ideolojik ve siyasi bağlamı, 2-) Dış politika yapma mekaniği, 3-) Dış politikanın güncel içeriği (gündemi).[66] İlk başlığa bakıldığında; tüm Batı demokrasilerinde, bu dönemlerde dış politikanın ideolojik ve siyasi bağlamının liberal demokrasi ilkelerine göre şekillendirildiği görülmektedir. Öyle ki, sağ ve sol partiler arasında bile (Tony Blair döneminden itibaren) büyük ölçüde benzer anlayışlar oluşmuş ve serbest piyasa ekonomisi temelinde tarihi bir uzlaşı yaşanmıştır. Bu durum, demokrasi ve insan haklarını korumak temelinde siyasal alanda ve neredeyse tüm Avrupa ülkeleri arasında da yaşanmıştır. Örneğin, Tony Blair, 11 Eylül saldırıları sonrasında ülkesini “iyilik için çalışan bir güç” (a force for good) olarak tanımlamıştır.[67] Yine Blair’in “Birleşik Krallık, AB ile ABD arasında bir seçim yapmaya zorlanmamalıdır; bu ikisi arasında bir köprü vazifesi görmelidir.” sözüyle somutlaşan yaklaşımı, Batılı değerlerin korunması noktasında ABD ile AB arasında da bir uyum olduğunu inancına dayanıyordu.[68] İkinci konuya gelindiğinde; Avrupa Birliği’nin Ortak Güvenlik ve Dış Politikası’nın (CFSP) yapılma aşamasına geçilmesiyle birlikte, Birleşik Krallık’ta da dış politika yapma mekaniği (sistemi) benzer bir hâl almıştır. Soğuk Savaş döneminde ulusal çıkarlar doğrultusunda daha bağımsız hareket etmek mümkünken, 2000’lerde AB’nin derinleşmesiyle, bu, çok daha zor hale gelmiştir. Üçüncü olarak da, dış politikanın içeriği konusunda da 1990’lardan 2015’e kadar Birleşik Krallık’ta bir Avrupalılaşma süreci yaşanmıştır. Avrupa Birliği’nin genişlemesi ve derinleşmesi, ortak dış politika konularının artmasına neden olmuştur. Buna karşın, Birleşik Krallık’ın gerek AB ortak birimi avroya katılmaması, gerekse de Schengen bölgesine dâhil olmaması, daha Brexit tartışmalarının olmadığı o dönemde bile farklılıklarının olduğunu ve görece özerkliğini koruduğunu ispatlamaktadır. Ayrıca Brexit sonrasında, kuşkusuz, Birleşik Krallık dış politikası ve ekonomi politikasında AB gündeminden farklı eğilimler yeniden ortaya çıkabilecektir.

2010 yılına gelindiğinde, Christopher Hill, Birleşik Krallık’ın İkinci Dünya Savaşı sonrasında tam 65 yıl boyunca gücünün üzerinde yumruk atmayı sürdürdüğünü; ancak 2003 yılında Tony Blair hükümetinin Irak Savaşı’na katılma kararı alması, 2008 ekonomik krizi ve ABD, Türkiye ve Yunanistan dışında tüm NATO üyelerinde daha fazla askeri harcamalar yapmaları (bütçenin yüzde 6’sı) nedeniyle, artık dış politikada bir küçülmeye gitmesi gerektiğini yazmıştır.[69] Ancak tamamen Avrupalılaştığı düşünülen Birleşik Krallık dış politikası, zamanla iç siyasal gelişmelerin de etkisiyle, yeniden Commontwealth geleneği ve ABD ile özel ilişkileri hatırlamaya başlamıştır. Brexit sürecinin tamamlanması durumunda, bu durumun daha da derinleşebileceği düşünülebilir. Ayrıca Birleşik Krallık’ın müdahaleci geleneği de zaman zaman halen bile depreşebilmektedir. Örneğin, Rusya’nın o dönemde tepkisiz kalmasının da etkisiyle, Başbakan David Cameron önderliğinde, Birleşik Krallık, Fransa ile birlikte kısa süreli bir Libya aktivizmi[70] yaşamış ve bu ülkede Muammer Kaddafi’nin devrilmesi sürecinde aktif bir politika takip etmiştir. Hatta Arap Baharı sürecinde Birleşik Krallık’ın Suriye’ye askeri müdahalesi de gündeme gelmiş; ancak Başbakan Cameron, Suriye konusunda Avam Kamarası’ndan istediği desteği alamamıştır.[71] Buna karşın, sonuncusu 2018 yılında olmak üzere[72], İngiltere, Suriye’deki rejime ait olan stratejik tesisleri, özellikle sivillere kimyasal silahla yapılan saldırılar sonrasında -ABD ve Fransa ile birlikte- birkaç defa vurmuştur. Ayrıca İngiltere’nin Kıbrıs’taki hava üssüne konuşlandırdığı F-35 savaş uçakları da son dönemde Suriye ve Irak üzerinde zaman zaman uçuşlar gerçekleştirmektedir.[73]

Günümüzde Birleşik Krallık dış politikasının gücünü değerlendiren Jawad Iqbal, “middling power” (orta boyutta güç) ifadesini yerinde bulmaktadır.[74] Birleşik Krallık’ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri olduğu, halen dünyanın en gelişmiş 5. ekonomisi olmayı sürdürdüğü[75] (ancak 2020’de Hindistan’ın Birleşik Krallık’ı geçerek 6. olabileceği öngörülmektedir[76]), NATO ittifakı içerisinde ABD başta olmak üzere çok güçlü müttefiklerinin olduğu ve ABD ile özel ilişkilerinin (special relationship) bulunduğu da düşünülürse, bu, fazlasıyla mütevazı bir değerlendirmedir. Zira Douglas Hurd’ün yıllar önce ifade ettiği şekilde, İngiltere, halen bile “gücünün üzerinde yumruk atmayı” sürdürmektedir. Birleşik Krallık dış politikasının güncel dayanaklarına bakıldığında; Birleşmiş Milletler, G7 ve NATO üyelikleri en önemli uluslararası örgüt üyelikleri olarak öne çıkarken, resmi dili İngilizce olan ABD, Avustralya, Birleşik Krallık, Kanada ve Yeni Zelanda’dan oluşan ve üye ülkeler arasında istihbarat paylaşımını amaçlayan “Five Eyes-FVEY” (Beş Göz) grubu ve İngiliz Milletler Topluluğu da (Commonwealth) üye olunan diğer önemli platformlardır.[77]

Five Eyes

Günümüzde, Birleşik Krallık dış politikasında üç temel eğilimden söz edilebilir. Bunlar; Atlantikçilik-Transatlantikçilik (ABD ile kurulan özel ilişkiler temelinde bir dış politika), Avrupacılık (AB üyeliğinin devamını ve daha fazla Avrupa entegrasyonunu savunan anlayış) ve Commonwealthçilik (ulusal çıkarlar temelinde Birleşik Krallık’ın bir dünya gücü olarak dış politikasını özgürce şekillendirmesi) şeklinde sıralanabilir.[78] 1970’lerden 2015’e kadar Birleşik Krallık dış politikasında Avrupacılık istikrarlı bir şekilde güçlenirken, Margaret Thatcher döneminde, Avrupacılık akımının etkisi -Atlantikçiliği yansıtan ABD ile geliştirilen yakın ilişkiler ve Commonwealth’i sahiplenen ve Falkland Savaşı ile sembolleşen bazı cüretkâr hamleler nedeniyle- daha az hissedilmiştir. Buna karşın, Tony Blair döneminde, Avrupacılık, Britanya dış politikasında en güçlü akım haline gelmeye başlamıştır. ABD ile birlikte girişilen Irak Savaşı’nın yarattığı hüsran ve tepkiler de bu dönemde Avrupacılık akımının güçlenmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak ilginç bir şekilde, Avrupacılık giderek daha da derinleşecek diye beklenirken, 2010’lu yıllardan itibaren, özellikle Muhafazakâr Parti içerisinde başlayan ve Nigel Farage gibi popülist politikacıların etkisiyle daha da güçlenen AB şüpheciliği, zamanla adadaki ana akım haline gelmiş ve Brexit referandumu sonrasında önce David Cameron ve Theresa May, sonra da Boris Johnson hükümetleri döneminde, Avrupacılık, yerini yavaş yavaş Atlantikçilik ve Commontwealthçiliğe bırakmaya başlamıştır.

Sonuç
Sonuç olarak, dünyanın halen en önemli eksen ülkelerinden biri olan Birleşik Krallık, tarihi itibariyle köklü bir dış politika geleneğine sahiptir. Bu dış politika, büyük ölçüde 17.-18.-19. yüzyıllar ve 20. yüzyıl başlarında uygulanan emperyal politikalar temelinde oluşmuştur. Bu emperyal politikalar, Britanya İmparatorluğu’nun ekonomik ve siyasi nüfuzunu yaymayı amaçlar niteliktedir. Bu politikalarda ekonomik menfaatlerin büyük rol oynadığı ve bir ada devleti olan Britanya’nın özellikle deniz ticareti temelinde geliştiği görülmektedir. Ayrıca bu politikaların en büyük dayanak noktasını sert güç (askeri güç) oluşturmuş, zamanla yumuşak güç unsurları da bu politikaları destekler biçimde kullanılmıştır. Özü itibariyle Realizm ekolüne yakın olan bu politikanın etkileri, yani Britanya’nın emperyal mirası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan emperyal geri çekilmeye karşın, günümüzde bile kısmen hissedilebilmektedir. Ancak genel tabloya bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batı bloğunun liderliğini ABD’nin üstlenmesiyle birlikte, Birleşik Krallık ikincil bir aktör durumuna geçmiş ve bu ülkenin dış politikasında Atlantikçilik ve Avrupacılık gibi eğilimler giderek ivme kazanmıştır. 2010’larda ise, beklenmedik bir şekilde Avrupacılık etkisini kaybetmeye başlamış ve yeniden Atlantikçilik ve emperyal geleneği yansıtan Commonwealth anlayışı ön plana çıkmıştır. Brexit sürecinin belirsizliği nedeniyle zor bir dönemden geçen Birleşik Krallık’ın ilerleyen süreçte nasıl bir dış politikaya yöneleceğini, kuşkusuz Birleşik Krallık halkları ve bu ülkenin devlet seçkinleri ve kurumları belirleyecektir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA


[1] Orijinal İngilizce ifade şöyledir: “The empire on which the sun never sets”.
[2] Orijinal İngilizce ifade şöyledir: “Therefore, I say that it is a narrow policy to suppose that this country or that is to be marked out as the eternal ally or the perpetual enemy of England. We have no eternal allies, and we have no perpetual enemies. Our interests are eternal and perpetual, and those interests it is our duty to follow.” Bakınız; https://www.goodreads.com/quotes/2114693-therefore-i-say-that-it-is-a-narrow-policy-to.
[3] Fatih Erbaş (2018), “Stratejik aklın izinde: İngiliz diplomasisi”, AA, Erişim Tarihi: 09.07.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/stratejik-aklin-izinde-ingiliz-diplomasisi/1144591.
[4] A.g.e.
[5] Göktürk Tüysüzoğlu (2011), “İkinci Dünya Savaşı Sonrası İngiliz Dış Politikası: İmparatorluk Yaşıyor Mu?”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 26, Eylül-Ekim 2011, s. 2.
[6] A.g.e., s. 3.
[7] Şiirin bir bölümünün Türkçe çevirisi şöyledir: “Sırtlan beyaz adamın yükünü, Dök ortaya en iyi mahsulünü, Gönder oğullarını sürgüne, Efendilerinin istediği hizmete, Yüklen beyaz adamın yükünü, Vahşidir barışın savaşları, Doldur tıka basa açlığın ağzını, Ve emret hastalığa durmasını, Sen hedefine en yakın olduğunda, Sona erer ötekilerin arayışı, Tembelden ve budala kafirden gözünü ayırma, Düşürür senin bütün umutlarını suya.” Şiirin orijinal İngilizcesi buradan okunabilir; Kipling Society, “The White Man’s Burden”, Erişim Tarihi: 05.09.2019, Erişim Adresi: http://www.kiplingsociety.co.uk/poems_burden.htm.
[8] Merve Özkan Borsa (2016), “İki Dünya Savaşı Arası Dönemde İngiliz Dış Politikasının Analizi”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 54, Mart 2016, s. 98.
[9] Austen Chamberlain (1931), “The Permanent Bases of British Foreign Policy”, Foreign Affairs, 1931 Temmuz, Erişim Tarihi: 09.07.2019, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/united-kingdom/1931-07-01/permanent-bases-british-foreign-policy.
[10] A.g.e.
[11] A.g.e.
[12] Mark Bevir & Oliver Daddow & Ian Hall (2013), “Introduction: Interpreting British Foreign Policy”, British Journal of Politics and International Relations, s. 5.
[13] Shashi Tharoor (2017), “The Partition: The British game of 'divide and rule'”, AlJazeera, Erişim Tarihi: 04.09.2019, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2017/08/partition-british-game-divide-rule-170808101655163.html.
[14] Fatih Erbaş (2018), “Stratejik aklın izinde: İngiliz diplomasisi”, AA, Erişim Tarihi: 09.07.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/stratejik-aklin-izinde-ingiliz-diplomasisi/1144591.
[15] Yılmaz Özdil (2013), “Arabistanlı Lawrence”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/arabistanli-lawrence-25376685.
[16] Murat Bardakçı (2016), “Cerablus  ‘kraliçe’si: Gertrude Bell”, Habertürk, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: https://www.haberturk.com/gundem/haber/1291959-cerablus-kralicesi-gertrude-bell.
[17] Hürriyet (2005), “Mavi Kitap’a karşı uluslararası atak”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/mavi-kitap-a-karsi-uluslararasi-atak-302306.
[18] Ayça Abakan (2005), “Mavi Kitap'la gündeme gelen tartışmalar”, BBC, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2005/03/050310_blue_book_interviews.shtml.
[19] Yavuz Yener (2013), “İngiliz Dış Politikasının Ortadoğu İkilemi”, Newtimes.az, Erişim Tarihi: 09.07.2019, Erişim Adresi: http://newtimes.az/tr/politics/2113.
[20] Øivind Bratberg (2005), Grand nations, grand ideas? Guiding principles in the foreign policy of Britain and France, s. 25.
[21] Göktürk Tüysüzoğlu (2011), “İkinci Dünya Savaşı Sonrası İngiliz Dış Politikası: İmparatorluk Yaşıyor Mu?”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 26, Eylül-Ekim 2011, s. 2.
[22] Azmi Özcan (2000), “İngiliz Doğu Hindistan Şirketi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 22, ss. 294-295.
[23] A.g.e.
[24] Britannica.com, “East India Company”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/topic/East-India-Company.
[25] Nurcan Özkaplan Yurdakul (2019), İngiltere Ortadoğu’ya Nasıl Girdi?, s. 79.
[26] A.g.e., s. 80.
[27] Romantic Politics, “British East India Company”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: http://web.utk.edu/~gerard/romanticpolitics/britisheastindia.html.
[28] Ali Emre İşlek (2017), “İngiltere’nin Sanayi Devrimi ve Sonrası Dış Ticareti ve Bu Ticaretin Büyümesine Etkisi ile İlgili Bir Araştırma”, T.C. İstanbul Ticaret Üniversitesi Dış Ticaret Enstitüsü Tartışma Metinleri, WPS NO/ 127 / 2017-12, ss. 7-8.
[29] Göktürk Tüysüzoğlu (2011), “İkinci Dünya Savaşı Sonrası İngiliz Dış Politikası: İmparatorluk Yaşıyor Mu?”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 26, Eylül-Ekim 2011, s. 3.
[30] Yavuz Yener (2013), “İngiliz Dış Politikasının Ortadoğu İkilemi”, Newtimes.az, Erişim Tarihi: 09.07.2019, Erişim Adresi: http://newtimes.az/tr/politics/2113.
[31] Fatih Erbaş (2018), “Stratejik aklın izinde: İngiliz diplomasisi”, AA, Erişim Tarihi: 09.07.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/stratejik-aklin-izinde-ingiliz-diplomasisi/1144591.
[32] Øivind Bratberg (2005), Grand nations, grand ideas? Guiding principles in the foreign policy of Britain and France, s. 19.
[33] A.g.e.
[34] Jan Vaska (2009), “Between Tradition and Modernity? Britain’s Foreign Policy in the Second Half of the 1960s”, Studia Territorialia, Cilt 9, No: 4, s. 120.
[35] “Churchill’s Three Circles”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: https://web-archives.univ-pau.fr/english/special/SRdoc1.pdf.
[36] Øivind Bratberg (2005), Grand nations, grand ideas? Guiding principles in the foreign policy of Britain and France, s. 23.
[37] A.g.e., s. 24.
[38] “Churchill and British Euroscepticism”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: http://eu-referendum.blogspot.com/p/churchill-and-british-euroscepticism.html.
[39] P.C. Gordon Walker (1946), “British Foreign Policy”, The Antioch Review, Cilt 6, No: 2 (Yaz 1946), ss. 198-207.
[40] Bu hususu 1964 yılında Başbakan Harold Wilson şöyle ifade etmiştir: “Biz bir dünya gücüyüz veya hiçbirşeyiz” (We are a world power and a world influence, or we are nothing). Bakınız; Anne Perkins (2016), “Labour needs to rethink Harold Wilson’s legacy. It still matters”, The Guardian, Erişim Tarihi: 04.09.2019, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/commentisfree/2016/mar/10/labour-harold-wilson-legacy-100-years.
[41] “Churchill’s Iron Curtain Speech - 1946 | Today In History | 5 Mar 17”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=X2FM3_h33Tg.
[42] Christopher Mayhew (1950), “British Foreign Policy Since 1945”, International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Cilt 26, No: 4, Ekim 1950, ss. 478-479.
[43] Bu konuda bir belgesel için bakınız; “The History of Secret Intelligence Service (MI6)”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=sOWyjdKoMqQ. Birleşik Krallık istihbarat teşkilatı MI6’in üst düzey yöneticisi John Scarlett da bu görüşü desteklemektedir.
[44] Michael Wright (1945), “British Foreign Policy in Europe”, The Annals of the American Academy of Political and Social Science, Cilt 240, Our Muddled World, Temmuz 1945, s. 73.
[45] Llewellyn Woodward (1968), “British Foreign Policy in Retrospect”, International Journal, Cilt 23, No: 4, Sonbahar 1968, ss. 516-517.
[46] “PM Harold Macmillan - Wind of Change Speech at the Cape Town Parliament - 3 February 1960”, Erişim Tarihi: 04.09.2019, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=c07MiYfpOMw.
[47] Jan Vaska (2009), “Between Tradition and Modernity? Britain’s Foreign Policy in the Second Half of the 1960s”, Studia Territorialia, Cilt 9, No: 4, s. 128.
[48] Martin Beckford (2010), “National Archives: Britain agreed secret deal to back Mujahideen”, The Telegraph, Erişim Tarihi: 04.09.2019, Erişim Adresi: https://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/asia/afghanistan/8215187/National-Archives-Britain-agreed-secret-deal-to-back-Mujahideen.html.
[49] BBC, “How did Britain get involved in the nuclear arms race?”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/timelines/z33fycw.
[50] William Wallace (1992), “British Foreign Policy after the Cold War”, International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Cilt 68, No: 3, Temmuz 1992, s. 423.
[51] A.g.e., s. 424.
[52] Nye Davies (2017), “‘At last it has happened’: Bevan, the Russian Revolution and the Soviet Union”, Cardiff University - Thinking Wales – Meddwl Cymru, Erişim Tarihi: 04.09.2019, Erişim Adresi: https://blogs.cardiff.ac.uk/thinking-wales/2017/10/31/at-last-it-has-happened-bevan-the-russian-revolution-and-the-soviet-union/.
[53] M.A. Fitzsimons (1959), “The Continuity of British Foreign Policy”, The Review of Politics, Cilt 21, No: 1, Ocak 1959, s. 300.
[54] Cambridge Üniversitesi’nde okurken KGB ile bağlantı kurdukları için “Cambridge Beşlisi” olarak adlandırılan bu kişiler şunlardır: Kim Philby, Donald Duart Maclean, Guy Burgess, Anthony Blunt ve John Cairncross. Bakınız; BBC, “The Cambridge Spies”, Erişim Tarihi: 04.09.2019, Erişim Adresi: http://www.bbc.co.uk/history/historic_figures/spies_cambridge.shtml.
[55] Cambridge Beşlisi mensubu Kim Philby (1912-1988), sonraki dönemde Guy Burgess aracılığıyla İngiliz istihbarat servisi MI6’e girmiş ve teşkilatın üst kademelerine kadar yükselmiş ve Sovyet Rusya’ya düzenli bilgi akışı sağlamıştır. 1950’lerde üzerindeki şüpheler yoğunlaşan Philby, 1955’te teşkilattan atılmış ve bir süre gazetecilik yaptıktan sonra 1963’te Sovyetler Birliği’ne iltica etmiştir. Philby, anılarını My Silent War (1968) adlı eserle kitaplaştırmıştır. Bakınız; Britannica.com, “Kim Philby”, Erişim Tarihi: 04.09.2019, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/biography/Kim-Philby.
[56] Francis Pym (1983), “British Foreign Policy: Constraints and Opportunities”, International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Cilt 59, No: 1, Kış 1982-1983, s. 2.
[57] A.g.e.
[58] Edward Heath (1969), “Realism in British Foreign Policy”, Foreign Affairs, Cilt 48, No: 1, Ekim 1969, s. 50.
[59] Mark Bevir & Oliver Daddow & Ian Hall (2013), “Introduction: Interpreting British Foreign Policy”, British Journal of Politics and International Relations, s. 1.
[60] Jawad Iqbal (2015), “Does the UK remain a world power?”, BBC, Erişim Tarihi: 02.09.2019, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/news/uk-32317703.
[61] A.g.e.
[62] Christopher Mayhew (1950), “British Foreign Policy Since 1945”, International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Cilt 26, No: 4, Ekim 1950, s. 482.
[63] William Wallace (1992), “British Foreign Policy after the Cold War”, International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Cilt 68, No: 3, Temmuz 1992, s. 424.
[64] A.g.e., s. 430.
[65] A.g.e., ss. 424-425.
[66] Paul Williams (2002), “The Europeanization of British Foreign Policy and the Crisis in Zimbabwe”, Draft paper for Workshop at the London School of Economics, 5 Haziran 2002, s. 1.
[67] Nigel Morris (2002), “Britain to act as 'force for good', says Blair”, The Independent, Erişim Tarihi: 02.09.2019, Erişim Adresi: https://www.independent.co.uk/news/world/asia/britain-to-act-as-force-for-good-says-blair-9131269.html.
[68] Paul Williams (2002), “The Europeanization of British Foreign Policy and the Crisis in Zimbabwe”, Draft paper for Workshop at the London School of Economics, 5 Haziran 2002, s. 4.
[69] Christopher Hill (2010), “British Foreign Policy Priorities: Though Choices”, The World Today, Cilt 66, No: 4, Nisan 2010, ss. 12-13.
[70] Bu konuda Fransa ve İngiltere beraber hareket etmiş ve Muammer Kaddafi rejiminin devrilmesinde öncü rol oynamışlardır. Bakınız; http://www.hurriyet.com.tr/gundem/tum-dunya-libyaya-operasyonu-konusuyor-17322769.
[71] Bakınız; https://www.trthaber.com/haber/dunya/operasyona-izin-cikmadi-99105.html.
[72] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-43763637.
[73] Bakınız; https://www.haberturk.com/ingiliz-f-35-leri-irak-ve-suriye-de-havalandi-2498310.
[74] Jawad Iqbal (2015), “Does the UK remain a world power?”, BBC, Erişim Tarihi: 02.09.2019, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/news/uk-32317703.
[75] The World Bank, “GDP (current US$)”, Erişim Tarihi: 03.09.2019, Erişim Adresi: https://data.worldbank.org/indicator/ny.gdp.mktp.cd?most_recent_value_desc=true.
[76] Focus Economics, “The World's Top 10 Largest Economies”, Erişim Tarihi: 02.09.2019, Erişim Adresi: https://www.focus-economics.com/blog/the-largest-economies-in-the-world.
[77] John Bew & Gabriel Elefteriu (2016), “Making Sense of British Foreign Policy After Brexit: Some Early Thoughts”, Britain in the World Project, Temmuz 2016, s. 3.
[78] Mark Bevir & Oliver Daddow & Ian Hall (2013), “Introduction: Interpreting British Foreign Policy”, British Journal of Politics and International Relations, s. 6.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder