Sayfalar

26 Ekim 2018 Cuma

Profesör Matthew Goodwin’den Chatham House’da Popülizm Sunumu


Profesör Matthew Goodwin, 1981 doğumlu genç bir İngiliz akademisyendir.[1] Goodwin, Kent Üniversitesi’nde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde ders vermektedir. National Populism: The Revolt Against Liberal Democracy adlı kitabı yeni yayımlanan[2] Profesör Goodwin, geçtiğimiz günler saygın İngiliz düşünce kuruluşu Chatham House’da “National Populism” (Milli/Ulusal Popülizm) temalı bir konuşma yapmıştır. Bu yazıda, bu konuşmadan önemli bölümler özetlenecektir.


Konuşma kaydı

Profesör Goodwin, konuşmasına, Avrupa’nın oldukça karışık bir dönemde olduğunu söyleyerek başlamakta ve İsveç’te 2018 yılı Eylül ayında yapılan genel seçimin sonuçlarını ekrana yansıtarak, Avrupa siyasetindeki olumsuz gidişata dikkat çekmektedir. İsveç’te aşırı sağcı popülist İsveç Demokratları Partisi’nin -Jimmie Åkesson liderliğinde- tarihinin en yüksek oy seviyesine ulaştığını ve tarihsel olarak bu ülkede çok güçlü konumda olan SAP-İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin tarihinin en düşük oyunu aldığını kaydeden İngiliz konuşmacı, bu ülkede ana akım partilerin oy kaybetmelerinin dışında küçük partilerin de kayda değer oy oranlarına ulaşarak siyasal sistemi sarstıklarını anlatmaktadır. Avrupa ve genel olarak Batı dünyasındaki milli/ulusal popülizm dalgasının İsveç’le sınırlı kalmadığını söyleyen İngiliz akademisyen, bu noktada Fransa’dan Marine Le Pen, Avusturya’dan Heinz-Christian Strache, ABD’den Donald Trump ve Steve Bannon, Macaristan’dan Viktor Orbán ve İtalya’dan Matteo Salvini örneklerini vermektedir. Goodwin, bu isimlere ek olarak, Hollanda’dan Geert Wilders ve Birleşik Krallık’tan Nigel Farage gibi popülist politikacıların siyasetteki başarılarına dikkat çekerek, Hollanda ve İsveç gibi liberal toplumlar ve Birleşik Krallık gibi oturmuş bir demokraside bile popülizmin son dönemde çok başarılı olmaya başladığına vurgu yapmaktadır. Goodwin, İkinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan olumsuz hatıralar ve tarihsel sorumluluklar nedeniyle sağcı popülizminin yeniden yükselmesinin hiç beklenmediği Almanya’da bile son dönemde AfD (Almanya İçin Alternatif) partisinin ciddi bir siyasal aktör haline geldiğini sözlerine eklemektedir. Avrupa siyasetinde değişimlerin çok hızlı gerçekleşebildiğini de belirten Goodwin, yaklaşık bir yıl önce The Economist dergisi kapağında Avrupa’nın yeni düzenini temsil edeceği belirtilerek övülen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un şimdilerde yalnızca yüzde 24-25 oranında kamuoyu desteğine sahip olduğunu ve Time dergisince “Avrupa’nın yeni yüzü” olarak lanse edilen Lega Nord (Kuzey Ligi) lideri İtalya Başbakan Yardımcısı ve İç İşleri Bakanı -aşırı sağ görüşlü- Matteo Salvini’nin ülkesinde yüzde 60 seviyelerinde kamuoyu desteğine sahip olduğunu iddia etmektedir.

Bu bağlamda özellikle sosyal demokrasinin Avrupa ülkelerinde taban kaybetmesi trendini açıklayan konuşmacı (Goodwin, İsveç’teki duruma ek olarak, Almanya’da köklü bir sosyal demokrat parti olan SPD’nin de 1933’ten beri en düşük oyunu aldığını ve Fransa, Çek Cumhuriyeti ve Avusturya’da da sosyalist ve sosyal demokratların düşüşe geçtiğini söylemektedir), sosyal demokratların artık bir iktidar mücadelesinden ziyade hayatta kalma mücadelesi verdiklerini iddia etmektedir. Solun zayıfladığı ve aşırı sağın güçlendiği bu trendin sona mı erdiğini, yoksa daha yeni mi başladığını zamanın göstereceğini de söyleyen Goodwin, bazı sosyal bilimcilerin bu durumu nesil farkı teorisiyle açıkladıklarını anımsatmaktadır. Bu görüşe göre; yıllar içerisinde güçten düşen “öfkeli ve yaşlı beyaz kuşak” yerine yüksek eğitimli, hoşgörülü ve liberal demokrat yeni bir nesil geldikçe, Avrupa ülkelerindeki aşırı sağ trendi de duracak ve hatta hızla çöküşe geçecektir. Goodwin, bu duruma örnek olarak, ekonomist bir arkadaşının hesaplarına göre Birleşik Krallık’ta Brexit oylamasında “hayır” oyu kullanan kişilerden ölenlerin/ölecek olanların sayısı çıkarıldığında, “evet” oylarının 2022 yılı civarında daha fazla duruma geçeceğini anlatmaktadır. Ancak Goodwin, Avrupa ülkelerinde aşırı sağ hareketlere oy veren seçmen kitlesinin profilleri incelendiğinde, bu durumun bu kadar basit olmadığını ortaya çıktığını açıklamaktadır. Zira istatistiklere göre, ABD ve Avrupa ülkelerinde aşırı sağ parti ve liderlere oy veren seçmen grupları kümesinde orta yaş ve genç seçmenler de -azımsanmayacak oranda- bulunmaktadır. Özellikle Marine Le Pen’in yakaladığı yüksek oy oranları konusunda genç kadınların ona verdiği desteğe dikkat çeken Matthew Goodwin, ABD’deki Donald Trump örneğinde de beyaz gençlerin yüzde 41 düzeyinde Trump’a destek vermelerinin bu argümanı (öfkeli ve yaşlı beyaz kuşak) çürüttüğünü söylemektedir. Goodwin, ayrıca bilimsel çalışmalarla da ispatlanan şekilde, insanların yaşlandıkça daha muhafazakâr olmaya başladıkları görüşünü savunmaktadır. Goodwin, ABD’de Hillary Clinton’ın 2016 yılındaki Başkanlık seçimini Donald Trump’a kaybetmesi ve Birleşik Krallık’taki Brexit referandumundan AB’den ayrılma kararı çıkmasının da orta ve uzun vadeli değişimlerin (ABD seçimi örneğinde Demokratların beyaz oylarının azalması ve Brexit örneğinde AB kuşkuculuğunun Birleşik Krallık’ta istikrarlı bir şekilde yükselmesi) sonucu olduğunu anlatmaktadır.

İngiliz konuşmacı, bu noktada yükselen popülist dalgayla alakalı iki temel argümanı açıklamaktadır. Bunlardan birincisi, yükselen aşırı sağ/milliyetçi dalgayı sistemden memnun olmayan kesimlerin uzun süredir biriktirdikleri hoşnutsuzların doğal bir sonucu olarak açıklayan yaklaşımdır. İkincisi ise, toplumlarının hızlı değişimleri karşısında rahatsızlık hisseden sosyal grupların birbirleriyle kurdukları ittifaklar nedeniyle, popülist dalganın daha uzun süre devam edebilme ve siyasal sistemde sağlam bir yer edinebilme potansiyelidir. Bu bağlamda, Matthew Goodwin, “4d” adını verdiği popülizm dalgasına ivme kazandıran nedenleri sıralamaktadır. Bunlar şöyle açıklanabilir:
  • Distrust (Güvensizlik): Elit adı verilen siyasal seçkinlerin demokrasi ve toplumların aşırıcı eğilimlerine karşı duydukları güvensizliği iyi kullanan popülistler, toplum adına konuşarak ve bu şekilde hareket ederek, seçkincilik karşıtlığı üzerinden taban bulmaktadırlar.
  • Destruction (Tahribat): Toplumların etnik yapısının yoğun göç nedeniyle değişmesi sayesinde ortaya çıkan tahribat ve buna yönelik tepkiler. Bu noktada konuşmacı şunu da hatırlatmaktadır ki, neredeyse tüm AB üyesi ülkelerde en temel iki siyasal sorun göç ve terörizm olarak algılanmaktadır. Dahası, göç karşıtlığıyla birlikte İslamofobi de Avrupa’da yükselen bir siyasal trend haline gelmiştir.
  • Deprivation (Yoksunluk): Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların çoğunluğu, kendileri ve kendilerine yakın kişilerin sistemde göreceli yoksun ve yoksul bırakıldıklarını ve gelecekte durumlarının daha da kötü olabileceğini düşünmektedir. Bu, daha çok bir algı konusu olmakla birlikte, konuşmacının belirttiği üzere, elde edilen istatistikler de Avrupa’da çalışan kesimlerin ve özellikle işçilerin 1980’lerden günümüzde göreceli olarak yoksullaştıklarını ispatlamaktadır.
  • Dealignment (Merkezi partilere verilen desteği seçmenler tarafından geri çekilmesi): Avrupa ülkelerinde merkezi partilere duyulan sadakat giderek azalmaktadır. Hatta ABD’deki bağımsız temsilcilerin sayısı da son dönemde rekor düzeye ulaşmıştır. Bu bağlamda, konuşmacı, Avrupa’da yeni siyasal partiler ve aktörlerin ortaya çıktığı istikrarsız bir döneme girilmiş olabileceğini düşünmektedir. Ayrıca sağ popülist partiler Avrupa’da her yerde seçimi kazanamasalar da, sağ siyaset ajandalarını (göçmen karşıtlığı vs.) merkez ve hatta sol siyasete bile sokmayı başarmaktadırlar.
Konuşmasının son bölümünde, Matthew Goodwin, sağ popülist dalganın AB’nin varlığı ve geleceği açısından hakikaten de bir risk teşkil ettiğini söylemekte, ancak şaşırtıcı bir şekilde Brexit sonrasında Avrupa halklarınca AB’ye verilen desteğin arttığını belirtmektedir. Goodwin’in konuşması oldukça ilginç ve önemlidir. Hakikaten de, sağ popülizmin son yıllardaki hızlı yükselişi şaşılacak seviyelere ulaşmıştır. Bu noktada kanımca en temel etken ise, sosyalizmin prestij kaybıyla birlikte sistemden memnun olmayan yaygın kitlelerin tepkilerini artık sol değil, sağ siyaset üzerinden göstermeye başlamalarıdır. Rusya’nın ve hatta Donald Trump döneminde ABD’nin de AB’yi parçalamak ya da zayıflatmak adına aşırı sağ gruplara destek verdikleri düşünülürse, bence AB’yi kurtaracak olan formül, sol (sosyal demokrat), liberal ve merkez sağ (Hıristiyan Demokrat) olarak tanımlanabilecek 3 ana akım siyaset paradigmalarının yeniden güçlü bir şekilde oluşturulmasıdır (restore). Bu şekilde sisteme meydan okuyan ve iyi yönde değişim vadeden siyasal akımların seçmen nezdinde itibar kazanması halinde, sağ popülist dalga hızla birkaç yıl içerisinde kolaylıkla sönebilecektir. Ayrıca AB’nin yeniden bir çekim merkezi haline gelebilmesi de bu noktada çok önemli bir husustur. Bunun için de, AB’nin geleceği için heyecan yaratan proje ve vizyonlar oluşturulmalı ve krizlere ulusal değil, federatif çözümler geliştirilmelidir. Aksi takdirde, tarihte ilk kez bir üyesi (Birleşik Krallık) Birlik’ten ayrılan AB, yakın bir gelecekte Avrupalı halklar tarafından tüm sorunların kaynağı olarak algılanmaya başlayabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Matthew_Goodwin.
[2] Bakınız; https://www.amazon.co.uk/National-Populism-Against-Liberal-Democracy/dp/0241312000.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder