Giriş
Türkiye-Fransa ilişkileri hakkında son dönemde yazılan önemli eserlerden
birisi de, Prof. Dr. Haydar Çakmak editörlüğünde birçok yazarın katılımıyla
hazırlanan ve 2017 yılında Efil Yayınevi tarafından yayımlanan Geçmişten Günümüze Türk-Fransız İlişkileri adlı kitaptır[1]. Kitapta,
tarihsel süreç içerisinde Türkiye (Osmanlı)-Fransa ilişkilerinin gelişimine dair
önemli bilgiler içeren farklı kitap-içi bölümlere (makalelere) yer verilmiştir.
Bu yazıda, kitapta yer alan ve Türk-Fransız ilişkileri literatüründe önemli bir
boşluğu dolduran iki makale özetlenecektir.
Geçmişten Günümüze Türk-Fransız İlişkileri
Erjada
Progonati’den “1946-1989 Soğuk Savaş dönemi Türk-Fransız İlişkileri”
Kitapta yer alan en özgün ve dikkat çekici çalışmalardan birisi, Hitit
Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi olan Arnavut
akademisyen Yrd. Doç. Dr. Erjada Progonati’nin[2] “1946-1989
Soğuk Savaş dönemi Türk-Fransız İlişkileri” adlı makalesidir. Progonati, bu
çalışmasında, genelde ihmal edilen bir konu olan Soğuk Savaş dönemi (1946-1989) Türk-Fransız
ilişkilerini incelemiştir.
Bilindiği üzere, Türkiye, 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne, 1952 yılında
ise NATO’ya üye olmuş ve Batı bloğunun önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu
yıllarda, ilk Cumhuriyet döneminde Türkiye’deki kurucu siyasal elitin sıcak
baktığı ve hatta öykündüğü Fransız kültürünün yerini Amerikan etkisi almaya başlamıştır.
Ayrıca Türkiye, bu dönemde 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık
anlaşması imzalamış ve AET’ye tam üyelik yolunda da önemli bir adım atmıştır.
Bu dönemin Batı dünyasındaki hâkim paradigması, Türkiye başta olmak üzere tüm Batı
dünyasına yönelik öncelikli bir tehdit arz eden Sovyetler Birliği’ne karşı bir
güvenlik ittifakının oluşturulmasıydı. Ancak bu dönemde, Türkiye-Fransa
ilişkileri ilginç bir şekilde çeşitli gerilimlere de sahne olmuştur. Bunun ilk
sebebi, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları eksikliklerinin Avrupalı
ülkelerce zaman zaman vurgulanmasıdır. Buna karşın, Soğuk Savaş koşulları
nedeniyle Avrupalı ülkelerin Ankara’ya yönelik eleştirileri tali düzeyde etkili
olmuştur. İkinci önemli mesele ise Ermeni Sorunu olmuştur. Fransa’da çok etkili
bir diyaspora grubu olan Ermeniler, Türkiye ile tarihsel husumetleri nedeniyle Fransa
ile Türkiye arasındaki ilişkilere de olumsuz etkide bulunmuşlardır. Üçüncü
önemli mesele ise, iki ülkenin bazı uluslararası sorunlar karşısında farklı
tutumlar göstermeleridir. Ancak bu meseleler dışında, iki ülke, özellikle Orta
Doğu coğrafyasında genelde paralel tutumlar göstermişlerdir. Nitekim Fransa,
günümüze kıyasla Türkiye’nin NATO üyeliği ve Orta Doğu’daki Batı’ya faydalı
rolüne daha fazla vurgu yapmıştır. Yine de, yazara göre, Soğuk Savaş dönemi, Türk-Fransız
ilişkileri açısından kırılgan bir döneme işaret eder. Yazar, çalışmasında Soğuk
Savaş dönemini üç zaman dilimine (1945-1960, 1960-1980, 1980-1989) ayırmış ve
Türk-Fransız ilişkilerini bu üç farklı kategoride değerlendirmiştir.
1945-1960 dönemi, Türk-Fransız ilişkileri açısından aslına bakılırsa oldukça
iyi bir dönemdir. Bu dönemde temel jeopolitik değişim unsurları; Fransa’nın
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Sovyetler Birliği’nin gölgesinde kalması ve buna yönelik bazı karşı hamleler yapmaya başlaması, Türkiye’nin de Sovyet
tehdidi karşısında Batı bloğu için önemli bir ülke haline gelmesidir. Nitekim
1945 Potsdam Konferansı’nda Boğazlar rejiminin değiştirilmesi konusunda ABD,
İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin bazı girişimlerde bulunmasının ertesinde,
Fransız hükümeti 7 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetlere bir nota vermiş ve bu
girişimin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu ve ancak uluslararası bir konferansta görüşülebileceğini bildirmiştir. Fransa’nın bu tavrı
ulusal çıkarları doğrultusunda şekillense de, Türkiye tarafından da faydalı
görülmüş ve desteklenmiştir. Nitekim Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ABD ile
Sovyet Rusya arasında adeta bir hakem gibi bir tür denge politikası sürdürmeye
çalışan Fransa, ABD’nin Marshall Planı ile Avrupa ülkelerine kapsamlı yardımlar
yapmaya başlaması ve Sovyetlerin de Avrupa’yı tehdit eden tutumu karşısında
ilerleyen yıllarda NATO’nun kurucu üyelerinden biri olmuş ve Batı bloğuna dâhil
olmuştur. Türkiye de, jeopolitik konumu nedeniyle kısa sürede NATO’nun güney
kanadı açısından kritik bir ülke haline gelmiş ve birkaç yıl içerisinde bu
örgüte üye yapılmıştır. Bugün bile, Türkiye, NATO’nun en büyük ikinci askeri
gücü olarak Batı dünyası açısından vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Ayrıca 1948
tarihli Avrupa Ekonomik İşbirliği Sözleşmesi (OECE) de Paris ile Ankara’nın bu
dönemde buluştuğu bir diğer uluslararası platform olmuştur. Bu örgütün yerine
1960 yılında kurulan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) vasıtasıyla
bu ortaklık sürdürülmüş ve Fransa, Türkiye’ye yönelik tavırlarında genel olarak
yapıcı bir üslup benimsemiştir. Bu dönemde daha çok Cezayir meselesine
odaklanan Fransa, Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı çıkmamış ve AET başvurusuna da
destek vermiştir. Buna karşılık olarak, Türkiye de, Birleşmiş Milletler’de 1958
ve 1959 yıllarında Cezayir’in bağımsızlığının tanınmasına yönelik oturumlarda çekimser
oy kullanmıştır. Dolayısıyla, bu yıllarda Türkiye için Fransa ile müttefikliğin
bozulmaması, Müslüman Cezayir halkının bağımsızlığına destek verilmesinden bile
daha önemli olarak görülmüştür. Ancak Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün
16 Eylül 1959 tarihinde Cezayir’e kendi kaderini tayin (self-determinasyon)
hakkı vereceğini açıklamasıyla bu sorun bizzat Fransa tarafından çözülmüş ve
Türkiye, İslam dünyasında ve özellikle Cezayir’de BM nezdindeki tavrı nedeniyle
tepki görmeye başlamıştır.
Valéry Giscard d’Estaing
1960-1980 dönemi, Türk-Fransız ilişkileri
açısından kısmen olumsuz bir devirdir. Bu dönemde, başta Türkiye’nin AET üyeliğine destek
veren Fransa, ekonomik gerekçelerle olumsuz bir tavır takınmaya başlamıştır. Buna
karşın, 1965 yılında Paris ile Ankara arasında işgücü anlaşması imzalanmıştır.
Bu dönemde Fransa’daki yabancılar arasında Türkler 4. büyük grubu
oluşturmaktadır ve Türkiye’nin etkisi de yadsınamayacak düzeydedir. Lakin
Fransa’ya göç eden Türklerin düşük eğitimli, fakir ve kent yaşamına uygun
olmayan yapıları nedeniyle, bu yıllarda Fransa’daki Türk algısı olumsuz yönde şekillenmiştir.
Dini ve kültürel farklılıkların birlikte yaşamayla birlikte ortaya çıkması da
Fransa’daki Türklerin durumu açısından olumsuz bir etken olmuştur. Ancak 1970
yılındaki ELCO (Enseignement de la Langue
et Culture d’Origine) anlaşmasıyla, Paris, Türk çocuklara yönelik anadilde
eğitim hakkını kabul etmiştir. Ayrıca Fransa’nın Yunanistan’a yakın tavrı da
Türkiye ile ilişkilerini bu ara dönemde olumsuz etkilemiştir. Özellikle
Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing, bu dönemde Yunan yanlısı (Prohelenik)
bir siyasetçi olarak algılanmıştır. Nitekim sonraki Fransa Cumhurbaşkanı
François Mitterrand da Yunanistan’ı çok sık ziyaret etmiştir. Bunun yanında,
1981 yılında yaşanan Fransız Sosyalist Partisi (PS) ve PASOK’un çifte zaferi,
Atina ile Paris arasındaki dayanışmayı daha da güçlendirmiştir. Bunun neticesinde,
Türkiye ile Yunanistan arasında gerilim yaratan Kıbrıs Sorunu ve Ege Sorunu
gibi konular, Türk-Fransız ilişkilerini de gölgelemiştir. Özellikle Türkiye’nin
1974 yılındaki ikinci Kıbrıs müdahalesine Paris açıkça karşı çıkmış ve bu olayı
kınamıştır. Ancak Fransa, Türkiye’nin Kıbrıs’taki ilk müdahalesine destek
vermiş ve Ankara’nın uluslararası hukuktan doğan garantör hakkını kullanmasına
itiraz etmemiştir. Bu dönemde Fransa’nın
Türk-Yunan meselesindeki tavrı, Birleşmiş Milletler (BM) kararları çerçevesinde
oluşmuştur. Ayrıca bu dönemde 1915 Olayları ve Ermeni Meselesi de yeniden
konuşulur olmuş ve Türklere yönelik bakışı olumsuz şekilde etkilemiştir. Fakat
bunlara rağmen, Orta Doğu ve NATO politikaları konusunda iki ülkenin ilişkileri
iyi düzeyde devam etmiştir. Hatta 1970’lerinin sonunda Afganistan ve İran’da
yaşananlar nedeniyle, Türkiye’nin Batı bloğu açısından önemi daha da artmıştır.
1973 petrol krizi de bu dönemin en önemli gelişmelerindendir. OPEC krizi,
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini sarsmış ve Türkiye’yi Arap (İslam) dünyasına
yönlendirmiştir. Bu dönemde ilginç bir şekilde Fransa da ABD ile her konuda
uyumlu davranmamış ve Washington’ın tavsiyelerinin aksine Körfez ülkeleriyle
ilişkilerini geliştirmeye gayret etmiştir. Dolayısıyla, 1970’lerde her iki ülke
de Arap dünyasına yönelmeye başlamışlar ve birçok konuda ortak tepkiler
göstermeye devam etmişlerdir. 1967 Altı Gün Savaşı’na verilen ortak tepkilerin
yanında, Fransa’nın İsrail’e silah ambargosu uygulaması da Paris’in hem Ankara,
hem de İslam dünyasıyla ilişkilerini olumlu yönde etkilemiş ve her iki ülke de
BM’nin 242 nolu kararı çerçevesinde 1967 sınırları dâhilinde Filistin Sorunu
konusunda iki devletli çözüm önerisini desteklemişlerdir. 1979 yılında Türkiye
Yaser Arafat’ı kabul eden ilk NATO üyesi ülke olurken, Fransa da FKÖ’yü Filistin
halkının tek temsilcisi olarak tanıyarak Ankara ile benzer tepkiler vermeye
devam etmiştir. Bu uyumlu çizgilerine karşın, iki ülke, ilişkilerini bir
işbirliği anlaşmasıyla taçlandırmamışlar ve diğer konulardaki siyasi
anlaşmazlıklar nedeniyle müttefikliklerini somutlaştıramamışlardır.
Étienne Manac'h
1980-1989 döneninde ise, Ermeni terör örgütü ASALA’nın faaliyetleri
nedeniyle başlarda Paris ile Ankara'nın ilişkileri ciddi anlamda gerilmiştir. Türk
diplomatlara suikast düzenleyen ASALA ile Fransız devletinin aktif
mücadele içerisine girmemesi nedeniyle Türkiye’nin Fransa’ya bakışı bir ara
ciddi anlamda bozulmuştur. Fransa, günümüzde de Ermeni Soykırımı’nı tanıyan ve
Türkiye’yi bu konuda suçlu gören bir devlettir. Fransa’da buna benzer bir
yaklaşım Kürt Sorunu konusunda da vardır. Nitekim Paris, Ermeniler ve Kürtleri “Türkler
tarafından ezilen milletler” olarak görmektedir. 1980’lerde Paris Kürt
Enstitüsü’nün açılması ve Kürt asıllı yönetmen Yılmaz Güney’e “Yol” filmiyle Cannes Film Festivali'nde Altın
Palmiye ödülü verilmesi, Fransa’nın Kürt duyarlılığını göstermiş ve hatta bu
duyarlılığı daha da arttırmıştır. Günümüzde de Ermeni ve Kürt meseleleri, iki
ülkenin tamamen müttefik olmalarına engel teşkil etmektedir. Fransa’nın bu
konudaki tavrında salt insan hakları bilinci ve duygusal sebepler değil, büyük
devletlerde hep var olan çıkar odaklı yaklaşım da etkilidir. Ancak bu durumun
Fransa ile ticarete zarar vermeye ve Fransız şirketlerini olumsuz etkilemeye
başlaması, her dönemde Türkiye’nin bir noktada durumu toparlamasını
sağlamıştır. Nitekim 1980’lerde ilişkiler kötü yönde gelişmeye başlayınca,
Cumhurbaşkanı François Mitterrand özel temsilcisi Étienne Manac’h’ı Türkiye’ye
göndermiş ve Ermeni konusunu Ankara ile müzakere etmesini istemiştir. Manac’h,
gençliğinde Fransız Komünist Partisi üyesi olmuş ve Sovyetlere yakınlığı
nedeniyle dikkat ve zaman zaman da tepki çeken bir isimdir. Buna karşın, deneyimli
ve başarılı bir diplomat olan Manac’h, tıkanıklıkları kısa sürede çözmüş ve
1984’ten itibaren Türk-Fransız ilişkileri yeniden yükselişe geçmiştir. Bu
nedenle, ikili ilişkiler açısından 1984 yılı önemli bir dönüm noktasıdır. Ayrıca
bu dönemde de Andreas Papandreu ile François Mitterrand ikilisiyle sembolleşen
Fransız-Yunan müttefikliği, Türk-Fransız ilişkilerini negatif anlamda
etkilemiştir. Türkiye’nin 1999 yılında dönemin Dış İşleri Bakanları İsmail
Cem-Yorgo Papandreu ikilisi sayesinde düzelen ilişkilerine kadar, Türk-Yunan
ilişkileri, Türk-Fransız ilişkilerinde de sorun yaratan bir unsur olmuştur. Ancak
bu tarihten itibaren de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olarak Fransa’ya
rakip olacağı korkusuyla, özellikle Fransız sağında Türkiye karşıtı tavırlar
devam etmiştir. Solda ve merkez siyasette Ankara’ya bakış daha olumlu olmakla
birlikte, Türkiye’nin demokratik rejim, insan hakları ve basın özgürlüğü gibi
konularda tepki çeken uygulamaları her daim Fransa’da eleştiri konusu olmaya
devam etmektedir.
Sonuç olarak, Türk-Fransız ilişkileri her zaman belli bir düzeyde
korunmasına karşın, sorun yaratan unsurlar da hiçbir zaman tam anlamıyla
giderilememiştir.
Kürşad Turan’dan “1991-2017 Türk-Fransız İlişkileri”
Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Kürşad
Turan[3], “1991-2017
Türk-Fransız İlişkileri” başlıklı makalesinde, belirtilen süre zarfında Türkiye
ile Fransa arasındaki ikili ilişkileri yorumlamaya çalışmıştır.
1991-2016 döneminde Fransa’da 4 Cumhurbaşkanı ve 11 Başbakan, Türkiye’de
de yine 11 Başbakan görev yapmıştır. Zaman zaman dalgalanmalar yaşanmasına
karşın, ilişkiler yine belli düzeyde korunmuş ve hatta bazı konularda
gelişmeler bile kaydedilmiştir. Ancak Nicolas Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı olduğu
2007-2012 dönemi istisnai derecede olumsuz bir devirdir. Fakat bu dönemde bile
Fransız devletinin resmi Türkiye politikasında çok büyük bir değişimden söz
edemeyiz. Dolayısıyla, Turan’a göre, Sarkozy döneminde yapılan icraatlardan daha
çok, benimsenen üslup Ankara ile Paris’in arasını bozmuştur. Nitekim Türk akademisyene göre, uzun vadede
bakılınca Türkiye-Fransa ilişkileri istikrarlı bir diplomatik seyir
izlemektedir. Bu istikrar, anlaşmazlık konularının devamlılığı bağlamında bile
sabittir. Ekonomik ve kültürel ilişkiler Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri
belli bir seviyenin altına düşmemiş, hatta genelde gelişim seyri göstermiştir.
Siyasal alanda ise, Türkiye’nin AB üyelik süreci ve 1915 Ermeni Olayları (Sözde
Ermeni Soykırımı) gibi konular son yıllarda sürekli kriz çıkaran konular
olmuştur. Jacques Chirac ve François Hollande gibi bazı Fransız
Cumhurbaşkanları Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak yaklaşırken, Giscard d’Estaing ve
Sarkozy gibi diğer bazı Fransız Cumhurbaşkanları ise buna katiyetle karşı
çıkmışlardır.
Recep Tayyip Erdoğan-Jacques Chirac
Sarkozy öncesi döneme bakıldığında; François Mitterrand (1981-1995) ve
Jacques Chirac (1995-2007) devirleri karşımıza çıkmaktadır. Bu iki lideri
Türk-Fransız ilişkileri açısından ayıran en önemli unsur, Kürt Sorunu’na
bakışlarıdır. Bu konuda Mitterrand, karısı Danielle Mitterrand’ın da etkisiyle
çok duyarlı bir Devlet Başkanıyken, Chirac da bir o kadar pragmatik bir kişi olmuştur.
Ayrıca Kürşad Turan’a göre, Sarkozy öncesinde iki ülkenin ABD ile ilişkileri de
şaşırtıcı biçimde benzer eğilimler göstermektedir. Örneğin, Türkiye’de 1991 Körfez Savaşı öncesinde yaşanan gerilimli dönem Genelkurmay Başkanı Necip
Torumtay, Dış İşleri Bakanı Ali Bozer ve Milli Savunma Bakanı Safa Giray’ın
istifasına neden olurken, Fransa’da da bu süreç Savunma Bakanı Jean-Pierre
Chevènement’un istifasıyla sonuçlanmıştır. Bunların dışında, Chirac döneminde
Fransa’nın Arap-İslam dünyasına açılımı somutlaşmış ve Paris’in İsrail’e
yönelik eleştirel üslubu artmıştır. Olivier Guitta, Paris’in bu şekilde hem
kendi Müslümanlarıyla ilişkilerini iyi seviyede tutmayı başardığını, hem de
Orta Doğu siyasetinde etkin bir ülke haline gelmeyi başardığını yazmıştır. Dolayısıyla,
Fransa’nın Orta Doğu’daki aktif politikaları Sarkozy ile başlamamıştır. Ayrıca Güney
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve bölünmüş adanın tamamını
temsil eder şekilde 2004 yılında AB’ye üye yapılması, Chirac döneminden itibaren ikili
ilişkilerde var olan Kıbrıs Sorunu'nu daha önemli bir konu haline getirmiştir. Ancak Chirac döneminde ikili
ekonomik ilişkiler istikrarlı bir gelişim göstermiş ve ticaret hacmi 5 kat
artarak, 10 milyar avro (euro) düzeyine ulaşmıştır. Chirac sonrasındaki Sarkozy’nin
Cumhurbaşkanlığında ise, iki ülke arasındaki ticaret hacmi azalmıştır.
Nicolas Sarkozy dönemi, Türk-Fransız ilişkileri açısından hem ekonomik, hem de siyasal açıdan sorunlar yaratmıştır. Bu noktada, Türk akademisyene göre iç politik faktörler de etkili olmuştur. Kürşad Turan’a göre, Sarkozy, kendisini bir önceki sağ lider Chirac’tan farklılaştırmak ve yükselen aşırı sağ dalgayı kendi kontrolüne alabilmek için, Türkiye konusunda daha sert bir pozisyon almış ve daha katı bir üslup benimsemiştir. İkinci olarak, bu dönemde her iki ülke de, zaman zaman kesişen etki alanlarında, ulusal çıkarlarını sağlama almak ve genişletmek için atak ve etkin politikalar geliştirmişlerdir. Ancak bu dönemde ekonomik ilişkilerin kısmen de olsa bozulması, her iki ülkede de olumsuz etkiler bırakmıştır. Bu dönemde NATO’nun askeri kanadına geri dönen Fransa, Françafrique ve Akdeniz Birliği gibi projelerle ulusal çıkarlarını derinleştirmeye gayret ederken, Türkiye de, kimilerince “Yeni Osmanlıcılık” adı verilen yaklaşım doğrultusunda, çok boyutlu ve bölgesinde iddialı bir dış politika yürütmeye çabalamıştır. Dolayısıyla, Sarkozy döneminde Fransa açısından “Fransız istisnası” ve “tek yanlılık” prensipleri yeniden öne çıkarılırken, Türkiye açısından da kendi kültürel kimliğini sahiplenme ve bölgesinde başat güç olma güdüsü “Osmanlı mirası” ve “Siyasal İslam” vurguları şeklinde tezahür etmiştir. Sarkozy’nin NATO’nun askeri kanadına geri dönüş kararı, kendi ülkesinde Lionel Jospin, Laurent Fabius, Alain Juppé ve Dominique de Villepin gibi bazı isimlerden eleştiriler alırken, bu karar sonrasında Fransa’nın Libya operasyonu gibi NATO hamlelerine liderlik fırsatı yakaladığı görülmüştür. Ayrıca bu karar, ABD tarafından da hararetle desteklenmiştir. Türkiye ise, Sarkozy’nin hamlelerine şüpheyle yaklaşmış; özellikle Akdeniz Birliği vasıtasıyla AB üyeliği yolunun kapatılacağından endişe etmeye başlamıştır. Bu dönemde Fransa, Tunus’taki gelişmeleri de doğru değerlendirememiş ve Türkiye’nin aksine Zeynel Abidin Bin Ali rejimine destek vermeye çalışarak zor duruma düşmüştür. Ancak Bin Ali’nin ülkesinden ayrılması sonrasında, Fransa, Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi’ne hemen destek açıklamış ve konumunu yeniden sağlama almıştır. Türkiye ise, bu süreçte en baştan halk hareketlerine sıcak yaklaşması sayesinde, bir dönem “model ülke” ve demokrasiye ulaşmak isteyen Arap-İslam dünyasındaki halkların en olumlu yaklaştığı devlet olmuştur. Türkiye’de iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Ennahda hareketi arasındaki yakın ilişkiler de bu süreçte Türkiye’yi İslam coğrafyasında son derece güçlü kılmıştır. Sarkozy sonrasında Fransa da, François Hollande’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde, Arap dünyasındaki devrimci halk hareketlerine başta koşulsuz destek vermiş ve demokratik dönüşümleri desteklemiş; ancak -ABD’ye benzer şekilde- Mısır ve Suriye’deki olumsuz gelişmeler nedeniyle daha sonra daha dengeli bir üsluba yönelmiştir. Fransa’nın Sarkozy döneminde Arap Baharı sürecinde isteksiz davranmasının bir diğer sebebi de, Tunus’taki Bin Ali ve Libya’daki Muammer Kaddafi yönetimleriyle çok yakın ekonomik ilişkilerinin olmasıdır. Fakat Türkiye de aslında bu süreçte biraz yalpalamış; örneğin, o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Libya konusunda çelişkili açıklamalar yapmak durumunda kalmıştır. Sarkozy dönemi, genel olarak Türk-Fransız ilişkileri açısından karşılıklı olumsuz bir üslup, bozulan ekonomik ve siyasi ilişkiler ve güçlenen rekabet algısı olarak özetlenebilir.
Sarkozy sonrasında başa geçen François Hollande dönemi ise, ikili
ilişkilerde diplomatik dilin ağırlığının öne çıktığı ve Sarkozy’den kalan
olumsuz mirasın kısmen düzeltildiği bir devirdir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı
Hollande, Türkiye’ye yönelik bazı açılım ve jestlerde bulunmuştur. Hollande’ın
Türkiye ziyareti de olumlu geçmiş; lakin birçok konuda temel sorunlar
çözülememiştir. Buna karşın, ekonomik ilişkilerin yeniden canlandırılması son
derece faydalı olmuştur. Çalışmada, makalenin yazıldığı süreçte halen devam eden Hollande dönemi hakkında detaylı bilgilere yer verilmemiştir.
Sonuç
Sonuç olarak, Türk akademisinde son yıllarda çok popüler bir araştırma konusu olmayan Fransa-Türkiye ilişkileri konusunda yazılan bu çalışma, mevzubahis dönemdeki Fransa-Türkiye ilişkileri hakkında genel bilgi sahip olmak için son derece faydalıdır. Bu tarz çalışmaların daha kapsamlı yeni çalışmaları tetiklediği/tetikleyeceği ve ikili ilişkileri gündeme taşıyarak olumlu bir hava estirdiği de düşünülürse, akademik ve diplomatik dünyanın bu gibi çalışmalara destek vermesi gerekir.
Dr. Ozan ÖRMECİ
[2] Hakkında bilgiler için; https://ankasam.org/author/erjada/.
[3] Hakkında bilgiler için; http://www.websitem.gazi.edu.tr/site/kturan.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte Amerika – Rusya arasında gerginlikler baş göstermeye başladı. Bununla birlikte uzun yıllar süren ve birçok alanda teknolojik gelişmeye sebep olan soğuk savaş dönemi başladı. Kimi yandan ülkelerin birbiri ile rekabeti, birbirine zarar verme isteği amaçlı olsa da dolaylı yoldan insanlığa katkı sağladığını söyleyebiliriz. AYT Tarih Soğuk Savaş Dönemi konu anlatımı içeriğinde bunların hepsine değineceğiz. Tabi ayrıca AYT Tarih Soğuk Savaş Dönemi soru çözümü ile öğrendiklerimizi test ederek soru tiplerine bakacağız.
YanıtlaSilSoğuk Savaş Dönemi Konu Anlatımı ve Soru Çözümü