Sayfalar

8 Haziran 2017 Perşembe

Kemal Girgin’den ‘Ruslarla Kavgadan-Derin Ortaklığa’


Giriş
Yaklaşık 40 sene Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı’nda görev yapmış değerli bir diplomat olan Kemal Girgin (1932-)[1], Büyükelçilik görevleri sonrasında akademisyenlik ve yazarlık yapmaya başlamış ciddi bir entelektüeldir.[2] Girgin’in en önemli eseri ise, 2014 yılında İlgi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından basılan “Ruslarla Kavgadan-Derin Ortaklığa (Son Yüz Senemiz: 1914-2014)” adlı kitaptır.[3] Bu yazıda, bu kitabın yakın tarihe ilişkin bölümleri ana hatlarıyla özetlenecek ve kitapta yer alan bazı fikirler, güncel gelişmeler ışığında tartışılacaktır.

Emekli Büyükelçi Kemal Girgin

Türkiye-Rusya İlişkileri: Tarihsel Miras
512 sayfalık kitap, toplam 5 bölümden oluşmaktadır. Kitaptaki ilk bölüm, “1900 Başlarından Cihan Harbine (1914) Kadar Osmanlı-Rus İlişkileri ve İç Durumları Özeti (1900-1914)” olarak adlandırılmıştır. Bu bölümde, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki yıllarda Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkiler incelenmiştir. Kitabın ikinci bölümü, “İstiklal Harbimiz (Kurtuluş Savaşı) Yılları ve Rusya” olarak adlandırılmıştır. Bu bölümde, Kurtuluş Savaş döneminde gelişen yakın Türk-Rus ilişkileri araştırılmıştır. Kitabın üçüncü bölümü, “II. Dünya Savaşı ve Bitiminde Sovyetler-Türkiye İlişkileri: Dans Duruyor” başlıklıdır. Bu bölümde, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında bozulan Türkiye-Rusya ilişkileri araştırılmıştır. Kitabın dördüncü bölümüne “Soğuk Savaş Dönemi: Karşıt Bloklarda Türk-Rus İlişkileri” adı verilmiştir. Bu bölümde ise, Soğuk Savaş döneminde karşıt kamplarda yer alan Türkiye ve Rusya’nın rekabet temelinde gelişen ilişkileri analiz edilmiştir. Bu tarihsel konular gayet iyi bilindiği ve bu konuda daha önce de birçok kitap ve makale yazıldığı için, bu yazıda sadece kitabın Türkiye-Rusya ilişkilerinde yakın geçmişte yaşanılanları incelediği beşinci bölüm detaylı olarak özetlenecektir.

Ruslarla Kavgadan-Derin Ortaklığa (Son Yüz Senemiz: 1914-2014)

Beşinci Bölüm
Kitabın beşinci ve son bölümünün adı ise “Rusya Federasyonu ve Türkiye ile Çok Boyutlu İşbirliği Hamleleri” şeklindedir. Bu bölümde, son 30 küsur yıllık dönemde Rusya Federasyonu ve Türkiye arasında kurulan yakın ilişkiler incelenmiştir.

Yazara göre; Sovyetler Birliği denen bir tür çok uluslu zoraki imparatorluğun 75 yıllık ömrü sonrasında çöküşünün ardından kurulan Rusya Federasyonu, SSCB sonrasında kurulan 15 yeni devletin birincisi ve temel direği olmuştur. Rusya Federasyonu, büyük çoğunluğu Slav nüfustan oluşan, ancak içerisinde özerk (otonom) cumhuriyet ve bölgelere de yer veren federal bir devlettir. Toplamı 21 gözüken özerk cumhuriyetlerle birlikte, Rusya Federasyonu’nun 142 milyon civarında nüfusu vardır. Ülkenin yüzölçümü ise 17 milyon kilometrekaredir. Ortodoks Slavlar ülkenin en büyük dini grubu iken, 20 milyona yakın Müslüman nüfus sayesinde İslam da Hıristiyanlığın ardından ülkedeki ikinci büyük dindir. Hatta bu sebeple, Rusya, İslam İşbirliği Teşkilatı’na gözlemci devlet olarak da kabul edilmiştir. Komünizmin ardından ülkede adeta bir dini rönesans yaşanmış ve kilise ve camilere gidiş artmıştır.

Boris Yeltsin

Boris Yeltsin dönemi, Rusya Federasyonu’nun Sovyetlerin çöküşü nedeniyle büyük bir şok yaşadığı çok zorlu bir dönem olmuştur. Nitekim Yeltsin, yeni devletin yaşadığı dağ gibi problemleri çözmekte zorlanmıştır. Rusya’nın totaliter bir devletten çok partili demokrasiye geçişi ve bu doğrultuda yapılacak anayasal düzenlemeler, Yeltsin’in yaşadığı en önemli sorunlardan olmuştur. Kumanda ekonomisine dayalı komünist ekonominin piyasa ekonomisine dönüştürülmesi, yeni devletin karşılaştığı ikinci büyük sorundur. Nükleer silahların (füzeler ve atom başlıkları) eski ortak devletlerden geri alınması ve tehlikeli grupların eline geçmemesi için korunması, bu dönemin üçüncü büyük sorunu olmuştur. Diğer Sovyet ülkelerinde yaşayan Rusların durumu da Rusya Federasyonu açısından dördüncü önemli mesele haline gelmiştir. Beşinci ve belki de en önemli sorun ise, komünist sistemde devletin bedava sunduğu elektrik, su, konut, sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri vs. gibi unsurların yeni dönemde paralı hale gelmesi ve bu nedenle halkın sosyoekonomik memnuniyetsizliğinin artmasıdır. Eski sisteme dönmeyi arzulayan komünistlerin meclis ve ordu içerisinde yaptıkları da Yeltsin’in karşılaştığı en önemli zorluklardan olmuştur. Hatta 1992 yılında tankların üzerine çıkan demokrasi yanlısı bir lider olarak ön plana çıkan Yeltsin, o dönemde (1993) Beyaz Ev’in bombalanmasına ve komünist vekillerin hapse atılmasına bile neden olmuştur. Zorluklara rağmen, Yeltsin, bu sancılı 10 yıllık dönemi başarıyla atlatmış ve Rusya’yı komünist bir devletten kapitalist bir devlete dönüştürmeyi başarmıştır. Ancak sağlık sorunlarının artması, alkol bağımlılığının yarattığı endişeler ve yolsuzluk iddiaları nedeniyle, Yeltsin, 1999 yılında iktidarı KGB’den yetişen Vladimir Putin’e bırakmak zorunda kalmıştır. Yeltsin döneminin en önemli mirası, uygulanan “şok terapi” yöntemleri nedeniyle ekonomide çok zengin ve çok fakir iki grubun oluşmasıdır. Ancak oligark denen çok zenginler grubu da son derece küçük bir grup olmuş (birkaç aile ve kişiden oluşan) ve orta sınıf ülkede neredeyse tamamen yok edilmiştir. Yeltsin döneminin bir diğer önemli mirası da, oluşmaya başlayan Çeçenistan Sorunu ve siyasal İslam motifli terör eylemleridir. Bu gibi sorunları çözmek ise, Yeltsin sonrasındaki Başkan Vladimir Putin’e kalmıştır.

Yeltsin döneminde ayrıca dış politikada da iki farklı görüş ve bu görüşleri savunan iki tür grup ortaya çıkmıştır. Atlantikçi veya Batıcılar, bu dönemde Rusya’nın Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri ile yakın ilişkiler kurmasını savunan ve NATO’ya düşman gözüyle bakmayan daha etkili grup durumundadır. Yeltsin de, bu gruba daha yakın olmuştur. Sonradan Putin’i sahiplenecek ikinci grup ise, Avrasyacılar adı verilen milliyetçi gruptur. Bu grup, Avrupa ve ABD’ye düşman gözüyle bakan ve Rusya’nın İran, Hindistan, Çin ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile yakın ilişkiler kurarak bölgesinde Sovyetler Birliği gibi yeniden büyük bir güç olmasını savunan Batı karşıtlarından oluşmaktadır. Aslında başlarda Atlantikçi-Batıcı grup güçlüyken, Rusya’nın bu yıllarda yaşadığı sorunlar nedeniyle Avrasyacılar her geçen gün daha da güçlenmiştir. NATO’nun Rusya aleyhine genişlemesi, Çeçenistan ve radikal İslam tehdidi, Yugoslavya’nın parçalanması, Kafkasya’daki etnik gerilimler ve çatışmalar ve Batı dünyasında Rusya’ya yönelik saygısız yaklaşımlar (Bill Clinton’ın Boris Yeltsin’le dalga geçtiği konuşma akla getirilebilir), Rusya’da Avrasyacıların halk desteğini hızla arttırmış ve Putin döneminde onları iktidara getirmiştir. Nitekim hızla toparlanmaya başlayan Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ve Kolektif Güvenlik Örgütü (CSTO) gibi kurumlarla “arka bahçesi” veya “yakın çevre”sinde gücünü yeniden toplamıştır. Putin’in sıklıkla vurguladığı “yakın çevre doktrini”ne göre; Rusya, eski Sovyet ülkelerinde ve Rus nüfusun yaşadığı yerlerde askeri güç kullanabilir ve diğer devletlerin buna müdahil olmasına izin vermez. Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti’nin sürüklediği Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olarak da dış politikasında Avrasyacı açıdan önemli bir açılım yapmıştır. Son gelişme ise, Avrasya Birliği veya Avrasya Ekonomik Birliği denilen ve Rusya’nın liderliğini yaptığı uluslararası kuruluştur. Zaten Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri olan Rusya, bu örgütler dışında da çok ciddi bir güce sahiptir. Bu konumu sayesinde, Moskova, uluslararası kararları bloke etme gücüne sahiptir. Rusya’nın dâhil olduğu diğer uluslararası örgütler ise; AGİT, ASEAN, Asya İşbirliği Diyaloğu, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, G20, BRICS, Arktik Konseyi, Barents Avro-Arktik Konseyi, APEC, Minsk Grubu, Blackseafor ve Avrupa Birliği-Rusya Ortaklık Konseyi olarak sıralanabilir.

Türkiye-Rusya ilişkileri konusuna geçersek, ilişkilerin kurumsal temelini 1992 tarihli antlaşma oluşturmuştur. Başbakan Süleyman Demirel imzalı bu antlaşma, Türk-Rus işbirliğinin ekonomik alanda önünü açan tarihi bir belgedir. Rusya’nın Sovyetlerden farklı olarak vatandaşlarının yurtdışına çıkışına izin veren bir ülke olması, iki ülke arasında turizm faaliyetlerini geliştirmiş ve Türkiye’de Rusya’ya olan ilgiyi de arttırmıştır. Bu ortamda, Türk ve Rus halkları, birbirlerini daha yakından tanımaya başlamışlardır. Nitekim bu tarihten itibaren, “bavul ticareti” veya “bavul turizmi” adı verilen kişisel girişimlerle başlayan Türk-Rus ekonomik işbirliği, günümüzde son derece gelişmiş bir hâl almıştır. Yeltsin-Demirel ve Yeltsin-Özal görüşmeleriyle başlayan yakınlaşma, Tansu Çiller döneminde de devam etmiş ve bir dönemin korkulu rüyası Rusya, artık Türkiye ekonomisinin önemli bir aktörü ve neredeyse dost bir ülke haline gelmiştir. Çeçenistan Sorunu ve Rusya’nın Müslümanlara yönelik politikaları zaman zaman ilişkilerde sorunlar yaratsa da, bunlar ekonomik ilişkilerin gelişmesini engellememiştir. Nitekim Rusya Başbakanı Victor Çernomirdin’in Türkiye ziyareti ve Aralık 1997’de imzalanan yeni anlaşmalar, ikili ilişkiler açısından yeni bir dönüm noktası olmuştur. Ekonomik ilişkilere bu anlaşmalarla bilimsel işbirlikleri ve enerji projeleri de eklenmeye başlamıştır. Rusya, bu tarihten itibaren özellikle enerji projelerinde işbirliklerini sürekli öne çıkarmaya başlamıştır. Ancak ikili ilişkilerde sorunlar da var olmaya devam etmiştir. Tankerlerin yoğun olarak geçtiği Boğazların konumu, Türkiye’de PKK, Rusya’da Çeçen terörünün yarattığı tepkiler, Türkiye’nin ABD müttefiki olarak Türk Cumhuriyetleri ile ilişkileri ve Rusya’nın Türkiye’nin sorunlar yaşadığı ülkelere yaptığı silah satışları (özellikle S300 ve S400’ler meselesi) en önemli sorunlar olarak belirtilebilir. Başbakan Bülent Ecevit’in 1999 Kasım’ında Moskova’ya yaptığı ziyaret de önemli bir olaydır ve ilişkilerin daha da gelişmesi için uygun altyapıyı sağlamıştır.

Vladimir Putin

İlişkilerin asıl gelişimi ise, Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan (Amerikan basınının ifadesiyle Çar ve Sultan) gibi güçlü, otoriter ve bölgelerinde etkili olmak isteyen iki liderin başa geçmesiyle mümkün olmuştur. Vladimir Putin, 1952 doğumlu ve hukuk tahsili yapmış bir Rus ajanıdır. KGB için uzun yıllar Doğu Almanya’da Dresden’de çalışmış olan Putin, iddialara göre, gençliğinde bir dönem Türkiye’de Aliağa’da da çalışmıştır. Uzun KGB kariyerinin ardından 1990’lı yıllarda ülkesine dönerek Leningrad-St. Petersburg’da önce üniversitede çalışan, sonra da şehrin belediye yönetimine giren Putin, karizmatik yapısı ve sert kişiliğiyle kısa sürede bir lider olarak sivrilmiş ve basamakları hızla çıkarak önce FSB  (Federal İç Güvenlik Teşkilatı) Başkanı (1998), sonra Başbakan (1999), en son olarak da Rusya Federasyonu Devlet Başkanı (2000) olmayı başarmıştır. 1999 yılında Çeçen terörünün azdığı bir ortamda Başbakan olan Putin, sert yöntemleriyle Rus halkından büyük destek almayı başarmış ve terörün kökünü kazımıştır. Bu şekilde şöhret kazanan Putin, 2000 yılı Başkanlık seçimlerine “Yedinstvo” hareketiyle katılarak Başkan seçilmiştir. Yeltsin gibi yaşlı, alkolik ve hasta bir liderin ardından başa geçen atak, gözüpek ve sportif Putin, terörü bitirmesi ve oligarklar ve yolsuzluklarla mücadelesi sayesinde halk nezdinde artık iyice kahraman olmaya başlamıştır. Fakirlikten yaka silken Rus halkının desteğini kazanmak için çok akıllı hamleler yapan Putin, kısa sürede “modern bir Çar” olarak adlandırılmasına neden olacak sınırsız yetkilerin sahibi olmuş ve enerji şirketi Gazprom’la birlikte Rusya’nın dünyadaki en büyük markası haline gelmiştir.

Kemal Girgin’e göre; Putin döneminin ilk yılları, hakikaten de çok başarılı geçmiştir. Rusya’da yolsuzluk ve terör olayları çok azalmış, orta sınıf yeniden oluşmaya başlamış, hem Batı, hem de Doğu ülkeleriyle ticari ilişkiler geliştirilmiş, enerji projeleri sayesinde Rusya’nın gelirleri ve dış siyasetteki gücü artmış ve Rusya, yeniden Sovyetlerin yıkılmasıyla kaybettiği uluslararası saygınlığı kazanmıştır. Putin, ayrıca Türkiye ile de ilişkileri geliştirmiş ve Batı’nın Soğuk Savaş döneminde Rusya karşısındaki en önemli kozu olan bu ülkeyi tarafsız bir konuma getirmeyi amaçlamıştır. Putin yönetimiyle ilk temaslar, 2000 yılında Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı ile başlamıştır. Nitekim Mikhail Kasyanov’un Ekim 2000 tarihli ziyaretinde önemli belgeler imzalanmıştır. Bu dönemin önemli enerji işbirliği konusu ise Mavi Akım projesidir. Ayrıca Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattı projesi ve terörle mücadele de ilişkilerin en önemli gündem maddeleridir. 11 Eylül (9/11) vakasından sonra terörle mücadele, tüm dünyada en önemli mesele haline gelmiş ve bu konjonktür, yükselen petrol ve doğalgaz fiyatlarının da sayesinde, Rusya yönetimi ve Putin’i çok önemli bir aktör haline getirmiştir. İki ülke Dış İşleri Bakanları İsmail Cem ve İgor İvanov’un imzaladıkları 16 Kasım 2001 tarihli “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı” da, Erdoğan döneminde gelişecek ilişkilerin önünü açan tarihi bir adımdır.

2002’de sürpriz bir şekilde iktidara gelen AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) ve onun İslamcı lideri Recep Tayyip Erdoğan, başlarda ideolojisi nedeniyle Rusya’da endişelere neden olsa da, kısa sürede Putin-Erdoğan dostluğu sayesinde Türk-Rus ilişkilerinin hızla gelişmesini sağlamışlardır. Bu tarihten itibaren, iki ülke arasında temaslar ve ekonomik işbirlikleri inanılmaz bir ivmeyle artmıştır. Ayrıca ilişkiler çeşitlenmiş ve farklı alanları da kapsamaya başlamıştır. Zaman zaman anlaşmazlıklar yaşansa da, 2015-2016 dönemi haricinde ilişkilerde ciddi bir kopma bugüne kadar olmamıştır. Her iki liderin de ekonomi odaklı olmaları ve birbirleriyle ticaret yapmanın önemini kavramaları sayesinde, krizler büyütülmemiş ve kısa sürede aşılmıştır. Putin-Erdoğan kimyası dışında, Abdullah Gül ve Dimitri Medvedev gibi diğer önemli siyasal liderler de Türk-Rus ilişkilerinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. İlişkilerdeki en önemli gelişmelerden biri ise, hiç şüphesiz Rusya’nın Mersin-Akkuyu’da inşa ettiği nükleer santraldir. Türkiye’nin nükleer güce ulaşabilmesi için gerekli olan bu ilk adımı atmasına Moskova’nın destek olması, Ankara’ya duyulan güvenin göstergesi olarak görülebilir. Artan Türk-Rus evlilikleri ve inanılmaz yoğunlaşan Antalya odaklı turizm faaliyetleri de bu dönemin önemli yenilikleridir. Bu gibi gelişmeler, artık entegrasyonun sadece devlet katında değil, toplum bazında da olmasını sağlamış ve ilişkilerde kopma yaşanmasını iyice güçleştirmiştir. Kültürel ilişkilerde de son yıllarda zirveye ulaşılmıştır. Bu dönemde din adamları arasında bile görüşmeler başlamış, karşılıklı öğrenci sayısı artmış ve her iki ülkede de birbirleri onuruna “kültür yılı” ilan edilmiştir.

Son Sözler Bölümü ve Analizi
Kitabın ayrıca bir de çok dikkat çekici “Sonuçlar ve Son Sözler” bölümü bulunmaktadır. Bu bölümde yer alan konulara özellikle dikkat çekmek isterim. Zira bu iki sayfalık kısacık bölümde, yazar, Türkiye-Rusya ilişkilerinin genel karakteristiğini tanımlamış ve ileride yaşanabilecek bazı sorunlar hakkında öngörülerde bulunmuştur. Buna göre;
  1. İki devlet, tarihsel rekabete rağmen 100 yılı aşkın bir süredir savaşmamışlardır. Ayrıca Kurtuluş Savaşı’nda Rusya’nın Türkiye’ye yardımları nedeniyle Anadolu’daki Rus antipatisi oldukça azalmıştır.
  2. İkili ilişkilerde kuşku olgusunun dozu son yıllarda iyice düşmüştür. Türkiye’de Ruslara yönelik önyargılar da ciddi anlamda azalmıştır.
  3. Nasıl senelerce savaşmış olan Almanya ve Fransa bugün en yakın müttefik oluyorlarsa, benzer bir şansa Rusya ve Türkiye de sahiptirler. Çünkü dünya realiteleri, bu iki ülkeyi dostluğa zorlamaktadır.
  4. Ekonomik ve ticari ilişkiler hızla gelişmektedir. Yakında 100 milyar dolarlık bir büyüme bile olabileceğinden söz edilmektedir. Ancak ticari ilişkiler Rusya’nın lehine gelişmekte ve Türkiye’nin bu ülkeye -özellikle enerji sektöründe- bağımlılığını arttırmaktadır. Rus tarafı, bu açığı turizm ve inşaat sektörüyle kapatmayı düşünmektedir. Ancak asimetrik ilişki biçimi konusunda Türkiye dikkatli davranmalıdır.
  5. Türkiye, doğalgaz ihtiyacının yaklaşık yüzde 60’ını Rusya’dan karşılamaktadır. Ancak Rusya, doğalgazı stratejik ve politik bir silah olarak kullanabilen bir devlettir. Bu nedenle, Türkiye’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi gerekebilir.
  6. İki ülke arasında yeni kurulan Sosyal Forum oluşumunun faaliyetleri çok önemli ve gereklidir.
  7. Türkiye, 60 yıldır bir NATO üyesidir. İlişkileri kurgularken, bu unsuru unutmamak gerekir.
  8. Rusya ve Türkiye liderleri (Putin-Erdoğan) arasında iyi bir uyumun söz konusu olması önemli bir artıdır.
  9. Türkiye’de Avrasyacılık düşüncesi zayıftır; Avrupacılık ve Transatlantikçilik daha güçlüdür. Ancak Avrasyacı çalışmaları da arttırmak gerekir.
  10. Rusya ve Türkiye’de basın-yayın kuruluşları, halklar, aydınlar ve siyasetçiler ilişkileri bozmamak ve halkları düşman etmemek konusunda dikkatli ve sorumlu davranmalıdırlar. Zira sağlam ilişkiler kurgulamak ve toplumsal güveni tam olarak sağlamak, daha uzun yıllar alacak bir süreçtir. Umulmadık gelişmeler, yıllarca sürecek çalışmalara ihtiyaç duyulmasına neden olabilir. Nitekim yazarın bu kitaba dâhil edemediği 2015 yılındaki Rus jetinin düşürülmesi olayı, 2016 yılında Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrei Karlov’un öldürülmesi hadisesi ve bu sene içerisinde Rus uçaklarının Suriye’de Türk askerlerini şehit etmesi gibi olaylar, iki tarafta da büyük tepkilere neden olmuş ve ilişkileri ciddi anlamda sarsmıştır. Her ne kadar son aylarda ilişkiler düzeltilse de, kriz öncesindeki güven ortamı henüz söz konusu değildir. İlişkilerin bu kadar kırılgan olması, ne kadar kaygan bir zeminde ilerlendiğinin açık kanıtıdır. Bu nedenle, Türk-Rus ilişkilerinin sağlam temellere oturması daha uzun yıllar alabilir.
Sonuç
Son olarak, ilişkilerdeki en önemli sorunları da sıralamak gerekir. Rusya’nın Suriye’de kitlesel katliamlara neden olan Beşar Esad yönetimine desteği, ilişkilerdeki şu an için en büyük sorundur. Ancak bu konu, savaşın bitmesiyle birlikte bir dengeye gelerek -karşılıklı adımlarla- kolaylıkla çözülebilir.

Rusya’nın Dağlık Karabağ Sorunu ve Azerbaycan-Ermenistan ilişkileri konusunda benimsediği Türk karşıtı duruş da bir diğer önemli sorundur. Her ne kadar Türkiye kendi ulusal çıkarlarını savunan bir ülke olsa da, Türklük bağı ile destek verdiği Azerbaycan’a yönelik Moskova’dan kaynaklanan haksız ve kötü muamele, Türk halkında ve devlet katında tepkilere neden olmaktadır. Rusya’nın uluslararası hukuk kurallarına uygun davranmaması, bu ülkeye yönelik güveni de sarsmakta ve ikili ilişkilerde kuşkucu bir zemin yaratmaktadır. Bu nedenle, Rusya’nın Karabağ politikası da ikili ilişkilerde ciddi bir sorundur ve bu konunun çözümü de maalesef kolay gözükmemektedir.

Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine yönelik politikalar konusunda da Ankara ile Moskova arasında zaman zaman rekabet durumları ortaya çıkabilmektedir. Türk Cumhuriyetlerinin bağımsız ve güçlü devletler olmalarını destekleyen Ankara, Rusya’nın bu ülkelere yönelik bazı baskıcı politikalarından ve uygulamalarından rahatsızdır.

Rusya’ya doğalgaz açısından bağımlı hale gelinmesi de (son büyük proje Türk Akımı'dır) Ankara koridorlarında stratejik düşünceye vakıf kimseleri son yıllarda rahatsız etmeye başlamıştır. Bu nedenle, Ankara, enerji kaynaklarını çeşitlendirmek ve Rusya’nın doğalgazı geçmişte Ukrayna’ya yaptığı gibi stratejik bir unsur olarak kullanabilmesini engellemek amacındadır.

Karadeniz bölgesi de ikili ilişkiler açısından bir diğer işbirliği, ama aynı zamanda da rekabet alanıdır. Karadeniz’de Rusya’nın hâkim güç olması ve son Kırım hamlesiyle artık Türkiye’yi adeta kuşatması, Ankara’daki jeopolitik algılamalarda zaman zaman endişelere neden olmaktadır. Zira NATO üyesi olan Türkiye, Moskova’nın her zaman iyi niyetle hareket edebileceği konusunda güvensizdir. Bu anlamda, ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması ve kopmayı engelleyecek noktaya gelinmesi, güveni iyice arttırabilir.

Son olarak, Rusya’nın otoriter siyasal kültürü ile Türkiye’nin Batı ve İslam arasında şekillenen siyasal kültürü arasında da zaman zaman ciddi uyumsuzluklar ortaya çıkabilmektedir. Türkiye’nin Rusya’ya kıyasla Batı ile çok daha entegre bir ülke olması (NATO ve Avrupa Konseyi üyesi ve Avrupa Birliği üyelik süreci devam ediyor), bu iki ülke arasında anlayış farklarına neden olmaktadır. Her ne kadar güçlü liderlik her iki ülkede de halklar tarafından benimsense de, Türkiye’de muhalefete yönelik baskılar büyük tepkilere neden olabilmektedir. Bu nedenle, anlayış ve kültür farkları da ilişkilerdeki bir diğer zorlayıcı unsurdur.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder