Sayfalar

29 Ekim 2016 Cumartesi

Zbigniew Brzezinski'den 'Büyük Satranç Tahtası'


Polonya asıllı Amerikalı ünlü stratejist Zbigniew Kazimierz Brzezinski (1928-)[1], geçmişte ABD Başkanı Jimmy Carter’a danışmanlık yapmış önemli bir siyaset bilimci ve fikir adamıdır. Brzezinski’nin en önemli eserlerinden birisi de, ilk baskısı 1997 yılında yapılan ve orijinal İngilizce ismi “The Grand Chessboard: American Primacy And Its Geostrategic Imperatives[2] olan “Büyük Satranç Tahtası[3] adlı eseridir. Yelda Türedi tarafından Türkçe’ye çevrilen ve İnkılâp Kitabevi tarafından basılan 293 sayfalık kitap, kendi alanında (jeopolitika) daha şimdiden önemli bir klasik kabul edilmektedir.

Büyük Satranç Tahtası

Kitabının “Giriş” bölümünde Avrasya coğrafyasının tarihte ve günümüzdeki önemine dikkat çekerek söze başlayan Brzezinski, kitabın “Yeni Bir Tür Hegemonya” adlı birinci bölümünde ise, “hegemonya” kavramı çerçevesinde tarihsel küresel jeopolitik durumu analiz etmekte ve Amerikan liderliğinin maddi temellerini ortaya koymaktadır. Brzezinski’ye göre; 19. yüzyıl sonlarında İspanya ile ilk denizaşırı savaşını yapan Amerika Birleşik Devletleri, bir asır gibi çok kısa bir sürede, şartların da elvermesiyle (örneğin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı tarumar etmesi), küresel liderliğe yükselmiştir. ABD’nin 20. yüzyılda artan jeopolitik hırsları, ülkenin hızlı endüstrileşmesi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Dolayısıyla, ekonomik dinamizm, Amerikan liderliğinin en önemli sebebidir. Yurtdışındaki yetenekleri kendisine çekebilme ve bünyesine katabilme başarısı da ABD’nin hızlı ilerlemesindeki en kilit unsur olmuştur. Buna karşın, İkinci Dünya Savaşı ile küresel liderlikte Avrupa dönemi kesin olarak sona ererken, ABD’nin kendi liderlik sırasının geldiğini anlaması hemen olmamıştır. ABD, Birinci Dünya Savaşı sonrasında büyük ölçüde içe kapanmacı (izolasyonist) bir dış politika anlayışı benimsemiştir. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte başta Avrupa ve Asya-Pasifik olmak üzere birçok coğrafyaya açılan Amerikan kuvvetleri, Soğuk Savaş döneminde Sovyet Rusya ile küresel liderlik için mücadele etmiştir. Her ne kadar bu dönemi Rusya korkusu karakterize etse de, aslında ABD, bu dönem boyunca ekonomik, siyasi ve teknolojik olarak Rusya’dan hep daha ileride olmayı başarmıştır. Dahası, Amerikan sistemi de komünizme göre hep daha yenilikçi ve dinamik olmayı başarmıştır. Sonuçta, ABD en büyük rakibi Sovyet Rusya’yı yıkmış ve Soğuk Savaş’tan zaferle çıkmıştır. Brzezinski’ye göre; ABD, bazı açılardan eski büyük imparatorluklara benzemektedir. Örneğin ABD de, eskiden imparatorlukların yaptıkları gibi, yeri geldiğinde emperyalist gücünü çekinmeden kullanmakta, ama eski imparatorluklardan farklı olarak, yarattığı kültürel cazibe sayesinde bunu yaparken halklardan ve diğer uluslardan da destek alabilmektedir. Bu yönüyle, ABD’yi Roma İmparatorluğu’na benzetmek mümkündür. Zira Roma’da da “Civis Romanus sum”, yani Roma vatandaşlığı, önemli bir şeref ve prestij meselesiydi ve farklı halklardan insanları etkileyebiliyordu. Brzezinski’nin düşüncesine göre, Roma İmparatorluğu’nu 3 temel sebep yıkmıştı: büyüyen imparatorluğun merkezden yönetiminin zorlaşması, yöneticiler arasında yaygınlaşan hedonizm ve enflasyon. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasını izleyen süreçte, dönemsel olarak ve büyük ölçüde bölgesel düzeyde, önce Asya'da Çin İmparatorluğu ve Moğollar, daha sonra ise Avrupa'da İspanya, Fransa ve sonrasında da Britanya İmparatorluğu (bugünkü Birleşik Krallık), küresel güç olma yolunda önemli aşama kaydettiler. Buna en çok yaklaşanlardan birisi, kıta Avrupa’sını tamamıyla kontrolüne alan Fransız İmparatoru Napolyon’du. Daha sonraları ise, İngilizlerin kurduğu denizaşırı imparatorluk, bu ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel gücünü inanılmaz ileri seviyelere taşıdı ve ilk kez Roma’dan beri gerçek bir küresel güç ortaya çıktı. Ancak İngilizler bile, Brzezinski’ye göre ABD’nin şimdilerdeki hegemonyasının sofistike yayılımı ve yöntemlerine ulaşamadılar. Zira öyle ki, Brzezinski’ye göre, bugün ABD yalnızca tüm deniz ve okyanuslara hâkim olmakla kalmaz, aynı zamanda askeri birlikleri de tüm dünyayı adeta kuşatmıştır.Rusya ve Çin başta olmak üzere birçok devlet Amerikan liderliğine karşı çıksalar da, bunu engellemeleri mümkün değildir. ABD’nin bugünkü gücünün temelinde ise, çoğulcu toplumsal yapısı ve siyasi sistemi vardır. Bu çoğulculuk, ABD’yi tüm dünyadan en yetenekli ve bilgili kişiler için cazibe ve özgürlük merkezi haline getirir ve ülkenin dünyadaki prestijini arttırır. Popüler kültürde daha çok hazza dayalı yaşam biçimi öne çıkarılsa da, bu, aslında ABD’nin sadece görünen yüzüdür ve çoğulcu toplum yapısı içerisinde bu ülkede her türlü grup mevcuttur. İngilizce’nin dünyanın adeta resmi dili haline gelmesi de, ABD’nin küresel liderliğini kolaylaştırmıştır. Bu sayede, ABD, yıllardır örnek alınan ve "model ülke" olarak algılanan bir devlet konumundadır.

“Avrasya Satranç Tahtası” adlı ikinci bölüm, Brzezinski’nin tüm kitap ve makalelerinde gelecek adına en önemli coğrafya olarak işaret ettiği Avrasya hakkındadır. Bazı çalışmalara göre, dünya nüfusunun yüzde 75’i Avrasya’da yaşamaktadır ve bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçü de bu bölgededir. Ayrıca ABD’den sonra dünyanın en büyük altı ekonomisi ve silah alıcısı da bu bölgede yer almaktadır. Biri hariç dünyadaki tüm resmi nükleer güç sahibi ülkeler de bu coğrafyadadır. Amerikan liderliğine meydan okuyan ve okuma potansiyeli olan ülkeler de tamamen bu coğrafyada yer almaktadır. Aslında Avrasya (Avrupa ve Asya), total ve birleşik bir güç haline gelebilse, ABD’yi bile aşacak kudrete kolaylıkla erişebilir. Ancak Avrasya’da siyasi birliğin sağlanması zordur. Bu nedenle, ABD ve tüm diğer küresel iddiası olan güçler için, bu bölge bir “satranç tahtası”dır. Avrasya’nın küçük Batı bölgesinde (Avrupa), Amerikan gücü hâlihazırda doğrudan konuşlanmıştır. Ancak Lizbon’dan Vladivostok’a uzanan bu büyük coğrafyada güç sahibi olmak hiç de kolay değildir. Dahası, burada iddiası olan aktörler sadece ABD ve Rusya da değildir. ABD için bir diğer önemli dezavantaj ise, demokratik sistemi nedeniyle asla rakipleri kadar despot olamamasıdır. Demokratik sistem, ABD’nin askeri gücünü sınırlamaktadır. Zira ABD öncesinde hiçbir halkçı demokrasi küresel liderliği eline geçirememiştir. Ama Amerikan halkının küresel liderlik ve tek süpergüç olma konusundaki büyük hevesi, demokratik rejime rağmen şimdiye kadar bu ülkeye bir engel çıkarmamıştır. Jeopolitikanın ilk önemli isimlerinden olan Harold Mackinder’in “kalp bölgesi” olarak değerlendirdiği Doğu Avrupa’yı da içeren Avrasya, 21. yüzyılda da dünyadaki en önemli bölge/coğrafya olacaktır. Avrasya’ya yönelik Amerikan jeostratejisi ise şöyle olmalıdır: 1-) Bu bölgede atılım yapabilecek ve süpergüç olma potansiyeli olan ülkelerin siyasal elitlerinin amaç ve planlarını öğrenmek, 2-) Amerikan politikalarını gerçekleştirmek için rakip stratejileri devre dışı bırakmak. Zbigniew Brzezinski'nin analizine göre, mevcut durumda Avrasya’da 5 önemli güç vardır: Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan. İngiltere, Japonya ve Endonezya da bu bölgede güçlenebilecek diğer aktörlerdir. Azerbaycan, Türkiye ve İran da bu bölgenin kilit aktörlerindendir. Burada Brzezinski’nin en çok dikkatini çeken ülke Fransa’dır. ABD ile yakın bir ülke olmasına karşın daima kendi jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmeye çalışan Fransa, zaman zaman Rusya’yı ABD’ye ve İngiltere’yi de Almanya’ya karşı oynatabilen çok akılcı bir siyaset izlemekte ve Almanya ile olan ittifakı sayesinde Avrupa Birliği vasıtasıyla da gücünü arttırmaktadır. Fransa, bu politikalarının yanı sıra Akdeniz’de ve Kuzey Afrika başta olmak üzere tüm Afrika’da da ciddi nüfuz sahibidir. Avrupa bütünleşmesine hep kuşkuyla yaklaşan Birleşik Krallık (İngiltere) ise, İngiliz Uluslar Topluluğu gibi çok önemli bir küresel güce sahip olmasına karşın, halen daha emperyal dönemin yorgunluğunu hissetmektedir ve daha önemlisi, küresel çapta hırsları artık yoktur. ABD ile çok iyi bir müttefik olan İngiltere, daha çok Amerikan liderliğine destek vermektedir. Brzezinski’ye göre, Avrasya’nın geleceğinde Fransa-Almanya ikilisine ABD’nin daha çok dikkat etmesi gerekir. Bir diğer önemli aktör olan Rusya ise, en güçsüz olduğu zamanlarda bile her zaman Rusya’dır. Giderek artan jeopolitik hırslara sahip olan Rusya, ilerleyen yıllarda ABD ile ilişkilerini dost veya düşman olarak düzenlemeyi seçmek durumunda kalacaktır. Bu seçim, Rusya’nın bir Avrupa demokrasisi mi, yoksa bir Avrasya imparatorluğu mu olmayı isteyeceğiyle de yakından alakalıdır. Çin Halk Cumhuriyeti de, gelecek adına çok önemli bir güç merkezidir. Tarihinden aldığı büyük güç ve kendisine özgü ve Çin’i dünyanın merkezinde gören kültürüyle, Çin, gelecek adına ABD’nin en zorlu rakibidir. Büyük Çin’in doğuşunu ise, elbette ancak Tayvan meselesinin çözümü tetikleyebilir. Kendisini bölgesel bir güç olarak yapılandıran Hindistan da geleceğin en önemli ülkelerindendir. Hindistan’ın hem komşularına, hem de Hint Okyanusu’ndaki bölgesel rolüne dair ileriye dönük jeostratejik bir bakış açısı vardır. Bu bölgedeki en kilit ülkelerden birisi ise Ukrayna’dır. Rusya, Ukrayna’sız da bir imparatorluk olabilir; ama o halde, ancak bir Asya imparatorluğu olacaktır. Ama Ukrayna da kendi kontrolünde veya sınırları içerisinde olursa, Rusya, işte o zaman gerçekten de bir Avrasya imparatorluğu olabilir. Bölgede nüfusu az ve daha yeni kurulan, ama enerji kaynakları potansiyeli sayesinde geleceği parlak olabilecek bir diğer ülke de Azerbaycan’dır. Bu ülke, ilerleyen yıllarda tamamen Rusya kontrolüne girerse, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında kurulan Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıkları tamamen anlamsız hale gelebilir. Ama Azerbaycan’ın Batı ile bütünleşmesi ve bölgenin temel enerji koridoru olması durumunda, o zaman Rusya’nın yeniden güçlenmesi engellenebilir. Bölgede Türkiye ve İran da diğer iki önemli jeopolitik eksendir. Özellikle Türkiye’nin güçsüz ve istikrarsız olması, Rusya’nın bölgedeki etkisini arttıracaktır. ABD için en tehlikeli senaryo ise Çin-Rusya-İran ittifakının kurulmasıdır. Böyle bir blok kurulursa, bu defa lider ülke Rusya değil, Çin olacaktır. Bu blok, ABD’yi bölgede gerçekten çok zor duruma düşürebilir.

“Demokratik Direnek Noktası” başlıklı kitabın üçüncü bölümünde ise, Brzezinski, Avrupa-Amerika ittifakını incelemektedir. Avrupa, bilindiği üzere çoğu Amerikalının anavatanıdır. Bu iki bölge arasında duygusal ve tarihi bağlar söz konusudur. Siyasal ve ekonomik bütünleşmesini sağlayan bir Avrupa, kuşkusuz küresel bir güç haline gelecek ve bazı açılardan ABD’ye rakip olacaktır. Avrupa, ayrıca, Avrasya coğrafyasına de yavaş yavaş yayılan demokratik modelin öncüsüdür. Avrupa, Kafkaslar ve Rus coğrafyasında birçok ülkeyi (Ukrayna, Beyaz Rusya, hatta bizzat Rusya) demokrasi yanlısı yapma potansiyeline sahiptir. Yine Avrupa, Amerika’nın Avrasya’daki temel jeopolitik direnek noktasıdır. Avrupa Amerika’nın güvenliğine ihtiyaç duyarken, ABD de Avrupa sayesinde Avrasya stratejilerini daha iyi düzenleyebilir. Bu nedenle, ABD, Avrupa birleşmesine taraf olmalı ve buna destek vermelidir. Ama bunun ne ölçüde ve hangi ülkelerle olması gerektiği elbette tartışmalıdır. Bu bölümde daha sonra Fransa üzerine detaylı analizler yapan Brzezinski, bu ülkenin küresel ihtirasları ile jeopolitik gerçekler arasında hassas bir denge kurması gerektiğini söylemektedir. ABD içinse, Avrupa siyasetinde 3 temel amaç olmalıdır: 1-) Avrupa bütünleşmesine destek olunarak, ABD’nin Avrupa Birliği’ne engel olmaya çalıştığı kanısı yıkılmalıdır, 2-) Kısa vadede Fransız siyasetine karşı Alman liderliği desteklenmelidir, 3-) Avrupa kendi başına birçok sorunu (özellikle Rusya ile) çözebilecek durumda değildir; bu nedenle ABD’nin aktif desteği şarttır.

“Kara Delik” adlı dördüncü bölüm, neredeyse tamamen Rusya’ya ayrılmıştır. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Rusya için aslında tam bir hezimettir. Rusya, bu süreçte birçok bölgedeki etkisini ya tamamen, ya da büyük oranda kaybetmiş, ayrıca özgüveni de sarsılmıştır. Özellikle Ukrayna’nın kaybedilmesi, bu ülkede büyük yaralar açmıştır. Yeni kurulan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bazıları da, büyük ölçüde Türkiye, Pakistan, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin verdiği ekonomik destek sayesinde, Rusya’nın her konuda istediğini yapan uydu devletler olmamışlardır. Bu devletlerde ortaya çıkan milliyetçilik ve daha önemlisi İslamcılık akımı ise, Rusya için gelecekte güney ve doğudan büyük bir Müslüman devletler birliği ile kuşatılma riskini gündeme getirmektedir. Çin’in yaptığı büyük atılım da Rusya için bir tehdittir; zira ilerleyen yıllarda Rusya’nın elinde boşta duran Sibirya’nın bazı bölgeleri, Çin’in ilgisini çekebilir. Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde önemli çelişkiler yaşamıştır. Bu dönemde Rus’un tanımının nasıl olması gerektiği (etnik mi, vatandaşlık esaslı mı) ve devletin sınırları konusunda bu ülkede yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu dönemde dış politikada da farklı vizyonlar ortaya çıkmıştır. ABD ile olgun stratejik ortaklık ve Batı (Avrupa) ile yakınlaşmak isteyenler, Moskova’nın daha sonra Putin döneminde “yakın çevre” adını vereceği kendi bölgesinde güçlenmesini isteyenler ve Rusya’nın Doğu’ya açılarak ABD karşıtı bir ittifaklar zinciri ve Asya imparatorluğu kurmasını savunanlar… Bu üç eğilim arasında, Boris Yeltsin döneminde ilk eğilim baskındı; ama sonradan güç dengesi ve Batı’nın Rusya’ya karşı tavırları tepki doğurdu ve ikinci eğilim güçlendi. Vladimir Putin’in liderliği sonrasında, şimdilerde ise, üçüncü seçeneğe doğru bir gidişin başladığı tespiti bile rahatlıkla yapılabilir. Yeltsin dönemi, Rusya’nın Batılılaşması anlamında zirveyi temsil ediyordu. Bu dönemde, Batı’nın Bill Clinton’ın Yeltsin karşısında kahkahalar atarak gösterdiği küstah tavrın da Rusya’nın Batı karşıtı yöneliminde psikolojik etkileri olduğu söylenebilir. ABD açısından bakıldığında ise, durum oldukça karmaşıktır. 1990’ların Rusya’sı, ABD için ortak olmak için fazla zayıf, hasta olmak içinse fazla güçlüdür. Burada nelerin yaşanacağı, Brzezinski’ye göre biraz da Rusya’nın seçimleriyle ilgilidir. Başka hiçbir seçenek, Rusya’ya ABD ile bağlantılı zengin Avrupa’nın sunacağı imkânları sunamaz. Bu durumda, Rusya güvenli, daha zengin ve demokratik bir devlet haline gelebilir. Ama imparatorluk mirasçısı ve süpergüç ardılı olan bir ülkenin halkı için sıradan bir Avrupa devleti olmayı kabul etmek kolay değildir. Bu durum, Rus siyasal eliti ve güvenlik bürokrasisi içinse neredeyse imkânsızdır. Bu grupların, devletin başına Yeltsin sonrasında eski KGB ajanı Vladimir Putin’i getirmelerine şaşırmamak gerekir. AB ve NATO’nun doğuya doğru genişlemesine Rusya’nın ne ölçüde izin vereceği de önemli bir meseledir. Burada en kilit ülke ise Ukrayna’dır.

“Avrasya Balkanları” adlı beşinci bölüm, Brzezinski’nin Hazar bölgesi ve Kazakistan’ı incelediği ve önemli tespitler yaptığı bir bölümdür. Bu bölge, dünya enerji piyasası açısından çok kritik bir coğrafyadır. Bölgede Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan gibi üç köklü millet vardır. Kendi aralarında da sorunları olan bu ülkelerden başlayarak, tüm ülkelerde milliyetçilik yaygın ve güçlü bir eğilimdir. Rusya’nın geçmişte uyguladığı politikalar neticesinde, bölgede tek bir Türk kimliği etrafında birleşme mümkün olamamıştır. Buna karşın, Dağlık Karabağ sorunu ile Ermenistan’la Azerbaycan’ın karşı karşıya gelmesi, bölgedeki milliyetçilik ve İslamcılık eğilimlerini güçlendirmektedir. Bölgedeki en önemli iki ülke ise Kazakistan ve Özbekistan’dır. Kazakistan, konumu, zengin enerji kaynakları ve yoğun Rus nüfusu nedeniyle en önemli ülke durumundadır. Özbekistan ise hem en kalabalık, hem de tarihsel olarak Müslümanlığın merkezi ve en güçlü olduğu yer durumundadır. Diğer devletlerden Türkmenistan ve Kırgızistan Türk, Tacikistan ise Farsi soyludur. Bu bölgede üç güçlü devlet vardır: Rusya, Türkiye ve İran. İlerleyen yıllarda Çin de onlara katılabilir. Bu üç ülke, birçok açıdan birbirine rakiptirler. Ama komşu ülkeler olarak, birçok alanda da işbirliği yapmaktadırlar. Rusya, bu bölgeyi Sovyet döneminde olduğu gibi dışarıya kapamak için artık yeterince güçlü değildir. Dahası, Moskova’nın bölgeyi kalkındırabilecek ekonomik kaynakları da yoktur. Buradan çıkan sonuç ise, Rusya’nın eski emperyal heveslerini bırakması gerektiğidir. Ancak herşeye rağmen, bölgenin en güçlü devleti de halen Rusya’dır. Rusya için hedef ülke Azerbaycan olmalıdır. Bu ülkeyi Batı’ya kaptırmaz ve kontrolü altında tutabilirse, Rusya yeniden Doğu’yu kendi arka bahçesine çevirebilir. ABD içinse buradaki jeopolitik çıkarlar bellidir; Rusya’nın yeniden çok güçlenmesini engellemek için, Azerbaycan, Özbekistan ve Ukrayna gibi desteği hak eden devletlere mümkün olduğunca çok destek verilmelidir. Bunlar arasında en önemlisi olan Ukrayna, mutlaka Batı’ya kazandırılmaya çalışılmalıdır.

“Uzakdoğu Çapası” adlı altıncı bölüm, Uzak Asya coğrafyasındaki jeopolitik gelişmeleri incelemekte ve ABD’nin bu bölgeye yönelik politikaları için tavsiyeler içermektedir. Brzezinski’ye göre; ABD, Avrasya anakarasından gelecekte dışlanma ihtimaline karşı, mutlaka Asya çapası kozunu oynamalı ve denizlerde etkili olmalıdır. Ona göre, Çin’le işbirliği ABD için bir zorunluluktur. Japonya ise ABD’nin bölgedeki en yakın müttefikidir. Bu bölgede Çin ve Japonya arasında tarihsel bir husumet söz konusudur. Çin’in küresel bir güç haline gelirken göstereceği tavırlar, hem Japonya, hem de ABD ile ilişkilerini belirleyecektir. Bölgede Senkaku Adaları, Kuril Adaları, Kuzey Kore nükleer programı ve Tayvan-Çin ilişkileri gibi birçok istikrarsızlık kaynağı bulunmaktadır. Bunların hepsi, siyasal ve askeri krize dönüşme potansiyeli olan tehlikeli konulardır. “Orta Krallık” Çin, bu kitapta Brzezinski tarafından daha çok bölgesel bir güç olarak değerlendirilmiştir. Zira birkaç yıl öncesinde ekonomide ABD’yi geçeceği iddia edilen Japonya’ya olduğu gibi, Çin’in de göz alıcı ekonomik büyüme oranları zamanla yavaşlayabilir. Bölgesel gerilimler ve iç siyasal sorunlar da Çin’i yavaşlatabilir. Buna karşın, Çin’in kısmi bir küresel güç olma potansiyelini, Brzezinski, o yıllarda bile kabul etmiştir. ABD ise, bölgede istikrar ve barış için hem Çin, hem de Japonya’yı yönlendirebilme potansiyeline sahip olmalıdır.

Kitabın yedinci ve son bölümü “Sonuç” başlıklıdır. Bu bölümde, Brzezinski, öncelikle şu tespitleri yapmaktadır: 1-) Tarihte ilk kez bir devlet (ABD) gerçek anlamda bir küresel güçtür, 2-) Küresel güç, Avrasyalı olmayan bir devlettir, 3-) Avrasya’ya da Avrasyalı olmayan bir güç (ABD) hâkimdir. Bu değerlendirme sonrasında, Brzezinski, kitap boyunca ele aldığı konuları özetlemektedir.

Kitap hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, kitabın 1990’ların ortalarında yazılmasına karşın birçok önemli gelişmeyi önceden gördüğü rahatlıkla söylenebilir. Buna karşın, birçok konuda kitapta yapılan öngörülerle somut jeopolitik siyasal gerçeklikler yüzde yüz örtüşmemiştir. Örneğin, Rusya’nın Avrupa’ya entegre olması konusunda -o yıllarda Yeltsin dönemi devam ettiği için olsa gerek- çok umutlu olan Brzezinski’nin söylediklerinin aksine, Rusya, giderek daha sert bir şekilde Batı karşıtı cepheye geçmekte ve bu cephenin siyasi liderliğini de yeniden üstlenmektedir. Çin de, ekonomik büyüme konusunda şu ana kadar ciddi sorunlar yaşamamayı başarmış ve ekonomik büyümesini korumuştur. Ayrıca, Avrupa’da en önemli ülke olarak işaret edilen Fransa gücünü korumakla birlikte, Avrupa içerisinde son yıllarda Almanya daha ön plana çıkmış gibidir. Yine Türkiye’nin İslamcı dönüşümü ve bunun etkileri de kitapta yeterince irdelenmemiştir. Bunlara karşın, bu kitap, Uluslararası İlişkiler öğrencileri ve akademisyenler için çok önemli, faydalı ve mutlaka okunması gereken bir eserdir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder