Sayfalar

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Birleşik Krallık'ta Theresa May'in Brexit Kabinesi Kuruldu


23 Haziran 2016 tarihinde yapılan halk oylaması sonucunda yüzde 52’ye yüzde 48 oranla Avrupa Birliği’nden ayrılma (Brexit) yanlılarının galip geldiği Birleşik Krallık’ta, yeni Başbakan Theresa May önderliğinde ve Birleşik Krallık'ın Brexit sürecini yönetmek amacıyla kurulan Muhafazakar Parti kabinesi görevine dün başladı. Referandumdan çıkan beklenmedik ayrılık kararı neticesinde istifa etmek zorunda kalan David Cameron, koltuğunu önceki İç İşleri Bakanı ve unutulmaz Britanya Başbakanı “Demir Leydi” Margaret Thatcher’a benzetilen May’a devretmek zorunda kalırken, kabinenin önemli Bakanlıklarında da kayda değer değişimler yaşandı.[1] Bu yazıda, Birleşik Krallık’ta Brexit referandumu ardından yaşanan gelişmeleri özetlemeye ve yorumlamaya çalışacağım.

Dün Kraliçe İkinci Elizabeth’le görüşmesi sonrasında hükümeti kurma görevini devralan ve yeni kabinesini kısa bir süre içerisinde ilan eden Theresa May[2], 1956 doğumlu deneyimli bir politikacı. Maidenhead seçim bölgesinden 1997 yılından beri Muhafazakâr Parti milletvekili olan May, 2010 yılından beri İç İşleri Bakanı olarak görev yapıyordu. Yaklaşık 6 yıllık görev süresiyle, İşçi Partili James Chuter Ede’den beri, yaklaşık 60 yıldır Birleşik Krallık’ta en uzun süre İç İşleri Bakanı olarak ofiste kalan siyasetçi olan May[3], göç[4], internet özgürlükleri[5], suçla mücadele ve AB ile ilişkiler gibi birçok katıda katı fikirlere sahip olmasına karşın, eşcinsel evliliklerine verdiği destekle daha önce dünya basınında dikkat çekmişti.[6] Görevi devraldıktan sonra yaptığı ilk konuşmada, ayrıcalıklı azınlığa ve eşitsizliklere karşı mücadele edeceğini söyleyen May, daha iyi bir Britanya kurma sözü vererek halka umut aşılamaya çalıştı.[7] May’in bu yaptığı elbette çok doğru; zira Brexit kararı ardından piyasalarda yaşanan olumsuz gelişmeler ve pound’un değer kaybı yaşaması, Birleşik Krallık’ta son birkaç haftadır halkta olumsuz bir havanın doğmasına yol açmıştı. İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan gelen tehditler ve ayrılık sinyalleri de, bu olumsuz havayı daha da karamsar hale getiriyordu. Ancak May, dün yaptığı konuşmayla moralleri düzeltmeye çalıştı. May’in Başbakan olarak göreve başlamasını değerlendiren Brookings Enstitüsü’nden Richard V. Reeves, onun (1) tecrübesi, (2) esnekliği, (3) modernleştirici içgüdüleri, (4) Brexit sürecinde AB’de kalınmasını savunması ve AB yanlılarınca da düşman olarak görülmemesi, (5) istikrar yanlısı olması ve erken seçim istememesi, (6) Birleşik Krallık tarihinin ikinci kadın Başbakanı ve dünyada az sayıdaki kadın liderlerden biri olması ve (7) bir devlet okulundan yetişmiş olması sebebiyle önceki Başbakan David Cameron’ın aksine aristokrat bir görüntü çizmemesini, en önemli avantajları olarak belirtiyor. Ancak bunlar, somut başarılarla desteklenmeden hiçbir anlam ifade etmeyen daha ziyade imaja dayalı unsurlar. Zira May’in, ekonomi, iç politika ve dış politikada başarılı bir performans göstermesi ve reel kazanımlar elde etmesi gerekiyor. 

Theresa May

May’in Dış İşleri Bakanlığına eski Londra Belediye Başkanı ve Brexit’in en hararetli savunucularından Boris Johnson’ı ataması ise[8], halka ve dünyaya önemli bir mesaj olarak okunmalı. Brexit sürecinde “hayır” oyu verilmesi için en çok çaba gösteren Muhafazakâr Partili politikacı olan Johnson, aslında Başbakanlık için de favori isimlerden birisi olarak gösteriliyordu. Ancak Başbakanlığa uygun olmadığını söyleyerek liderlik yarışından çekilen Johnson, May tarafından adeta ödüllendirilerek yeni kabinede Dış İşleri Bakanı yapıldı. Johnson, kısa bir süre önce eski Başbakanlardan Winston Churchill hakkında yazdığı kitapla gündeme gelen ve Birleşik Krallık’ın AB’ye düşman olmadan kendi tarihsel imparatorluk mirasına dayalı bağımsız bir dış politika ve ekonomi politikası uygulaması gerektiğini söyleyen bir siyasetçi ve bu süreç için de çok doğru bir seçim olarak gözüküyor. May’in Dış İşleri Bakanlığına Johnson’ı ataması, Brexit’in sürecinin geri dönülemez olduğunu ve artık Birleşik Krallık’ın tüm planlarını yeni döneme göre yaptığını gösteriyor.

David Davis

Theresa May kabinesinde Brexit sürecini yönetmek için AB Bakanlığına atanan kişi ise, 1948 doğumlu deneyimli İngiliz muhafazakâr siyasetçi David Davis oldu. Davis, elbette Başbakan May ve Dış İşleri Bakanı Johnson’la koordinasyon halinde, bu süreci şekillendiren isim olacak. Davis’in sorumluluğu büyük; çünkü Birleşik Krallık’ın AB ile kuracağı yeni ilişkinin biçimini ve parametrelerini belirlemek kolay bir iş olmayacaktır. Hayatın neredeyse tüm alanını kapsayan AB standartları ve kuralları, her ne kadar Britanya hiçbir zaman Schengen alanı üyeliği ve ortak para birimi avronun kullanımına geçmese de, yıllardır uygulanan bazı politikaların rafa kaldırılması anlamına gelecektir. Birleşik Krallık’ın serbest ticaret için çok gerekli olan Gümrük Birliği anlaşmasını toptan mı, yoksa tüm üye ülkelerle ayrı ayrı mı imzalayacağı, Avrupa’da yaşayan ve çalışan İngilizler ile Birleşik Krallık’ta yaşayan AB vatandaşlarının koşullarının nasıl düzenleneceği ve daha birçok siyasal, ekonomik ve sosyal konu, Davis’in iyi yönetmesi gereken zor pazarlıklara sahne olacaktır. Brexit sürecine en başından beri destek veren Davis, 50. maddenin hemen işletilerek Brexit sürecinin hızlı bir şekilde sonlandırılmasını istediğini söylüyor.[9] Ancak en hızlı durumda bile, bu sürecin bir yıldan önce tamamlanması zor gözüküyor. Daha önemlisi, bu sürecin AB ile Birleşik Krallık arasında dostane bir şekilde yönetilmesinin çok gerekli olması. Çünkü Brexit kararı ardından bunu AB projesine ihanet olarak gören bazı Avrupalı siyasetçiler, Birleşik Krallık aleyhine adımlar atılmasını savunuyor ve halkın kararına saygı göstermiyorlar. Dolayısıyla, Davis’in işi hiç de kolay olmayacak.

There May’in yeni kurduğu kabinesinde, daha önce Savunma Bakanı ve son olarak da Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan Philip Hammond, George Osborne’un yerine Maliye Bakanı olarak atandı. Hammond, deneyimiyle bu görevinden üstesinden rahatlıkla gelebilecek bir isim. Daha çok David Cameron’a yakın bir isim olarak bilinen Osborne ise, bir aralar parti liderliği için de ismi geçmesine karşın, Bakanlık ve belki de Genel Başkanlık için mücadele etmeyi May’in liderliği sonrasına ertelemek zorunda kalacak. May’in kabinesindeki kadın Bakanlar da dikkat çekti. Örneğin, Amber Rudd, May’den boşalan koltuğa oturarak yeni İç İşleri Bakanı oldu.[10] Justine Greening ise, Uluslararası Gelişme Bakanı olarak görevine devam edecek. Ayrıca Michael Fallon Savunma Bakanı olarak konumunu korudu ve Liam Fox Uluslararası Ticaret Bakanlığına atandı.

Peki, May’in önündeki zorluklar neler olacaktır? Elbette, Brexit süreci bu zorlukların en büyüğü ve en acil olanıdır. May, her ne kadar kendisi AB’de kalınmasını savunmuş olsa da, Brexit sürecini en iyi şekilde yönetmek ve Britanya halkına gelecek adına en iyi koşulları sunmak zorundadır. Ekonomi, diğer en önemli gündem maddesi olacaktır. Birleşik Krallık’ın Başbakan Cameron döneminde olduğu gibi ekonomik büyümeye ve yeni iş imkânları yaratmaya ihtiyacı vardır. Gelir eşitsizliklerinin azaltılması ve sosyoekonomik sorunların çözülmesine, bu yeni dönemde, Cameron dönemine kıyasla daha fazla önem verilmelidir. Ayrıca Londra’nın dünya finans merkezi konumunu koruyabilmesi de son derece hayati bir meseledir. Bunlar dışında, İskoçya ve Kuzey İrlanda’daki ayrılıkçı akımlar konusunda ne yapılacağı, May için çok önemli bir sınav olacaktır. İskoçya’da giderek güçlenen ayrılıkçı akım, şimdilerde AB’den ayrılma kararı alınmasını da fırsat bilerek yeni bir bağımsızlık referandumu düzenlemek istemektedir. Birleşik Krallık hükümetinin buna izin verip vermeyeceği ise bilinmemektedir. Her ne kadar, daha iki yıl kadar önce yapılan referandumda ayrılma kararı İskoç halkınca reddedilse de, şimdi AB’den ayrılma durumu nedeniyle "evet" oyu İskoçlarda daha ağır basabilir. Bu ise, Birleşik Krallık’ın küçülmesi anlamına gelecektir. İskoçya ve Kuzey İrlanda konularında sorunlarını çözmesi durumunda ise, Birleşik Krallık, dış politikada daha aktif ve AB’den farklı arayışlara yelken açabilir. Bu; Ortadoğu’da ABD ile ortak olarak daha aktif ve sert güç unsurlarını da devreye sokan şahin bir siyasi çizgi, ya da Asya’da ekonomi temelli ve Çin ve Hindistan başta olmak üzere bölge ülkelerini merkeze alan liberal bir görünüm arz edebilir. Ancak bunları uygulamaya sokmak için, öncelikle iç sorunların çözülmesi ve halka umut aşılanması gerekmektedir. Ayrıca son yıllarda Birleşik Krallık'ta AB yanlısı politikalar dışında hiçbir politika üretemez hale gelen anamuhalefet İngiliz İşçi Partisi'nin yeni döneme uygun hale getirilmesi de, her ne kadar bu konu May hükümetinin görevi olmasa da, ülkede yeni dönemde önemli bir siyasi mesele haline gelecektir. Labour'ın AB yanlısı çizgide kalıp kalmayacağı, Jeremy Corbyn'nin liderliğe devam edip etmeyeceği ve partinin yeni dönemde diğer konularda nasıl bir politika izleyeceği, kuşkusuz hükümetin performansı kadar önemli bir konu olacaktır. Zira Muhafazakar Parti'nin alternatifi halen sadece İşçi Partisi'dir.

Son olarak, Brexit sonrası Birleşik Krallık’a dair bazı açıklamalar yapmakta fayda var. Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasını aşırı sağ ve ırkçılıkla bağdaştıran birçok görüş ve haber, aslında bu ülkenin kendi içerisinde AB kadar çoğulcu olan yapısını görmezden gelmektedir. Bugün İngiltere başta olmak üzere Birleşik Krallık’ı oluşturan tüm ülkelerde (İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda), zaten hâlihazırda önemli oranda eski İngiliz kolonisi ülkelerden gelen -farklı ırk ve dinlerden- göçmen nüfus barınmaktadır. Elbette AB’den ayrılma kararının doğruluğu veya yanlışlığını, Birleşik Krallık’ın ekonomik ve siyasi performansı zaman içerisinde gösterecektir. Ayrıca Brexit yanlısı gruplar içerisinde de, hakikaten azımsanmayacak ölçüde ırkçı ve aşırı sağcı kişiler vardır. Ancak temelde bir dış politika tercihi ve egemenlik meselesi olan bu konuyu otomatik olarak ırkçılıkla bağdaştırmak, kanımca son derece önyargılıdır. Zira unutulmamalıdır ki, bugün Birleşik Krallık’ta Londra Belediye Başkanı seçilen kişi, Pakistan asıllı bir Müslüman olan Sadık Han’dır. Oysa AB üyesi birçok ülkede, bu gibi şeyler henüz hayal bile edilemez durumdadır. Dolayısıyla, çoğulculuğu salt AB üyeliği ile sınırlandırmak son derece hatalı bir yaklaşımdır. Ayrıca, son dönemde AB’den gelen sinyaller, bu birlik içerisindeki çoğulcu yapının yakın gelecekte giderek daha da azalacağı yönündedir. Şimdilik daha çok Türkiye’nin üyelik sürecine ve Suriyeli göçmenlere yönelen bu ırkçı tepkiler, zamanla Arap ve Afrika kökenli nüfus başta olmak üzere tüm göçmen nüfusa ve genel olarak tüm Müslümanlara da dönebilir. Bu nedenle, Birleşik Krallık’ın bu tarihi kararını uzun bir dönem içerisinde gözlemlemek ve değerlendirmek gerekir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder