Türkiye Cumhuriyeti’nin 11.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2003-2015 yılları arasında 12 yıl süreyle Basın
ve İletişim Başdanışmanı olarak görev yapan gazeteci Ahmet Sever’in Doğan Kitap
tarafından yayınlanan kitabı “Abdullah Gül ile 12 Yıl”, kısa sürede büyük ilgi
gördü ve bu alanda yazılmış güncel eserlerden biri olarak Türk kamuoyunun
dikkatini çekti.[1] Sever’in, Gül’ün Başbakan,
Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı 12 yıllık uzunca dönemde
başına gelen en ilginç hadiseleri içeriden birinin gözüyle anlattığı bu kitap,
bu nedenle yakından incelenmeyi hak ediyor.
Kitapta ilk işlenen ve belki de
en önemli olan konu, 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıranın yayınlanma süreciyle
ilgilidir. Sever’in iddiasına göre; normalde mutedil bir kişi olan Abdullah
Gül, o dönemde televizyondan izlediği “Hatırla Sevgili” dizisinde Adnan
Menderes’in başına gelenlerden de etkilenerek, bu muhtıra sonrasında çok
sinirlenmiş ve hatta muhtıraya cevap hazırlamadan önce eşi Hayrünnisa Gül’e
“Ben ölümüne kadar gitmeye hazırım” dahi demiştir. Ayrıca yine Sever’e göre; o
dönemlerde Cumhurbaşkanlığına adaylığı konuşulan Gül, muhtıraya karşı yazılacak
metnin sert olması konusunda da diğer AKP’lilerden daha istekli bir duruş sergilemiştir. Bunun kitapta işlenmeyen temel sebeplerinden biri ise, Gül’ün eşinin
başörtüsü nedeniyle yapılan tartışmalardan haklı olarak alınması ve bu meseleyi
biraz da şahsi olarak algılamasıdır.
Gül’ün Recep Tayyip Erdoğan’ın
siyasi yasaklı olduğu 2002-2003 yılları arasındaki kısa Başbakanlık döneminin
en önemli olayı ise, kuşkusuz 1 Mart Tezkeresi tartışmalarıdır. Sever’in
iddiasına göre; dönemin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Tuncer
Kılınç, Gül’den eşinin başını açmasını rica etmiş ve bu durumun genç Türk
kızlarına kötü örnek olduğundan yakınmıştır. Yine Sever’e göre; aynı Tuncer Kılınç,
1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’den sorunsuz bir şekilde geçmesi için Gül’ün Diyanet
İşleri Başkanlığı’na bu tezkereyi savunacak yönde dini propaganda yapması için
talimat vermesini de istemiştir. Ancak Kılınç’ın bu istekleri elbette sonuçsuz
kalmıştır. Ahmet Sever’in aktardığına göre; İkinci Körfez Savaşı (Irak İşgali)
öncesinde Saddam Hüseyin ve Irak yönetimini yaklaşan savaş konusunda uyarmak
için elinden gelen herşeyi yapan Gül, yine de buna engel olamamış ve en sonunda
“günah benden gitti” diyerek durumu kabullenmiştir. Ancak Gül, Türkiye’nin
uluslararası hukuka uygun olmayan bu savaşa dâhil olmasını istememiş ve tezkere
konusunda Tayyip Erdoğan’a kıyasla daha çekimser bir görüntü sergilemiştir.
Tezkereyi hararetle savunan Erdoğan, Türkiye’nin bu sürecin dışında kalması
durumunda bölgede güçsüzleşeceğine dikkat çekerken, Gül ise uluslararası hukuka
aykırı bir işe dâhil olmanın uzun vadede Türkiye’yi kötü duruma düşürmesinden
endişe etmiştir. Bu nedenle, Gül, oylamadan 3 gün önce Dışişleri Bakanlığı
Müsteşarı Uğur Ziyal’e tezkerenin olumlu ve olumsuz sonuçları hakkında bir
rapor hazırlatmış ve bu konuda AKP’li milletvekillerine vicdanlarına göre
hareket etmelerini tembihleyerek onları oylamada serbest bırakmıştır. Şimdilerde
Başbakan olan dönemin Dış Politika danışmanlarından Ahmet Davutoğlu’nun da
karşı çıktığı tezkere, sonuçta TBMM’de reddedilmiştir. Sever’e göre; bu durumun
Türkiye’ye önemli bazı avantajları olmuştur. Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde
daha saygın bir konuma gelmesi ve bağımsız bir ülke olarak görülmeye
başlanması, bu konudaki en önemli gelişmedir. Nitekim tezkerenin reddi
sonrasında Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci hızlanmıştır. Ancak
bölgedeki Kürt realitesinin giderek güçlenmesi ve bağımsız bir devlete doğru
evrimleşmesi de, Sever’in görmezden geldiği önemli bir detay olarak burada
belirtilmelidir.
Gül’ün Başbakanlığındaki bir
diğer önemli konu ise Kıbrıs Sorunu’dur. Bu konuda Uğur Ziyal’in tavsiyeleriyle
o güne kadar askeriye, hariciye ve genel olarak Türk Devleti’nin desteklediği merhum
Rauf Denktaş çizgisinden sapmayı göze alan Gül, çözümsüzlüğün kendilerinin
değil, Rumların isteği olduğunu dünya kamuoyuna göstermek istemiştir. Ancak
2002 yılı Aralık ayında Kopenhag’daki AB zirvesinde Rauf Denktaş’ın
imzalamadığı belge, Sever’e göre büyük bir hatadır. Gül de böyle düşünmüş ve bu
nedenle merhum Denktaş’a o dönemde çok öfkelenmiştir. Ayrıca Uğur Ziyal’in
itiraf ettiği bir eksiklik, Rumların Annan Planı’na “hayır” demesi durumunda
KKTC’nin tanınması adına ne yapabileceklerini o dönemde Türk devlet adamlarının
planlamamalarıdır. Bu ifadeden de anlaşıldığı kadarıyla, o dönemde Gül ve
Türkiye, Kıbrıs Sorunu’nun gerçekten çözülebileceğine inanmış ve dahası
çözülmesini istemiştir. Yani bu dönemde Türkiye’nin sergilediği barış yanlısı
politikalar, sadece Rumları zora sokmak için sahnelenmiş bir oyun değildir.
Kitapta Ahmet Sever, Abdullah
Gül’le yaptığı sohbetlerden edindiği izlenimler doğrultusunda Gül’ün
Türkiye’nin 3 temel sorunuyla ilgili tespitini de okurlarla paylaşmaktadır.
Gül’e göre bu sorunlar; Kürt Sorunu, Ermeni Meselesi ve Kıbrıs Sorunu’dur. Bu
engeller kalkarsa Türkiye’nin AB ile bütünleşebileceğini ve daha hızlı
kalkınabileceğini düşünen Gül, bu nedenle Dışişleri Bakanı olduktan sonra bu 3
temel meseleye odaklanmış, ancak bunları çözme yolunda fazla yol
katedememiştir. Özellikle Ermeni Meselesi’nde üstlendiği öncü rol Gül’e
pahalıya patlamış ve Ermenistan’la 2010 yılında protokolleri imzalayarak büyük
bir siyasi risk alan Abdullah Gül ilerleyen yıllarda siyaset sahnesinden
tasfiye edilirken, Azerbaycan’a daha yakın duran dönemin Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan bu süreçten güçlenerek çıkmıştır. Kürt Sorunu konusunda önemli
reformlar yapan ve yaptıran Gül, geldiğimiz nokta itibariyle bu konuda da
Türkiye’nin henüz başarıya ulaşamadığını görüyor olmalıdır. Kıbrıs Sorunu’nda
müzakereler halen devam etmesine karşın, bu konuda da henüz somut bir başarı
kazanılamamış, dahası Annan Planı’na “evet” demiş olmanın karşılığında AB
çevrelerinden somut bir getiri elde edilememiştir.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra bir
kısım çevrelerin İslamcı gelenekten yetişmesi ve eşinin başörtülü olması
nedeniyle kendisini bir türlü hazmedemediğini belirten Gül’ün, o yıllarda
Çankaya Köşkü ile ilgili çıkan yalan haberlere çok üzülmesi de, Sever’in
kitapta anlattıkları arasındadır. Ayrıca yine kitapta anlatıldığı kadarıyla,
Gül’ün Fethullah Gülen cemaati ile hiçbir bağlantısı yoktur. Hatta Gül’ün, Fethullah
Gülen’in son yıllarda eğitimcilik ve sivil toplumculuktan siyasete ve devlette
kadrolaşmaya kaymasından rahatsızlık duyduğu da kitapta ifade edilmektedir. Kitapta
altı çizilen bir diğer husus; Abdullah Gül’ün Nurcu değil, Büyük Doğu (Necip
Fazıl Kısakürek) ekolünden yetişme bir İslamcı olmasıdır. Ancak Sever’e göre;
Gül, birçok İslamcının aksine karşı görüştekilere saygı gösteren ve uzlaşmaya
açık ılımlı bir isimdir. Zaten bu sayede, Gül’e siyasi kariyeri döneminde en
çok saygı gösteren ve değer veren gruplar AB çevreleri olmuştur. Hatta Gül, bir
keresinde bireysel özgürlüklere destekleri nedeniyle AB içerisindeki
sosyalist-sol gruplara kendisini daha yakın hissettiğini ifade etmiştir.
Buradan çıkan bir diğer sonuç ise, Türkiye’nin AB üyeliğinin ne kadar zor
olduğu gerçeğidir. Zira AB’nin sağ partileri Hıristiyan temelli ve daha İslam
karşıtıyken, Türkiye’nin sağı ise İslamcıdır. Bu tarz partilere daha yakın
duran ise Avrupa’nın sol çevreleridir. Bu nedenle AB ile Türkiye’nin ulusları
aşan ölçüde partilerin kurulduğu bir yapı içerisinde buluşması oldukça zordur. Bunun
için, önce Türkiye ve Avrupa sağının kendilerini din (Hıristiyanlık vs.
İslamiyet) değil, muhafazakârlık üzerinden yeniden tanımlamaları gerekmektedir.
Oysa Fransa ve Birleşik Krallık’ın aksine, Almanya’daki sağ partinin ismi bile
“Hıristiyan Demokrat” şeklindedir. Bu da, ilişkilerin ters mıknatıslanmaya açık
doğasını gözler önüne sermektedir. Bu konuda Fransa’nın önceki Cumhurbaşkanı
Nicolas Sarkozy ile bu konuda birkaç defa tartışan Gül’ün dikkat çektiği bir
husus ise; Türkiye’nin AB üyeliğini üyeliğin kendisinden daha ziyade,
demokratik bir ülke olma yolunda kaldıraç olarak gördüğü gerçeğidir. Bu nedenle
Gül’e göre tam üyelik gerçekleşmese bile, bu yolda ilerlemek her zaman için
iyidir. Kitapta bu ve benzeri daha birçok anı ve anektoda yer verilmiştir.
Ahmet Sever’in “Abdullah Gül ile
12 Yıl” adlı kitabı, içerdiği değerli anı ve gözlem bilgilerine karşın, her
zaman için taraflı yazılabileceği akılda tutularak okunması gereken bir
eserdir. Zira yazar, Abdullah Gül’ün danışmanı olarak senelerce geçimini
sağlamış ve Gül’ü çok seven-sayan biridir. Ancak bu durum, kitaptaki bilgiler
yanlıştır anlamına da gelmez. Sadece kitabın büyük resmin bir boyutunu
gösterebileceği akıllarda tutulmalı ve kitaptaki bilgiler başka kaynaklarca da
kontrol edilmeye çalışılmalıdır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan
ÖRMECİ
[1] Kitabı satın almak için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/abdullah-gul-ile-12-yil-yasadim-gordum-yazdim/366599.html.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder