Sayfalar

23 Aralık 2019 Pazartesi

ABD Başkanı Donald Trump’ın Azil Süreci ve 2020 ABD Başkanlık Seçimleri


Giriş
3 Kasım 2020 tarihinde 59. Başkanlık seçiminin düzenleneceği ABD’de, 2017 yılından beri Cumhuriyetçi Parti’den seçilerek 45. ABD Başkanı olarak görev yapan[1] zengin işadamı Donald Trump, şu sıralar oldukça sıkıntılı günler geçiriyor. Öyle ki, Trump, geçtiğimiz gün ABD Temsilciler Meclisi’nde yapılan oylama sonucunda, “görevi kötüye kullanma” ve “Kongre’nin çalışmasını engelleme” suçlamalarıyla ABD Senatosu’na sevk edildi.[2] Bundan sonra, Trump, bir mahkeme gibi çalışacak olan Senato tarafından yargılanacak ve Senatörlerin 2/3’ünün kendisini suçlu bulması durumunda hüküm giyecek. Bu yazıda, ABD Başkanı Donald Trump’ın azil (impeachment) sürecini ve bunun 2020 ABD Başkanlık seçimlerine muhtemel etkilerini değerlendirecek ve Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti’deki güçlü Başkan adaylarını mercek altına alacağım.

Trump’ın Azil Süreci
ABD Başkanı Donald Trump’ın konu olduğu azil süreci, Amerikan siyasal tarihinde 4. defa gerçekleşiyor. 1868 tarihli ilk “impeachment” sürecinde, dönemin Demokrat Başkanı Andrew Johnson (1865-1869), Amerikan İç Savaşı (1861-1865) sonrasında “ağır cürüm ve kabahatler” suçlamasıyla Senato’da yargılanmıştı. Johnson, o dönemde Cumhuriyetçi Parti ağırlığı olan ABD Kongresi ile köleliğin kaldırılması ve güney bölgelerinin yeniden yapılandırılması konularında zıtlaşmaya düşmüştü. Neticede, Senato’da yapılan oylamada 35 Senatör tarafından suçlu bulunan Johnson, 19 Senatörün desteği sayesinde azledilmekten kılpayı kurtulmuştu.[3]

ABD tarihindeki ikinci azil girişimi, Amerika’nın 37. Başkanı olan Cumhuriyetçi siyasetçi Richard Nixon’a (1969-1974) karşı başlatılmıştı. Vietnam Savaşı protestoları ve Afrikalı Amerikalıların sivil haklar mücadelesi nedeniyle zor durumda olan Nixon, bunların üzerine bir de Watergate Skandalı’nın patlaması sonrasında, kendi partisinin Senatörlerinden de destek alamayacağını düşünerek, bu süreçte azledilmemek için istifa etmek zorunda kalmış ve bu sayede muhtemel bir azilden kurtulmuştu.[4]

ABD tarihinde azil sürecine konu olan Başkanlar: Andrew Johnson, Bill Clinton ve Donald Trump[5]

ABD tarihinin üçüncü azil sürecine konu olan kişi, Demokrat Başkan -42. ABD Başkanı- Bill Clinton (1993-2001) olmuştu. Oldukça başarılı bir Başkanlık performansı gösteren Bill Clinton’ın azledilmesine neden olan olay ise, Beyaz Saray’da görev yapan bir stajyer olan Monica Lewinsky ile yaşadığı yasak aşk olmuştu. 12 Şubat 1999’da yapılan oylamada, Clinton, 45 Senatör tarafından “suçlu” ve 55 Senatör tarafından “suçsuz” bulunarak azledilmekten kurtulmuştu.[6] Günümüzde 100 Senatör’ün görev yaptığı ABD Senatosu’nda, bir Başkan’ın suçlu bulunması için 67 Senatör tarafından “suçlu” olduğu yönünde oy verilmesi gerekiyor.

45. ABD Başkanı olarak görev yapan Cumhuriyetçi Donald Trump (2017-), işte böyle bir siyasal geçmişi olan ABD’de azil sürecine konu olan 4. ABD Başkanı -istifa eden Richard Nixon da sayılırsa- olacak. Trump’ın iç siyasette kutuplaştırıcı ve karşı partide ve blokta nefret uyandıran bir isim olması, açıkçası Demokrat Senatörlerin aleyhinde oy vermelerini kolaylaştırıyor. Bu nedenle, ABD uzmanı Türk akademisyen Doç. Dr. Burak Küntay, Trump’ın azil sürecine konu olmasının onu iç ve dış politikada yumuşatabileceğini düşünüyor.[7] Ergin Yıldızoğlu ve diğer bazı gözlemciler ise, ABD’de partiler arasında yaşanan büyük kutuplaşma nedeniyle, Cumhuriyetçi Partili Senatörlerin Trump’ın azledilmesine izin vermeyeceklerini ve bu sürecin Trump’ın 2020’deki Başkanlık adaylığını olumlu yönde etkileyebileceğini düşünüyor.[8] Zira iyi bir sağ popülist lider olan Trump, bu süreçte uğradığı muameleleri ve “haksızlık”ları seçmenlere abartılı bir şekilde anlatarak, kendisinin “ABD’yi yeniden büyük yapma” çabalarının engellenmeye çalışıldığını vurgulayabilir. Ekonominin Trump döneminde hayli iyi gittiği ABD’de, bu tarz bir siyasetin alıcısının olduğu da kuşku götürmez bir gerçek. Daha da önemlisi, Demokratların Trump’ı seçim yoluyla değil de, hukuki olarak yenmeye çalışmaları, sürecin Trump’ı mağdur durumuna düşürmesi halinde seçmen nezdinde geri tepebilir. Zaten azil sürecinin başarıya ulaşma ihtimali de yüksek değil. Nitekim Cumhuriyetçi Senatör ve partinin Senato’daki grup lideri Mitch McConnell’ın yargılamayı hızlı bir şekilde sonlandırmayı düşündüklerini ve yeni tanık kabul etmeyeceklerini belirten açıklamaları[9], Trump’ın bu süreçten kolaylıkla kurtulabileceğini düşündürüyor. Senato’da Cumhuriyetçilerin Demokratlara 53-45 üstünlüğü olduğunu da (2 bağımsız Senatör de görev yapmaktadır) akılda tutmak lazım.

2020 ABD Başkanlık Seçimleri[10]
Cumhuriyetçi Parti
ABD Başkanı Donald Trump’ın azil sürecine konu olup, buradan aklanarak çıkması, onun sonraki Başkanlık seçimi öncesinde popülaritesini yükseltebilir. Trump’ın şeytani bir politik zekâya sahip olduğunu ve kazanmak için -Makyavelist davranarak- her yolu deneyebildiğini de unutmamak lazım. Bu nedenle, bu süreç, ilginç bir şekilde Donald Trump için bir avantaj haline gelebilir. Birleşik Krallık’taki Brexit konusu ve bunun Boris Johnson ve Muhafazakâr Parti’nin yeniden ve daha rahat bir şekilde seçilmesine yaptığı etki de düşünüldüğünde, “engellenen” durumda olmak Trump için harika bir seçim malzemesine dönüşebilir. Bu nedenle, bu sürecin başlaması Demokratlar adına bir avantaj sayılabilir mi oldukça kuşkuluyum. Yine de, Trump’ın bu süreçten siyaseten yıpranarak çıkması da bir ihtimaldir.

Trump, Cumhuriyetçi Parti’yi adeta kontrolü altına almış gözüküyor

Cumhuriyetçi Parti’de Trump’a rakip olarak bugüne kadar sadece eski Cumhuriyetçi temsilci-milletvekili (2011-2013) Joe Walsh, Massachusetts eski Valisi (1991-1997) Bill Weld ve işadamı Roque De La Fuente gibi çok da popüler ve güçlü olmayan adayların çıkmış olması da Trump’ın partisi için önemini ortaya koyuyor. Nitekim GALLUP’un yaptığı bazı anketler, Trump’ın partisi içerisindeki desteğinin yüzde 90 civarında olduğunu gösteriyor.[11] Bu nedenle, Trump için azil süreci bir dezavantaj teşkil etmediği gibi, siyaseten doğru kullanılabilirse avantaja bile dönüşebilecek gibi gözüküyor.

Demokrat Parti
Demokratlarda ise adayların durumu çok daha karmaşık ve rekabetçi düzeyde. Yapılan anketler, yaklaşık 50 yıldır ABD iç siyasetinde yer alan bir isim olmasına karşın, eski Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın yüzde 30 civarında bir destekle halen en güçlü Demokrat aday olduğunu ortaya koyuyor. Biden, merkeze yakın, çok tanınan ve kimsenin aleyhinde sert siyasal pozisyon almadığı bir isim. Ancak unutulmamalı ki, 3 sene önce Donald Trump gibi kutuplaştırıcı bir siyasetçinin karşısına Hillary Clinton gibi güçlü bir merkez adayıyla çıkan Demokratlar, hiç beklenmedik bir yenilgi almışlardı. Bu nedenle, Demokrat seçmenler ve delegelerce, bu seçimde Biden yerine daha ideolojik bir aday tercihi yapılabilir. Önceki Demokrat Başkan Barack Obama ise, Demokratların sistem karşıtı bir aday seçimi yapmaması konusunda uyarıda bulunarak kampanya ve önseçim sürecine dâhil oldu.[12]

Demokrat adayların destek oranları[13]

2016 Başkanlık seçiminde Hillary Clinton’ı adaylık konusunda epey zorlayan Yahudi ve sosyalist siyasetçi Bernie Sanders, anketlerde ikinci en popüler aday olarak öne çıkıyor. Sanders, bir Avrupalı sosyal demokrat ve hatta sosyalistin düşüncelerini ABD siyasetinde ifade eden alışılmadık bir aday olarak farklı duruşuyla özellikle gençlerden büyük sempati topluyor. Ancak ABD’nin oturmuş düzeni için fazla “solcu” bulunabilecek olan Sanders, ilerleyen yaşı ve sağlık durumu nedeniyle de ortalama Amerikalı seçmene hitap etmeme riski taşıyor. Buna rağmen, Bernie Sanders, "yaşlı" eleştirilerine partinin yükselen genç yıldızı ve New York temsilcisi Alexandria Ocasio-Cortez ile birlikte mitingler düzenleyerek cevap vermeye çalışıyor.[14] Dolayısıyla, birinci favori durumunda olmasa da, "Uncle Bernie"nin bu seçimde Başkan adayı olması kimseyi şaşırtmamalı.

Üçüncü önemli Demokrat aday ise, senelerce Harvard Üniversitesi’nde Hukuk Profesörü olarak görev yapan Demokrat Partili Massachusetts Senatörü Elizabeth Warren. ABD Başkanı Donald Trump’ın Pocahontas’a benzettiği[15] yüksek eğitimli elit bir figür olan Warren, Donald Trump gibi bir popülist karşısında seçim sürecinde gerçekten çok zorlanabilir. Buna karşın, somut projeleri, yüksek kültürü ve üst düzey bilgisiyle, Warren, iyi bir entelektüel aday profili haline de gelebilir. Warren’ın adaylığı, Avrupa’da ve dünyada son dönemde sayıları artan kadın lider ve siyasetçilerden de destek alabilir.

Anketlere göre dördüncü popüler Demokrat aday, 37 yaşındaki genç South Bend Valisi Pete Buttigieg[16]. Buttigieg, gençliği ve enerjisiyle çok iyi bir aday olabilir; ancak henüz ülke genelinde ve dünyada tanınırlığı yüksek seviyelerde değil. Bu nedenle, bu seçimde aday olması pek de mümkün gözükmüyor. Oxford Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi diplomaları olan Buttigieg, 7 farklı dil bilmesi ve eşcinsel olması gibi bazı özellikleriyle de tanınıyor.

Favori Demokrat adaylar: Bernie Sanders, Joe Biden, Elizabeth Warren ve Kamala Harris

Adaylığını kısa bir süre önce açıklayan[17] eski New York Belediye Başkanı (2002-2013) Michael Bloomberg de Demokratlar adına oldukça önemli bir aday. Oldukça zengin bir işadamı olan Bloomberg, sahibi olduğu Bloomberg Tv’nin de desteğiyle[18] iyi bir kampanya yapması halinde, Donald Trump karşısında ciddi anlamda şanslı olabilir. Zira Bloomberg, 9/11 (11 Eylül) saldırıları sonrasında New York City Belediye Başkanı olarak yaptıklarıyla hafızalarda olumlu yer etmiş ve Amerikan halkında güçlü izler bırakmıştı.

Michael Bloomberg

Bu isimler dışında genç kadın aday Kamala Harris ismini de her zaman potansiyel bir Demokrat Başkan adayı olarak gündemde tutmak lazım. Adaylıkları şimdilerde gündemden düşen Beto O'Rourke ve Howard Schultz ise, gelecekte Demokratlar adına iyi bir Başkan adayı olma potansiyeline sahip isimler. 

Sonuç
Sonuç olarak, ABD Başkanı Donald Trump’ın azil sürecinin başarıya ulaşmasının mümkün gözükmediği ve tam tersine bunun Trump’ın kampanyasına pozitif etkileri olabileceği tespitinin yanı sıra, Demokratlarda Joe Biden’ın adaylığının giderek güç kazandığını söylemek yerinde olabilir. Bu koşullarda gidilecek bir seçimde ise avantaj Donald Trump’ın olacaktır; lakin ekonomi ve dış politikadan olumsuz haberler gelmesi ve Biden veya diğer bir Demokrat adayın çok iyi bir seçim kampanyası düzenlemesi durumunda, elbette Trump’ın kaybetmesi de sürpriz olmaz. Zira Trump, sert üslubu ve garip tavırlarıyla sol, Afrikalı Amerikalı, kadın ve Hispanik seçmenleri kolaylıkla aleyhine döndürebilecek bir isimdir. Trump’ın Avrupa ülkeleri ve dünyanın geri kalanından (İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, Japonya ve bazı geleneksel ABD müttefikleri dışında) fazla destek alamadığı da ortadadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] ABD Başkanlarının listesi için; https://www.presidentsusa.net/presvplist.html.
[2] Ergin Yıldızoğlu (2019), “Trump'ın azil süreci: ABD tarihinde azil süreçleri hangi tarihi kavşaklarda gerçekleşti?”, BBC Türkçe, 19 Aralık 2019, Erişim Tarihi: 23.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50858239.
[3] Azil sürecinin Kongre kayıtları için bakınız; https://www.senate.gov/artandhistory/history/common/briefing/Impeachment_Johnson.htm#1.
[4] Bakınız; https://www.whitehouse.gov/about-the-white-house/presidents/richard-m-nixon/.
[5] Richard Nixon, azil sürecine uğramamak için istifa etmiştir.
[6] Oylama kaydı için; https://www.senate.gov/legislative/LIS/roll_call_lists/roll_call_vote_cfm.cfm?congress=106&session=1&vote=00017.
[7] Burak Küntay (2019), “Trump azledilir mi?”, Hürriyet, 20 Mayıs 2019, Erişim Tarihi: 23.12.2019, Erişim Adresi: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/burak-kuntay/trump-azledilir-mi-40463750.
[8] Ergin Yıldızoğlu (2019), “Trump'ın azil süreci: ABD tarihinde azil süreçleri hangi tarihi kavşaklarda gerçekleşti?”, BBC Türkçe, 19 Aralık 2019, Erişim Tarihi: 23.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50858239.
[9] Tom McCarthy (2019), “Why Trump’s impeachment trial is unlikely to result in removal from Office”, The Guardian, 20 Aralık 2019, Erişim Tarihi: 23.12.2019, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/us-news/2019/dec/20/trump-impeachment-trial-republicans-mitch-mcconnell.
[10] Daha önce yaptığım seçim analizi için; http://politikaakademisi.org/2019/07/01/2020-abd-baskanlik-secimi-icin-mucadele-basladi/.
[11] Bakınız; https://www.pusulahaber.com.tr/eski-massachusetts-valisi-bill-weld-trumpin-ilk-cumhuriyetci-rakibi-oldu-1098284h.htm.
[12] Bakınız; https://www.vox.com/policy-and-politics/2019/11/16/20968290/obama-2020-democratic-presidential-primary.
[13] Bakınız; https://www.politico.com/2020-election/democratic-presidential-candidates/polls/.
[14] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=_YpUN-lhZM4.
[15] Bakınız; https://www.politico.com/video/2019/08/15/trump-calls-elizabeth-warren-pocahontas-068719.
[16] Hakkında bilgiler için; https://www.washingtonpost.com/elections/candidates/pete-buttigieg/.
[17] Bakınız; https://apnews.com/583b5e7ecfc84b61b470b5e8e3c4bcab.
[18] Bakınız; https://www.hollywoodreporter.com/news/bloomberg-tv-will-cover-boss-presidential-campaign-but-disclaimers-1257887.

22 Aralık 2019 Pazar

Dr. Nikos Christofis'le Yunan Politikası ve Türk-Yunan İlişkilerindeki Güncel Konular Hakkında Mülakat


Dr. Nikos Christofis, Çin-Xi'an'da Shaanxi Normal University'deki Türkiye Çalışmaları Merkezi ve Tarih ve Medeniyetler Okulu'nda Doçent Doktor olarak görev yapmaktadır. Kendisi, ayrıca, Atina'daki Hollanda Enstitüsü'nde (NIA) araştırmacı olarak çalışmaktadır. Doktorasını Hollanda'da Leiden Üniversitesi'ne bağlı Leiden Bölgesel Çalışmalar Enstitüsü'nde (LIAS) tamamlayan Christofis, İngilizce, Yunanca, Türkçe, İspanyolca ve Çince dillerinde akademik yayınlara imzasını atmıştır. Yunan akademisyenin son kitabı olan Erdoğan’s ‘New’ Turkey: Attempted Coup D’état and the Acceleration of Political Crisis ise Routledge Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.

Erdoğan's New Turkey kitabı

Dr. Ozan Örmeci: Dr. Christofis merhaba. Yunanistan politikası ve Türk-Yunan ilişkileri konusunda sizin uzman görüşünüze başvurmak istiyoruz. Halen en sıcak gündem maddelerinden biri olan Suriyeli mülteciler konusuyla mülakata başlayalım. Ahmet Davutoğlu ile Aleksis Çipras'ın Türkiye ve Yunanistan Başbakanı olarak görev yaptıkları dönemde imzalanan ve halen yürürlükte olan anlaşma, son dönemde iki ülke arasında çeşitli polemiklere neden olmaya başladı. Sizce bu konuda ve diğer konularda Türk-Yunan ilişkilerinin gelecek 5 yılı için neler beklemeliyiz? 

Dr. Nikos Christofis: Merhaba Dr. Örmeci. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Suriyeli mülteciler sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin değil, Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin bir konusudur. Buna rağmen, bu konuya Avrupa'da bile bu şekilde yaklaşılmamaktadır. Bu durum, mültecilerin geri gönderilmesi konusunda Yunanistan'ın yaşadığı zorluklarla daha da belirgin hale gelmiştir.

Türkiye'ye gelince, elbette bu konuda Türkiye'nin eli daha güçlü durumda. Türkiye, bu konuyu bir tehdit/şantaj unsuru haline getirerek, AB'ye kendi ulusal çıkarları açısından gerekli gördüğü şeyleri yaptırıyor. AK Parti hükümetinin bu konuda kontrolü elinde tuttuğu bir sır değil. Dahası, bu konu Yunanistan'ın bir sorunu olarak kaldığı sürece, AB, bu konuda pasif hareket ediyor ve Türkiye ile bu konuyu tartışmaktan öteye gitmiyor. Dolayısıyla, sorunun çözümü konusunda bir şey yapılamıyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye'nin bu konuyu yine gündeme getirebileceğini düşünüyorum.

Ancak bunun yeni sorunlar yaratması muhtemel. Daha da kötüsü, Türkiye ile Libya hükümetleri arasında imzalanan deniz yetki alanları anlaşması sonrasında Türk-Yunan ilişkilerinde yeni bir kriz yaşanmaya başladı. Bu anlaşma, yeni bir münhasır ekonomik bölge (MEB) paylaşımı yaratması ve Doğu Akdeniz'de Yunanistan'ı mevcut deniz sınırlarından geriye çekmesinin yanı sıra, Doğu Akdeniz'den Avrupa'ya gitmesi planlanan boru hattının Türkiye'nin onayı olmadan yapılabilmesini de imkansız kılıyor. 

Elbette Yunanistan hükümeti Türkiye ile Libya arasında böyle bir anlaşmanın yapılabileceğini öngörmüş müydü bilemeyiz. Ancak Atina'nın, başarılı olan Suriye operasyonu sonrasında, Türkiye'nin gözünü Doğu Akdeniz'e dikeceğini fark etmesi gerekirdi. Ama bence Türkiye-Libya anlaşması Yunanistan için bir sürpriz oldu. Benim görüşüme göre, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki provokatif eylemleri Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği açısından endişeler yaratıyor.

Ancak şunu da söylemeliyim ki, Türk-Yunan ilişkileri her zaman gergin olmuştur. Dahası, Yunanistan'da her konuda Türklerin haksız olduğu yönünde çarpık bir görüş vardır. Örneğin, Ege Denizi sorununa bakarsak, Yunan hükümetleri, 1981'den beri Yunanistan'ın Ege'deki karasularını 12 mile çıkarmasının iddialı ve Ankara açısından alarm verici bir sinyal olduğunu tam olarak anlayamamışlardır. Yunanistan'ın hava sahası konusundaki 10 mil ısrarı da (6 mil yerine) uluslararası hukuka aykırıdır. Sonuçta, Ege Denizi bir "Yunan Gölü" değildir ve olamaz. Bunu bölgedeki tek bir ülke bile kabul etmez.

Kiriakos Miçotakis ve Aleksis Çipras

Dr. Ozan Örmeci: Türkiye'de Yunanistan'ın şimdiki Başbakanı Kiriakos Miçotakis'in görüşleri ve seçmenlerine vaatleri konusunda fazla bir şey bilinmiyor. Siz, Yeni Demokrasi (ND) hükümetinin en önemli projeleri hakkında bize bilgiler verebilir misiniz? 

Dr. Nikos Christofis: Yeni Yunan hükümeti Temmuz ayından beri görev yapıyor. Yeni Demokrasi (ND) hükümetinin dünyanın herhangi bir yerindeki -Macaristan'dan Brezilya'ya kadar- agresif neoliberal hükümetlerden bir farkı olduğunu düşünmüyorum. İlk olarak, eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi gibi bir projeleri var. Bu konuda bir diğer örnek, Selanik'teki metro inşaatı sırasında çok önemli arkeolojik kalıntılar ve taş döşeli bir yolun (Decumanus Maximus) bulunması ve hükümetin bunları özelleştirmek istemesidir. 

Bunun dışında, hükümetin yasa ve düzen konusunda ısrarcı olması dikkat çekicidir. Bu görüş, Yeni Demokrasi'nin siyaset yapma tarzının ana sütunlarından birisi haline gelmiştir. Ancak bana kalırsa, bu görüş ne yasaldır, ne de bir düzen getirmektedir. Yunan vatandaşları son dönemde polislerin aşırı güç kullanımına tanık olmaktalar; artık savcı kararı olmadan insanların evleri bile aranabilmektedir. Tutuklanan insanlara yönelik aşağılayıcı tavırlar da söz konusudur. Bir Yunan Bakan şöyle bir ifade bile kullanmıştır: "Yunan vatandaşlarını ıslah etmek için biraz dayak gereklidir". Genel olarak, muhalif isimler karalanmakta ve marjinalize edilmektedirler. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kullandığı "çapulcu" gibi bazı tabirler Yunanistan'da da kullanılmaya başlanmıştır. Tüm bu nedenlerden ötürü, ben Yunan hükümetinin anayasa ve yasaları çok da önemsemeyen bir "polis devleti" kurmaya çalıştığı görüşündeyim. Başka bir ifadeyle, neoliberal ütopyaya inanan sadık vatandaşlar yaratmak istemekteler. 

Dış politikaya gelince, bu konuda henüz kapsamlı bir yorum yapmak zor. Neyse ki, yeni hükümet Prespa Anlaşması'nı kabul etti ve bu sayede geçtiğimiz yıl Yunanistan'ın en önemli milli sorunlarından biri çözülmüş oldu. Bence Kuzey Makedonya ile yapılan bu anlaşma harika bir hamleydi; bu sayede Balkanlar daha istikrarlı ve güvenli olacaktır. Ancak Türkiye ile ilişkiler konusunda durum daha karmaşıktır ve hükümet gelişmeler karşısında hazırlıksız yakalanmıştır. Bana kalırsa, Atina, AB, ABD, Rusya, Mısır ve İsrail'den gelen desteğe fazla güvenmektedir ve bu desteklerin çoğunlukla söylemsel (retorik) düzeyde kaldığına ve somut eyleme dönüşmediğini fark edememiştir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde Yunanistan'ın AB'den siyasi destek alabilmek için Avrupa Birliği adına önemli bazı meseleleri veto etmesi/bloklaması gündeme gelebilir ve bence bu iyi bir hamle olur. Bence AB'nin hareketsizliği, Türkiye'ye -mülteci kartını kullanarak- Ortadoğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesinde daha iddialı bir dış politika izleme imkanı tanımıştır. 

Bu bağlamda, bir çelişki durumu yaşamaktayız. Bir yanda Yunanistan'a neredeyse tüm aktörlerin sözlü desteği söz konusu; ancak söylemsel düzeyde diplomatik açıdan "izole edilen" Türkiye, fiiliyatta ABD ve Rusya ile düzeyli ilişkiler kurmaya devam etmektedir. Son Türkiye-Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi, hiçbir ülke bu konuda risk almak istememektedir. Bu duruma rağmen, Başbakan Miçotakis, olayların "kriz" veya "savaş" boyutuna ulaşacağını düşünmemektedir. Ben de bu görüşteyim; Miçotakis'in Almanya'nın Bild gazetesine verdiği demeçte, böyle bir gelişme olursa, bunun Türkiye'nin daha da izole olmasına yol açacağını düşündüğü görülmüştür. Ben, yakın gelecekte iki ülke arasında bir çatışma riski olduğunu düşünmüyorum. Unutmayalım ki, 2019 Nisan yerel seçimlerindeki yenilgisinden sonra, AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir varoluş mücadelesi vermektedirler. Bu nedenle, Türkiye'nin MENA bölgesindeki politikalarının devam edeceğini düşünüyorum. 

Dr. Nikos Christofis ve Dr. Ozan Örmeci İstanbul'da bir konferans sırasında (14 Aralık 2018)

Dr. Ozan Örmeci: Yunanistan, 2004 yılında yapılan Annan Planı referandumuna Türkiye, Kıbrıslı Türkler ve AB ile birlikte koşulsuz destek vermişti. Ancak planın Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilmesi nedeniyle, Kıbrıs Sorunu yalnızca Türk-Yunan ilişkilerini değil, Türkiye-AB ilişkilerini de olumsuz yönde etkileyen bir mesele haline geldi. Aleksis Çipras döneminde bu konuda önemli bir aşama kaydedilemese de, Çipras'ın Kıbrıslı Türklerle görüşen ilk Yunanistan Başbakanı olması dikkat çekti. Mevcut Yunan hükümetinin Kıbrıs Sorunu'na bakışı sizce nedir?

Dr. Nikos Christofis: Bence Çipras'ın Kıbrıslı Türklerle görüşmesi doğru bir girişimdi; bence tüm Yunan hükümetleri bundan sonra böyle davranmalılar. Diğer toplumu (tarafı) dikkate almadan çözüm için umutlu olamazsınız. Yunanlar ve Kıbrıslı Rumlar bazen bir gerçeği unutuyorlar; Kıbrıslı Türkler Kıbrıs Cumhuriyeti'nde bir azınlık grubu değil, eşit bir ortak durumundadırlar. İki toplumun eşitliği barış için olmazsa olmaz bir koşuldur. Ancak Kıbrıslı Rumların çoğunluğu eşitlik durumunu kabul edememektedirler. 1974'ten beri Yunan ve Rum hükümetleri Kıbrıs Sorunu'nu bir "işgal" konusu olarak yansıtmışlardır. Syriza hükümetinde de benzer şekilde düşünenler vardı. Bu, sorunun çözümü için müzakereye başlamak konusunda hatalı bir duruştur. 1974 öncesi olanları görmezden gelmek, kalıcı bir çözüm için yolu kapamak anlamına gelir. Crans-Montana görüşmelerindeki açmazdan beri, bu konu, Yunan hükümetinin gündeminden düşmüş gibi gözükmektedir. Bu, diğer konulardaki öncelikler nedeniyle, anlaşılabilir bir durumdur. Açıkçası ben Atina'nın Kıbrıs'taki geleneksel pozisyonunu nasıl değiştirebileceğini öngöremiyorum; zira Türkiye, bu konuda Yunanistan tarafından agresif, yayılmacı ve provokatif bir devlet olarak görülüyor. Son dönemdeki gelişmeler de bu görüşü daha meşru hale getiriyor. 

Dr. Ozan Örmeci: Kıbrıs Sorunu, son yıllarda bölgede bulunan doğalgaz kaynakları ve Kıbrıs Rum hükümetinin yaptığı enerji anlaşmaları nedeniyle Doğu Akdeniz'de bir deniz yetki alanı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) paylaşımı sorununa dönüştü. Sizce bu konuda adil bir çözüm nasıl geliştirilebilir? 

Dr. Nikos Christofis: Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının keşfi, Kıbrıs Sorunu'nu daha da karmaşık hale getirmiştir. Bu konu henüz müzakerelerde açık bir gündem maddesi olmasa da, müzakereler için yüzeyin hemen altında potansiyel bir kaldıraç (manivela) olarak pusuda beklemektedir. Buna karşın, Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon kaynakları, her yerde olduğu gibi, Kıbrıs için bir nimetten ziyade bir lanete de dönüşebilir. Türkiye'nin Kıbrıs Sorunu'nda bir çözüm olmadan bu konuda Kıbrıslı Rumların girişimlerini engelleme politikası, Ankara'nın resmi söylemlerini desteklemektedir. Erdoğan'ın Kıbrıslı Türklerin haklarını korumak için kullandığı "Kıbrıs Türkü, Büyük Türk milletinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu gerçeği değiştirme hayali içinde olanlar, beyhude bir amaç uğruna çabaladıklarını er ya da geç fark edeceklerdir." sözü, bu konuda Ankara'nın duruşunu ortaya koymaktadır. 

Ancak ben Erdoğan'ın asıl amacının Kıbrıslı Türkleri korumak olduğunu düşünmüyorum. Bence, daha çok Doğu Akdeniz'de ve Ege'de Türkiye'nin duruşunu güçlendirmek ve hidrokarbon kaynaklarından pay alabilmek için Kıbrıslı Türkler konusunu bir manivela olarak kullanıyor. Bu stratejiyi yanlış bulmuyorum; ancak bu konuda yapılan anlaşmalar, tüm tarafların onayı ve dahliyle yapılmalıdır. 

Türkiye'nin bu konudaki duruşunu tamamen anlıyorum. Ankara, "Diğer devletler pay alırken biz neden dışarıda kalalım?" düsturuyla hareket ediyor ve kendi payını istiyor. Ancak bunu yaparken izlediği politika farklı ve sorunlu. Türkiye, uluslararası hukuk ve önceki anlaşmaları ihlal ederek, bölgede komşu devletler açısından sorun yaratıyor. Bu ortamda, Türkiye'nin giderek askerileştiği ve ordunun Suriye ve Libya'da bir dış politika unsuru haline getirildiği görülüyor. Kıbrıs'ta ise, kara kuvvetlerinden ziyade Türk Donanması'nın önemli bir rolü var. "Mavi Vatan" adlı tatbikat ve doktrin, Türkiye'nin bölgedeki egemenliğinin yayılmacı (expansionist) değilse bile, geniş kapsamlı (expansive) algılandığının bir göstergesi.

"Mavi Vatan" doktrini, sadece bu bölgede değil, Lozan Antlaşması bağlamında da "revizyonist" bir mantık ortaya koyuyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın bir Türk televizyonuna kısa süre önce verdiği bir röportajda gösterdiği ve Girit'in doğusundaki hidrokarbon kaynaklarının araştırılmasına/çıkarılmasına yönelik harita, bunu açıkça gösteriyor. Ankara'nın bu konuları güvenlikleştirmesi, Libya anlaşması ve Lozan Antlaşması'na yönelik revizyonist yaklaşımlar, haliyle Yunanistan'da huzursuzluk yaratıyor. Ayrıca Yunanistan'daki Türkiye'nin agresif (saldırgan) olduğu yönündeki klasik görüşü de doğruluyor.

Bunları söyledikten sonra, şunu da ifade etmeliyim ki, tüm bu sorunların kapsayıcı müzakerelerle çözülebileceği kanaatindeyim. Ancak bunun için iki tarafın da iyi niyetle müzakere etmeye istekli olmaları gerekiyor. Buna rağmen, ben şahsen karamsar görüşteyim ve bunun iki temel nedeni var. İlk olarak, Türkiye'nin son dönemdeki politika ve eylemleri bunun tersi yönünde bir gelişme. İkincisi de, Yunan hükümetinin kıta sahanlığı dışında diğer konuları müzakere etmekteki isteksizliği ve bu konuyu tek mesele olarak öne çıkarması beni karamsarlığa itiyor. Teşekkür ederim!

Dr. Ozan Örmeci: Değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için size teşekkür ederiz. Umuyorum sizinle beraber üniversitemizde bir workshop (çalıştay) düzenleyerek, Türk-Yunan ilişkilerindeki sorunları detaylı olarak tartışabiliriz. 

Tarih: 19/12/2019

20 Aralık 2019 Cuma

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un 'NATO'nun Beyin Ölümü Gerçekleşmiştir' Sözünü Konu Alan France 5 Kanalı Tartışması


Giriş
Ülkesinde yaşanan ve emeklilik reformuna yönelik tepkilerin neden olduğu genel grev ve protesto gösterileri nedeniyle[1] zor günler geçiren Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 7 Kasım 2019 tarihinde The Economist dergisine verdiği bir röportajda “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği” şeklinde oldukça dikkat çeken bir çıkış yapmıştır.[2] Bu sıra dışı söylem, kısa sürede Fransa ve Avrupa genelinde gündem yaratmuş ve NATO-Avrupa Birliği ve ABD-Avrupa Birliği ilişkilerinin tartışılmasına neden olmuştur. Bu söylem, Macron ve AB üyesi bazı Avrupalı devletlerin girişimiyle bir Avrupa Birliği Ordusu kurulmasına yönelik Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği Savunma Anlaşması (Permanent Structured Cooperation-PESCO)[3] ve Avrupa Müdahale İnisiyatifi (European Intervention Initiative-E2I) gibi somut girişimler de düşünüldüğünde, kesinlikle ciddiye alınması gereken bir uyarıdır. Bunun nedeni ise, kuşkusuz, Donald Trump döneminde ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinden kamuoyuna ilan edilmiş açık bir stratejik perspektif olmadan çekilmeye başlamasıdır. Bu durum, kimi Avrupalı siyasetçi ve kanaat önderine göre, Avrupa güvenliği açısından ciddi bir boşluk ve risk meydana getirmektedir. Bu konuda, 11 Kasım 2019 tarihinde Fransız televizyon kanalı France 5’te de bir tartışma programı yayınlanmıştır. 65 dakikalık ve sunuculuğunu Caroline Roux'nun üstlendiği programa, konuşmacı olarak; IRIS (Institut de Relations Internationales et Stratégiques) adlı Fransız düşünce kuruluşu Direktörü Pascal Boniface, Sciences Po öğretim üyesi ve emekli general Doç. Dr. Vincent Desportes, Le Figaro gazetesi yazı işleri müdürü Isabelle Lasserre ve France24 televizyon kanalı editörü Armelle Charrier katılmışlardır. Bu yazıda, bu programda konuşulan ve Türkiye kamuoyunda ve Türk medyasında neredeyse hiçbir ciddi analizi ve kritiği yapılmayan Macron’un tarihi uyarısı ve bu konuda Fransız uzmanların düşündükleri özetlenecektir.

Program kaydı


Tartışmanın Özeti
Pourquoi Macron enterre l'Otan ?” (Macron Neden NATO’yu Gömüyor?) başlıklı tartışma programının ilk konuşmacısı olan IRIS Direktörü Pascal Boniface, Macron’un çıkışını “Kral çıplak” söylemine benzeterek, NATO’nun bir süredir zaten ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa entegrasyonu karşıtı tavırları ve NATO’nun işe yaramaz olduğunu iddia eden garip söylemleri nedeniyle çıkmazda olduğunu söylemektedir. Bu noktada, sürekli vurgulanan ve üye devletlere “kolektif savunma” sorumluluğu getiren NATO’nun 5. maddesi dışında, NATO sözleşmesinin 4. maddesinin[4] de üye ülkelere birbirlerine “danışma” yükümlülüğünü içerdiğini belirten Fransız konuşmacı, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) iptal etme ve Suriye’den asker çekme gibi kararlarının bu maddedeki “danışma” yükümlülüğü atlanarak alındığını ve bunun Avrupalı müttefiklerde tepki yarattığını anlatmaktadır. Boniface, ayrıca, Macron’un Cumhurbaşkanı seçildiğinden beri (2,5 yıldır) Donald Trump’ı pohpohlayarak onu ikna etmeye ve NATO’nun uyumlu çalışmasını devam ettirmeye çalıştığını, ancak son NATO zirvesi öncesinde artık bir alarm zili çalarak tepkisini belli ettiğini söylemektedir. Bu noktada, Macron’un aslında NATO karşıtı bir siyasetçi olmadığını da belirten Boniface, onun temelde iki nedenden ötürü (ilk olarak eskisi kadar ciddi bir Rusya-Sovyetler Birliği tehdidinin artık olmaması ve ikincisi de ABD’nin Trump döneminde Avrupa güvenliğine gereken önemi vermemesi) böyle konuştuğunun altını çizmektedir.

Daha sonra söz alan Sciences Po öğretim üyesi ve emekli general Doç. Dr. Vincent Desportes ise, Macron’un sözlerinin dikkatlice seçilmiş olduğunu ve Fransa Cumhurbaşkanı’nın “NATO’nun beyin ölümü”nden (mort cérébrale) söz ederken, örgütün beden sağlığının iyi olduğunu kabul ettiğini (zira NATO toplantıları ve tatbikatları düzenli olarak devam etmekte ve üye ülkeler örgüte ekonomik katkılar yapmaktadırlar) ve daha çok ABD Başkanı Donald Trump’tan kaynaklanan yönetim tarzının sorun yarattığını vurgulamaya çalıştığını söylemektedir. Bu cesur sözleri nedeniyle Macron’un kutlanması gerektiğini de belirten Desportes, örgütün liderlik ve dayanışma şeklinde iki temel sorunu olduğunu ifade etmektedir. Liderlik sorununun ABD Başkanı Donald Trump’ın dezangajman politikası ve Avrupalı müttefiklere liderlik etmek istememesinden kaynaklandığını düşünen ve bu durumu ABD’nin Barack Obama döneminden başlayarak Asya Pasifik’e açılmasıyla açıklayan emekli Fransız general, dayanışma sorununun ise üye devletlerin birbirlerine danışmadan hareket etmesiyle örneklendirmekte ve bu konuda özellikle Türkiye’nin Suriye’de yaptığı son askeri operasyonun (Barış Pınarı Harekâtı) Fransız özel kuvvetlerinin de yer aldığı bir bölgede ve müttefik devletlerle hiçbir uzlaşma sağlanmadan yapılmasına dikkat çekmektedir. Vincent Desportes, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasını da eleştirerek, Türkiye’nin NATO ve AB’deki varlığını bir sorun olarak nitelendirmektedir.

Daha sonra söz alan Le Figaro gazetesi yazı işleri müdürü Isabelle Lasserre, ABD’nin Suriye’den çekilme kararı alması sonrasında Türkiye’nin hemen bölgeye müdahale etmesinin müttefiklere danışılmamış hatalı bir hamle olduğunu ve IŞİD’le mücadelede Batılı müttefiklere büyük yararları olan Kürtlerin bu süreçte hedef haline getirildiğine vurgu yapmakta ve ABD ile Türkiye’nin diğer müttefik ülkelerle uyumlu ve dayanışma halinde hareket etmemelerini eleştirmektedir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasını da eleştiren Lasserre, bu nedenle Fransız uçaklarının Suriye’de uçmalarının imkânsız hale gelebileceğini işaret etmektedir.

İlk turun son konuşmacısı olan France24 tv kanalı editörü Armelle Charrier ise, Cumhurbaşkanı Macron’un “beyin ölümü” çıkışının dikkatleri çekmek için yapılmış olan modern stratejik hamle olduğunu ve NATO içerisinde müttefiklerin uyumsuz hareket etmelerinin birlik için ciddi bir sorun olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin Suriye ile alakalı olarak halen daha Rusya ve İran gibi Batı karşıtı ülkelerle birlikte Astana Süreci’ni sürdürdüğünün altını çizen Fransız konuşmacı, bu durumda Türkiye’ye ne kadar ve ne tür bilgiler verilebileceğinin karmaşık bir mesele haline geldiğini düşünmektedir.  Charrier, ayrıca, Cumhurbaşkanı Macron’un çıkışının 70 yıllık NATO’nun günümüzdeki misyonu konusunda bir dönüşüm gerektiği mesajını da içerdiğini vurgulamakta ve örgütün yükselen Çin veya başka siyasal konularda kendisini reforme etmesi gerektiğini düşünmektedir.

İkinci turda yeniden söz alan Pascal Boniface, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un AB’den bağımsız bu çıkışının Fransa’nın geleneksel ayrıksı duruşuyla uyumlu olduğunu ve Soğuk Savaş döneminden farklı olarak artık ABD’ye eskisi gibi bağımlı olmayan Fransa’nın Avrupa güvenliği konusunda yeni açılımlar yapmaya cesaret edebildiğini belirtmektedir. Fransa ile ABD’nin müttefik olduklarını ama günümüzde aynı çizgide hizalanmadıklarını belirten (alliés mais pas aligné) Fransız uzman, Fransa’nın nükleer bir güç olarak Almanya ve diğer Avrupalı ülkeler gibi güvenliği konusunda Amerikan garantisine mutlak bir ihtiyaç duymadığını düşünmektedir. Boniface, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen gibi siyasetçilerin ise bilinmezden korktuklarını ve bu nedenle Macron’a destek vermediklerini; ancak Rusya’nın artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi büyük bir tehdit olmadığını düşünmektedir.

Bu turdaki konuşmasında, emekli general Doç. Dr. Vincent Desportes ise, Cumhurbaşkanı Macron’un sözlerini beyin ölümünden korkulan bir hastanın elektroşok tedavisiyle kurtarılmasına benzeterek, ABD’nin güvenilirliğinin Donald Trump döneminde azaldığını; zira ABD Başkanı’nın Avrupa entegrasyonuna ve güvenliğine önceki Başkanlar gibi önem vermediğini söylemektedir. Ayrıca günümüzdeki gelişmeleri 1960'lı yıllara benzeten Desportes, 1960'ların başında "karşılıklı imha garantisi" veya "karşılıklı garantili imha" (destruction mutuelle assurée) anlayışı ve nükleer savaş korkusu (dehşet dengesi) nedeniyle ABD ile mutlak uyumlu hareket eden Avrupalı müttefiklerin Başkan John F. Kennedy'nin "aşamalı tırmandırma" stratejisi  veya "esnek cevap" stratejisi (riposte graduée) sonrasında da ABD ile bazı sorunlar yaşadığını hatırlatmakta ve Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'ün o dönemdeki ABD'den bağımsız dış politikasını bu temelde açıklamaktadır. 

İkinci turda yeniden söz alan Isabelle Lasserre, Avrupalı müttefiklerin güvenliklerini ABD'den bağımsız olarak sağlamak konusunda harekete geçmekte geç kaldıklarını; zira sanılanın aksine Amerikan dış politikasında Avrupa'nın değer kaybının Barack Obama döneminde başladığını belirterek başladığı bu turdaki konuşmasında, Avrupalı müttefiklere de artık tam olarak güvenilemediğini söylemektedir. Bu konuda Almanya Başbakanı Angela Merkel'in tepkisi dışında Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki'nin Macron karşıtı sözlerine dikkat çeken konuşmacı, Macron'un sözlerinin AB içerisinde büyük bir yarılmaya neden olduğunu ve bu nedenle özü itibariyle "yanlış olmasa da", sonuçları itibariyle hatalı olduğunu düşünmektedir. 

Armelle Charrier ise, ikinci turdaki konuşmasında, Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un bu "Avrupalı" çıkışıyla AB'nin lideri gibi davrandığını ve bu konuda AB'nin nükleer gücü ve yurtdışı operasyon kapasitesiyle tek eksiksiz ordusuna sahip olan Fransa'nın (konuşmacı, Birleşik Krallık'ın  ekonomik resesyon nedeniyle bu gücünün azaldığını düşünmektedir) hamle yapmasının yerinde olduğunu söylemektedir. Macron'un bu çıkışının AB içerisinde ABD ile ilişkilerin nasıl kurgulanacağı (askeri temelde mi, ekonomik temelde mi, yoksa her ikisi de mi) konusunda bir tartışma başlatmak amacıyla yapılan stratejik bir söylem olduğunu yineleyen Charrier, bu bağlamda Rusya'nın tehditlerine maruz kalan Baltık ülkelerinin durumuna da vurgu yapmaktadır.

Üçüncü turda yine ilk sözü alan Pascal Boniface, ABD'deki Donald Trump yönetiminin daha fazla silah satışı yapabilmek için Avrupalı devletlerden savunma bütçelerini arttırmalarını istediğini ve Cumhurbaşkanı Macron'un bu şok yaratan sözleriyle Avrupa kamuoyunda savunma ve güvenlik alanında ciddi bir tartışma başlatmayı amaçladığını savunmaktadır. Bu anlamda, deneyimli stratejist, Macron'un açıklamalarını tüm dünyada elit kesimlerin takip ettiği bir yayın organı olan The Economist dergisine yapmasının bile bilinçli olduğunu düşünmektedir. Fransız konuşmacı, Macron'un iyi bir Avrupacı olduğunu ima ederek, bu sözünün öncesinde Fransa Cumhurbaşkanı'nın AB'nin "ABD'nin veya Çin'in küçük ortağı olamayacağı" yönünde yine gündem yaratan başka bir çıkışının daha olduğunu hatırlatmaktadır. Avrupa'nın uzun süre ABD ve NATO korumasında güvende geliştiğini vurgulayan konuşmacı, ancak şimdi Avrupalıların kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmeleri gerektiğini ifade etmektedir. Boniface, bunun ABD'ye düşmanlık anlamına gelmediğini de sözlerine eklemekte ve bu politikanın bağımsızlık ve kendine yeterlilikle ilgili olduğunu vurgulamaktadır.

Bu turda Vincent Desportes ise, sözlerine NATO'nun kuruluşuna neden olan İkinci Dünya Savaşı sonrası koşulların zaman içerisinde çok değiştiğini belirterek başlamakta, daha sonra da günümüzde yaşanan siyasi krizlerin temel nedeninin Birleşmiş Milletler (BM) ve NATO gibi kurumların en büyük dayanak gücü olan ABD'nin bu kurumlara ve uluslararası politikada çok taraflılığa (multilatéralisme) Trump yönetimi döneminde önem vermemeye başlaması olduğunu söylemektedir. ABD ile Avrupa arasındaki tarihsel ve etnik bağların da zayıfladığına dikkat çeken emekli general, ABD'nin artık Afrika ve Hispanik kökenlilerin demografik olarak çoğunlukta olduğu yeni bir topluma sahip olduğunu ve Amerikalıların Avrupa'ya artık eskisi gibi "atalarının toprakları" olarak bakmadıklarını vurgulamaktadır. Bu bağlamda, önceki ABD Başkanı Barack Obama'nın kendisini "ABD'nin ilk Pasifik Başkanı" olarak tanımladığına dikkat çeken Desportes, ABD'nin Avrupa'dan kaynaklanan ekonomik çıkarlarının da görece azaldığının altını çizmektedir. Bu dönüşümün geri dönüşü olmayan bir süreç olduğunu da iddia eden Desportes, AB'nin önümüzdeki birkaç yıl içerisinde güvenlik alanında kendi özerk kurumlarını inşa etmesi gerektiğini düşünmektedir.

Analiz ve Eleştiri
Tartışmanın özünü oluşturan bu ilk üç turun özetlenmesinin ardından, programda tartışılanların siyasal açıdan bir değerlendirmesini yapmak doğru olacaktır. Bu noktada, ilk olarak, Fransız uzmanların ABD'nin son dönemde Asya Pasifik bölgesine yönelik açılımı nedeniyle rahatsızlık duydukları ve bu konunun AB'nin güvenliği açısından bir risk olduğunu düşündükleri görülmektedir. Barack Obama döneminde başlayan "Pivot to Asia" politikasına yönelik bu tepki, Avrupa'nın jeopolitik açıdan değer kaybı anlamında mantıklı ve haklı görülebileceği gibi, Avrupa'nın güvenliği konusunda eskisi kadar ciddi risklerin olmadığı bir dönemin yaşanması (yani Rusya'nın eskisi gibi çok güçlü bir yayılmacı güç olmaması ve ekonomik olarak İtalya'dan daha küçük bir devlet olması) bağlamında abartılı olarak da bulunabilir. Ancak elbette Rusya'nın 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna müdahaleleri ve Baltık devletlerine yönelik tehditleri, gelecek adına alarm verici gelişmelerdir. Bunun yanı sıra, ABD'nin bölgeden kademeli olarak çekilmesinin Fransa ve Birleşik Krallık gibi güçlü Avrupalı müttefiklere ve hatta Türkiye'ye daha önemli bölgesel rollerin verilmesi anlamında olumlu bir gelişme olarak yorumlanması da mümkündür. Bu, NATO kapsamında gerçekleşebileceği gibi, Avrupalı devletler -Cumhurbaşkanı Macron'un işaret ettiği gibi- orta ve uzun vadede NATO dışı oluşumlara da yönelebilirler. Ancak bunun Avrupalı devletlerin ekonomileri ve Avrupa halklarının refahı konusundaki olumsuz etkileri de (yeni askeri harcamalar nedeniyle) ciddi anlamda düşünülmelidir. Zira şurası unutulmamalıdır ki, Avrupa, bugünkü refahını, güvenliğini büyük ölçüde ABD'ye ve NATO'ya ihale etmesine borçludur. Bunun dışında, elbette ABD'deki Donald Trump yönetiminin Avrupalı müttefiklerle uzlaşmadan hızlı kararlar almasının olumsuz etkileri konusunda konuşmacılar haklı olmakla birlikte, bu konuda Avrupalıların Amerikalıları ikna etmekte yetersiz kaldıkları ve yumuşak güç unsurlarını eski gibi kullanamadıkları da vurgulanmalıdır.

Tartışmaya yönelik bir diğer önemli eleştiri konusu ise, Türkiye'ye yönelik yaklaşımdır. Nasıl ki Fransa Afrika'da ulusal çıkarları açısından önemli gördüğü bazı bölgelerde ve ülkelerde tek taraflı olarak askeri operasyonlar düzenleyebiliyorsa, Türkiye'nin de kendi sınır komşusu olan Suriye'deki terör örgütlerine karşı harekete geçmesinin NATO ittifakının ruhuna ve NATO sözleşmesine aykırı olduğu düşüncesi abartılı ve yersizdir. Zira Türkiye'nin askeri operasyonları hiçbir Batılı müttefik devlete zarar vermediği gibi, Ankara, ABD ve Rusya ile ayrı ayrı yaptığı anlaşmalar gereğince operasyon kapsamında önceden belirlenen ve üzerinde uzlaşılan alanın dışına da çıkmamış ve bölgeyi terör unsurlarından temizleyerek, Suriyeli göçmenlerin yerleşebilecekleri yeni yaşam alanları oluşturmaya başlamıştır. Bu sayede, ilerleyen aylarda Türkiye ve Avrupalı devletler üzerindeki Suriyeli göçmen baskısının da hafifleyebileceği umulmaktadır. Dolayısıyla, Ankara'nın operasyonları ne Fransız ulusal çıkarlarına, ne de NATO'nun blok çıkarlarına aykırı değildir. Nitekim operasyonda hiçbir Fransız veya ABD askerine zarar da gelmemiştir. IŞİD'e karşı koalisyonda Batı'nın müttefiki durumunda olan, ancak Türkiye'nin PKK'nın uzantısı ve terörist olarak tanımladığı PYD/YPG güçlerine gelince; bu konuda da Türkiye'nin duruşu terör örgütlerinin bölge devletlerinin (Türkiye, Rusya, İran) uzlaşısı ve ABD ve AB'nin katkısıyla siyasi yöntemleri de içeren bir şekilde çözülmesi yönündedir. Bu nedenle, Türkiye'nin yaklaşımları NATO için bir tehdit değildir. Lakin elbette, NATO'nun yeni dönemde kendisini yeni tehditlere karşı yeniden tanımlaması ve yapılandırması gerektiği açıktır. Bu noktada, radikal dinci terör örgütleri ve genel olarak terörizm dışında, yeni dönemde Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi devletler örgütün temel rakipleri olarak ilan edilebilir. Ancak bu ülkelerle NATO üyesi bazı devletlerin yoğun ekonomik ve siyasi bağları da düşünüldüğünde (örneğin Türkiye'nin Rusya'ya olan doğalgaz bağımlılığı), bu devletlerden kaynaklanan bir saldırganlık olmadığı sürece, NATO'nun terörizm ve uluslararası göç gibi konularla ilgilenmesinin öncelik olması gerektiği ortadadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; https://www.aa.com.tr/tr/dunya/fransada-grev-ve-gosteriler-devam-ediyor/1676608.
[2] Bakınız; https://www.economist.com/europe/2019/11/07/emmanuel-macron-warns-europe-nato-is-becoming-brain-dead.
[3] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-41978775.
[4] Tam madde şu şekildedir; “Madde 4 - Taraflardan herhangi biri, Taraflardan birinin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ya da güvenliğinin tehdit edildiğini düşündüğü zaman, tüm Taraflar birlikte danışmalarda bulunacaklardır.”. Bakınız; https://m.bianet.org/bianet/siyaset/37017-nato-antlasma-metni.

Interview with Dr. Nikos Christofis on Current Issues in Greek Politics and Greek-Turkish Relations


Dr. Nikos Christofis is Associate Professor at the Center for Turkish Studies and the School of History and Civilizations at Shaanxi Normal University in Xi’an, China. He is also an affiliate researcher at the Netherlands Institute at Athens (NIA), Greece. He completed his Ph.D. in Leiden Institute for Area Studies (LIAS) at Leiden University, the Netherlands. He has published extensively in English, Greek, Turkish, Spanish, and Chinese. His latest edited book is Erdoğan's 'New' Turkey: Attempted Coup D'état and the Acceleration of Political Crisis published by Routledge.

Erdoğan's New Turkey

Dr. Ozan Örmeci: Hello, Dr. Christofis. We are keen to sound you out and hear your expert opinion on current developments concerning Greek politics and Turkish–Greek relations. Let us start with the hot topic — the problem of Syrian refugees. Although there is an ongoing agreement on refugee resettlement that was made back in when Ahmet Davutoğlu was Prime Minister of Turkey —with the full support of Greece’s then Prime Minister, Alexis Tsipras— things have turned sour between the Turkish and Greek governments recently. What should we expect from Turkish–Greek relations in, say, the next five years?

Dr. Nikos Christofis: Hello, Dr. Örmeci. First of all, let me say at the outset that the refugee issue is not a Greek–Turkish issue, but a European one, and should be treated as such from the get-go. However, what has become abundantly clear now —not least for the Greeks— is that the EU itself never saw the issue in this way. This becomes more obvious if we consider the difficulties Greece is facing when it comes to the “push back” [i.e., return] of the refugees.

Now, when it comes to Turkey, Turkey has the upper hand, in the sense that it used the issue, and it is still doing so, to achieve vital Turkish national interests, even sometimes by blackmailing the EU. It is not a secret that the AKP government has complete control of the issue. This allows Turkey to play the “refugee card” almost at will. At the same time, as long as the issue remains “Greek”, in the sense that it is confined within Greek territory, Europe seems happy to stay passive, limiting itself to discussing the matter with Turkey on a bilateral basis, without, however, taking a position that would potentially solve the problem, even temporarily. Against this background, I would estimate that Turkey will again deploy the issue in the upcoming months depending on its agenda and its priorities.
This will surely create additional problems. To make matters worse, another Greek-Turkish crisis emerged in recent weeks due to the Turkish–Libyan Agreement. This agreement covers the delineation of maritime zones, creates new EEZs, and practically partitions the Eastern Mediterranean in a way that excludes Greece from the region beyond its current maritime borders. It also blocks the passage of the gas pipeline from the Eastern Mediterranean to Europe without Turkey’s approval.

Now, of course, we are not in a position to know if the Greek government was aware or could have foreseen the Turkish–Libyan Agreement, but it should have been aware of the fact that after Turkey’s militarily successful operation in Syria two months ago, that the Aegean Sea, and in particular, the Eastern Mediterranean, was next on Turkey’s agenda. In that sense, the Greek government was caught by surprise I would say. Regardless, Turkey’s provocative action raises serious concerns about the future of Greek–Turkish relations.

On that point, however, let me mention that Greek-Turkish relations have always been strained, and there is also a distorted opinion in Greece that it is always Turkey’s fault. When it comes to the Aegean Dispute, the Greek governments seem to be unable to understand that constant threats by Greece since 1981 to extend its territorial waters to 12 nautical miles sends an overtly assertive signal. Greece seems assertive also when insisting on airspace out to 10 nautical miles instead of 6, which is against international law. Finally, the Aegean is not, and cannot be, a “Greek lake”. Besides, not a single country whose ships cross the region accept this.

Dr. Ozan Örmeci: In Turkey, we do not know too much about the new Greek Prime Minister Kyriakos Mitsotakis’ vision and the promises made to his electorate. Could you please tell us the most important projects of the current New Democracy government?

Dr. Nikos Christofis: The new Greek government has been in power since July. To the extent that we can draw conclusions, I would say that domestically ND is no different from any other aggressive neoliberal governments in Europe or elsewhere in the world, from Hungary to Brazil, and everything in between. First, there are plans for privatization of health that have slowly gotten off the ground, and of education. More generally, everything public seems up for grabs. One example here is discussions about the discovery of ancient Greco–Roman artifacts and structures under the city of Thessaloniki —part of a Decumanus Maximus that was found, the so-called “Pompeii of Byzantium”— during metro station excavation works. The government wants all this privatized.

Beyond this, we should mention the government’s increasing mantra on “law and order”. This doctrine has emerged as one of ND’s central pillars of policy-making. In reality, the approach has been neither “lawful”, nor brought much “order”. Greek citizens are witnessing excessive police force daily, including unlawful entrance into people’s homes — i.e., without a district attorney’s order. Detained people are humiliated when the police conduct strip searches on them in the middle of the street without cause, and so much more. In other words, the ND government is on a slippery slope with the excessive use of force and extreme tactics. One government Minister even stated: “Beating is necessary (to chasten the Greek citizens)”. In general, dissident voices and simple citizens have been vilified and marginalized, using expressions that resemble the one used by the Turkish President Erdoğan, "çapulcu" (marauder). To me, at least, this statement and the abuse of power by the police reveals the Greek government’s vision —namely, a police state where the constitution and the law don’t matter much— for all to see. In other words, it seeks to fashion ideal, obedient citizens in pursuit of neoliberal “utopia”.

When it comes to foreign policy, it is somewhat premature to offer a complete picture of its handling some of the oldest and important topics. Fortunately, the ND seems to accept the Prespa Agreement with which Greece last year solved one of its ‘national’ issues. It is my opinion, the agreement with the new Republic of North Macedonia was an excellent move, and it will help to consolidate a more stable and secure Balkan region. When it comes to Turkey however, things become more complicated as the recent events caught the Greek government by surprise. It seems that Athens is over-reliant on support from the EU, the US, Russia, Egypt, and Israel. Nevertheless, it completely overestimates the value of this support, failing to see that it is mostly rhetorical, without any actual action to back words with deeds. Perhaps a move in that direction —namely, to push the EU and the other countries, perhaps by vetoing some other issues that are vital for the EU itself— might be a good move for Greece. It is my opinion, EU’s inaction gave space to Ankara to follow more assertive policies in the MENA region in general, by playing the “refugee card”.

In other words, we face a contradiction. Greece has verbal support from all these countries, while Turkey is supposedly “isolated” diplomatically – a common argument presented in government circles. However, in fact, Turkey maintains decent, albeit not rosy, relations with both the US and Russia. Most importantly, no country seems willing to put a stop to its foreign policy freelancing, exemplified in the recent Turkish–Libyan Agreement. Against this backdrop, Mitsotakis himself argued that he does not believe there will be any escalation, or “war condition” arising. I believe this as well, but his statement in Germany’s Bild newspaper that he would not be concerned if such a circumstance arose shows that Athens believes that Turkey will become even more isolated if it continues on the current path. I do not believe this will happen in the near future. Let us not forget that since the political defeat in the municipal elections in April 2019, the AKP and Erdoğan himself have been fighting for political survival. Thus, I would say that Erdoğan’s actions, combined with Turkey’s geopolitical, geoeconomic vision in the MENA region, will continue.

Dr. Nikos Christofis and Dr. Ozan Örmeci in Istanbul on December 14, 2018

Dr. Ozan Örmeci: Greece gave its full support to the solution of the Cyprus Problem in 2004 during the Annan Plan referendum together with Turkey, the European Union, and Turkish Cypriots. However, upon the rejection of peace plan by Greek Cypriots, the Cyprus dispute turned into an issue that spoils not only Turkish–Greek relations, but also Turkish–EU relations. Although no significant progress was achieved during Tsipras’ term, he became the first Greek leader to meet with Turkish Cypriots. What is the official position of the current Greek government concerning the Cyprus dispute?

Dr. Nikos Christofis: I believe Tsipras’ meeting with the Turkish Cypriots was the right move — one that should be followed by all Greek governments. You cannot hope for a solution without taking into consideration the other community. This is something that the Greek and Greek Cypriot governments tend to forget. The Turkish Cypriots are not a minority, but an equal community, and equality between the two constituent communities is a sine qua non for a solution to be found. As the latest negotiations revealed, most of the Greek Cypriot community cannot accept equality between these two communities. Since 1974, all Greek and Greek Cypriot governments treat the issue of Cyprus as one of “invasion and occupation”. This is a wrong starting point to begin with. And in the Syriza government, there were voices that shared this opinion. Neglecting what happened before 1974 —and thus, not viewing the issue from its very root— is likely to block the path to a viable, stable solution. Since the stalemate in the negotiations in Crans–Montana, the Cyprus issue has slipped from the top of the agenda of the Greek government. This is understandable when other more urgent issues take precedence. In general, I don’t see how Athens will change its traditional position on Cyprus, which traditionally sees Turkey as an aggressive, expansive, and provocative country. And the latest events legitimize this opinion among foreign policy makers.

Dr. Ozan Örmeci: The Cyprus dispute has morphed into an EEZ (exclusive economic zone) matter as well in recent years in the Eastern Mediterranean due to energy agreements made by the (Greek Cypriot) government of the Republic of Cyprus. What would be a fair and peaceful solution to this problem in your view?

Dr. Nikos Christofis: The discovery of natural gas off the coast of Cyprus, with potential payoffs and pitfalls for all the players, has only complicated the issue. While natural gas has rightly not so far formed an explicit part of negotiations for a possible solution, it lurks unavoidably just below the surface and is a source of potential strategic leverage for all parties. Nevertheless, hydrocarbons in the Cyprus basin (as everywhere), can be a curse rather than a blessing or indeed cause problems before the benefits emerge. Indeed, Turkey’s response to the Trans–Adriatic Pipeline and the East–West energy corridor to prevent any unilateral advantage by Greek Cypriots in the Eastern Mediterranean without the Cyprus issue being resolved is highly likely and could serve only to increase the heated Turkish rhetoric. As Erdoğan asserted recently, alongside a pledge to protect the rights and interests of Turkish Cypriots: “Those who dream of changing the fact that Turkish Cypriots are an integral part of the Turkish nation will realize it is in vain.”

I don’t believe that this (protecting the rights and interests of the Turkish Cypriots) is Erdoğan’s primary goal. Rather, he is looking for leverage. He seeks to implement his own vision in the region, including of course, in Cyprus, and, of course, to grab a share of the resources found in the Aegean, which I don’t find wrong, necessarily. However, since it is easy to create a precedent that could later be deployed to challenge other territorial borders, the pooling arrangements of the Aegean should be made within a strict set of rules and agreements, which must be respected by all parties.

I totally understand Turkey’s standpoint on this —namely: “everybody else in the region has claimed a piece of the pay so why are we being left out?” So under this logic, Turkey “claims” its share of the pie. The way it does so, however, is distinctive and problematic. Turkey ignores international law and prior agreements and causes problems with its neighbors in the region. It is within this context that we notice Turkey’s foreign policy has broadened in scope. Turkey itself is involved now across many different fronts facing several powerful countries or alliances that seek to constrain or restrain the country. And against this backdrop, we notice an intensifying militarization of the country in the sense that the armed forces constitute a crucial tool of foreign policy (e.g., in Syria and Libya). When it comes to Cyprus, it is not the land forces, but the Turkish Navy that has taken center stage, which offers another interesting set of perspectives on the underlying ideology of Turkey’s foreign policy and how Turkey thinks about the region. The ideological construct of the “Blue Homeland” (Mavi Vatan) is nothing more than the perception that the sea itself is an extension of Turkish sovereign territory, an “expansive” if not “expansionist” vision for the country.

In fact, what the “Blue Homeland” doctrine is trying to achieve is more profound—namely, revisionism of maritime zones, on the one hand, and a revision of the Lausanne Treaty settlement, on the other. I believe it was in a recent interview on Turkish television that President Erdoğan indicated where Turkey plans to research hydrocarbon deposits, but also drilling, using a map to show the location east of Crete. Now, the securitization of the sea by Ankara, the agreement with Libya and the statements about revisionism of the Lausanne Treaty—quite understandably— created uneasiness for the Greek government. But it serves only to reinforce—and indeed, intensify— the traditional Greek opinion of Turkey’s aggressiveness.

Having said that, and to conclude, I believe that all of these issues could be solved if there was an all-encompassing discussion about the issues related to the Aegean dispute. This, of course, means that both parties are willing to discuss matters in good faith. However, I am pessimistic. Firstly, Turkey’s policies and actions run counter to such a good faith commitment, and secondly, because of the Greek government’s reluctance to discuss issues other than the continental shelf (of which there are many), as it believes that it is the only topic that both parties should discuss and solve. Thank you!

Dr. Ozan Örmeci: Thanks for sharing your valuable opinions with us. I encourage you to organize a workshop at our university so that we can discuss Turkish–Greek relations in more detail soon.

Date: 19/12/2019

12 Aralık 2019 Perşembe

Birleşik Krallık’ta Brexit Seçiminin Galibi Muhafazakâr Parti


Giriş
Birleşik Krallık’ta dün yapılan genel seçimde, halk, 650 sandalyeli Avam Kamarası’nda yer alacak milletvekillerini ve daha da önemlisi Brexit sürecinde ülkenin geleceğini belirleyecek olan yeni hükümeti belirlemek için sandık başına gitti. Seçime katılım yüzde 67,3 düzeyinde olurken, Muhafazakâr Parti seçimden büyük bir zaferle ayrıldı. Bu durum, Muhafazakâr Parti’nin tek parti hükümeti kurmasını ve Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılmasını neredeyse garanti haline getirirken, Muhafazakâr Partili Başbakan Boris Johnson’ın savunduğu “anlaşmasız Brexit” formülünün gerçekleşmesini de ciddi bir ihtimal durumuna soktu. Buna karşın, İçişleri Bakanı Priti Patel, hükümetin yeni yıla girmeden meclisten Brexit anlaşmasını geçirmeye çalışacağını açıkladı.[1] Seçim sonuçları, Muhafazakâr Parti’nin 1987’den (Margaret Thatcher döneminden) beri kazandığı en büyük zaferi, İşçi Partisi’nin de 1935’ten beri aldığı en kötü yenilgiyi işaret ediyor.[2]

Seçim Sonuçları
Henüz kesinleşmeyen sonuçlara göre, Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti, bu seçimde beklentileri de aşarak, yüzde 43,6 oy oranıyla tam 365 milletvekilliği kazandı. Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi ise, beklentilerin epey altında kalarak, yüzde 32,2 oy oranıyla yalnızca 203 milletvekilliği ile yetinmek zorunda kaldı. Seçim sonuçlarının gelmesinin ardından, İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn, bir daha Genel Başkan olarak bir seçime girmeyeceğini açıkladı. Seçim öncesinde Muhafazakâr Parti'ye destek açıklayan ve lideri Nigel Farage'ın aday olmama kararı aldığı Brexit Partisi ise yüzde 2 oyda kaldı ve hiç milletvekilliği kazanamadı.

Seçim sonucunda partilerin oy oranları

İşçi Partili John McDonnell, seçim sonucunun büyük bir hayalkırıklığı olduğunu vurgularken, Phil Wilson gibi başka bazı İşçi Partililer de Jeremy Corbyn’in liderliğini eleştirerek, önümüzdeki dönemde Corbyn’in liderliğinin zora girebileceğini ima ettiler.[3] Seçim sonucunda yüzde 11,5 oy alan Liberal Demokratlar 11 milletvekilliği kazanırken, önceki azınlık hükümetini dışarıdan destekleyen Kuzey İrlanda merkezli DUP (Demokratik Birlik Partisi) 8, İskoçya’da yeniden büyük bir çıkış gerçekleştiren SNP (İskoç Ulusal Partisi) de tam 48 koltuk kazanmayı başardı. SNP’li Ian Blackford, seçim sonuçlarından cesaret alarak, 2020’de İskoçya’da yeni bir bağımsızlık referandumu yapılması gerektiğini açıkladı.[4] Liberal Demokratların lideri Jo Swinson'ın milletvekili seçilememesi de oldukça büyük bir sürpriz oldu. Diğer partiler de (Kuzey İrlanda merkezli Sinn Fein 7, Galler merkezli Plaid Cymru 4, Kuzey İrlanda merkezli Sosyal Demokrat İşçi Partisi-SLDP 2, İngiltere ve Galler Yeşiller Partisi-GPEW 1 ve Kuzey İrlanda İttifak Partisi-APNI 1 olmak üzere)  toplam 15 sandalye elde ettiler. Sonuçta, 365 sandalye kazanan Muhafazakârlar, böylelikle hükümeti kurmak için gerekli olan 326 sayısını rahatlıkla aşmış oldu.

Partilerin milletvekili sayıları

Analiz
Seçim sonuçları, ortalama seçmen açısından net ve basit siyasi mesajlar vermenin çok önemli olduğuna işaret ediyor. Nitekim seçimi yaklaşık 4 yıldır devam eden “Brexit olmalı mı, olmamalı mı?” tartışmasına dönüştürmeyi başaran Boris Johnson ve Muhafazakâr Parti, halkın bu süreçteki bıkkınlığından da yararlanarak, tarihinin en büyük zaferlerinden birisini elde etti. İşçi Partisi’nin “ikinci referandum” önerisi ise, köşeli ve net olmayan siyasi mesajı nedeniyle seçmen nezdinde başarılı olamadı. Daha demokratik olan bu öneri yerine, ne olursa olsun AB’de kalınması önerisi, belki de İşçi Partili seçmenleri daha iyi motive edebilirdi.

Muhafazakâr Parti’nin seçimdeki beklenmedik derecede iyi performansı, Britanya halklarındaki İmparatorluk geleneğinin devamına dayalı olan eski şanlı günler nostaljisinin yüksek seviyelerde olduğunu gösteriyor. Birleşik Krallık dış politikasında son birkaç on yılda Avrupacılık ve Transatlantikçilik akımları neredeyse tek geçerli parametreler haline gelirken, unutulan Commonwealth geleneği ve İmparatorluk politikasına yeniden rağbet gösterilmeye başladığı bu seçimle birlikte artık iyice açığa çıktı. Her ne kadar genç seçmenlerde Avrupacılık ve Brexit karşıtlığı ağır bassa da, yakalanan trendin önümüzdeki yıllarda Birleşik Krallık’ı daha aktif bir dış politikaya yönlendirmesi muhtemel. Ancak Birleşik Krallık'ın böyle iddialı bir dış politika için kapasitesinin ne derece yeterli olduğu da henüz bir muamma.

Seçim sonuçları, Amerika Birleşik Devletleri’nin Birleşik Krallık üzerinde AB’den ve Avrupalı müttefiklerden daha önemli ve etkili olduğunu da ortaya koyuyor. Her ne kadar mevcut ABD Başkanı Donald Trump’a Britanya’da ciddi tepkiler olsa da, sonuçlar açıkça gösteriyor ki, Birleşik Krallık’ın ABD ile “özel ilişkiler”i son derece etkili ve Donald Trump’ın da etkisiyle adada milliyetçilik ve AB karşıtlığı eğilimleri giderek güçleniyor.

Bunların yanı sıra, seçim sonuçları, Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasını garanti haline getirirken, BBC’den Laura Kuenssberg’in de işaret ettiği üzere, Britanya’nın dünya üzerindeki konumunu da yeniden belirleyeceğe benziyor.[5] Yeni dönemde, daha AB karşıtı, ABD ile daha uyumlu ve daha müdahaleci bir Birleşik Krallık görmemiz olası. Ancak şurası da bir gerçek ki, Brexit sürecinde Birleşik Krallık ekonomisi zor günlerden geçecek. 

Sonuç
Sonuç olarak, 2019 Birleşik Krallık genel seçimi, bu ülkede son birkaç yıldır süren ve halkta artık bıkkınlık uyandıran Brexit tartışmasını sonlandırması açısından tarihi bir dönüm noktası olurken, Britanya’nın yakın geleceğinde AB’den ayrılma sürecinde ekonomik açıdan bazı sorunlar yaşanmasını da garantilemiş oldu. Herşeye karşın, belirsizliğin de yatırımcılar açısından olumsuz bir faktör olduğu düşünüldüğünde, Britanya halklarının bu kararına saygı duymak gerekiyor.


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] BBC (2019), “Election results 2019: Tories on course to win majority - exit poll”, 13.12.2019, Erişim Tarihi: 13.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/election-2019-50765773.
[2] BBC (2019), “LIVE Reaction as Conservatives predicted majority of 86”, 13.12.2019, Erişim Tarihi: 13.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/live/election-2019-50755004.
[3] BBC (2019), “Election results 2019: Tories on course to win majority - exit poll”, 13.12.2019, Erişim Tarihi: 13.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/election-2019-50765773.
[4] The Independent (2019), “General election result – live: Boris Johnson set for huge majority as North turns blue but Labour makes gain in London”, 13.12.2019, Erişim Tarihi: 13.12.2019, Erişim Adresi: https://www.independent.co.uk/news/uk/politics/general-election-result-news-live-exit-poll-corbyn-johnson-weather-odds-latest-a9243256.html.
[5] BBC (2019), “Election results 2019: Tories on course to win majority - exit poll”, 13.12.2019, Erişim Tarihi: 13.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/election-2019-50765773.

Birleşik Krallık-Rusya İlişkileri


Giriş
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden ikisi olan Birleşik Krallık ve Rusya Federasyonu, tarihsel olarak daha çok rekabet temelinde gelişmiş olan ilişkilere sahiptirler. Bu yazıda, Birleşik Krallık-Rusya ilişkileri analiz edilecektir. Bunun için, ilk olarak “Tarihsel Miras” başlığı altında ilişkilerin tarihi arka planı incelenecektir. Sonraki bölümde, “Soğuk Savaş Dönemi” başlığı altında iki ülke ilişkilerinin yakın geçmişini ve günümüz parametrelerini büyük ölçüde şekillendiren Soğuk Savaş döneminde (1945-1991) yaşanan olaylar ve bu dönemi halklar nezdinde karakterize eden sanatsal yapıtlar (romanlar ve filmler) araştırılacaktır. Daha sonra, Soğuk Savaş sonrasında 1991’den günümüze kadar gelişen süreçte ikili ilişkilerde yaşanan güncel önemli olaylar özetlenecektir. Son olarak, araştırmanın bulguları “Sonuç” bölümünde özetlenecektir.

Tarihsel Miras
Rusya ile Birleşik Krallık (İngiltere) arasındaki resmi ilişkilerin kurulması 1553 yılına dayanmaktadır. İngiltere’de I. Mary’nin tahtta olduğu bu dönemde, ilk kez İngiliz kâşif ve denizci Richard Chancellor, Barents Denizi’nin uzantısı olan Beyazdeniz’i (White Sea) aşarak Moskova’ya ulaşmış[1] ve burada Rus Çarı IV. İvan (Korkunç İvan-İvan Grozni) tarafından oldukça sıcak bir şekilde karşılanmıştır.[2] İddialara göre, acımasız bir otokrat olan Korkunç İvan, İngiliz delegasyonuna gücünü göstermek için boyarlarından birinden kendisini pencereden aşağı atmasını -öleceğini bile bile- istemiş ve daha sonra İngiliz temsilciye dönerek, İngiltere Kraliçesi’nin (o dönemde I. Mary) böyle bir gücünün olup olmadığını sormuştur.[3] Bu ilk temas sonrasında, Londra ile Moskova arasında ticaret yapılabilmesinin önü açılmış ve 1554’te İngiltere’ye gönderilen ilk Rus elçisi olan Osip Grigorevich Nepeia ile birlikte[4] Londra’ya giden Richard Chancellor’ın 1555’te Moskova’ya tekrar dönmesinin hemen sonrasında, Sebastian Cabot tarafından İngiliz-Rus ticaretinde tekel durumundaki Muscovy Ticaret Şirketi (Muscovy Company) kurulmuştur.[5] Muscovy Ticaret Şirketi, 1649’a kadar İngiliz-Rus ticaretinde tekel imtiyazlarına sahip olmuş ve İngiliz-Rus ilişkilerinin gelişiminde kritik bir rol oynamıştır. I. Mary sonrasında I. Elizabeth’in tahta çıktığı bu ilk dönemde, İngilizlerin hedefi temelde Rusya üzerinden doğudaki ticari bağlantılarını geliştirmek, Rusya’nın hedefi ise Polonya, İsveç ve Livonya Dükalığı tarafından denizlere erişimi kısıtlandığı için, Kuzey Burnu üzerinden kendisine yeni bir ticaret rotası bulmak olmuştur. Bu ilk dönemde Kraliçe I. Elizabeth’in diplomatik mücadelesi daha çok İspanya ile olduğu için, Rusya’ya yönelik rekabet/düşmanlık algısı henüz oluşmamış ve ikili ilişkiler karşılıklı ticari menfaatler yönünde geliştirilmek istenmiştir.[6] Ancak ilerleyen yıllarda Kral I. Charles’ın idamına tepki gösteren Rus Çarı I. Aleksey döneminde Moscovy Ticaret Şirketi’nin sahip olduğu imtiyazlar iptal edilmiş ve ekonomik ilişkiler sekteye uğramıştır. Dahası, İngiltere’nin de Asya’da koloni toprakları kazanmasıyla birlikte, iki ülke, zamanla rakip durumuna geleceklerdir. İlişkilerin bu ilk yıllarında, İngilizlerin Rus toplumuna dair gözlemlerine dayalı olan ilk kültürel eserler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin, İngiliz şair ve diplomat George Turberville’in (1540-1597) Rusya’ya elçi olarak atanan Sir Thomas Randolph’un sekreteri olarak Moskova’da kaldığı dönemde yazdığı ve Londra’daki dostlarına gönderdiği risaleler, bir İngiliz sanatçının yazdığı Rusya hakkındaki ilk eser kabul edilmektedir.[7] 1568 yılında yazılan bu şairane risaleler, ancak 1587’de basılabilmiştir. Bir diğer İngiliz şair Giles Fletcher da, 1588-1589 döneminde Moskova’da elçi olarak kalırken yazdığı gözlem ve notlarını Of the Russe Commonwealth adıyla 1591’de yayınlamış ve bu eser oldukça popüler olmuştur.[8]

Muscovky Ticaret Şirketi logosu

Daha çok “Deli Petro” veya “Büyük Petro” olarak bilinen Rus Çarı Petro veya Pyotr döneminde (1672-1725), 1698 yılı Ocak-Nisan ayları arasında Çar’ın birkaç ay süreyle İngiltere’de kalması ikili ilişkiler açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur.[9] Büyük Petro, yalnızca İngiltere’yi gezmekle yetinmemiş ve bu ülkenin en iyi olduğu konu olarak kabul edilen gemicilik ve yöngüdüm (navigasyon) konusunda da önemli gözlemler yapmıştır. Bu dönemden itibaren Rusya’nın Batılılaşması hız kazanmış ve ilişkiler kültürel alanda da gelişim göstermiştir. Büyük Petro, Amerikalı tarihçi ve gazeteci William Henry Chamberlin’in de kabul ettiği üzere, Rusya tarihinin en büyük modernleşmecisidir.[10] Ancak Büyük Petro’nun modernleşme konusunda model ülke olarak seçtiği devlet İngiltere değil, Hollanda olmuştur.[11] Bu nedenle, Rus modernleşmesinde İngiliz etkisi çok sınırlı kalmış ve daha çok Hollanda, Fransa ve Almanya gibi kıta Avrupa’sı ülkelerinin etkileri yoğun olarak hissedilmiştir. Buna rağmen, İskoç paralı asker Patrick Gordon (1635-1699) gibi bir Britanyalı, bu dönemde ilginç bir şekilde Rus Çarı Büyük Petro’ya çok yakın bir kişi haline gelmiş ve hatta Rus Ordusu’nda General rütbesine yükselerek, Rus siyasi, askeri ve kültürel hayatında önemli izler bırakmıştır.[12] Büyük Petro’nun modernleştirici kimliği, Avrupa’daki bazı sanatçılara da esin kaynağı olmuştur. Örneğin, İskoç şair James Thomson (1700-1748), The Seasons (Mevsimler) adlı eserindeki “Winter” (Kış) şiirinde Petro’ya “ölümsüz bir monark” (Immortal Peter! First of Monarchs!) olarak referans yapmaktadır.[13]

Büyük Petro’nun tebdil-i kıyafet usulü Avrupa gezisini anlatan 1910 tarihli Mstislav Dobuzhinsky tablosu[14]

Kraliçe Anne ve I. George (George Louis) gibi İngiliz monarkları, bu dönemde Rusya’nın hızlı gelişim sürecini başta fark edememiş ve İngilizler ancak Rusların İsveç’i Büyük Kuzey Savaşı’nda (1700-1721) mağlup etmesi sonrasında Avrupa güç dengesi sistemine yeni ve büyük bir devletin dâhil olduğunu fark edebilmişlerdir.[15] Rusların Osmanlılar karşısında kazandığı askeri zaferlerle ve bilhassa 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile birlikte bu durum daha da netlik kazanmıştır; zira Ruslar Karadeniz’i kontrol etmeye başlamış, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’na erişim sağlamış ve Balkanlar bölgesindeki Ortodoks nüfusun hamisi durumuna gelmiştir.[16] Bu durum İngilizleri endişelendirirken, Asya’daki rekabet de giderek kızışınca, İngiliz-Rus ilişkileri tamamen rekabet temelinde gelişmeye başlamıştır. Dolayısıyla, Napolyon Bonapart döneminde Fransa’ya karşı geçici bir yakınlaşma yaşansa da, 1800’lere gelindiğinde İngiliz-Rus ilişkileri artık bir ticari ilişkiden ziyade bir siyasi rekabet ve hatta düşmanlık ilişkisine dönüşmüştür. Bu yıllarda iki ülkenin siyasi sistemleri de tamamen farklı yönde bir dönüşüm sürecine girmiştir; zenginleşen burjuvazinin talepleri doğrultusunda sanayi toplumuna dönüşen İngiltere giderek bir parlamenter demokrasi olma yönünde ilerler ve Kralların veya Kraliçelerin yetkileri azalırken, yarı-feodal niteliklerini koruyan Çarlık Rusya’sında merkezi otorite ve monarşi çok güçlü ve katı olmaya devam etmiştir.[17] Bu yıllarda Britanyalı bilimadamları ve sanatçılar da Rusya’yı keşfetmeye başlamışlardır. Örneğin, İngiliz gezgin, rahip ve tarihçi William Coxe (1748-1828), 1778 yılında Rusya’yı ziyaret etmiş ve 1784 tarihli Travels in Poland, Russia, Sweden, and Denmark adlı kitabında Rusya gözlemlerine genişçe bir yer ayırmıştır.[18] İlerleyen yıllarda Rusya’yı bir kez daha ziyaret eden Coxe, eserinin sonraki basımlarında Rusya gözlemlerini daha da geliştirmiştir. Coxe sonrasında Rusya tarihine dair ilk kapsamlı akademik çalışmayı ise Britanyalı rahip ve tarihçi William Tooke (1777-1863) yapmıştır. Kendisini bir yazardan çok bir derleyici olarak gören William Tooke, 1771-1792 döneminde Kronstadt ve St. Petersburg’da papaz olarak görev yapmış ve Rusça ve Almanca kaynakları kullanarak Rusya tarihine dair birçok önemli esere (örneğin Life of Catherina II: Empress of Russia-1798) imzasını atmıştır.[19]

William Coxe

İngiltere’nin Orta Asya’ya yönelik diplomatik ilgisi, 18. yüzyılda Hindistan ve Asya’daki sömürgelerine yönelik tehditlerin belirmesiyle ortaya çıkmıştır.[20] Ancak bu ilk dönemde Ruslar hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan İngilizler, nasıl bir politika izleyecekleri konusunda tereddüt etmişlerdir. Bu dönemde İngiltere’nin bölgeye gönderdiği ilk önemli görevli, nevi şahsına münhasır bir veteriner cerrahı olan William Moorcroft (1767-1825) olmuştur. Doğu Hindistan Şirketi tarafından görevlendirilen Moorcroft, Himalayalar’ı aşarak, Tibet ve Orta Asya üzerinden günümüzdeki Buhara şehrine (Özbekistan) ulaşmıştır. Moorcroft sonrasında İngiltere’nin bölgeye gönderdiği kâşif ve istihbarat görevlilerinin sayısı hızla artmıştır. Albay Charles Stoddart (1806-1842) ve Yüzbaşı Arthur Conolly (1807-1842) ve Teğmen Richmond Shakespear (1812-1861) gibi kişiler bu görevliler arasındadır.

Arthur Conolly

19. yüzyılda iki ülke arasındaki ilişkiler daha çok Afganistan ve Orta Asya’nın kontrolünü ele geçirme mücadelesi üzerine ve rekabet temelinde kurgulanmış ve bu rekabete “Büyük Oyun” (Great Game) adı verilmiştir.[21] İlk kez Haziran 1842’de kafasını Buhara Emiri’nin cellatlarına kaptıran İngiliz yüzbaşısı Arthur Conolly’nin kullandığı bu kavram[22], ünlü İngiliz yazar Rudyard Kipling’in 1901 tarihli ve Hindistan’da geçen Kim adlı romanıyla hafızalarda iyice yer etmiştir.[23] Büyük Oyun, temelde, Orta Asya’ya doğru genişleyen Rus Çarlığı ile, “tacın mücevheri” Hindistan’ı korumaya çalışan İngilizler arasında, bugünkü Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan ve Pakistan toprakları üzerinde Çin ve İran’ı da kapsayacak biçimde yaşanan rekabeti anlatmak için kullanılan bir terim olmuştur.[24] Bu mücadelede Rusya doğal nüfuz alanı olarak gördüğü Orta Asya’da hakimiyet kurmak için çabalarken, İngiltere de en önemli kolonisi Hindistan’ı korumak maksadıyla hareket etmiş ve bu dönemde iki ülke birbirlerinin tavırlarını düşmanca algılama eğiliminde olmuşlardır.[25] Bu nedenle, 19. yüzyılda İngiltere’de Rusofobi hayli artmıştır. 19. yüzyılı özellikle Orta Asya politikaları bağlamında karakterize eden “Büyük Oyun”, Napolyon Savaşları (1803-1815) sonrasında iki ülkenin sınırlarının iyice yakınlaşmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ortamda, Afganistan, iki ülke arasında adeta bir “tampon bölge” işlevi görmeye başlamış ve bu ülkenin iç işlerinde özerk hareket etmesine imkân sağlanmıştır. 19. yüzyılda iki ülke arasında yaşanan Kırım Savaşı (1853-1856) da düşmanlık algısını perçinlemiştir. İngiltere, bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu, Fransa ve Piemonte (Sardinya) Krallığı ile birlikte Rusya’ya karşı mücadele etmiş ve zaferin kazanılmasında önemli rol oynamıştır. Bu savaş, savaş fotoğrafçılığı, savaş haberciliği, telgrafın askeri işlerde yoğun olarak kullanımı ve büyük insan kayıpları gibi özellikleriyle tarihte ilk niteliğine sahip olmuş ve İngiliz-Rus rekabetini üst seviyelere çıkarmıştır.[26]

Rudyard Kipling’in ünlü eseri Kim

Bu dönemde kendisini “medeniyet”in merkezi olarak gören Londra, Rusya’yı genelde “Doğulu” ve “ilkel” bir toplum gibi görme eğiliminde olmuştur. Buna rağmen, 1874 yılında Kraliçe Victoria’nın ikinci oğlunun Çar II. Aleksandr’ın tek kızıyla evlenmesi ve ilerleyen yıllarda Çar II. Nicolas’ın Britanya’yı ziyaretinin de etkisiyle, ilişkiler bir dönem yeniden yumuşamıştır. Bu olay, Fransız-İngiliz ressam ve illüstratör Amédée Forestier’nin “Arrival of Nicholas and Alix at Balmoral, 22nd September 1896” adlı tablosunda da resmedilmiştir. Buna karşın, 19. yüzyıl boyunca ilişkilerin halen daha “Büyük Oyun” çerçevesinde kurgulandığı ve rekabet algısının üst düzeyde olduğu belirtilebilir.

Amédée Forestier’nin Çar II. Aleksandr ile Kraliçe Victoria’nın 1896’da İskoçya’da Balmoral Kalesi’nde görüşmelerini resmeden tablosu

Ancak zamanla “Şark Meselesi” veya “Doğu Sorunu” olarak bilinen Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının paylaşılması konusunun ön plana geçmesi ve 1907’de yapılan İngiliz-Rus Konvansiyonu ile bu mücadelede bir kez daha hız kesilmiştir. Osmanlı’nın bu dönemde Almanya ile yakınlaşmaya başlaması ve Almanya’nın Bağdat Demiryolu Projesi ile İngiltere’nin Ortadoğu’da rakibi haline gelmesi de İngilizlerin strateji değişikliğinde önemli rol oynamıştır; neticede, Rusya’ya karşı Osmanlı’yı destekleme politikasından cayılarak, yeni büyük rakip durumuna gelen Almanya’yı durdurma politikası ön plana alınmış[27] ve bu ortamda Rusya ile yeniden bir yakınlaşma sürecine girilmiştir. 1907 tarihli İngiliz-Rus Konvansiyonu, Rusya ve İngiltere’nin İran, Afganistan ve Tibet ile ilgili çıkarlarını uzlaştırmayı başarmış ve ayrıca Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte Avrupa’da şekillenen yeni denge siyasetinin tamamlayıcısı olmuştur.[28] Bir süredir devam eden Almanya-Avusturya Macaristan İmparatorluğu (1882) yakınlaşması ile Fransa-Rusya (1894) ve İngiltere-Fransa (1904) yakınlaşmaları, 1907 tarihli konvansiyonla birlikte cepheleri netleştirmiş ve Birinci Dünya Savaşı koşulları oluşmuştur.

1907 İngiliz-Rus Konvansiyonu’nu gösteren bir karikatür: İngiliz Aslanı ve Rus Ayısı İran Kedisi’ni seviyorlar[29]

Birinci Dünya Savaşı’na müttefik olarak giren İngiltere ve Rusya’nın ilişkileri, savaş sırasında Rusya’da vuku bulan Ekim Devrimi sonrasında Bolşeviklerin Vladimir İlyiç Lenin önderliğinde iktidarı ele geçirmeleri ve Brest Litovsk Antlaşması ile savaştan çekilme kararı almaları neticesinde değişmiştir. Bolşeviklerin savaş döneminde yapılan gizli anlaşmaları deşifre etmeleri ve İttifak Devletleri’ne tazminatsız barış talebinde bulunmaları, İngilizler ve diğer müttefiklerin tepkisini çekmiş ve bunun 5 Eylül 1914 tarihli Londra Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu düşünen müttefikler Bolşeviklere yönelik tehditlere ve ambargo politikalarına yönelmişlerdir.[30] Bu dönemde Almanlara karşı savaşa devam etmeleri halinde Rus askerlerine para ve yiyecek vaat eden İngiltere, ayrıca Lenin’in hükümetini tanımayacağını da ilan etmiştir.[31] Bu yıllarda İngiltere’nin Bolşevikleri düşman görmesinin başlıca sebepleri ise; Bolşeviklerin istediği gibi Rusların savaştan çekilmeleri durumunda Osmanlı’nın Asya’da yeniden güçlenerek İngiliz kolonilerine engel çıkarması ihtimali ve Bolşeviklerin anti-emperyalist ve komünist ideolojilerinin bölgeye yayılması durumunda Ortadoğu ve Asya’daki Müslüman halkların İngiliz emperyalizmine karşı çıkacakları korkusudur.[32] Ayrıca Bolşeviklerin son Rus Çarı II. Nikolay ve ailesini kurşuna dizdirmeleri de İngiltere’de tepkilere neden olmuştur. Bir diğer önemli neden de, Lenin ve Bolşeviklerin Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Türklerin başlattığı Kurtuluş Savaşı'na destek olması ve İngiliz işgaline karşı çıkmasıdır. Tüm bu nedenlerle, bu dönemde İngiltere ve Fransa, Osmanlı ve Bolşeviklere karşı Kafkasya’da ve Asya coğrafyasında Ermeniler, Kürtler ve Gürcüler gibi yerel halkları teşkilatlandırmak ve desteklemeye çalışmışlardır.[33]

Ashenden: or the British Agent

Britain, Soviet Russia and the Collapse of the Versailles Order, 1919-1939 ve Britain and the Last Tsar gibi kitaplarıyla bilinen Rusya uzmanı Keith Neilson, “'Joy Rides'?: British Intelligence and Propaganda in Russia, 1914-1917” başlıklı makalesinde İngiliz istihbaratının Rusya’daki devrim sürecindeki rolünü sorgulamıştır.[34] Neilson’a göre, istihbaratçı olmayan Yüzbaşı Adrian Simpson’ın 1914 yılı Ağustos ayında St. Petersburg’a (Petrograd) giderek, iki müttefik arasında önemli askeri bilgileri hızlıca iletebilmek için telgraf iletişimini sağlamasının ardından, Binbaşı Archibald Campbell’ın göreve gelmesiyle İngiliz istihbaratının Rusya’daki faaliyetleri resmen başlamıştır.[35] Campbell sonrasında bu göreve 1915 yılı Mayıs ayında C.J.M. Thornhill atanmış ve savaş sonuna kadar bu görevde kalarak oldukça etkili olmuştur. Ancak Thornhill’in sonradan aynı zamanda propagandadan sorumlu askeri ataşe yardımcısı olması nedeniyle, 1916 Temmuz’unda istihbarat görevlerini Muhafazakâr Parti milletvekili Sir Samuel Hoare atanmıştır.[36] Bu döneme dair çok ilginç bir olay ise, ABD’deki Satınalma Komisyonu’nun (British Purchasing Commission) başındaki İngiliz bankacı ve istihbaratçı Sir William Wiseman’ın (1885-1962) emriyle, İngiliz yazar W. Somerset Maugham’ın (1874-1965), romanı için malzeme toplamak bahanesiyle, devrim sonrasında Aleksandr Kerenski liderliğindeki Geçici Hükümet’i Müttefiklerden ayrı bir barış anlaşması imzalamaması konusunda ikna etmek için Rusya’ya gitmesidir.[37] Yazar W. Somerset Maugham bu hedefine ulaşamasa da, Rusya’da kaldığı dönemdeki gözlemlerini Ashenden: or the British Agent (1927) adlı kitabında değerlendirmiştir. Benzer şekilde döneminin yetenekli İngiliz yazarlarından Hugh Walpole da (1884-1941) 1914 yılında Rusya’ya gitmiş ve bir süre burada kalmıştır.[38] Bu dönemde İngiltere’nin Rusya’daki elçisi olan George Buchanan’ın (1854-1924) stratejisi, ki kendisi Çarlık Rusyası dönemindeki son İngiliz Büyükelçisidir, Ermeniler ve Gürcüleri birleştirerek Osmanlı’ya karşı kullanmaktır.[39] Bölgede görev yapan İngiliz istihbarat görevlileri de, bu dönemde Türklerle duygusal bağları olan Azeriler yerine Ermenileri desteklemeleri gerektiği görüşünü savunmuşlardır.[40]

George Buchanan

Osmanlı’nın savaştan çekilmesi ise, İngilizler açısından durumu daha olumlu hale getirmiştir. Zira bu şekilde Kuzey Kafkasya ve Azerbaycan’da İngiliz kontrolü artarken, bu durumda Bolşevikleri yeniden yenebilme ihtimali ortaya çıkmıştır. Ancak Bolşevikler yaklaşık 5 yıl (1917-1922) süren iç savaş sonunda galip gelince, İngilizlerin planları suya düşmüştür. Buna rağmen, Londra, bu dönemde Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan gibi Kafkasya devletlerini Bolşeviklere karşı tampon olarak kullanma düşüncesiyle desteklemiş ve onların bağımsızlıklarını tanımıştır.[41] Ancak zamanla Bolşeviklerin gücü karşısında İngilizlerin sahadaki askerleri ve istihbarat görevlileriyle masa başındaki diplomatları arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Neticede, Kafkasya Cumhuriyetlerine verilen destek politikası da zamanla başarısızlığa uğramış ve tüm bölge Bolşeviklerin kontrolüne geçmiştir. Bu yıllarda, Rusya ile ticari bağları koparmamak adına 1921 yılında İngiliz-Sovyet Ticaret Anlaşması imzalanmıştır. Ayrıca 1 Şubat 1924 tarihinde de, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Londra tarafından resmen tanınmıştır. Buna karşın, henüz Soğuk Savaş koşulları oluşmasa da, farklı ideolojik eğilimler nedeniyle, ikili ilişkilerdeki güvensizlik atmosferi giderilememiştir. Nitekim 1927 yılı 12 Mayıs’ında, İngiliz polisleri (MI5), Londra’da bulunan İngiliz-Rus Kooperatif Şirketi-ARCOS’un (All Russian Co-operative Society) bürosunu basmış ve birtakım evraka el koymuşlardır.[42] Daha sonra yapılan incelemeler sonucunda, bu firma içerisinde çalışan bir Sovyet casus şebekesi ortaya çıkarılmış ve bu olay nedeniyle, 24 Mayıs 1927 tarihinde, İngiltere, Sovyet Rusya ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir. “ARCOS Olayı” (ARCOS Affair) olarak bilinen bu olayın Türkiye ile alakalı ilginç bir yönü ise, baskın konusunda sert tepki veren Rus basınında Tevfik Rüştü Aras’ın adının baskını Ruslara haber veren kişi olarak geçmesidir.[43] Nitekim İngiltere’nin o dönemdeki Ankara Büyükelçisi olan George Clerk de, Londra’ya yazdığı raporunda, ülkesinde uzun yıllar Dış İşleri Bakanlığı yapan Tevfik Rüştü Aras’ın “komünizm sempatizanı” olduğunu not etmiş; ancak fırsatçı bir kişi olduğunu da belirtmiştir.[44] İngiltere’de 1929 yılı Mayıs ayındaki genel seçim sonucunda İşçi Partili ilk Başbakan olan Ramsay MacDonald’ın seçilmesiyle birlikte, Londra ile Moskova arasındaki ikili diplomatik ilişkiler yeniden tesis edilmiştir.

ARCOS Baskını (1927)

Bu dönemde İngiliz siyasal elitinin Rusya’ya bakış açısını anlamak için, İngiltere’nin en önemli Rusya uzmanlarından olan ve A History of Russia (1926) adlı kitabıyla bilinen İngiliz diplomat ve tarihçi Bernard Pares’in (1867-1949) 1929 tarihli “Anglo-Russian Relations” adlı makalesine bakılabilir. Bu çalışmada, Pares, Rus Çarı’nı deviren 1917 Ekim Devrimi’nin özünde demokratik bir devrim olduğunu ve Bolşeviklerin ve Lenin’in ancak Çar devrildikten bir ay sonra yönetime geçerek anti-demokratik bir yönetim kurduklarını vurgulamıştır.[45] Pares, ayrıca, Rusya’nın 20. yüzyıl başlarında reformlar yoluyla Batı tipi bir ülkeye dönüşme yönünde adımlar attığını; ancak Birinci Dünya Savaşı’nın oluşturduğu zor koşullar nedeniyle daha sonra Rusya’da liberalizmin çöktüğünü ve Bolşeviklerin iktidara geldiğini yazmıştır.[46] Fransız Devrimi sonrasında yaşanan Jirondenler örneğinden hareketle, savaş ve barış zamanlarındaki hükümetlerin birbirinden farklılıklar gösterdiğini belirten Pares[47], ayrıca Rusya’da Bolşeviklerin kurduğu yeni sistemde yönetimi tamamen Komünist Parti’nin üstlendiğini ve bu nedenle Komünist Parti Genel Sekreteri’nin (o dönemde bu kişi Lenin’in yerine geçen Joseph Stalin’dir) ülkenin en yetkili kişisi ve Devlet Başkanı olduğunu hatırlatmaktadır.[48] Komünist Parti’nin iki temel amacını; dünyada komünist bir devrim gerçekleştirmek ve Rusya’yı yönetmek olarak açıklayan Bernard Pares, ayrıca zaman içerisinde Gürcü olan Stalin’in Rusya’nın çıkarlarından çok dünya komünist devrimini amaçlayan Yahudi Bolşevikler Leon Troçki, Lev Kamenev ve Grigoriy Zinovyev’i partiden tasfiye ettiğinin de altını çizmiştir.[49] Pares’in makalesi, iki ülkenin farklı ideolojiler ve rejim tipleri tarafından yönetildiğinin net bir şekilde tespit edilmesi açısından önemlidir.

Bernard Pares

İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) döneminde Nazilere karşı ABD ve Fransa ile birlikte müttefik durumunda olan İngiltere ve Sovyetler Birliği, buna karşın ideolojik ve sistemsel farklılıklarını her daim akılda tutmuşlardır. Nitekim savaşın sona ermesine az kala düzenlenen Yalta Konferansı’nda ortaya çıkan anlaşmazlıklar, yakın gelecekte başlayacak olan Soğuk Savaş’ın habercisi nitelikteydi. Ancak bu dönemde ABD Başkanı olan Franklin Delano Roosevelt’in Sovyetler Birliği’ne ve Stalin’e güvenmesi, artık bu yeni dönemde çiçeği burnunda süpergüç ABD’nin gölgesinde kalan İngiltere’nin çekincelerinin arka planda kalmasına neden olmuştur. Yalta Konferansı ve bu toplantıda ülkelerini temsil eden üç önem lider (Büyük Üçlü-The Big Three) hakkında The Allies adlı bir kitap yazan Amerikalı popüler yazar Winston Groom, bu üçlüyü “alışılmadık müttefikler” (unlikely allies) olarak tanımlamış ve her üç liderin de aslında birbirlerine güvenmediklerini vurgulamıştır.[50] Groom’a göre, Roosevelt (FDR) İmparatorluklara karşı olduğu için İngilizlere ve Churchill’e güvenmemekte, Churchill Roosevelt’in ülkesinde savaşa karşı çıkan gruplarla çevrili olduğunu bildiği için ona çekinceli yaklaşmakta ve Stalin de ideolojik farklılığının da etkisiyle her iki lidere güvenmemekte ve onlar tarafından da güvenilir bulunmamaktadır. Buna karşın, bu ilginç müttefikler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yeni haritasını belirlemişlerdir.

Yalta Konferansı’nda Winston Churchill, Franklin Delano Roosevelt ve Joseph Stalin

Sonuç Savaş Dönemi
ABD’nin ünlü Sovyetler Birliği uzmanı George Kennan’ın 1946 tarihli uzun telgrafıyla başlayan Rusya’ya yönelik hasmane tutum, Sovyetler Birliği’nin kurduğu -bireysel haklar ve özel mülkiyeti kısıtlayan ve Batı demokrasilerine yönelik düşmanca bir söylem ve tutum geliştiren- totaliter rejim nedeniyle Britanya’da da benzer şekilde karşılık bulmuştur.[51] Bu doğrultuda, George Kennan’ın Britanyalı muadili olan İngiliz diplomat Frank Roberts da (Sir Frank Kenyon Roberts) (1907-1998), kısa süre içerisinde ülkesinin ABD’nin geliştirdiği SSCB’yi “çevreleme politikası”na (containment policy) eklemlenmesini savunmuş; zira Rusya’nın hedefinin Birleşik Krallık’ı yok etmek olmadığını kabul etse de, komünist rejimin değerlerinin ülkesine düşmanca olduğunu düşünmüştür.[52] Zaten bu dönemde İngiltere Başbakanı Winston Churchill de, 5 Mart 1946 tarihli Westminster College konuşmasında “demir perde”den (iron curtain) söz etmiş ve Sovyet yayılmacılığını açık şekilde eleştirmiştir. Hatta bazı Rus tarihçiler, Kennan’ın raporu veya “X” rumuzuyla yazdığı unutulmaz “Sources of the Soviet Conduct” makalesinden ziyade, bu konuşmayı Soğuk Savaş’ın başlangıcı kabul etmektedirler.[53]

Frank Roberts

Winston Churchill’in tarihe geçen konuşması sonrasında, kısa süre içerisinde ABD ile SSCB ve Birleşik Krallık ile SSCB arasında Soğuk Savaş resmi olarak başlamış ve iki ülke birbirlerini düşman olarak görme/değerlendirme yolunu seçmişlerdir. Soğuk Savaş dönemi boyunca (1945-1991), ABD ile Rusya, Batı ve Doğu bloğunun lider ülkeleri olarak müttefiki olan diğer devletlerin üzerinde büyük güç sahibi olurlarken, bu yıllarda birçok vekalet savaşı, siyasal kriz ve çatışma yaşanmış; ancak büyük güçler asla doğrudan birbirleriyle karşı karşıa gelmemişlerdir. Soğuk Savaş’ın en yoğun hissedildiği ülkelerden biri olan Birleşik Krallık, bu dönemde Rusya ile çeşitli siyasi krizler yaşamıştır. Mısır'da Cemal Abdülnasır döneminde yaşanan siyasi kriz dışında, bunlar arasında en ünlüsü, kuşkusuz “Cambridge Beşlisi” (Cambridge Five) vakası ve bu vakanın ana aktörü olan İngiliz istihbaratçı Kim Philby’dir. “Cambridge Beşlisi” mensubu[54] Kim Philby (1912-1988), Guy Burgess aracılığıyla İngiliz istihbarat servisi MI6’e girmiş, senelerce burada çalışarak teşkilatın üst kademelerine kadar yükselmiş ve tüm bu süreçte Sovyet Rusya’ya düzenli bilgi akışı sağlamıştır. 1950’lerde üzerindeki şüpheler yoğunlaşan Philby, 1955’te teşkilattan atılmış ve bir süre gazetecilik yaptıktan sonra 1963’te Sovyetler Birliği’ne iltica etmiştir. Philby, anılarını My Silent War (1968) adlı eserle kitaplaştırmıştır.[55]

Cambridge Beşlisi (Cambridge Five)

Kim Philby ve Cambridge Beşlisi olayı dışında da Soğuk Savaş döneminde iki ülke arasında birçok siyasi kriz ve skandal yaşanmıştır. Örneğin, rejim muhalifi Bulgar yazar Georgi Markov’un 1978’de Londra’da suikaste uğraması ve öldürülmesi, ikili ilişkilerde 1970’lerdeki detant (yumuşama) havasını bozmuş ve 1980’lerde Margaret Thatcher-Ronald Reagan ikilisi döneminde Birleşik Krallık ve ABD’nin yeniden sert anti-komünist ve Sovyet karşıtı politikalara yönelmelerinde etkili olmuştur. 1985 yılında ise, Londra’daki KGB şefi Albay Oleg Gordievsky’nin Birleşik Krallık’a sığınması uluslararası kamuoyunda büyük sansasyon yaratmıştır. Gordievsky, iddialara göre zaten 1974’ten beri İngiliz istihbaratı MI6 için çalışmaktaydı. Bu gibi olaylar, Soğuk Savaş döneminin ruh halini ve güvenlik odaklı atmosferini yansıtan birkaç tarihi vakadır.

Oleg Gordievsky ve Margaret Thatcher

Bu dönem, Britanya siyasal ve kültürel hayatında da derin izler bırakmıştır. Bu yıllarda büyük bir İmparatorluktan bir ulus-devlete dönüşüm süreci yaşayan İngiltere, kaybettiği İmparatorluğun yasından kurtularak, kendisine Batı dünyasının ABD ile ilişkiler ve istihbarat-güvenlik alanındaki merkez ülkesi olarak yeni bir rol edinmeyi başarmıştır. Bu durum, İngiliz edebiyatı ve İngiliz sinemasındaki popüler eserlerden de kolaylıkla anlaşılabilir.[56]

George Orwell

Bu konuda öncü sayılabilecek konu ise, ünlü İngiliz edebiyatçı George Orwell ve unutulmaz eserleridir. Orwell’in Animal Farm (Hayvan Çiftliği) (1945) ve 1984 (1949) adlı eserleri, belki de tüm edebiyat tarihinin en başarılı propaganda eserleri olarak tarihe geçmiştir. Animal Farm (Hayvan Çiftliği) adlı kitabında Bolşevik Devrimi ve Stalinizm’in fabl tarzında inanılmaz etkili bir taşlamasını yapan Orwell, 1984 romanında da Nazizm ve Stalinizm gibi totaliter sistemleri distopya tarzında anlatarak ortaya çok güçlü bir ideolojik miras bırakmıştır. Sosyalist olan George Orwell’in İngiliz devletiyle olan bağları zaman zaman eleştiri konusu yapılsa da, eserlerinin başarısı herkesçe kabul edilmiştir.

From Russia with Love (1963) filminden bir sahne

Ian Fleming’in 1957 tarihli From Russia with Love (Rusya'dan Sevgilerle) romanı ve bu romana dayalı olarak çekilen 1963 tarihli James Bond filmi (ki başrolünde Sean Connery’nin olduğu filmin büyük bölümü İstanbul’da geçmektedir), Soğuk Savaş dönemindeki İngiliz-Sovyet (Rus) rekabet algılamasını yansıtan en popüler sanat eserlerdendir. Fleming’in diğer bazı romanlarında da, James Bond’un ve İngiliz istihbaratı MI6’in hayali Sovyet istihbarat teşkilatı SMERSH ile mücadelesine yer verilmiş; ancak Soğuk Savaş’ın yumuşadığı dönemlerde, SMERSH’in yerini SPECTRE adlı uluslararası suç şebekesi almıştır. Neticede, Rus tarihçi Vasily Klyuchevsky’nin de belirttiği üzere, Rusya “hem Doğu’dan gelen sert, hem de Batı’dan gelen ılıman rüzgârların estiği” bir ülkedir ve Soğuk Savaş döneminde (1945-1991) Sovyet Rusya’nın ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Türkiye gibi önemli ülkelerle ilişkilerinde zaman zaman yumuşama (detant) dönemleri de yaşanmıştır.[57] James Bond serisinin yazarı Ian Fleming’in İngiliz istihbaratı ve devletiyle olan bağları da düşünüldüğünde, bu roman ve film serisinin Soğuk Savaş döneminde Batılı devletlerden ve Birleşik Krallık’tan bilinçli bir şekilde yansıtılan ideolojinin uzantısı olduğu düşünülebilir.

Our Man in Havana (1959) filmi afiş
Ünlü İngiliz yazar Graham Greene’in Küba’da geçen unutulmaz espiyonaj romanı Our Man in Havana (1958) da bu dönemin ruhunu yansıtan çok başarılı bir edebi çalışmadır. Roman, 1959 yılında komedi tarzında sinemaya uyarlanmış ve oldukça beğenilmiştir. Graham Greene’in başka birçok eseri de (örneğin 1955 tarihli The Quiet American), Soğuk Savaş literatüründe önemli yer tutmaktadır.

Tinker, Tailor, Soldier, Spy filmi afişi (2011)

Bir diğer çok önemli ve popüler eser ise, John Le Carré imzalı The Spy Who Came in from the Cold (1963) romanı (Türkçesiyle Soğuktan Gelen Casus) ve bu romandan uyarlanan 1965 tarihli aynı adlı ünlü filmdir. Berlin’de -İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ikiye bölünen Almanya’da- geçen film, günümüzde en iyi Soğuk Savaş eserlerinden biri kabul edilmektedir. John Le Carré’nin diğer bazı romanlarında da (örneğin 1974 tarihli Tinker, Tailor, Soldier, Spy), sanal bir karakter olan İngiliz istihbaratçı George Smiley ve İngiliz istihbarat teşkilatı “The Circus”taki şefi olan Control’ün KGB’nin istihbarat şefi Karla ile mücadelelerine geniş yer ayrılmıştır. 1989 tarihli The Russia House da Rusya’da geçmesi bağlamında önemli bir John Le Carré eseridir.

Harry Palmer rolünde Michael Caine

Len Deighton imzalı ve asıl karakteri İngiliz istihbaratçı Harry Palmer olan roman serisi de (The Ipcress File-1962, Horse Under Water-1963, Funeral in Berlin-1964, The Billion-Dollar Brain-1966, An Expensive Place to Die-1967, Spy Story-1974 ve Twinkle, Twinkle, Little Spy-1976), Michael Caine’in başrolünde olduğu ve genelde Rusların kötü adam olarak yansıtıldığı film uyarlamalarıyla birlikte Soğuk Savaş döneminde popüler olan sanatsal ürünlerdir. Bu gibi çalışmalar, İngilizlerdeki Rusya ve komünizm tehdidi algısını pekiştirmiş ve iki ülkenin ideolojik farklılık ve jeopolitik rekabetten kaynaklanan sorunlarını halk nezdinde de popüler hale getirmiştir. Karşı tarafta da kapitalizm ve Batı medeniyetine yönelik önyargı ve korkuların olduğu düşünüldüğünde, Soğuk Savaş döneminde ilişkilerin minimum düzeyde devam etmesi gayet normal gözükmektedir.

Güncel İlişkiler
Soğuk Savaş dönemi sonrasında ikili ilişkiler açısından yaşanan en önemli olay, Kraliçe II. Elizabeth’in 1994 yılı Ekim ayında Rusya’yı ziyaret etmesi olmuştur. II. Elizabeth, böylelikle Rusya’yı ziyaret eden ilk ve şimdilik tek İngiliz monarkı olmuştur. Dönemin Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, bu olayı “Rusya’nın demokrasi yolunda olduğunun en iyi şekilde kabulü” olarak yorumlamıştır.[58] İngiltere, bu dönemde Rusya’nın komünist rejimden cayarak piyasa ekonomisine dayalı demokratik bir sisteme geçişini desteklemiş; Kraliçe de bu sürece desteğini bu ziyaretle bizzat göstermek istemiştir. Ancak Rusya’nın demokratikleşme ve piyasalaşma döneminde yaşadığı acı deneyimler (oligarkların ortaya çıkışı, halkın büyük bir fakirliğe sürüklenmesi, Çeçen ayrılıkçılığının ortaya çıkışı ve Rus halkının kaybettikleri büyük Sovyet İmparatorluğu sonrasında özgüvenini kaybetmesi), ilerleyen yıllarda Vladimir Putin gibi Batı’ya meydan okuyan genç bir liderin Rus halkından büyük destek görmesinde önemli rol oynamıştır.

Boris Yeltsin ve Kraliçe II. Elizabeth

Vladimir Putin’in 2000 yılında Boris Yeltsin yerine işbaşı yapmasıyla birlikte, Rusya Federasyonu, yeniden bir toparlanma sürecine girmiştir. Oligarkların ve Çeçen ayrılıkçıların gücünü kırmak için sert yöntemler benimseyen Putin, 2007 Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmadan itibaren ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenine açıktan meydan okumaya başlamıştır. Devletin yeniden toparlanması, Rusya milliyetçiliği ideolojisinin topluma yayılması ve “yakın çevre” (near abroad) doktrini ile Rusya’nın komşusu olan bölgelerde kendi üstünlüğünü tesis etme girişimiyle birlikte, Rusya-Birleşik Krallık ve genel olarak Rusya-Batı dünyası ilişkileri yavaş yavaş yeniden bozulma yoluna girmiştir. Ancak 2000’lerin başında, Vladimir Putin’in ilk yıllarında, ilişkilerde halen daha olumlu bir hava mevcuttur.

Tony Blair ve Vladimir Putin

Soğuk Savaş dönemi sonrasında ikili ilişkilerin zirve yaptığı yıl ise 2003 olmuştur. Bu yıl içerisinde, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin Birleşik Krallık’ı ziyaret etmiş ve BP ile Rus firması TNK arasında tarihi bir anlaşma imzalanmıştır.[59] Tony Blair ve Putin tarafından imzalanan anlaşma, o döneme kadar Rusya’ya yapılan en büyük dış yatırım olma özelliğine sahiptir.[60] Anlaşma nedeniyle Başbakan Blair’e tepki gösterenler de olmuş; hatta İngiliz basınında BP (British Petroleum) firması için “Blair Petroleum” ifadesi bile kullanılmıştır.[61] Ancak bu dönemde ısınan ilişkiler, yaklaşık 3 yıl sonra işlenen Alexander Litvinenko cinayetiyle yeniden bozulma yoluna girmiştir. Zaten 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesiyle de, Rusya-Birleşik Krallık ve genel olarak Rusya-Batı dünyası ilişkileri yeniden sorunlu bir hâl almaya başlamıştır. Rusya’nın bu dönemde Birleşik Krallık ve ABD’ye yönelik tepkilerinin nedeni, NATO’nun sürekli doğuya doğru genişlemesi ve Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üyeliklerinin gündeme gelmesiyle birlikte kendini güvende hissetmemesidir. Bu nedenle, The Economist’ten Edward Lucas gibi birçok kişi, günümüzde Soğuk Savaş’ın bitmesinin hemen ardından yeni bir Soğuk Savaş’ın (Yeni Soğuk Savaş) başladığını iddia etmişlerdir.[62]

Yaşanan krizler sonrasında dönemin Başbakanı Theresa May’in Vladimir Putin’in elini sıkarken takındığı olumsuz tavır dikkat çekmişti

İki ülke arasındaki güncel ilişkilerde dikkat çeken en önemli kriz konusu, 2018 yılı içerisinde vuku bulan “Salisbury Vakası”dır. İngiltere’nin Salisbury kentinde MI6 korumasında yaşayan eski bir FSB ajanı olan Sergey Skripal ve kızı Yulia Skripal’ın zehirlenmeleriyle patlak veren skandal, 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna olaylarında uluslararası normları ihlal etmesi nedeniyle Batı dünyasında tepki çeken Moskova’ya karşı Birleşik Krallık’taki Rusya antipatisini yeniden depreştirmiştir. Sergey Skripal, 2004 yılında Rusya hükümeti tarafından bazı gizli bilgileri İngiliz istihbaratına vermekle suçlanmış; ancak daha sonra takas edilerek 2010 yılında İngiltere’ye sığınmıştır.[63] 4 Mart 2018 tarihinde, Sergey Skripal ve Yulia Skripal, Salisbury’de bir bankta fenalaşmış halde bulunmuşlardır. Yapılan incelemelerde, baba ve kızın Noviçok adlı maddeyle[64] zehirlendikleri ortaya çıkmıştır.[65] Olayın ardından dönemin Başbakanı Theresa May’in de onayıyla İngiliz devletinin Rus askeri istihbaratına (GRU) çalıştıklarını söyleyerek kimlikleriyle fotoğraflarını servis ettiği iki Rus vatandaşı Alekandr Petrov ve Ruslan Boşirov ise, olay sırasında Salisbury Katedrali’ni gezdiklerini ve suçlamalarla hiçbir alakalarının olmadıklarını söylemektedirler.[66] Olay sonrasında Birleşik Krallık devleti 23 Rus diplomatı sınırdışı ederken, 2018 Rusya Dünya Kupası’na üst düzey devlet yetkililerini güvenlik gerekçesiyle göndermeyeceğini de açıklamıştır. Rusya da, aynı şekilde, 23 İngiliz diplomatı sınırdışı ederken, St. Petersburg’daki İngiliz Konsolosluğu’nun açılış izninin iptal edileceğini ve ülke genelindeki British Council ofislerinin kapatılacağını duyurmuştur.[67] İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn, bu olayın Rus devleti değil, Rus mafyası tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini vurgulamıştır.[68] Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise, Başbakan Theresa May’in bu konuda kendilerine bilgi verdiğini ve olaydan Rusya’yı sorumlu tuttuğunu açıklamıştır.[69]

Yulia Skripal ve Sergey Skripal

Bu olay, İngiltere’de ve Batı kamuoyunda tekil bir vaka olarak değerlendirilmemektedir. Zira son yıllarda, Rusya devleti ve gizli servislerinin (FSB ve GRU) sorumlu tutulduğu birçok gizemli olay yaşanmıştır. Örneğin, 2006 yılında İngiliz gizli servisi MI6 için çalıştığı ve İspanyol gizli servisiyle birlikte hareket ettiği iddia edilen eski bir FSB ajanı olan Alexander Litvinenko da polonium-210 adlı radyoaktif madde kullanılarak zehirlenmiş ve kısa süre içerisinde hayatını kaybetmiştir.[70] Ülkesinde Vladimir Putin döneminde kurulan yönetim biçimine açıktan muhalif olan Litvinenko, Putin rejimini “mafya devleti” (mafia state) olarak nitelendirmesiyle dikkat çekmiş bir kişiydi.[71] Londra, soruşturma sonucunda bu olayın Rus istihbarat servisi mensubu ajanlar tarafından gerçekleştirildiği kanısına ulaşmış ve hatta infazı Rusya Federasyonu Devlet Başkanı ve eski bir KGB ajanı olan Vladimir Putin’in şahsen onayladığını iddia etmiştir.[72] Ancak bu soruşturmanın başlatılması da kolay olmamıştır; zira o dönem İç İşleri Bakanı olan Theresa May, başta bu soruşturmayı bloke etmiş ve ancak Litvinenko’nun dul eşi Marina Litvinenko’nun yasal mücadelesi sonrasında soruşturma derinleştirilebilmiştir.[73]

Alexander Litvinenko

Ayrıca, bir İngiliz vatandaşıyla evlenerek senelerce İngiltere’de yaşayan ve 2010 yılında ABD’de bulunduğu dönemde Rus ajanı olduğu gerekçesiyle sınırdışı edilen Anna Chapman vakası da medyatik olmuş bir diğer Rusya menşeli istihbarat olayıdır.[74] Son ilginç vaka ise, 2012’de Surrey’de zehirlenerek öldürülen Rus işadamı Alexander Yurevich Perepilichny’dir. 2017 yılında, Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’in İngiliz istihbaratı MI6’i Perepilichny’e Putin’in ve yakınlarının emriyle suikast yapılabileceği konusunda uyarıda bulunduğu, ancak MI6’in buna rağmen cinayeti önleyemediği ortaya çıkmıştır.[75] Son dönemde Birleşik Krallık Dış İşleri Bakanı Jeremy Hunt’ın vurguladığı bir diğer husus da, Rusya’nın Batılı demokrasilere yönelik siber saldırılarıdır. Hunt, bu saldırılarla bazı ülkelerde seçimlerin manipüle edilmeye çalışıldığını ve Ukrayna ve ABD gibi ülkelerin seçim süreçlerinde yaşanan bu tip saldırıların NATO’nun 5. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir.[76]

Jeremy Hunt

Bu gibi olaylar, oldukça popüler bir istihbarat teşkilatı olan MI6’in başarılarına gölge düşürmekte ve İngiliz devletini küçük düşürmektedir. Dahası, bu gibi olaylar nedeniyle Rusya’ya yönelik korkular da artmaktadır. Rusya lideri Vladimir Putin’in zaman zaman yaptığı açıklamalar da, son dönemde bilhassa Baltık ülkelerinde ve Doğu Avrupa’da korkulara neden olmaktadır. Buna karşın, Birleşik Krallık devleti ve Avrupa Birliği, Rusya’ya yönelik politikalarda daha sert mesajlar verilmesi gerektiğini düşünmektedirler. Öyle ki, 2019 yılı Haziran ayı sonunda Rusya’ya bağlı Kaliningrad şehrine yakın sularda İngiltere önderliğindeki Müşterek Denizaşırı Askeri Seferi’nde (Joint Expeditionary Force-JEF)[77] 9 ülkeden toplam 4.000’den fazla personel ve 44 gemi ile yapılan askeri tatbikat, yıllar sonra Rusya’ya yönelik olarak verilen en sert mesaj olarak değerlendirilmiştir.[78] İttifaka üye olmayan İsveç ve Finlandiya’nın katılması sebebiyle bir NATO görevi sayılmayan JEF kapsamında, Kraliyet Donanması-RN (Royal Navy), 100 yıl sonra Baltık Denizi’ndeki en büyük mevcudiyetini göstermiştir. Tatbikata katılan ülkeler; Birleşik Krallık, Litvanya, Danimarka, Estonya, Letonya, Hollanda, Norveç, Finlandiya ve İsveç olmuştur. Bu tatbikat dışında, Birleşik Krallık, NATO’nun Geliştirilmiş İleri Mevcudiyet-Enhanced Forward Presence (EFP) programı kapsamında, CABRIT Operasyonu adlı görevle Estonya’da uluslararası bir NATO taburunu (900 Britanya Ordusu mensubu da bu kapsamda görev yapmaktadır) yönetmektedir[79] ve ayrıca yakın zamanda Litvanya’da sona eren ayrı bir askeri kara kuvvetleri tatbikatı olan Iron Wolf’a (Türkçe “Demir Kurt”, Litvanya dilinde “Geleżinis Vilkas”) katılmıştır.[80] Bu gibi hamleler, İngiliz dış politikasında Rusya’ya yönelik korkuları dağıtmaya ve Rus saldırganlığının daha da yayılmasını önlemeye yönelik girişimlerdir.

Kraliyet Donanması (Royal Donanması) JEF tatbikatına öncülük etti

Bu gibi gelişmelerle zorlanan ikili ilişkilerde belki de tek olumlu unsuru ise ekonomik ilişkiler oluşturmaktadır. Son yıllarda ekonomik büyüme konusunda zorlanan Londra’da bazı çevreler, Rusya ile kurulan ekonomik ilişkilere önem vermektedirler. Örneğin, dünyanın en büyük enerji şirketlerinden olan British Petroleum’un (BP) hâlihazırda Rus petrol ve doğalgaz şirketi Rosneft’te yüzde 20 hissesi bulunmaktadır.[81] Hatta BP’nin üst düzey yöneticisi olan Bob Dudley, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e son derece yakın bir isim olan Igor Sechin’in Başkanlık yaptığı Rosneft’in yönetim kurulunda yer almaktadır.[82] İki ülke arasındaki ticaret hacmi, 2018 yılı itibariyle 10 milyar doları aşarak[83], yaklaşık 13 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır.[84] İngiltere Ulusal İstatistik Ofisi (Office for National Statistics-ONS) verileri göre, İngiltere’nin 2016 yılında Rusya’ya yaptığı toplam ihracat 5,3 milyar sterlin (yaklaşık 6,89 milyar dolar), Rusya’dan aynı dönemde yapılan toplam ithalat ise 4,7 milyar sterlin (yaklaşık 6,11 milyar dolar) düzeyinde olmuştur.[85] Ticari ilişkilerde ithalat-ihracat dengesinin büyük ölçüde sağlanmış olması da önemli ve pozitif bir durumdur.[86] Buna karşın, Rusya, Birleşik Krallık’ın en çok ticaret yaptığı ülkeler arasında yer almamaktadır.[87] Dolayısıyla, gelecekte, ekonomik ilişkilerin ciddi siyasi krizler nedeniyle kopması gündeme gelebilir ve bu durum iki ülke için de ekonomik açıdan büyük bir kayıp durumuna yol açmaz. Dahası, Soğuk Savaş döneminden kalma güçlü rekabet algısı nedeniyle, iki ülke arasında toplumlar arasındaki ilişkiler de son derece sınırlıdır. Örneğin, yine ONS’nin sunduğu resmi verilere göre, 2013-2017 döneminde Rusya’yı ziyaret eden Birleşik Krallık vatandaşlarının sayısı yılda 100’ü bile bulmamıştır.[88]

2013-2017 döneminde Rusya’yı ziyaret eden Birleşik Krallık vatandaşlarının sayısı

Buna karşın, yaklaşık 600 İngiliz şirketi Rusya’da halen faaliyet göstermekte ve İngiltere’den 5.800 kadar şirket de Rusya’ya mal ihraç etmektedir.[89] Rusya’nın en büyük şirketleri ise küresel sermaye piyasalarına Londra Borsası (London Stock Exchange) üzerinden erişmeye devam etmektedirler; nitekim Londra Sberbank, Gazprom, Lukoil, Rosneft, Norilsk Nickel, VTB, X5 Retail Group, EN+, SISTEMA ve MegaFon gibi 60 kadar önemli Rus şirketi Londra Borsası’nda işlem görmektedir.[90] Yaklaşık 13 milyar dolarlık bir servetin sahibi olan Rus oligarklardan Roman Abramovich’in 2003 yılında Premier League takımlarından Chelsea FC’yi 140 milyon sterlin bedeliyle satın alması da iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler bağlamında hafızalarda yer etmiş önemli bir konudur. Nitekim Abramovich gibi Rus oligarkları ve birçok zengin Rus işadamı, paralarını İngiliz finans piyasalarında değerlendirmekte ve özellikle Londra’daki konut sektörüne yatırım yapmaktadırlar. Bu konuda kesin rakamlara ulaşılamasa da, Financial Times gazetesinin Tapu Kayıt Merkezi verilerinden derlediği bilgilere göre, Birleşik Krallık içerisinde yurtdışı bağlantılı şirket yapıları üzerinden şüpheli sayılabilecek konut satın alımlarının toplam hacmi yaklaşık 122 milyar sterlini bulmaktadır ve bu alımlarda birinci sırayı da Rus oligarkları ve zenginleri almaktadır.[91] Gerald Frost da, Rus zenginlerinin Moskova’dan yalnızca 4 saat içerisinde uçakla ulaşılabilen Londra’ya yatırım yapmayı sevdiklerini, Londra’da 450 kadar Rus trilyonerin yaşadığını ve Birleşik Krallık’ın Rusya’ya yönelik ılımlı muhalif tavrında Rus zenginlerinin Muhafazakâr Parti’ye verdikleri ekonomik desteğin rol oynadığını iddia etmektedir.[92]

Chelsea FC’nin sahibi Rus oligark Roman Abramovich

Ancak kayıtdışı Rus parasının İngiltere’de bu kadar yoğun olarak bulunması, ülke içerisinde ve uluslararası kamuoyunda çeşitli eleştirilere de neden olmaktadır. Örneğin, Deutsche Bank’ın Londra merkezinden stratejist Oliver Harvey, “Rusya’dan gizlice çıkan sermaye ile Londra’ya giren kayıt dışı sermaye arasında kuvvetli bir ilişki var. İngiltere’ye giren kaynağı belirsiz sermayenin büyük bir kısmının Rusya’dan geldiğini söyleyebilirim. Bu yaklaşık yüzde 50 seviyesinde.” ifadesini kullanmaktadır.[93] Ayrıca Muhafazakâr Parti milletvekili Tom Tungendhat da, Rusya’nın kara parası konusunda ülkesinin kayıtsız kaldığından yakınmaktadır.[94] Bu bağlamda, ikili siyasi ilişkilerin daha da gerginleşmesi durumunda, İngiliz devletinin denetimleri sıklaştırması ve Rus zenginlerinin kaynaklarını açıklayamadıkları varlıklarına el koyması gibi ihtimallerden bahsedilmektedir. Rus devletinin kurduğu düşünce kuruluşu Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi-RIAC uzmanlarından Andrey Kortunov ise, paralarını Londra’da değerlendiren Rus oligarkları ve işadamlarının çoğunun Rusya’daki mevcut yönetime muhalif olduklarını belirtmekte ve bu konunun ikili ilişkiler kapsamı dışında tutulması gerektiğini ima etmektedir.[95]

Chatham House’da yayınlanan analizinde Duncan Allan ise, Rusya’daki mevcut yönetimin Birleşik Krallık’ı güç olarak dengi görmemesinin ikili ilişkilerde temel sorun yaratan konu olduğunu düşünmektedir.[96] Allan’a göre ikili ilişkilerde temel sorunlar ise şunlardır; (1) İki ülkenin paylaştıkları ortak değerler ve müşterek çıkarlar sayılıdır, (2) İkili ilişkilere yön veren etkenler büyük ölçüde Birleşik Krallık hükümetlerinin kontrolünde değildir ve (3) Kendisini yeniden bir süpergüç olarak görme eğiliminde olan Rusya, Birleşik Krallık’ı dengi bir güç olarak görmemektedir.[97] Bu üç sorundan ikincisini biraz açmak gerekirse; ABD’nin 2003 yılında Irak Savaşı’nı başlatması ve Birleşik Krallık’ın da bu sürece eklemlenmesi, Rusya’da Vladimir Putin yönetiminin giderek daha otoriter ve Batı’ya meydan okuyan bir çizgiye kayması ve sonuçta ABD-Rusya ilişkilerinin bozulması gibi gelişmeler, Birleşik Krallık hükümetlerinin önleyebileceği süreçler olmamıştır. Zira Batı bloğunun ABD ile birlikte en önemli merkez ülkesi olan Birleşik Krallık, politikalarını bir ittifak/blok perspektifinde geliştirmektedir. Buna karşın, Londra da, bu dönemde (2000 yılında), 1990’larda SSCB’nin dağılmasının ardından Rusya Federasyonu’nun ilk Devlet Başkanı olan Boris Yeltsin döneminde Çarlık Rusyası’nda Kremlin’i perde arkasından yöneten Rasputin’e benzetilen, ancak daha sonra Putin yönetimiyle sorun yaşayan Rus oligark Boris Berezovsky’e sığınma hakkı vererek, demokrasiden uzaklaşan Moskova’ya yönelik tepkisini göstermiştir.[98] Rusya’nın kendisini ekonomik olarak çok daha küçük olduğu halde Birleşik Krallık’tan üstün bir güç olarak gördüğünün ispatı ise, 2013 yılındaki G20 toplantısında Kremlin Sözcüsü Dmitry Peskov’un Birleşik Krallık’ın “kimsenin ilgilenmediği küçük bir ada olduğu” (Britain is a small island that no one listens to) yönündeki sözleridir.[99] İlişkilerin sorunlu yapısı, iki ülkenin Gürcistan, Ukrayna ve Suriye gibi birçok kriz noktasında farklı siyasal pozisyon almalarıyla da teyit edilebilir.

Sonuç
Sonuç olarak, tarihsel olarak 19. yüzyıldan itibaren neredeyse tamamen rekabet temelinde gelişmiş olan Rusya-Birleşik Krallık ilişkileri, bugünlerde de aynı temelde sürmektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından yaşanan kısa süreli yakınlaşma, Rusya’da Vladimir Putin yönetiminin Batı karşıtı politikalara yönelmesi ve Rus istihbaratından Batılı ülkelerin istihbarat servislerine kaçan kişilere yapılan suikastlarla birlikte 2008 Gürcistan, 2014 Ukrayna ve 2015 Suriye müdahaleleriyle birlikte Rusya’yı çekinilen bir devlet getirmesi, İngiltere-Rusya ilişkilerini yeniden olumsuz bir noktaya taşımıştır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA
[1] A. Lobanov-Rostovsky (1948), “Anglo-Russian Relations through the Centuries”, The Russian Review, Cilt 7, no: 2, Bahar 1948, s. 41.
[2] Encyclopedia Britannica, “Richard Chancellor”, Erişim Tarihi: 09.12.2019, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/biography/Richard-Chancellor.
[3] William Henry Chamberlin (1960), “Russia between East and West”, The Russian Review, Cilt 19, no: 4, Ekim 1960, s. 310.
[4] A. Lobanov-Rostovsky (1948), “Anglo-Russian Relations through the Centuries”, The Russian Review, Cilt 7, no: 2, Bahar 1948, s. 41.
[5] Encyclopedia Britannica, “Muscovy Company”, Erişim Tarihi: 09.12.2019, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/topic/Muscovy-Company.
[6] A. Lobanov-Rostovsky (1948), “Anglo-Russian Relations through the Centuries”, The Russian Review, Cilt 7, no: 2, Bahar 1948, s. 42.
[7] Anthony Cross (2012), “By Way of Introduction: British Perception, Reception and Recognition of Russian Culture”, in A People Passing Rude: British Responses to Russian Culture, Open Book Publishers, s. 3.
[8] Anthony Cross (2012), “By Way of Introduction: British Perception, Reception and Recognition of Russian Culture”, in A People Passing Rude: British Responses to Russian Culture, Open Book Publishers, s. 3.
[9] Jane Henderson & Eva Pils (2016), “The Impact of Brexit on Relations with Russia and China”, King’s Law Journal, Aralık 2016, Cilt 27, no: 3, s. 474.
[10] William Henry Chamberlin (1960), “Russia between East and West”, The Russian Review, Cilt 19, no: 4, Ekim 1960, s. 311.
[11] A. Lobanov-Rostovsky (1948), “Anglo-Russian Relations through the Centuries”, The Russian Review, Cilt 7, no: 2, Bahar 1948, s. 43.
[12] Encyclopedia Britannica, “Patrick Gordon”, Erişim Tarihi: 10.12.2019, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/biography/Patrick-Gordon.
[13] Anthony Cross (2012), “By Way of Introduction: British Perception, Reception and Recognition of Russian Culture”, in A People Passing Rude: British Responses to Russian Culture, Open Book Publishers, s. 4.
[14] History is Now, “Tsar Peter the Great of Russia’s Visit to England” , Erişim Tarihi: 10.12.2019, Erişim Adresi: http://www.historyisnowmagazine.com/blog/2017/11/12/a-tsar-abroad-peter-the-great-of-russias-visit-to-england#.Xe85kOgzbIU.
[15] A. Lobanov-Rostovsky (1948), “Anglo-Russian Relations through the Centuries”, The Russian Review, Cilt 7, no: 2, Bahar 1948, s. 43.
[16] A. Lobanov-Rostovsky (1948), “Anglo-Russian Relations through the Centuries”, The Russian Review, Cilt 7, no: 2, Bahar 1948, s. 43.
[17] A. Lobanov-Rostovsky (1948), “Anglo-Russian Relations through the Centuries”, The Russian Review, Cilt 7, no: 2, Bahar 1948, s. 46.
[18] Anthony Cross (2012), “By Way of Introduction: British Perception, Reception and Recognition of Russian Culture”, in A People Passing Rude: British Responses to Russian Culture, Open Book Publishers, s. 5.
[19] Anthony Cross (2012), “By Way of Introduction: British Perception, Reception and Recognition of Russian Culture”, in A People Passing Rude: British Responses to Russian Culture, Open Book Publishers, s. 6.
[20] Steven Sabol, “Orta Asya'da Rus-İngiliz Rekabeti”, Tarihtarih.com, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi. https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=356313&/Orta-Asyada-Rus-%C4%B0ngiliz-Rekabeti-/-Do%C3%A7.-Dr.-Steven-Sabol-.
[21] Steven Sabol, “Orta Asya'da Rus-İngiliz Rekabeti”, Tarihtarih.com, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi. https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=356313&/Orta-Asyada-Rus-%C4%B0ngiliz-Rekabeti-/-Do%C3%A7.-Dr.-Steven-Sabol-.
[22] Ahmet Han, “Büyük Oyun”, NTV, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: http://arsiv.ntv.com.tr/news/122311.asp.
[23] Geoffrey Hamm (2013), “Revisiting the Great Game in Asia: Rudyard Kipling and popular history”, International Journal, Cilt 68, No: 2, Haziran 2013, s. 396.
[24] Ahmet Han, “Büyük Oyun”, NTV, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: http://arsiv.ntv.com.tr/news/122311.asp.
[25] Steven Sabol, “Orta Asya'da Rus-İngiliz Rekabeti”, Tarihtarih.com, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi. https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=356313&/Orta-Asyada-Rus-%C4%B0ngiliz-Rekabeti-/-Do%C3%A7.-Dr.-Steven-Sabol-.
[26] Dünya Bülteni (2014), “60 yıl önceki dünyanın ilk modern savaşı: Kırım Harbi”, 10 Mart 2014, Erişim Tarihi: 10.12.2019, Erişim Adresi: https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/160-yil-onceki-dunyanin-ilk-modern-savasi-kirim-harbi-h291902.html.
[27] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS-Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 395.
[28] M. Volkan Atuk (2018), “Kutuplaşma Siyaseti Bağlamında İngiliz-Rus Konvansiyonu ve Osmanlı Devleti”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 15, Sayı: 57, s. 100.
[29] Pushkin House, “The Anglo – Russian Convention of 1907 with Barbara Emerson”, Erişim Tarihi: 11.12.2019, Erişim Adresi: https://www.pushkinhouse.org/events/2017/7/13/dw97eq20vn0d0ait05a6x1uyw42cch.
[30] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 397.
[31] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 397.
[32] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 398.
[33] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 399.
[34] Keith Neilson (1981), “'Joy Rides'?: British Intelligence and Propaganda in Russia, 1914-1917”, The Historical Journal, Cilt 24, no: 4, Aralık 1981, ss. 885-906.
[35] Keith Neilson (1981), “'Joy Rides'?: British Intelligence and Propaganda in Russia, 1914-1917”, The Historical Journal, Cilt 24, no: 4, Aralık 1981, s. 886.
[36] Keith Neilson (1981), “'Joy Rides'?: British Intelligence and Propaganda in Russia, 1914-1917”, The Historical Journal, Cilt 24, no: 4, Aralık 1981, s. 887.
[37] Keith Neilson (1981), “'Joy Rides'?: British Intelligence and Propaganda in Russia, 1914-1917”, The Historical Journal, Cilt 24, no: 4, Aralık 1981, s. 889.
[38] Keith Neilson (1981), “'Joy Rides'?: British Intelligence and Propaganda in Russia, 1914-1917”, The Historical Journal, Cilt 24, no: 4, Aralık 1981, s. 892.
[39] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 399.
[40] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 401.
[41] Mehmet Okur (2017), “Bolşevik İhtilali Sonrası İngiltere’nin Rusya ve Kafkasya Politikası”, VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Kafkasya özel sayısı, s. 403.
[42] Çağatay Benhür (2008), “1920’li Yıllarda Türk-Sovyet İlişkileri: Kronolojik Bir Çalışma”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı: 24, s. 301.
[43] Çağatay Benhür (2008), “1920’li Yıllarda Türk-Sovyet İlişkileri: Kronolojik Bir Çalışma”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı: 24, s. 301.
[44] Ufuk Erdem (2014), “İngiliz Elçisi George Clerk’in 1927 Türkiye Raporu (1927 Yılı Türkiye Fişlemeleri)”, Atatürk Dergisi, Cilt 3, sayı: 2, ss. 61-62.
[45] Bernard Pares (1929), “Anglo-Russian Relations”, Journal of the Royal Institute of International Affairs, Cilt 8, no: 5, Eylül 1929, s. 483.
[46] Bernard Pares (1929), “Anglo-Russian Relations”, Journal of the Royal Institute of International Affairs, Cilt 8, no: 5, Eylül 1929, ss. 482-483.
[47] Bernard Pares (1929), “Anglo-Russian Relations”, Journal of the Royal Institute of International Affairs, Cilt 8, no: 5, Eylül 1929, s. 483.
[48] Bernard Pares (1929), “Anglo-Russian Relations”, Journal of the Royal Institute of International Affairs, Cilt 8, no: 5, Eylül 1929, s. 485.
[49] Bernard Pares (1929), “Anglo-Russian Relations”, Journal of the Royal Institute of International Affairs, Cilt 8, no: 5, Eylül 1929, s. 485.
[50] Simon Worrall (2019), “The inside story of how three unlikely allies won World War II”, National Geographic, 11 Ocak 2019, Erişim Tarihi: 11.12.2019, Erişim Adresi: https://www.nationalgeographic.com/culture/2019/01/allies-roosevelt-churchill-stalin-won-world-war-II/.
[51] Binoy Kampmark (2008), “Bitten by the Bear: The British Council and Russia”, Contemporary Review, 2008 Yaz, Cilt 290, no: 1689, s. 156.
[52] Binoy Kampmark (2008), “Bitten by the Bear: The British Council and Russia”, Contemporary Review, 2008 Yaz, Cilt 290, no: 1689, s. 157.
[53] International Churchill Society, “The Sinews of Peace (‘Iron Curtain Speech’)”, Erişim Tarihi: 11.12.2019, Erişim Adresi: https://winstonchurchill.org/resources/speeches/1946-1963-elder-statesman/the-sinews-of-peace/.
[54] Diğer üyeler Donald Duart Maclean, Guy Burgess, Anthony Blunt ve John Cairncross’dur.
[55] Britannica.com, “Kim Philby”, Erişim Tarihi: 11.12.2019, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/biography/Kim-Philby.
[56] Jake Kerridge (2014), “The 10 best Cold War novels”, The Telegraph, 7 Kasım 2014, Erişim Tarihi: 11.12.2019, Erişim Adresi: https://www.telegraph.co.uk/books/what-to-read/the-10-best-cold-war-novels/.
[57] William Henry Chamberlin (1960), “Russia between East and West”, The Russian Review, Cilt 19, no: 4, Ekim 1960, s. 309.
[58] Margaret Shapiro (1994), “Elizabeth II Visits Russia on Wave of Royal Gossip”, The Washington Post, 18 Ekim 1994, Erişim Tarihi: 12.12.2019, Erişim Adresi: https://www.washingtonpost.com/archive/politics/1994/10/18/elizabeth-ii-visits-russia-on-wave-of-royal-gossip/0a7e2997-55d3-4400-a49d-1683a8882975/.
[59] Duncan Allan (2017), “Brexit Makes It Even More Difficult for the UK to Deal With Russia”, Chatham House, 13 Aralık 2017, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/expert/comment/brexit-makes-it-even-more-difficult-uk-deal-russia.
[60] BBC (2003), “BP signs historic Russian deal”, 26 Haziran 2003, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/3021786.stm.
[61] Terry Macalister (2003), “Prime minister argues case for 'Blair Petroleum'”, The Guardian, 13 Şubat 2003, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/business/2003/feb/13/russia.politics.
[62] Binoy Kampmark (2008), “Bitten by the Bear: The British Council and Russia”, Contemporary Review, 2008 Yaz, Cilt 290, no: 1689, s. 157.
[63] Polat Üründül (2018), “İngiltere ve Rusya Arasında Casus Krizi Nereye Gidiyor?”, Türksam, 22 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: http://turksam.org/ingiltere-ve-rusya-arasinda-casus-krizi-nereye-gidiyor.
[64] Yapılan incelemelerde, saldırıya uğrayan kişilerde Noviçok (Novichok) ailesinden nörotoksik A-234 adlı kimyasal maddeye rastlanmıştır. Bakınız; Muhammet Murat Tekek (2019), “Salisbury Vakası (Sergei Skripal) Sonrası İngiltere ve Rusya Yanlısı Söylemler İle Tarafsız Söylemlerin Analizi Üzerinden İngiltere-Rusya İlişkilerinin Günceli”, Karadeniz Araştırmaları, XVI/63, s. 436.
[65] BBC Türkçe (2018), “İngiltere'nin Salisbury'de 'suikast girişiminden' sorumlu tuttuğu Ruslar: Biz sadece turistiz, tesadüf olmuş”, 14 Eylül 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45517097.
[66] BBC Türkçe (2018), “İngiltere'nin Salisbury'de 'suikast girişiminden' sorumlu tuttuğu Ruslar: Biz sadece turistiz, tesadüf olmuş”, 14 Eylül 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45517097.
[67] Polat Üründül (2018), “İngiltere ve Rusya Arasında Casus Krizi Nereye Gidiyor?”, Türksam, 22 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: http://turksam.org/ingiltere-ve-rusya-arasinda-casus-krizi-nereye-gidiyor.
[68] Gerald Frost (2018), “Moscow on the Thames”, New Criterion, Mayıs 2018, Cilt 36 no: 9, s. 14.
[69] Muhammet Murat Tekek (2019), “Salisbury Vakası (Sergei Skripal) Sonrası İngiltere ve Rusya Yanlısı Söylemler İle Tarafsız Söylemlerin Analizi Üzerinden İngiltere-Rusya İlişkilerinin Günceli”, Karadeniz Araştırmaları, XVI/63, s. 438.
[70] BBC Türkçe (2012), “MI6 için çalışan Litvinenko'yu Rusya mı öldürdü?”, 14 Aralık 2012, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler/2012/12/121214_litvinenko_.
[71] Gerald Frost (2018), “Moscow on the Thames”, New Criterion, Mayıs 2018, Cilt 36 no: 9, s. 12.
[72] Jonathan Marcus (2018), “Çifte ajan olayı: İngiltere, Rusya ile ilişkilerinde büyük ikilemle karşı karşıya”, BBC Türkçe, 7 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-43311803.
[73] Gerald Frost (2018), “Moscow on the Thames”, New Criterion, Mayıs 2018, Cilt 36 no: 9, s. 12.
[74] Çağrı Saraçalp (2019), “Rusya'nın 'Kızıl Ajan'ı Anna Chapman'ın sıra dışı hikayesi”, Gzt.com, 7 Nisan 2019, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.gzt.com/dunya-politika/rusyanin-kizil-ajani-anna-chapmanin-sira-disi-hikayesi-2880568.
[75] Gerald Frost (2018), “Moscow on the Thames”, New Criterion, Mayıs 2018, Cilt 36 no: 9, s. 13.
[76] Hasan Esen (2019), “İngiltere'den Rusya uyarısı”, AA, 23 Mayıs 2019, Erişim Tarihi: 09.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ingiltereden-rusya-uyarisi-/1485363.
[77] Bakınız; Royal Navy, “Joint Expeditionary Force (Maritime)”, Erişim Tarihi: 04.12.2019, Erişim Adresi: https://www.royalnavy.mod.uk/news-and-latest-activity/operations/mediterranean-and-black-sea/joint-expeditionary-force-maritime.
[78] Kim Sengupta (2019), “Rusya'ya gözdağı için Baltık Denizi'ne bir asır sonra İngiliz çıkarması”, Independent Türkçe, 30 Haziran 2019, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.independentturkish.com/node/47136/d%C3%BCnya/rusyaya-g%C3%B6zda%C4%9F%C4%B1-i%C3%A7in-balt%C4%B1k-denizine-bir-as%C4%B1r-sonra-ingiliz-%C3%A7%C4%B1karmas%C4%B1.
[79] The British Army, “Enhanced Forward Presence (EFP)”, Erişim Tarihi: 04.12.2019, Erişim Adresi: https://www.army.mod.uk/deployments/baltics/.
[80] Ieva Budzeikaite & Emma Ledoux (2019), “On the ground with Iron Wolf: NATO put to the test”, Atlantic Council, 31 Ağustos 2019, Erişim Tarihi. 04.12.2019, Erişim Adresi: https://www.atlanticcouncil.org/uncategorized/on-the-ground-with-iron-wolf/.
[81] Gökhan Kurtaran  (2018), “Krizin gölgesinde İngiliz–Rus ekonomik ilişkileri”, AA, 17 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/krizin-golgesinde-ingiliz-rus-ekonomik-iliskileri-/1091382.
[82] Bakınız; https://www.rosneft.com/governance/board/item/6081/. Aktaran: Gökhan Kurtaran  (2018), “Krizin gölgesinde İngiliz–Rus ekonomik ilişkileri”, AA, 17 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/krizin-golgesinde-ingiliz-rus-ekonomik-iliskileri-/1091382.
[83] RT (2018), “Trade between Russia & Britain on rise despite sinking relations”, 26 Kasım 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.rt.com/business/444892-russia-uk-trade-growth/.
[84] Wikipedia, “List of the largest trading partners of United Kingdom”, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_the_largest_trading_partners_of_United_Kingdom.
[85] Gökhan Kurtaran  (2018), “Krizin gölgesinde İngiliz–Rus ekonomik ilişkileri”, AA, 17 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/krizin-golgesinde-ingiliz-rus-ekonomik-iliskileri-/1091382.

[87] Birleşik Krallık’ın en önemli ticari partnerleri şunlardır: ABD, Almanya, Hollanda, Fransa, Çin, İrlanda, İspanya, Belçika, İtalya, İsviçre. Bakınız; Department of International Trade (2019), “UK Trade in Numbers September 2019”, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://assets.publishing.service.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/836787/190924_UK_trade_in_numbers_full_web_version_final.pdf, s. 7. Rusya, Birleşik Krallık’ın ticari ortakları arasında ancak 23. sırada kendisine yer bulabilmektedir. Bakınız; Wikipedia, “List of the largest trading partners of United Kingdom”, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_the_largest_trading_partners_of_United_Kingdom.
[88] Bakınız; Office for National Statistics, “UK residents' visits to Russia 2013 to 2017 by month”, Erişim Tarihi: 04.12.2019, Erişim Adresi: https://www.ons.gov.uk/peoplepopulationandcommunity/leisureandtourism/adhocs/009479ukresidentsvisitstorussia2013to2017bymonth.
[89] Gökhan Kurtaran  (2018), “Krizin gölgesinde İngiliz–Rus ekonomik ilişkileri”, AA, 17 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/krizin-golgesinde-ingiliz-rus-ekonomik-iliskileri-/1091382.
[90] Gökhan Kurtaran  (2018), “Krizin gölgesinde İngiliz–Rus ekonomik ilişkileri”, AA, 17 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/krizin-golgesinde-ingiliz-rus-ekonomik-iliskileri-/1091382.
[91] Gökhan Kurtaran  (2018), “Krizin gölgesinde İngiliz–Rus ekonomik ilişkileri”, AA, 17 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/krizin-golgesinde-ingiliz-rus-ekonomik-iliskileri-/1091382.
[92] Gerald Frost (2018), “Moscow on the Thames”, New Criterion, Mayıs 2018, Cilt 36 no: 9, s. 13.
[93] Gökhan Kurtaran  (2018), “Krizin gölgesinde İngiliz–Rus ekonomik ilişkileri”, AA, 17 Mart 2018, Erişim Tarihi: 03.12.2019, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/krizin-golgesinde-ingiliz-rus-ekonomik-iliskileri-/1091382.
[94] BBC (2018), “UK turns blind eye to dirty Russian money, say MPs”, 21 Mayıs 2018, Erişim Tarihi: 04.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/business-44191682.
[95] BBC (2018), “UK turns blind eye to dirty Russian money, say MPs”, 21 Mayıs 2018, Erişim Tarihi: 04.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/business-44191682.
[96] Duncan Allan (2017), “Brexit Makes It Even More Difficult for the UK to Deal With Russia”, Chatham House, 13 Aralık 2017, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/expert/comment/brexit-makes-it-even-more-difficult-uk-deal-russia.
[97] Duncan Allan (2017), “Brexit Makes It Even More Difficult for the UK to Deal With Russia”, Chatham House, 13 Aralık 2017, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: https://www.chathamhouse.org/expert/comment/brexit-makes-it-even-more-difficult-uk-deal-russia.
[98] BBC Türkçe (2013), “Portre: Boris Berezovski”, 25 Mart 2013, Erişim Tarihi : 07.12.2019, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/03/130325_boris_berezovski_portre.
[99] The Guardian (2013), “'You're a small island and no one listens to you' - so what do you say?”, 6 Eylül 2013, Erişim Tarihi: 07.12.2019, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/uk-news/blog/2013/sep/06/small-island-david-cameron.