Sayfalar

27 Haziran 2010 Pazar

Üç Tarz-ı Siyaset



-->
-->
Türkçülük akımının ünlü teorisyenlerinden Yusuf Akçura’nın 1904 yılında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinin üzerinden 106 yıl geçmesine karşın, kanımca 33 sayfalık bu kolay anlaşılır makale birçok yönden güncelliğini korumaktadır. Elbette Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde devleti kurtarmak için denenen üç farklı politika olan İslamcılık (Pan-İslamizm), Türkçülük (Pan-Türkizm) ve Osmanlıcılık ideolojilerinin Akçura tarafından artı ve eksileriyle son derece nesnel bir şekilde incelendiği bu ünlü eserin, günümüz koşullarıyla oldukça farklı olan o günün koşulları ve bu koşullara göre şekillenen zihniyetleri incelediği bir gerçektir. Ancak günümüzde de o günün koşullarıyla önemli farklılıklara rağmen ülkemizdeki siyasal, etnik ve dini tartışmaların üç temel görüş ekseninde -İslamcılık (Pan-İslamizm), Türkçülük (Pan-Türkizm) ve Atatürkçülük (Kemalizm)- şekillendiğini iddia etmek mümkündür. Bu yazıda bu üç temel görüşü nesnel bir şekilde incelemeye çalışarak hangisinin Türkiye açısından daha faydalı olabileceğini araştıracağım.



1-) İslamcılık: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve onun dayandığı siyasal olarak kolay yönlendirilebilir, niteliksiz ve edilgen olsa dahi bazı kültürel değerleri sıkı sıkıya sahiplenmesi bakımından ideolojik olarak nitelendirilebilecek olan muhafazakâr tabanın ideolojisi kabul edeceğimiz İslamcılık görüşü; dünyanın süper gücü olarak kalmayı amaçlayan ancak Çin, Rusya gibi ülkelerin hızlı yükselişleriyle sarsılan Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak işgali sonrası hızla güçlenen İran ve Şii kuşağına karşı Türkiye’yi Sünni kuşağın lideri olarak tasarlaması sebebiyle son yıllarda ülkemizde oldukça güçlenmiş, “a la mode” hale gelmiştir. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun Irak işgalinin hemen öncesinde 2002 yılında dağıtılarak başa Adalet ve Kalkınma Partisi’nin getirilmesi ve bu partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği Anayasa Mahkemesi’nce tescillenmesine karşın yurtdışından 2009 yılına kadar büyük destek almış olması bu noktada İslamcılık görüşünün emperyal çevreler tarafından da desteklendiğinin önemli bir kanıtıdır. Ancak 2009 yılından başlayarak dış çevrelerden aldığı desteğe ve içeride laik kesim ve kurumlara yönelik anti-demokratik ve totaliter uygulamalarına yeterince tepki gösterilmemesine güvenerek İslamcılık dozunu gerek yurtiçi, gerek yurtdışında (Sudan lideri El Beşir’e, İran’da hileli seçimlerle iktidarda kalan Ahmedinejad’a ve Hamas’a verilen ölçüsüz destek) hızla arttıran AKP’nin son dönemde Batı dünyası (İran meselesinde Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yalnız kalması) ve İsrail’le yaşadığı krizler bu ideolojinin yakın gelecekte yaşayacağı düşüşü işaret etmektedir. Dahası Atatürk Türkiyesi’nin yaptığı seküler reformlar sayesinde Türkiye toplumunun önemli ölçüde modernleştiği ve sekülerleştiği hesaba katılınca İslamcılık ideolojisinin toplumu birleştirici bir unsur haline dönüşmesi son derece zor gözükmektedir. Zira Türkiye toplumunun önemli bir bölümünü (yaklaşık yüzde 20-30) oluşturan şehirli, iyi eğitimli ve seküler Cumhuriyet değerlerine inanan orta sınıf mensupları İslamcılık ideolojisine daima mesafeyle yaklaşmakta ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kutuplaştırıcı liderliği sandıktan 1. parti çıkması açısından kendisine faydalı olmasına karşın, onarıcı temellere dayanmadığı için daima ülkede ikili bir yapıya, düalizme yol açmakta ve dolayısıyla Türkiye’nin gücünü azaltmaktadır. Bu konuda önemli tespitleri olan Prof. Dr. Sencer Ayata da yaptığı bazı televizyon konuşmalarında AKP’nin İslamcı çizgisi nedeniyle ülkenin en iyi eğitimli ve en yetenekli kesimlerinin ülkeye yeterince iyi hizmet edemediğine dikkat çekmektedir. İslamcılık görüşünün ülke içerisinde özellikle feodal yapının ağır bastığı Güneydoğu Anadolu bölgesinde Kürtlerle ilişkilerinde bir noktaya kadar başarılı olduğu gözlemlenmesine karşın (din-çimento iddiası), Türkiye Cumhuriyeti devletinin esasını oluşturan laiklik ve Türk milleti anlayışlarıyla çelişen unsurlarının bulunması bu ideolojiyi daha da zayıf hale getirmektedir. İslamcılık’ın kadınlarla, Alevilerle ve gayrimüslim nüfusla olan ilişkileri de daima problemli olacağı için bu ideolojinin ülke içerisinde bütünlüğü sağlaması zordur. İslamcılık ideolojisinin Batı’dan gelen desteğinin de kesilmekte olması ve anti-demokratik rejimleri bulunan ancak ekonomik açıdan gelişmiş Arap devletlerindeki karar alıcıların Türkiye’nin İslam dünyasındaki liderliğine şüpheyle hatta olumsuz yaklaşması bu görüşü zayıflatan bir diğer nedendir. Dahası 20. yüzyıl başlarında özellikle II. Abdülhamid döneminde ve 1. Dünya Savaşı’nda uygulanmaya çalışılan Pan-İslamizm’in o dönemde bir hilafet kurumu olmasına karşın başarısız olduğu düşünülürse, günümüzde bir halifelik makamı da olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi iç meselelerinden (ekonomik kriz, terör ve etnik ayrılıkçılık, siyasal İslam-laiklik tartışmaları) fırsat bulup İslam dünyasına liderlik edebileceğini düşünmek hayalcilikten de öte bir saflıktır.



2-) Türkçülük: 19. yüzyıl sonlarında önce Macaristan ve Rusya gibi yabancı ülkelerde, daha sonra da Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve İsmail Gaspıralı düşünürlerin ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki bazı siyasilerin çalışmalarıyla Anadolu coğrafyasında filizlenen Türkçülük düşüncesi; Osmanlı Devleti’nin çökmesi sonrası tarih sahnesinden silinme noktasına kadar gelen ancak yine de Anadolu’da önemli sayılabilecek bir alanı kontrol altına almayı başaran Türklerin ve Türk devletinin o dönemki askeri, siyasal ve ekonomik gücünün (Atatürk’ün üstün liderliğine karşın) zayıf olması sebebiyle hiçbir zaman ciddi bir popüler siyasal akım ve proje haline dönüşememiş, anti-komünist mücadele (!) içerisinde devletten büyük destek görmesine karşın 1990’lara kadar bu akımı temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi’nin kemik oyu yüzde 8 düzeyinde kalmıştır. Ancak özellikle Batı’nın da kaşımasıyla 1980’lerden beri terör yoluyla güçlenen Kürtçülük ideolojisi ve ayrılıkçı Kürt hareketi son yıllarda Anadolu coğrafyasında kendisine karşıt olan Türkçülük’ün de tavan yapması sonucunu yaratmış, MHP 1999 seçimlerinde yüzde 19 gibi tarihinin en yüksek oyunu almış, bugünlerde de yüzde 14-15 gibi yüksek bir kemikleşmiş oy potansiyeline sahip hale gelmiştir. Türkçülük ideolojisinin 1900’lerin başlarında olduğu gibi bugün de gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel Anadolu Türkleri ve Orta Asya Türkleri arasındaki uzak mesafeler ve dahası Anadolu ve Orta Asya Türklüğü arasındaki ciddi kültürel farklılıklardır. Yine de büyük bir Rus imparatorluğu olan Sovyetler Birliği’nin yıkılmış olması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkmenistan gibi ülkelerle ve Irak Türkmenleri ve Uygur Türkleri gibi sosyal gruplarla giderek artan ilişkilerinin bulunması Türkçü hayallerin somut olarak incelendiğinde şansını arttıran faktörlerdir. Ancak geçmişte uzun süren savaşlardan çok yorgun ve zayıf çıkan Anadolu’nun acizliği ve araya Sovyet bloğunun girmesiyle gerçekleşmesi imkânsız hale gelen Türkçülük projesinin; günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti devletinin iç meselelerinin zorluğu ve dünyanın yeni süper güçleri olmaya aday Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu gibi ülkelerin Orta Asya Türkleri coğrafyasındaki önemli konumları nedeniyle gerçekleşmesi büyük bir ütopyadan öteye gidememektedir. Elbette bu yönde olumlu ve daha cesur adımlar atılarak özellikle Azerbaycan, KKTC ve Irak Türkmenleri gibi dil ve kültür açısından Anadolu Türklerine çok yakın gruplarla ve bu grupların devletleriyle entegrasyona yönelik girişimlerde bulunulabilir ve bu yönde başarılar kazanılabilir. Ancak Türkçülük düşüncesinin temel devlet politikası haline gelmesi hala mümkün gözükmemektedir. Türkçülük ideolojisinin iç politikada da birleştirici bir unsur haline gelmesi oldukça zordur. Türkiye’nin 2000’lerden bu yana kimlik politikalarına prim tanıyan entelektüel akımların etkisiyle giderek artan bir etnik duyarlılığa sahip önemli bir nüfusunun bulunması, özellikle de hızla artan Kürt milliyetçiliği nedeniyle Türkçülük’ün Anadolu’da bütünleştirici bir ideoloji olması pek mümkün görünmemektedir. Zira Türkçülerin Kürt meselesinde çözüm önerileri ortaya koyabilmeleri oldukça zordur. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, halen on yıllardır tasfiye edilmesine karşın devletin resmi anayasal görüşü olan Atatürk milliyetçiliğinin İslamcı, liberal ve neo-liberal sol akımlarca çökertilmesi durumunda Anadolu coğrafyasında etnik Türk kimliğe sahip on milyonlarda ılımlı milliyetçilik ve Atatürkçülüğün yerini muhtemelen Türkçülük alacak ve yükselen Kürtçülük’ün de etkisiyle Anadolu’da çok ciddi bir etnik çatışma ihtimali gündeme gelecektir. Bu durumda Türkçülük’ün belki de binlerce insanın ölümüyle sonuçlanabilecek bu tehlikeli ortam sonrasında kendini bir süre kabul ettirmesi mümkün olabilir. Ancak uzun vadede Türkçülük’ün devletin temel referans ideolojisi haline gelmesi ve Anadolu’daki kitleleri bütünleştirebilmesi olanaklı gözükmüyor.



3-) Atatürkçülük: Osmanlı Devleti’nin son döneminde Yusuf Akçura’nın da incelediği üç ideoloji olan İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık’ın başarısız olmaları sonrası doğal bir sentez olarak Anadolu’da ortaya çıkan ve Atatürk milliyetçiliği ve laiklik gibi temel değerlere dayalı Atatürkçülük veya Kemalizm dediğimiz ideoloji bugün hala bu üç temel görüş içerisinde en güçlü akım olarak karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle Kemalizm’in bütünleştirici olabilmesini sağlayacak en önemli faktör Kemalizm’in 60 yıllık tasfiye sürecine karşın bugün kısmen hala Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyet anayasası ve Türk hukuk sistemi gibi önemli kurum ve mevzilerde temel referans noktası olmasıdır. Dolayısıyla Kemalizm’in kurumlar açısından diğer ideolojilere kıyasla önemli bir avantajı bulunmaktadır. Dahası Kürt meselesi ve İslam-laiklik tartışmaları konusunda daha yumuşak ve halkı kucaklayıcı bir Kemalizm’in halk nezdinde de başarı kazanması diğer ideolojilere kıyasla daha kolaydır. Zira Kemalizm’in ırka dayanmayan yurttaşlık esası, Türkçülük’ün aksine Kürt meselesinde halkla bütünleşebilmesinin önünü açabilir. Kemal Kılıçdaroğlu gibi Kürt kökenli olduğu iddia edilen (bu noktada Soner Yalçın’ın iddiaları Kılıçdaroğlu’nun Türkmen olduğu yönündedir) ve öyle bilinen bir kimsenin CHP’nin başına geçmiş olması, Kemalizm’in eşitlikçi yurttaşlık anlayışının anlaşılmasında Barrack Obama’nın ABD Başkanı seçilmesine benzer bir kolaylaştırıcı faktör haline gelebilir. Kemalistlerin Atatürk’ün Milli Mücadele döneminde yaptığı gibi dindar kesimle kuracağı diyalog ve bu noktada halkı bütünleştirecek olan bazı olumlu adımlar atılması Kemalizm’in bu diğer ayrıştırıcı hususta da İslamcılar ve Türkçülere kıyasla daha başarılı olabileceğini göstermektedir. Bunun için de Kemalistlerin Atatürk örneğinde olduğu gibi Prof. Dr. Vamık Volkan’ın deyimiyle “onarıcı liderlik” yapabilecek ve toplumun farklı kesimlerini kucaklayabilecek bir lidere ihtiyaçları vardır. Kemal Kılıçdaroğlu şimdilik bu nitelikte bir lider olabileceği yönünde olumlu sinyaller vermektedir. Kemalizm’in en büyük avantajı ise doğru bir dış politika vizyonu belirlenmesi durumunda uluslararası ilişkiler olacaktır. Türkçülük ve İslamcılık’ın romantik hayallerinin gerçekleşmesinin zorluğu, bu ideolojilerin aşırı ideolojik yapıları nedeniyle dış politikada gereken pragmatizmden yoksun oluşları ve Türkiye’nin bu idealler peşinde koşması durumunda dış dünya ile yaşayacağı ciddi sıkıntılar göz önüne alınırsa, İslam dünyası ya da Türk dünyası liderliğinden ziyade kendi iç (terör, Kürt meselesi, ekonomik kriz, İslam-laiklik tartışmaları vs.) ve dış meselelerini (sözde soykırım iddiaları, KKTC’nin durumu, Kuzey Irak yerel yönetimi ve PKK’nın durumu) çözmeye yönelmiş ve dışarıda da çok boyutlu dış politikasında kendi ulusal çıkarlarını gerçekçi bir temelde ve cesur şekilde koruyan bir Türkiye, dış politikada daha güçlü ve saygın bir aktör haline gelebilir. Kültürel olarak da Atatürkçülük bugün hala daha iyi eğitimli orta-üst sınıflar ve sanatçı-entelijensiya çevreleri açısından daha tanıdık ve istenilir bir hedef olduğu için bu üç görüş içerisinde başarı kazanma ve toplumu bütünleştirme şansı olan tek ideoloji Atatürkçülük olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ozan Örmeci

9 Haziran 2010 Çarşamba

Yeni CHP'nin Dış Politikası Nasıl Olmalı?


--> -->
-->
Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki yeni Cumhuriyet Halk Partisi (CHP); iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin giderek artan İslami söylem ve politikalarıyla Türkiye’nin Batı ve Doğu dünyası arasındaki dengeleyici ve arabulucu rollerini götürmekte zorlandığı ve uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin dış politikadaki eksen kaymasının tartışıldığı şu günlerde, ülke içindeki en önemli iktidar alternatifi olarak çok önemli ve kritik bir konumda bulunuyor. Kılıçdaroğlu’nun liderliğiyle beraber büyük bir heyecan ve moral üstünlük kazanan CHP’nin, iktidar hedefinin daha belirgin hale geleceğini düşündüğüm önümüzdeki aylarda bocalamaması adına dış politikada çok dikkatli, akılcı, gerçekçi ve ölçülü bir program ortaya koyması ve uluslararası kamuoyundaki desteğini genişletmesi gerekiyor. Bu sebeple yeni Cumhuriyet Halk Partisi’nin ortaya koyması gereken dış politika programı hakkındaki temel görüşlerimi paylaşmak istiyorum.



Öncelikle yeni CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun dikkat etmesi gereken temel husus; rahmetli İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanlığı ile başlayan süreçte, öncelikle kendi coğrafyasında etkin bir bölgesel güç, sonra da bir dünya gücü olma hedefine yönelen yeni Türkiye’de artık CHP’nin geçmişte kullandığı klasik Batıcı politika ve söylemlerinin işe yaramayacağıdır. AKP tüm yanlışlarına, İslamcı ideolojisinden kaynaklanan aşırılıklarına karşın İsmail Cem döneminde başlayan Türkiye’nin dış politika portföyünü genişletme sürecini devam ettirmiş ve bugün Türkiye -her ne kadar kendi temel meselelerini çözemese de- dünyada birçok farklı coğrafyada kendini gösterebilen bir uluslararası aktör haline gelmiştir. Bu sebeple yeni CHP’nin hem dünyanın Türkiye’den beklediği Batı ve Doğu arasındaki bir dengeleyici unsur ve köprü görevini ifa etme, hem de Türkiye’nin dış politik gücünü arttırma adına hem Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri, hem de Avrasya ve Orta Doğu ülkeleriyle yakın ilişkiler geliştirebilecek bir vizyon ve kadrolara ihtiyacı bulunmaktadır. Özellikle CHP üyeleri ve seçmen tabanının genel itibariyle Avrupa-Batı değerlerini özümsemiş, seküler-modern yaşam tarzları olan kişilerden oluşması nedeniyle, CHP’nin Orta Doğu ülkeleriyle AKP’nin yaptığı gibi İslamcı bir temelden ziyade, karşılıklı çıkar ve kültürel benzerlikler temelli yakın ilişkiler geliştirebilmesi ve Orta Doğu’da İran-İsrail ilişkileri ve Irak’ın geleceği ve istikrarı gibi sorunlar karşısında bölgesinde yeni savaşlara ve gerginliklere engel olabilmenin formüllerini araması gerekmektedir. Tabii ki bu sorunların barış içerisinde çözülmesi mümkün olamazsa, yine CHP’nin Türkiye’nin ulusal çıkarlarını en iyi koruyacak ve Türkiye’nin ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne dayalı barışçıl dış politika temeline uygun çözümler geliştirmesi gerekecektir.



Yeni Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel hedefi Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinin netleştirilmesini sağlamak olmalıdır. Yıllardır AB kapısında tutulan ve ancak göründüğü kadarıyla imtiyazlı ortaklıktan öteye geçmesi pek mümkün gözükmeyen Türkiye’nin AB’den tam üyelik konusunda eşit koşullar talep etmesi ve tam üyeliğin gerçekleşebileceği bir tarih koparması Türkiye’nin özellikle son yıllarda yaşadığı varoluşsal sıkıntılara bir nebze olsun merhem olacaktır. Yine AB ilişkilerinin tam üyelikle sonuçlanmayacağının belirginleşmesi de, Türkiye’nin gelecek planlarını daha gerçekçi bir temelde yapabilmesine olanak sağlayacaktır. AKP’nin AB ile kurduğu samimiyetsiz ilişkiler yerine, tam üyelik hedefi olsun ya da olmasın ama samimi ve gerçekçi bir temelde AB ile kurulacak ilişkiler Türkiye’nin geleceği adına rahatlatıcı bir faktör olacaktır. Bu nedenle yeni CHP mutlaka AB ile olan ilişkilerine ağırlık vermeli ve Türkiye’nin maruz kaldığı çifte standart uygulamalara AKP ve önceki hükümetler gibi boyun eğmemelidir. AB konusunun netleşmesi Türkiye’nin gelecek planlarını şekillendirecek en önemli etken olacaktır. Yeni CHP’nin kadroları bu ilişkileri netleştirebilecek ve Avrupa ile aynı dili konuşabilecek yetkinliğe sahiptir.



Yeni CHP’nin ABD ve İsrail’le kuracağı ilişkilerin temelinde İran ve Irak’ın yer alacağı açıktır. Elbette ki laik, demokratik bir sosyal hukuk devleti olmaya çalışan Türkiye için nükleer güce ulaşmış bir İran İslam Cumhuriyeti son derece tehlikelidir. Bu nedenle CHP’nin İran meselesinde ABD ve İsrail ile AKP’den daha uyumlu bir çizgide buluşabilmesi mümkündür. Ancak burada da İran’la geliştirilen güçlü ticari ilişkilerin ve sorunsuz ikili siyasal ilişkilerin korunması ve Batı ile İran arasında bir uzlaştırıcı ve yatıştırıcı rolünün (AKP’nin yaptığı gibi İran’dan yana tavır koyarak değil, tarafsız ve ortada durarak) üstlenmesi makul gözükmektedir. Ancak CHP’nin bunu başarabilmek için klasik Batıcı kadrolarını mutlaka takviye etmesi gerekmektedir. İran ilişkilerinde AKP döneminde olduğu kadar yanlı bir tavrın benimsenmemesinin; İsrail’le olan ilişkilerin de yeniden rayına girmesi sonucunu doğurabileceği, bunun da bazı kazanımlarının olacağı düşünülebilir. İran-Batı ilişkilerine ek olarak, ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası ortaya çıkacak olan güç boşluğunda Türkiye ve İran bölgesel iki önemli güç olarak rakip haline gelebilecektir. Bu nedenle yeni CHP’nin Irak’ta izleyeceği ve istikrarı koruyabilecek politikaları önceden belirlemesi ve özellikle olası bir MHP koalisyonu oluşması durumunda Barzani ve Irak’ın kuzeyini nasıl yönlendireceğini hesap etmesi gerekmektedir. PKK’nın eylemleri ve Kuzey Irak yerel yönetiminin buna kayıtsızlığı nedeniyle sıklıkla gerilen Türkiye-Irak ilişkilerinin yakın geleceğinde ABD’nin bölgeden çekilmesi sonrası Türkiye’de askeri çözüm sesleri güçlenecektir. Bu nedenle CHP’nin iktidara gelmesi durumunda Türk Silahlı Kuvvetleri ile istişare ederek Irak meselesindeki pozisyonunu belirlemesi gerekmektedir.



Yeni CHP’nin bu meselelere ek olarak belki de en fazla üzerinde durması gereken husus dünyanın hızla yükselen güçleri Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerle geliştireceği siyasal ve ekonomik ilişkiler olacaktır. Türkiye’nin enerji meselesi başta olmak üzere, ekonomi ve güvenlik meselelerinde bu ülkelerle daha sağlam ilişkiler geliştirmesi ve İran’a yönelik yaptırımlar konusunda olduğu gibi dünyada yalnız kalmaması çok önemlidir. Batı tarafından Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılan KKTC ve sözde Ermeni soykırımı konularına karşı bu ülkelerle daha yakın tezlerin ve ilişkilerin geliştirilmesi Türkiye’yi avantajlı bir konuma geçirecektir. MHP ile koalisyon kurulması durumunda Doğu Türkistan meselesinin Çin’le ilişkileri bozmaması ancak oradaki soydaşların da hakkının savunulması adına dikkatli olunmalıdır.



Her şeyden önemlisi yeni CHP dış politikada; AKP döneminde olduğu gibi yalnızca söylem düzeyinde kalan kabadayılık ve İslamcı romantizm yerine, gerçekçi ve ulusal çıkarlara dayalı bir politika izlemelidir. AKP iktidarında yapıldığı gibi, bazı ayrıcalık tanınan siyasal gruplar (Hamas) ya da aktörler yerine devletlerle ilişkiler kurulmalıdır. Türkiye 2015 yılı yaklaşırken enerjisinin çoğunu asılsız Ermeni iddialarıyla mücadeleye ve KKTC meselesinin çözümüne (yani Türkiye ile beraber birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB tam üyeliği ya da KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınması yolunda adımlar atılması) harcamalıdır. Dış İşleri’nin, başbakanın “mon chere (monşer)” aşağılamalarına maruz kalan personelinin moralinin yeniden tesis edilmesi ve ümmetçi hayallerin yerine yurtseverliğin konması yeni CHP’nin diğer bir önemli görevi ve hizmeti olacaktır.

Ozan Örmeci