Sayfalar

29 Kasım 2022 Salı

ABD Savunma Bakanlığı’nın Hazırladığı Çin Halk Kurtuluş Ordusu Raporu

Giriş

21. yüzyılın en azından ilk yarısına damgasını vuracak rekabetin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Çin Halk Cumhuriyeti (Çin) arasında yaşanacağı, iki ülkenin devasa ekonomik kapasiteleri ve gelişmeye devam eden askeri güçleri nedeniyle günümüzde neredeyse kesinleşirken, Amerikalı uzmanların ve devlet adamlarının küresel liderliği bırakmamak için bu konuda yaptıkları çalışmalar da giderek daha detaylı ve analitik hale geliyor. Bu bağlamda, bu yazıda, ABD Savunma Bakanlığı-Pentagon’un ABD Kongresi’ne sunulmak üzere 2022 yılı için hazırladığı yıllık raporun bazı bölümlerini özetlemek istiyorum. Raporun tamamına ise bu adresten (https://media.defense.gov/2022/Nov/29/2003122279/-1/-1/1/2022-MILITARY-AND-SECURITY-DEVELOPMENTS-INVOLVING-THE-PEOPLES-REPUBLIC-OF-CHINA.PDF) ulaşabilirsiniz.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ulusal Stratejisi

176 sayfalık raporun içeriğinin özetlendiği “Executive Summary” (Yönetici Özeti) bölümünü değerlendirmek sanırım başlangıç için faydalı olacaktır. Bu bölümde, ilk olarak Çin’in ulusal stratejisi analiz edilmektedir. Amerikalı uzmanlar tarafından hazırlanan rapora göre; Çin’in temel amacı, 2049 yılında, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in de işaret ettiği üzere büyük gençleşme ve canlanmayı (rejuvenation) sağlamaktır. Bu anlamda, Pekin, siyasi, toplumsal ve askeri alanda modernleşmek ve gücünü geliştirmek istemekte ve uluslararası sistemi de kendi sistemi ve ulusal çıkarları doğrultusunda revize etmeyi amaçlamaktadır. Bu stratejiye uygun hareket eden Çin, ABD’yi ise kendisini tüm gücüyle durdurmaya çalışan bir rakip olarak görmektedir. Çin, ABD’nin bu tavrını hem rekabet eden büyük ulus-devletler arasındaki bir güç mücadelesi, hem de iki farklı ideolojik sistemin çarpışması olarak değerlendirmektedir. Çinli liderler, iki ülke arasında artan rekabeti ise, uluslararası sistemde yaşanan yapısal değişikliklere ve Çin’e karşı giderek politikasını sertleştiren ABD’nin tavrına bağlamaktadırlar. Bu minvalde, Çin’in temel gayesi, iç ve dış tüm güç unsurlarını geliştirerek ulusal kapasiteyi artırmak ve bu rekabette Pekin’in üstün gelmesini temin etmektir. Çin Komünist Partisi’nin 20. Ulusal Kongresi de, bu yöndeki gelişmeleri hızlandırmış ve Çin’in stratejik caydırıcılık sistemini geliştirmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bu Kongre’de, Devlet Başkanı Şi Cinping gücünü ve Merkezi Askeri Komisyon’daki yerini korurken, kendisine yakın kişilerin önemli makamlara atanmasını sağlamış ve askeri modernleşme, uzay çalışmaları ve Tayvan odaklı operasyonel kapasiteyi artırma girişimlerini hızlandırmıştır.

Çin Dış Politikası

Çin dış politikası ve Çin’in uluslararası sisteme yaklaşımı kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmek temelinde olup, bu bağlamda "ortak kaderleri olan devletler grubu" oluşturmaya dayalıdır. ABD Savunma Bakanlığı, Çin dış politikasını ise “revizyonist” olarak tanımlamaktadır. 2021 yılı boyunca, Pekin, ABD’nin gücü ve etkisinin kırılması adına Amerikan dış politikasında atılan adımları eleştirmiş ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ile birlikte QUAD ve AUKUS gibi girişimleri kötülemiştir. Buna ek olarak, Pentagon’a göre, Çin, Covid-19 pandemisindeki kendi sorumluluğunu unutturmak adına, tıbbi yardım ve tıbbi uzmanlık desteklerini kullanarak diğer ülkelerle olan ilişkilerini geliştirmeye gayret etmektedir.

Çin’in Ekonomi Politikası

Çin’in ekonomi politikası da, dış politikası gibi, Çin’in temel hedefi olan büyük gençleşme ve canlanma hamlesini sağlamaya yöneliktir. Nitekim Pekin’in geliştirdiği ikili dolaşım (dual circulation) politikası, Çin’in diğer ülkeler merkezli tedarik zincirlerine ve pazarlara olan bağımlılığını azaltmayı ve iç piyasanın direncini (resilience) artırmayı amaçlamaktadır. Bu anlamda, ülkenin iç üretim ve tüketimi yükseltilerek, dışa bağımlı ekonomisinin yapısı değiştirilmek istenmektedir. Çin’in ekonomik büyümesi, askeri modernleşmesi ve gelişmesinin de ana unsurunu oluşturmakta ve bu sayede daha büyük savunma bütçeleri hazırlanabilmektedir. Ayrıca Kuşak Yol Projesi (BRI) ve Çin Malı 2025 (Made in China 2025) gibi girişimler de, ekonomiyle birlikte askeriyenin gücünün artırılmasına yöneliktir.

Kuşak Yol Projesi (BRI)

Çin, Kuşak Yol Projesi’ni de büyük gençleşme ve canlanma politikasının bir unsuru olarak kıymetlendirmekte ve küresel taşımacılık ve ticaret bağlarını geliştirerek, çevresindeki ve daha uzaktaki devletlerle olan ekonomik bağlarını kuvvetlendirmek istemektedir. 2021 yılında, Çin, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini ciddi anlamda geliştirmiş ve kamu sağlığı, dijital altyapı ve yeşil enerji gibi alanlarda fırsatları değerlendirmeye başlamıştır. Çin’in denizaşırı yatırımlarının artması, bu ülkenin güvenlik politikalarının da uluslararasılaşmasını sağlamaktadır.

Asker-Sivil Ortak Gelişim Stratejisi

Pekin, ulusal hedeflerine ulaşmak için asker-sivil ortak gelişim stratejisi uygulamakta ve bu sayede uyumlu bir şekilde kapasitesini artırmaya çalışmaktadır. Bu anlamda, Çin, bilimsel gelişmeleri askeri gelişmeyle entegre hale getirmeye çalışmakta ve askeri teknoloji alanına yatırım yapmaktadır. Bu kapsamda, Pekin tarafından 6 entegre hedef uygulanmaktadır:

  1. Çin’in askeri altyapısı ile sivil teknoloji ve endüstrisini kaynaştırmak,
  2. Bilimsel gelişmeleri askeri ve sivil sektörlere yaymak,
  3. Yeteneklere yatırım yaparak, askeri ve sivil uzmanlıkları entegre etmeye çalışmak,
  4. Sivil altyapılara askeri koşullar getirmek ve sivil yapıları askeri amaçlar için kullanmak,
  5. Sivil hizmetler ve lojistiği askeri amaçlar için kullanmak,
  6. Çin’in askeri seferberlik kapasitesini geliştirerek, tüm toplum ve ekonomiyi olası bir savaş için kanalize etmek.

Savunma Politikası ve Askeri Strateji

2021 yılında, Çin’in ilan edilmiş savunma politikasının temel hedefleri; egemenliğini, güvenliğini ve kalkınma çıkarlarını korumak olarak devam ederken, Pekin’in bu kapsamda kendisine daha önemli küresel roller biçtiği fark edilmektedir. Çin’in askeri stratejisi ise “aktif savunma” temelinde olmaya devam etmektedir. Pekin, modern bir sosyalist ülke olabilmek için, Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun da 2049 yılına kadar dünya çapında bir orduya dönüşmesini amaçlamaktadır. Çin Halk Kurtuluş Ordusu, 2027 yılına kadar makineleşme (mechanization), bilişimleştirme (informatization) ve yapay zekalaştırma (intelligentization) gibi konularda entegre şekilde önemli bir atılım yapmayı planlamaktadır. Bu ileri hamlenin temel amacı ise Tayvan’la birleşmeyi sağlayacak kapasiteye ulaşmaktır. Ayrıca, Çin, 2021 yılında “Çok Boyutlu Hassas Savaş” stratejisi (Multi-Domain Precision Warfare) geliştirmiş ve bu sayede büyük veri ve yapay zekâ teknolojilerini kullanarak, ABD sistemindeki zayıflıkların fark edilmesi ve kullanılmasına dayalı yeni bir taktik kullanmaya başlamıştır.

Çin’in Gücü, Kapasitesi ve Güç Projeksiyonu

Çin Halk Kurtuluş Ordusu, tüm alanlarda gücü ve kapasitesini geliştirmeye çalışmaktadır. Bu anlamda, kara, deniz, hava, nükleer güç, uzay çalışmaları, elektronik savaş ve siber güvenlik gibi birçok farklı alanda modernizasyon çalışmaları devam etmektedir. Çin Ordusu’nun gelişen kapasitesi, güçlü ve büyük bir orduyu (ABD kastediliyor) yenmeye yönelik olarak geliştirilmeye devam etmektedir. Genel bir değerlendirme yapıldığında, Çin’in temel hedefinin Hint-Pasifik bölgesinde askeri operasyon kabiliyetine sahip caydırıcı bir güç olmak olduğu sonucuna varılmaktadır. Ancak Pekin, bu konuda henüz istenen hedeflerden uzaktadır. Ayrıca, Çin, karşı-müdahale konusunda da uzun mesafeli hassas silah teknolojisi, entegre hava savunma sistemleri ve hipersonik silahlar geliştirerek atılım yapmaya çalışmaktadır. Çin Ordusu, uzay çalışmaları konusunda da modernleşmeye devam etmektedir. Bunun yanı sıra, Çin’in nükleer programı da gelişmekte ve derinleşmektedir. Öyle ki, tahminlere göre 2021 yılında Çin’in kullanılabilecek durumda olan nükleer başlıkları 400’ü aşmıştır. Çin’in 2035 yılına kadar bu sayıyı 1.500’e kadar çıkarabileceği öngörülmektedir.

Tayvan’la İlgili Gelişmeler

Çin, 2021 yılında Tayvan’a uyguladığı diplomatik, siyasi, ekonomik ve askeri baskıyı artırmıştır. Öyle ki, Pentagon’un iddiasına göre, Tayvan Boğazı’ndaki provokatif ve istikrar bozucu hamlelerin sayısı artmış; Tayvan’ın deklare ettiği hava sahasına yönelik tacizlerde yoğun bir artış yaşanmış ve Tayvan’ı hedef alan askeri tatbikatların düzenlenmesi dikkat çekmiştir. Pekin yönetimi, kamuoyu önünde barışçıl birleşmeden söz etse de, bu konuda güç kullanılması opsiyonunu da hiçbir zaman reddetmemiştir. Çin’in Tayvan’a yönelik olası bir müdahale seçenekleri ise; bir hava ve deniz ablukasından Tayvan’a yakın bazı adalar veya Tayvan’ın tamamına yönelik amfibik bir askeri harekâta kadar uzanmaktadır.

Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun Artan Küresel Varlığı

Pekin yönetimi, Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun artan küresel varlığını Çin’in büyük gençleşme ve canlanma politikasının bir parçası olarak görmektedir. Bu bağlamda, Çin Ordusu’nun denizaşırı varlığı ve kapasitesi geliştirilmeye gayret edilmektedir. Bu sayede, Tayvan’la birleşme, Hong Kong’da siyasi kontrolü sağlama ve Güney ve Doğu Çin Denizi’ndeki gücünü konsolide etme gibi amaçlar gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Cibuti’deki askeri tesise ek olarak, Çin Ordusu’nun güç projeksiyonunda Kamboçya, Myanmar (Burma), Tayland, Singapur, Endonezya, Pakistan, Sri Lanka, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Kenya, Ekvator Ginesi, Seyşeller, Tanzanya, Angola ve Tacikistan gibi ülkelerde lojistik tesis edinmek düşüncesi bulunmaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak, ABD Savunma Bakanlığı tarafından hazırlanan bu ayrıntılı rapor, ABD’nin Çin’i çok ciddiye aldığını, kesinlikle küçümsemediğini ve artık en ciddi rakibi olarak gördüğünü belgeleyen önemli bir teknik çalışmadır. Raporun tamamı okunursa, çok daha kapsamlı ve teknik askeri verilere de ulaşılabilecektir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


27 Kasım 2022 Pazar

Siyaset Bilimi Gözüyle 2022 Katar Dünya Kupası

 

20 Kasım 2022 tarihinde başlayan ve 18 Aralık 2022 tarihinde düzenlenecek finalle sona erecek olan 2022 Katar Dünya Kupası, Siyaset Bilimi açısından da oldukça ilginç tartışmalara neden olabilecek büyük bir uluslararası organizasyon olarak dikkat çekiyor. Bu yazıda, Siyaset Bilimci gözüyle 2022 Katar Dünya Kupası’nı[1] ve genel olarak Dünya Kupası organizasyonunu mercek altına alacağım.

Dünya Kupası şampiyonları

Öncelikle bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm şampiyonları belirtmekte fayda var. Her ne kadar futbolda ileri bir seviyeye ulaşmak bir ülkenin demokratik ya da ekonomik açıdan gelişmişliğini göstermese de, dünyanın bu en çok sevilen sporunda üstün performans göstermek, kuşkusuz ülkelerin ve halkların tanınmasında ve dünyada destek bulmasında önemli rol oynuyor. Buna en iyi örnek ise şüphesiz Brezilya. Dünyada en çok tanınan ve sevilen ülkelerden biri olan Brezilya, bu başarısını büyük ölçüde Rio Festivalleri ve samba kültürü kadar futboldaki üstün başarısına ve yetenekli futbolcularına borçlu. Öyle ki, toplam 21 turnuvada bugüne kadar yalnızca 8 ülkenin şampiyonluk kupası kazanabildiği Dünya Kupası organizasyonunda, Brezilya, tam 5 defa şampiyon olarak (1958, 1962, 1970, 1994, 2002) liderliği elinde bulunduruyor. Sambacılar, bu turnuvada da oldukça iddialılar ve son dönemde çıkardıkları Neymar ve Vinicius Junior gibi yıldızlarla altıncı defa kupaya uzanmaları kimse için büyük bir sürpriz olmayacak. Brezilya’yı ise dörder şampiyonlukla İtalya (1934, 1938, 1982, 2006) ve Almanya (1954, 1974, 1990, 2014) takip ediyorlar. Avrupa’nın bu iki büyük ülkesi ve ekonomisi, futboldaki başarılarıyla da adından söz ettiriyor ve dünyada ilgi ve cazibe merkezi olmayı başarıyorlar. Arjantin (1978, 1986), Uruguay (1930, 1950) ve Fransa (1998, 2018) gibi ülkeler ise bugüne kadar ikişer defa Dünya Kupası’nı kazanmayı başardılar. Bu ülkelerden Arjantin ve özellikle Fransa bu turnuvada da çok iddialılar. Turnuvada birer kez şampiyon olan ülkeler ise İngiltere (1966) ve İspanya (2010). Bu iki ülke de bu turnuvada son derece iddialılar ve özellikle genç İspanya’dan beklentiler büyük. Şampiyonlar listesine bakıldığında; futbolun jeopolitiğinde iki bölgenin/coğrafyanın, yani Avrupa ve Güney Amerika’nın öne çıktığı görülüyor. Öyle ki, 12 şampiyonluk Avrupa’ya giderken, 9 şampiyonluk ise Güney Amerika ülkeleri tarafından kazanılmış durumda. Haliyle bu durum, futbolun hangi bölgelerde geliştiğini de bizlere anlatan önemli bir veri. Zira diğer bölge ve coğrafyalardan henüz bir şampiyon çıkmadı ve çıkması da beklenmiyor.


Siyasetin de devreye girdiği önemli bir alan olan Dünya Kupası’na ev sahipliği konusuna bakıldığında ise; bu önemli organizasyonlara ev sahipliği konusunda da yine gelişmiş futbol ülkelerinin tercih edilmesi dikkat çekiyor. Öyle ki, Fransa (1938, 1998), Almanya (1974, 2006) ve İtalya (1934, 1990) gibi gelişmiş futbol ülkeleri turnuvaya ikişer defa ev sahipliği yapmalarıyla dikkat çekiyorlar. Avrupa’dan Dünya Kupası düzenleyebilen diğer ülkeler ise İsviçre (1954), İsveç (1958), İngiltere (1966) ve İspanya (1982) olarak sıralanıyorlar. Dolayısıyla, 23 turnuvanın 10’unun Avrupa’da düzenlendiği görülüyor. Güney Amerikalı ev sahipleri arasında ikişer defa bunu başaran Brezilya (1950, 2014) dikkat çekerken, Uruguay (1930), Şili (1962) ve Arjantin (1978) listeye giriyorlar. Böylelikle, -2026 da dahil edildiğinde- 23 turnuvada 5 ev sahipliğini de Güney Amerika üstleniyor. Kuzey Amerika ülkeleri de şampiyonluk konusunda olmasa da, ev sahipliği konusunda oldukça başarılılar. Öyle ki, 1970 ve 1986’da iki defa Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan Meksika, 2026 Dünya Kupası’nı da ABD ve Kanada ile birlikte düzenleyerek büyük bir rekorun (üçüncü defa Dünya Kupası düzenlemek) sahibi oluyor. ABD, 1994 ve 2026 ile ikiye ulaşırken, 2026 Dünya Kupası ile Kanada da ilk kez bu başarıya ortak oluyor. Sonuçta, 4 Dünya Kupası Kuzey Amerika’da düzenlenmiş oluyor. Asya kıtasına bakıldığında ise; Japonya ve Güney Kore’nin 2002’de ilk kez Asya’ya getirdiği Dünya Kupası organizasyonu, 2018 yılında da Rusya ile ikinci defa bir Asya ülkesinde düzenlenmişti. 2022 Katar Dünya Kupası ile, organizasyon üçüncü defa Asya’ya ve ilk kez bir Müslüman ülkeye gitmiş oluyor. Afrika ise, Güney Afrika’nın ev sahipliğinde düzenlenen 2010 Dünya Kupası ile bu organizasyona adını yazdırmayı başarıyor. Bu anlamda listede hiç yer alamayan Okyanusya kıtasına (muhtemelen Avustralya’ya) ilerleyen yıllarda bir organizasyonun verilmesi makul görünüyor.

Ev sahipliği konusu 2022 Katar Dünya Kupası açısından da önemli. Zira toplam nüfusu 3 milyondan az olan ve vatandaşlarının sayısı 300.000’i biraz aşan bu monarşik yönetime dayalı küçük ve zengin (bu ülkede kişi başına düşen gelir 62.000 doların üzerindedir) Körfez ülkesinin bu kadar önemli bir organizasyonu nasıl alabildiği çeşitli tartışmalara neden oluyor. İnsan hakları ve demokrasi sicili pek parlak olmayan ülke, buna karşın organizasyon öncesinde birçok yeni stadyum ve tesis inşa ederek bu organizasyonu ne kadar çok istediğini ispatlamıştı. Buna rağmen, Katar’ın Dünya Kupası’nı organize etmesine yönelik eleştiriler devam ediyor ve bu ülke genellikle rüşvetle suçlanıyor.[2] Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise sporun politize edilmemesi gerektiğini belirterek Katar’a destek çıktı ve bu konudaki çıkışıyla dikkat çekti.[3]

“One Love” tartışmaları Dünya Kupası’na gölge düşürdü

Ayrıca, meşruti monarşiye dayalı bir sistemle yönetilen ülkenin kendisine özgü Vahhabi-Selefi İslam inancı nedeniyle Batı dünyasında ve uluslararası platformlarda çok doğal kabul edilen bazı unsurlara karşı kültürel ve yasal engeller çıkarması da bir diğer önemli mesele. Örneğin, Katar’daki alkol kısıtlamaları nedeniyle (stadyumlarda alkollü içecek satışına izin verilmeyecek) bu kupada seyircilerin bir bölümünün mutsuz olabileceği iddia ediliyor.[4] Bir diğer tartışma konusu ise, hem cinsler arasında evliliklere ve aşk ilişkilerine destek veren LGBT gruplarının desteğiyle birçok ülkeden futbolcunun (en bilinen örnek İngiltere kaptanı Harry Kane) kollarına “One Love” pazu bandı takmasına engel çıkarılması oldu. Homoseksüelliğin suç olduğu Katar’da bu konu yasal prosedürlere neden olabileceği için, Uluslararası Futbol Federasyonu-FIFA, futbolcuları sarı kart görebilecekleri konusunda uyarınca, birçok futbolcu ve siyasetçi bu konudaki düşüncelerini dile getirerek ayrımcılığa karşı çıktılar.[5] Yaz aylarında Katar’da ortalama sıcaklığın 50 dereceleri bulması nedeniyle, bu organizasyonun yaz aylarında düzenlenmeyen ilk Dünya Kupası olarak tarihe geçtiğini de hatırlatalım.[6] Ek olarak, organizasyon vesilesiyle İsrail’den Katar’a doğrudan uçuşların başlaması da önemli bir gelişme olarak diplomasi tarihine geçti.[7]

İranlı bazı futbolseverler, tribünlerde rejimi protesto ettiler

Ayrıca bu Dünya Kupası'nda İran'da Mahsa Amini'nin öldürülmesi sonrasında yaşanan büyük olaylar nedeniyle İranlı milli futbolcuların halkla dayanışmak adına milli marşlarını ilk maçta okumamaları ve İranlı taraftarların yaptıkları protesto gösterileri ile Japon taraftarların stadyumları her maçtan sonra temizlemesi gibi olaylar uluslararası medyanın gündemine oturdu. Ek olarak, ABD ile İran arasında oynanacak olan maçın son derece politik ve gergin geçeceğini de belirtmek gerekir. Bunların yanında, Suudi Arabistan, Fas, İran ve Japonya gibi takımların aldıkları sürpriz galibiyetlerin ülkelerinde adeta milli bayrama neden olduğunu da sözlerimize ekleyebiliriz.

Daha genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Dünya Kupası organizasyonlarının günümüzdeki küreselleşme-ulus-devlet gerginliğinin giderek küreselleşme lehine şekil alacağını düşündüren küresel bir kültürün doğuşuna kaynaklık ettiğini belirtmek mümkün. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler (Imagined Communities) adlı eserinde, ulus-devletlerin oluşum sürecinde “print capitalism” adını verdiği yazılı basın (günlük gazeteler) ve kitapların nasıl bir insan topluluğunu ortak bir halkmış gibi hissettirebildiğini anlatır. Bu anlamda, Dünya Kupası gibi organizasyonların da insanları aynı dünyanın ve insan medeniyetinin parçası olduklarını düşünmeye yönlendirdiği, ama bir yandan da insanların bayrakları ve milli marşlarıyla kendilerine özgülüklerini korumayı başardıkları iddia edilebilir. Bu bağlamda, güzel ülkemiz Türkiye’nin ise içerideki kof futbol fanatizmi (üç büyükler rekabeti vs.) ve çarpık düzen içerisinde başarılı bir futbol ülkesi ve ekonomisi olmayı henüz başaramaması dikkat çekmektedir. Öyle ki, Türkiye, sadece iki Dünya Kupası’na (1954-2002) katılabilmiştir ve bunlardan 2002’de üçüncü olarak dikkat çekmiştir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Resmi web sitesi için, bakınız; https://www.fifa.com/fifaplus/en/tournaments/mens/worldcup/qatar2022.

[2] Khel Now (2022), “Controversies surrounding the FIFA World Cup 2022”, Erişim Tarihi: 28.11.2022, Erişim Adresi: https://khelnow.com/football/fifa-world-cup-2022-qatar-controversies.

[3] Le Monde (2022), “Coupe du monde 2022 : « Il ne faut pas politiser le sport », affirme Emmanuel Macron”, 17.11.2022, Erişim Tarihi: 28.11.2022, Erişim Adresi: https://www.lemonde.fr/football/article/2022/11/17/coupe-du-monde-2022-il-ne-faut-pas-politiser-le-sport-affirme-emmanuel-macron_6150256_1616938.html.

[4] Reuters (2022), “No alcohol sales permitted at Qatar's World Cup stadium sites”, 18.11.2022, Erişim Tarihi: 28.11.2022, Erişim Adresi: https://www.reuters.com/world/middle-east/soccer-qatar-announce-no-alcohol-sales-world-cup-stadium-sites-source-2022-11-18/.

[5] Times of India (2022), “FIFA World Cup 2022: What the 'OneLove' armband controversy and why wearing it is banned”, Erişim Tarihi: 28.11.2022, Erişim Adresi: http://timesofindia.indiatimes.com/articleshow/95737802.cms; Time (2022), “The 'One Love' LGBTQ Rights Armband Is Causing a Stir at the Qatar World Cup”, 21.11.2022, Erişim Tarihi: 28.11.2022, Erişim Adresi: https://time.com/6235503/one-love-armband-qatar-world-cup/.

[6] RT (2022), “Why Qatar will be a World Cup like no other”, 17.11.2022, Erişim Tarihi: 28.11.2022, Erişim Adresi: https://www.rt.com/sport/566623-football-qatar-world-cup-preview/.

[7] i24news (2022), “First direct flight between Israel and Qatar takes off for World Cup”, 20.11.2022, Erişim Tarihi: 28.11.2022, Erişim Adresi: https://www.i24news.tv/en/news/world-cup/1668960049-first-direct-flight-from-between-israel-and-qatar-takes-off-for-world-cup.

21 Kasım 2022 Pazartesi

Istanbul frappée par un attentat terroriste


Une explosion, qui s’est déroulée le 13 Novembre 2022 à Taksim, qui est la destination la plus touristique et populaire, au cœur d’Istanbul, a causé la mort d’au moins 6 personnes et la blessure de plus de 80 personnes selon les autorités turques et le média. L'attentat s’est organisé le dimanche à l’avenue Istiklal à laquelle les citoyens et les touristes marchaient. A ce point-la, le terorisme avait pour but de cibler le tourisme en Turquie et de discréditer la Turquie en faisant penser qu’elle n’est ni un pays sûr ni accueillant. Dans cet article, je vais résumer l’actualité récente de l’attentat terroriste et de  la politique intérieure. 

C’était une journée de routine à l'avenue Istiklal. Ce long avenue qu’on nommait la Champs-Elysée de la Turquie était toujours à la bienvenue de plein de citoyens turcs et de touristes qui profitaient de la vie multiculturelle à Istanbul: manger de bons plats, écouter de la musique dans la rue, acheter des vêtements aux magasins construits dans les bâtiments qui remontent à l’époque ottomane, voir les consulats étrangers et visiter les églises. Hélas, une grande explosion arrivée à 16h20 environ a ébranlé le cours de la vie et semé la panique parmi la population. Les gens ont commencé à se disperser dans la panique et puis la police est arrivée sur scène. L’attentat s’est passé à cause d’un engin explosif TNT dans une lettre piégée posée par une femme terroriste portant une robe Islamique.

Alham Albashir 

Après avoir examiné à peu près 1200 caméras de surveillance qui regardent dans la rue et fait de plusieurs écoutes téléphoniques de groupes terroristes, la police et le service de renseignement turc ont capturé très vite la terroriste. La femme terroriste a été présentée comme Alham Albashir, de nationalité syrienne. Elle a été arrêtée par la police dans une maison quelconque à Küçükçekmece plus tard la nuit même de l'attentat. La police turque a publié la photo de la terroriste menottée entre deux drapeaux turcs. Elle a avoué qu’elle était formée comme agent spécial depuis des mois par l’organisation terroriste PKK ainsi que par sa branche syrienne PYD (Parti de l’union democratique) et sa branche armée YPG (Unité de protection du peuple). Elle a aussi dit dans son interrogatoire qu’elle était entrée illégalement en Turquie il y a quelques mois à travers la ville d’Afrin qui se situe à la frontière turque. Au moins 46 personnes ont été détenus à la suite de leurs interrogatoire liés à l’attentat. De même, la police a relevé que la femme terroriste allait  fuir en Grèce si elle n’avait pas été  arrêtée par les forces de sécurités.

Süleyman Soylu

Le ministre des affaires intérieures de la Turquie, Süleyman Soylu a fait une déclaration importante suivant l’attentat: “Nous estimons que l’ordre de mener une attaque terroriste a été donné d’Ayn Al Arab, où  le PKK/YPG a son quartier général”. Soylu a dit aussi: “Ils ont voulu nous adresser un message, nous l'avons reçu et nous allons y répondre de la façon la plus ferme qui soit.” Soylu a accusé les Etats-Unis de fournir un soutien militaire et politique à la branche militaire et politique du PKK en Syrie. Il a ajouté; “Nous rejetons vos condoléances”. Cet événement a suscité de vives tensions et colères qui sont surtout visibles sur les réseaux sociaux. Bien que le gouvernement turc essaie de diminuer la vitesse d’internet et de censurer les réseaux sociaux, on a pu voir notamment des réactions et critiques contre les immigrants syriens, les Etats-Unis et les groupes terroristes. 

Une autre tension survenue lorsque les Turcs ont découvert que le journal américain New York Times, ayant fait référence au lieu d’attentat, a partagé sur Twitter une publication qui manque de respect envers le peuple turc et le gouvernement turc. “Presque 10 millions de touristes, aux quatre coins du monde, viennent visiter Istanbul chaque année, dont la plupart passent leur temps sur place sur laquelle l’attentat terroriste du dimanche s’est produit.” Le peuple turc a affiché sa frustration sur les réseaux sociaux envers le journal américain qui avait fait une publication blessante. 

Cependant, beaucoup de chefs d’Etats ont présenté le message de condoléances à la Turquie à la suite de l'attentat. Parmi eux, il y a le président azerbaijani Ilham Aliyev, le président russe Vladimir Poutine, le président allemand Frank-Walter Steinmeier, le président ukrainienne Vladimir Zelensky et le secrétaire général de l’OTAN Jens Stoltenberg.

Le terrorisme du PKK est largement ressenti comme menace en Turquie. Les attaques terroristes du PKK continuent depuis 40 ans et ont causé la mort de 50.000 citoyens turcs environ. Comme le peuple turc a beacoup d’expérience dans la luttre contre le terrorisme, on peut dire que le peuple turc sait bien affronter le terrorisme et est toujours résolu à éleminer toute sorte de terrorisme. Après la capture d’Abdullah Öcalan en 1999, tout le monde était dans l’espoir d’une solution politique à vis à vis de la question du terrorisme mais aucune solution n’est trouvée. De plus, la guerre civile en Syrie et son impact négatif a pour conséquence de créer de nouvelles zones dans lesquelles les groupes terroristes liés au PKK se reproduisent. Donc, les gouvernements occidentaux doivent se rendre compte de cette réalité. 

C’est normal qu’il y ait des désaccords politiques parmi les pays. Mais je pense que toute sorte de violence qui cible les civils et sème la peur au sein de la population doit être condamnée par tout le monde. Aucune cause ou aucun prétexte politique ne peut légitimer la mort de ces gens innocents. Même s’il y a des problèmes à résoudre dans la vie politique de la Turquie et comme déficit démocratique ou bien qu’il puisse y avoir des problèmes entre la Turquie et ses voisins ainsi que les autres pays, aujourd’hui il faut être solidaire et ne pas laisser la peur se propager. Je crois que c’est le moment pour tout le monde de développer les idées sur comment surmonter les problèmes économiques et politiques au lieu de les ignorer (le terrorisme, la guerre civile en Syrie, la question kurde, la question de Chypre…). Donc, les pays occidentaux et notamment les Etats-Unis doivent comprendre combien la Turquie est sensible au sujet du terrorisme et doivent proposer les solutions d’éliminer les problems politiques et sociaux dans la région. Un dernier mot: “Toutes mes condoléances pour le peuple turc”.

Correcteur d’orthographe et de grammaire : Berkay TEMEL

Dr. Ozan ÖRMECİ

 

BM Genel Kurulu, ABD’nin Küba Ambargosunu Kaldırması Yönünde Karar Aldı

 

Birleşmiş Milletler’in (BM) Güvenlik Konseyi’nden sonraki en etkili organı olan ve tüm devletlerin eşit oy hakkına sahip olması nedeniyle BM’nin geleceğinde daha da etkili olabileceği öngörülen BM Genel Kurulu, 1992’den bu yana 30. defa üst üste ABD’nin Küba’ya uygulamış olduğu insanlık dışı ambargonun kaldırılması kararını aldı. Karar, ABD’nin Küba’ya 60 küsur yıldır uyguladığı ambargonun kaldırılması yönünde tam 185 üye devletin lehte oyuyla alınırken, yalnızca ABD ve İsrail bu kararın aleyhinde oy kullandı.[1] Brezilya ve Ukrayna ise oylamada çekimser kaldılar.[2] Hatırlanacağı üzere, 2021 yılında da, aynı karar, 184 lehte, 2 aleyhte ve 3 çekimser oyla alınmıştı.[3] Aslına bakılırsa, son yıllardaki tüm oylamalarda ABD ve İsrail’in uluslararası kamuoyu tarafından haksız bulundukları ortaya çıkıyor. Bu yazıda, ABD’yi uluslararası kamuoyu önünde oldukça zor duruma düşüren ve yalnız bırakan konulardan biri olan Küba ambargosunu analiz edeceğim.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; ABD Başkanı Joe Biden döneminde önceki Başkan Donald Trump döneminde ağırlaştırılan ambargolar kısmen hafifletilse de (Biden döneminde döviz değişimi, iki ülke arasındaki uçak seferleri, turizm ve göç konusundaki sert ABD yaptırımları kısmen gevşetilmiştir)[4], ambargolar halen olanca katılığıyla devam ediyor. Öyle ki, Amerikalı siyasal danışman John Kelley, bu kararın ardından ABD’nin yaptırımlara devam edeceğini belirterek, Küba rejiminin siyasal muhaliflere yönelik baskılarını gündeme getirdi ve ülkesinin uyguladığı ambargonun insani yardım malzemelerini kapsamadığını iddia etti.[5] Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodriguez Parrilla ise, oylama öncesinde yaptığı BM’deki konuşmasında, ABD’nin politikasının “Kübalı ailelere kasten mümkün olan en büyük zararı vermek için uygulanan aşırı, acımasız ve insanlık dışı bir boyuta yükseldiğini” vurguladı.[6] Nitekim Meksika’nın BM’deki daimi temsilcisi olan Juan Ramon de la Fuente de, yaptırımların yalnızca Küba ekonomisini değil, Küba halkının sağlık ve esenliğini olumsuz etkilediğine ve kaldırılması gerektiğine işaret ediyor.[7]

ABD’nin Küba’ya uygulamış olduğu ambargo, modern zamanlarda uygulanan en uzun süreli ekonomik yaptırım örneği olarak dikkat çekiyor. İlk kez 1958 yılında henüz Küba diktatörü Fulgencio Batista iktidardayken başlatılan ambargo, 1959 yılındaki Küba Devrimi’nin ardından 1962 yılında Başkan John F. Kennedy döneminde ise tüm ticari ilişkileri engelleyen çok kapsamlı bir hâl almıştı.[8] ABD’nin Soğuk Savaş döneminde uyguladığı ve başlangıcı George Kennan’ın “X” rumuzuyla yazdığı “The Sources of Soviet Conduct” makalesi[9] kabul edilen çevreleme politikası düşünüldüğünde, iki kutuplu dünya düzeninde anlam kazanan bu politikanın günümüzde sürdürülmesi birçoklarınca biraz zaman dışı ve abartılı olarak görülüyor. Ancak Washington, Havana’daki komünist rejimi devirmeden bu politikasından vazgeçmek istemiyor.

Bu durum, yalnızca ABD dış politikası değil, Amerikan iç politikası açısından da önemli bir husus. Öyle ki, ABD’de genel olarak Hispanik seçmenlerin büyük çoğunluğu Demokratlara meyletse de (2022 ara seçimlerinde bu oran yüzde 64 düzeyindeydi)[10], anketlere göre nüfusları özellikle Florida eyaletinde yoğunlaşan Kübalı Amerikalılar için daha milliyetçi ve komünizm karşıtı Cumhuriyetçi Parti daha iyi bir seçenek olarak algılanmaya devam ediyor.[11] Partinin ileri gelenlerinden Donald Trump, Marco Rubio ve Ron DeSantis gibi isimlerin de bu konuda gayet katı olduklarını söylemek mümkün. Cumhuriyetçilerle birçok konuda anlaşamayan Demokratlarda Küba’ya karşı daha ılımlı bir yaklaşım olsa da, Başkan John F. Kennedy’nin siyasal mirası ve Kübalı Amerikalı oylarını Cumhuriyetçilere kaptırmamak düşüncesiyle, Demokratlardan da bu konuda henüz iddialı bir adım gelmiş değil. Ancak ABD’nin Demokrat Başkan Barack Obama döneminde 2016 yılında bu konuda BM oylamasında çekimser kalarak önemli bir mesaj verdiğini[12] ve Obama'nın Küba’ya resmi bir ziyaret yaptığını da[13] bu noktada hatırlatalım. Bu bağlamda, yaptırımlar nedeniyle, Küba’daki rejimin insan hakları ihlalleri ve Küba halkının sefaleti eşzamanlı olarak devam ediyor.

Sonuç olarak, Küba füze krizinin de ispatladığı üzere, Soğuk Savaş döneminde ABD ve Batı dünyası için gerçekten bir ulusal güvenlik tehdidi olan Küba’daki komünist rejimin bugünkü siyasal konjonktürde dünyadaki sorunların kaynağı olduğunu iddia etmek oldukça absürt bir yaklaşım olur. Bu nedenle, ABD’nin iç siyaset kaygılarına gömülmeden bu konuda anlamlı bir adım atarak ambargoyu kaldırması, bence dünyadaki Amerikan imajına da pozitif etki yapacaktır. Başkan Biden da, “Neo-Naziler” olarak tanımladığı Trump taraftarı gruplara yakın olmaktansa, kendi siyasal mirasını 8 sene Başkan Yardımcısı olduğu Barack Obama çizgisinde sürdürmeyi deneyebilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

KAYNAKÇA



[1] Bakınız; Kawsachun News (2022), “BREAKING: The United Nations General Assembly calls for an end to the long-standing and genocidal U.S. blockade on Cuba for the 30th consecutive time, in a 185 to 2 vote.”, Twitter, 03.11.2022, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://twitter.com/KawsachunNews/status/1588201675021508608.

[2] Bianet (2022), “Ambargo altındaki Küba | Demokrasi ve insan hakları dersine ihtiyacımız yok”, 04.11.2022, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://m.bianet.org/bianet/tarih/269524-ambargo-altindaki-kuba-demokrasi-ve-insan-haklari-dersine-ihtiyacimiz-yok.

[3] UN News (2021), “UN General Assembly calls for US to end Cuba embargo for 29th consecutive year”, 23.06.2021, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://news.un.org/en/story/2021/06/1094612.

[4] BBC (2022), “US agrees to ease Trump-era sanctions on Cuba”, 17.05.2022, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-europe-61473884.

[5] The America Times (2022), “Explanation of US Vote by John Kelley, Political Counselor, After the Vote on a UN General Assembly Resolution on the Cuba Embargo”, 06.11.2022, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.america-times.com/explanation-of-us-vote-by-john-kelley-political-counselor-after-the-vote-on-a-un-general-assembly-resolution-on-the-cuba-embargo/.

[6] Bianet (2022), “Ambargo altındaki Küba | Demokrasi ve insan hakları dersine ihtiyacımız yok”, 04.11.2022, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://m.bianet.org/bianet/tarih/269524-ambargo-altindaki-kuba-demokrasi-ve-insan-haklari-dersine-ihtiyacimiz-yok.

[7] TeleSUR (2022), “Mexico Slams US Refusal to Lift Trade Embargo Against Cuba”, 02.11, 2022, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.telesurenglish.net/news/Mexico-Slams-US-Refusal-to-Lift-Trade-Embargo-Against-Cuba-20221102-0017.html.

[8] U.S. Department of State, “Cuba Sanctions”, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.state.gov/cuba-sanctions/.

[9] George Kennan (1947), “The Sources of Soviet Conduct”, Foreign Affairs, Temmuz 1947, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/russian-federation/1947-07-01/sources-soviet-conduct.

[10] Gabriel R. Sanchez (2022), “Latinos support Democrats over Republicans 2-1 in House and Senate elections”, Brookings, 11.11.2022, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.brookings.edu/blog/fixgov/2022/11/11/latinos-support-democrats-over-republicans-2-1-in-house-and-senate-elections/.

[11] Gary Fineout (2021), “New poll shows Cuban-American voters align with GOP”, Politico, 16.03.2021, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.politico.com/states/florida/story/2021/03/16/new-poll-shows-cuban-american-voters-align-with-gop-1368365.

[12] Justin Vallejo (2021), “ABD bir kez daha Küba'ya yönelik ekonomik ambargonun kaldırılması yönündeki BM kararını reddetti”, Independent Türkçe, 24.06.2021, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.indyturk.com/node/378391/d%C3%BCnya/abd-bir-kez-daha-k%C3%BCbaya-y%C3%B6nelik-ekonomik-ambargonun-kald%C4%B1r%C4%B1lmas%C4%B1-y%C3%B6n%C3%BCndeki-bm.

[13] AlJazeera (2016), “Obama visits Cuba, hails ‘historic opportunity’”, 21.03.2016, Erişim Tarihi: 21.11.2022, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2016/3/21/obama-visits-cuba-hails-historic-opportunity


15 Kasım 2022 Salı

Istanbul was hit by terrorist attack


A deadly blast in Istanbul’s popular touristic destination Taksim (İstiklâl Street) on November 13, 2022 caused the death of at least 6 people and injured more than 80 others according to Turkish authorities and media institutions.[1] The terrorist attack was organized on Sunday, a day when Istanbul’s best-known commercial pedestrian avenue was full of citizens as well as tourists. In that sense, the attack clearly aimed at harming Turkey’s tourism industry and its image as a safe host country. In this piece, I am going to summarize recent developments in Turkey about this terrorist attack and domestic political issues.

İstiklâl Street was decorated with Turkish flags after the incident

It was an ordinary day at Taksim’s İstiklâl Street… The long avenue known as “Turkey’s Champs-Élysées” was full of citizens and tourists enjoying Istanbul’s multicultural life; eating delicious street foods, listening to the melodies of street musicians, and buying new clothes in a historical place reflecting the Ottoman Empire’s grandeur and encircled by foreign consulates and churches. A huge explosion around 16:20 disrupted the normalcy of life and caused panic and disorder among people.[2] Tourists and citizens began to escape and Turkish police soon arrived at the place.[3] The attack was carried out by a female terrorist covered in Islamic dress who detonated a parcel bomb made of TNT explosives.

Syrian terrorist Ahlam Albashir was captured by Turkish police within a few hours after the bombing[4]

Turkish police and intelligence were very quick to capture the terrorist after examining nearly 1,200 security cameras covering the avenue and phone-tappings of the terror-related groups. The female bomber was identified as Syrian national Ahlam Albashir and she was captured later that night at a safe house in Küçükçekmece.[5] Turkish police later released a photograph showing the woman standing between two Turkish flags in handcuffs. During the police interrogation, the female terrorist confessed that she had been trained for months as a “special intelligence officer” by the outlawed Kurdistan Workers’ Party (PKK) terrorist organization as well its Syrian branch Democratic Union Party (PYD) and its armed wing the People’s Defense Units (YPG). Albashir also said that she entered Turkey illegally through the Syrian border town of Afrin a few months ago.[6] At least 46 other people were also detained for questioning after the attack. Police discovered that the female terrorist was about to escape for Greece if she was not caught by the Turkish security forces.

Süleyman Soylu

Turkey’s Interior Minister Süleyman Soylu made important statements following the attack. “Our assessment is that the order for the deadly terror attack came from Ayn al-Arab in northern Syria, where the PKK/YPG has its Syrian headquarters”, said Soylu.[7] Later Soylu also stated that “We know what message those who carried out this action want to give us. We got this message. Don’t worry, we will pay them back heavily.” Soylu also blamed the United States (U.S.) for its political and military support to Syrian Kurdish militia and said that they do not accept condolence message from Washington.[8] The event caused public anger in Turkey which came to surface and became visible especially on social media. Although Turkish government tried to slow down the internet and censor the social media, huge nationalist reactions were observed against the Syrian immigrants, the U.S., and terror-affiliated groups.


New York Times’ tweet

Another crisis took place when Turkish people discovered that American The New York Times newspaper published a report that lacked expressions of sympathy with Turkish people and government.[9]Of the tens of millions of tourists from around the world who visit Turkey each year, many spend time in the area where Sunday’s bombing took place”, the newspaper stated in a tweet, referring to İstiklâl Street, the scene of the bombing.[10] Turkish people showed anger towards the American journal in social media due to their cold reporting.

However, many world leaders expressed their condolences to Turkey following the attack. Among them Azerbaijani President Ilham Aliyev, Russian President Vladimir Putin, German President Frank-Walter Steinmeier, Ukrainian President Volodymyr Zelensky, and NATO Secretary General Jens Stoltenberg can be mentioned.[11]

PKK terrorism is influential in Turkey and its near abroad almost for 40 years and causing approximately the death of 50,000 lives. In that sense, it can be said that the country is immune to terrorism and Turkish people are very determined for eliminating all kinds of terrorism. After the capture of Abdullah Öcalan in 1999, everyone hoped for a political solution to decades old problem; but so far no solution was materialized. Moreover, Syrian civil war and its spillover effects created new safe havens for PKK-related terrorist groups, which all Western governments should take seriously. 

Although there can be political disagreements among countries, I think this kind of violence targeting civilians and causing fear among ordinary people should be condemned by everyone. There can be no political cause or excuse that would justify the killing of innocent civilians. In that sense, this is a day of solidarity with Türkiye although the country’s democratic deficits and problematic relations with its neighbors and other countries are also facts. I think it is also timely for everyone to think about how we can solve political and economic problems (terrorism, Syrian civil war, economic problems in the region, illegal immigration, Kurdish Question, Cyprus Problem etc.) instead of ignoring or delaying them. In that sense, Western countries and especially the U.S. should try to understand Turkey's sensitivities on terrorism and offer a roadmap to eliminate political and economic problems in the region. Last word: “geçmiş olsun Türkiye”…

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ

 

BIBLIOGRAPHY

 

[1] Servet Gunerigok (2022), “Turkish people on social media blast New York Times for its 'scandalous' headline on Istanbul terror attack”, Anadolu Ajansı, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.aa.com.tr/en/americas/turkish-people-on-social-media-blast-new-york-times-for-its-scandalous-headline-on-istanbul-terror-attack/2737177.

[2] Hürriyet (2022), “Son dakika: Taksim İstiklal Caddesi'nde bombalı saldırı... Emniyet'ten yeni açıklama TNT tespit edildi”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-taksim-istiklal-caddesinde-bombali-saldiri-6-kisi-hayatini-kaybetti-2si-agir-81-kisi-yaralandi-42170195.

[3] For the video footage of the bombing, see; https://www.youtube.com/watch?v=4hfQhGTbJug.

[4] DHA (2022), “Taksim'deki saldırıyı gerçekleştiren teröristin yakalanması polis kamerasında”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.dha.com.tr/gundem/taksimdeki-saldiriyi-gerceklestiren-teroristin-yakalanmasi-polis-kamerasinda-2161473.

[5] Hürriyet Daily News (2022), “Perpetrator behind deadly Istanbul bombing arrested”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.hurriyetdailynews.com/suspect-arrested-in-deadly-istanbul-bombing-minister-says-178493.

[6] France24 (2022), “Turkey accuses PKK over deadly Istanbul blast, Kurdish groups deny involvement”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.france24.com/en/asia-pacific/20221114-suspect-arrested-over-istanbul-bombing-says-turkey-s-interior-minister.

[7] Hürriyet Daily News (2022), “Perpetrator behind deadly Istanbul bombing arrested”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.hurriyetdailynews.com/suspect-arrested-in-deadly-istanbul-bombing-minister-says-178493.

[8] France24 (2022), “Turkey accuses PKK over deadly Istanbul blast, Kurdish groups deny involvement”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.france24.com/en/asia-pacific/20221114-suspect-arrested-over-istanbul-bombing-says-turkey-s-interior-minister.

[9] TRT World (2022), “New York Times coverage of Istanbul explosion sparks anger on Twitter”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.trtworld.com/turkey/new-york-times-coverage-of-istanbul-explosion-sparks-anger-on-twitter-62526.

[10] The tweet is available here; https://twitter.com/nytimesworld/status/1591845866851241986.

[11] Hürriyet Daily News (2022), “World leaders condemn terror attack in Istanbul”, 14.11.2022, Date of Accession: 15.11.2022 from https://www.hurriyetdailynews.com/world-leaders-condemn-terror-attack-in-istanbul-178513.


12 Kasım 2022 Cumartesi

Doç. Dr. Ozan Örmeci, 2022 ABD Ara Seçimlerini Çin Uluslararası Radyosu Türkçe Servisi'nde Yorumladı

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 10 Kasım 2022 tarihinde Çin Uluslararası Radyosu Türkçe Servisi'ne 2022 ABD ara seçimlerinin sonuçları hakkında bir mülakat verdi. Aşağıdaki linkten bu mülakatı izleyebilirsiniz.



10 Kasım 2022 Perşembe

Ofra Bengio’dan ‘Türkiye İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine’

 

Türkiye-İsrail ilişkileri, her iki ülkede de basın-yayın kuruluşları ve siyasi çevrelerde sıkça konuşulsa da, bu konuda yazılan bilimsel eser sayısı oldukça sınırlıdır. Bu anlamda, Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu Tarihi bölümünde Profesör[1] ve Moshe Dayan (Moşe Dayan) Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları Merkezi’nde kıdemli araştırmacı olarak[2] görev yapan İsrailli kadın akademisyen Ofra Bengio’nun[3] yazmış olduğu 2009 tarihli ve Erguvan Yayınevi basımı Türkiye İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine adlı eser[4], dikkatle incelenmeyi hak eden çok önemli bir çalışmadır. Bu yazıda, bu kitabın bazı bölümleri özetlenerek, okurlarımıza Türkiye-İsrail ilişkilerine dair fikri altyapı oluşturulmaya çalışılacaktır. Ancak daha kapsamlı araştırmalar için kitabın tamamının okunması gereklidir.

Ofra Bengio

Ofra Bengio’nun kitabın “Giriş” bölümünde dikkat çektiği bir husus, İsrail’in Türkiye’ye ilişkin resmi görüşlerinin nasıl şekillendiğiyle ilgilidir. Yazara göre, İsrail, Türkiye’nin kendisini yıllar önce resmen tanıyan bölgedeki az sayıdaki ülkeden biri olmasına kıymet verir (Türkiye, 1949 yılında İsrail’i tanıyan ilk Müslüman nüfus çoğunluklu ülke olmuştur) ve bu nedenle Türkiye ile stratejik, siyasi ve diplomatik ilişkilerini geliştirmek ister. Kuruluşunun ardından bölgedeki Müslüman devletler tarafından dışlanmış bir ülke olan İsrail, bu nedenle Ankara ile ilişkilerini güçlendirerek bölgedeki normalleşme ve varlığını kabul ettirme sürecini perçinlemek istemektedir. Bu nedenle de, Türkiye ile ilişkileri geliştirmek konusunda girişimler genelde İsrail tarafından gelmektedir. İsrail, Türkiye’nin hassasiyet gösterdiği konuları ciddiye almakta ve Ankara’da rahatsızlık yaratabilecek konularda özenli davranmaya gayret etmektedir.

Ofra Bengio’ya göre, Türkiye ise, İsrail’le ilişkilerinde hem stratejik bir fırsat görmekte, ama hem de bunun Arap devletleriyle kuracağı ilişkileri olumsuz etkilememesine dikkat etmektedir. Bu bağlamda, yazara göre Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde davranışını dört temel kural şekillendirir:

  1. İsrail ve Arap devletleri karşısında denge konumu benimseme gereksinimi,
  2. Arap ülkeleriyle kurulan ilişkilerin niteliğinin neredeyse tümüyle İsrail’le kurulan ilişkinin türüne bağlı olduğuna ilişkin varsayım,
  3. İsrail’le dostane ilişkiler kurmanın Araplarla olan ilişkilerin kopmasına neden olabileceğine dair görüş,
  4. Türkiye’nin İsrail’le bağlarının devamlılığını sağlama ama bu konuda ketum davranma isteği.

Birinci Bölüm: 1991 Körfez Savaşı Depremi Sonrası

Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle birlikte, ABD Başkanı George H. W. Bush, “Yeni Dünya Düzeni”ni oluşturmak için harekete geçer. ABD, bu dönemden başlayarak Ortadoğu’daki askeri varlığını nicelik ve nitelik olarak hızlı artırır. Körfez Savaşı, bölgeye 532.000 Amerikan askeri (ayrıca farklı ulusların 760.000 askeri), 2.070 tankı, 1.376 savaş uçağı, 1.900 kadar helikopter ve 180 gemiyi getirir. Kâğıt üzerinde 28 ülke katılsa da, kuşkusuz, Körfez Savaşı’nda büyük yük ABD’nin omuzlarındadır. Neticede, Irak Kuveyt’ten çıkarılır ama Saddam Hüseyin yönetimi de sapasağlam ayakta kalır. Üstelik Saddam yönetimi artık komşuları ve Kürt ve Şii toplulukları için daha da tehlikeli bir hale gelmiştir. Bu nedenle, ABD, kendisinin Ortadoğu’daki varlığını bu savunmasız grupların korunması argümanıyla da gerekçelendirmeye başlar. Bu, işin İdealizm kısmıdır. Bunu destekleyen güçlü bir de Realizm argümanı vardır ki, o da, ABD’nin Ortadoğu petrollerini kontrol etme isteği ve Arap-İsrail çatışmasını sonlandırma amacıdır.

Türkiye İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine

Bu süreçte iki faktör ABD’nin işini kolaylaştırır. İlki, çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin bölgeye asker gönderememesidir. İkincisi ise, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi bölgenin yerel aktörleri/güçleri, ABD’nin politikalarını destekleme ve buna eklemlenme kararı almışlardır. Bu sayede, Körfez Savaşı yeni bir Vietnam Savaşı’na (1955-1975) dönüşmez ve ikinci bir Vietnam sendromu yaşanmaz.

ABD tarihi açısından Körfez Savaşı gerçek bir dönüm noktasıdır; zira o güne kadar, ABD, bu bölgede hiçbir ülkeyle savaşa girmemiştir. Bu savaş sürecinde, ABD, bölgedeki petrol çıkarlarının yanında, askeri stratejik çıkarlarını da bölge denkleminde oluşturmaya başlar. ABD, bu süreçte 1970’lerde bölgedeki gücünü yitiren Birleşik Krallık ve 1990’larda bölgede etkisiz kalmaya başlayan Sovyetler Birliği’nin yarattığı güç boşluğunu doldurmaya çalışır. Ancak Washington, bu süreçte bölgedeki çelişkilerle de karşılaşmaya ve zorlanmaya başlar. Öncelikle, başlarda Kürt ve Şii siyasetine bulaşmak istemeyen ABD, yıllar ilerledikçe kendisini daha fazla bu politikaların içerisinde bulur ve özellikle Bill Clinton döneminden başlayarak Kürtlere destek politikasını giderek artırır. ABD, 1996 yılından itibaren Kuzey Irak’taki iki rakip Kürt grup Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasında arabuluculuk rolü üstlenmeye başlar ve her iki hareketin temsilcilerini de Washington’da ağırlar. ABD, bir yandan Saddam rejimini devirmeye çalışırken, öte yandan Irak’ın bölünmesine de karşı çıkmakta ve bu da çelişkili politikaları gündeme getirmektedir. Sonuçta, Körfez Savaşı’ndan itibaren, Iraklı Kürtler, 36. paralelin kuzeyinde de facto özerklik elde ederler.

Yeni Dünya Düzeni fikrini Cumhuriyetçi Başkan Bush (baba Bush) ortaya atsa da, bunu somutlaştıran kişi Demokrat Başkan Bill Clinton olur. Clinton döneminde somutlaştırılan bu politikanın ilkeleri Ulusal Güvenlik Konseyi Yakın Doğu ve Güney Asya’dan sorumlu üst düzey yönetici Martin Indyk tarafından telaffuz edilir. Bu politika, şu başlıklarda özetlenebilir:

  1. ABD, artık bölgeye rekabete dayalı küresel bir prizmadan bakmayacak ve buradaki değişimleri ABD’nin küresel değil, bölgesel çıkarlarının etkisine göre değerlendirecektir.
  2. İlk kez tartışmasız hâkim güç haline gelen ABD, artık bölgede nüfuzunu kullanma isteğindedir.
  3. Balistik füze sayısındaki artış ve dinsel aşırılığın yaygınlaşması gibi faktörler nedeniyle artık bölge parçalar halinde ele alınmamalıdır.
  4. Türkiye’nin bölgesel olarak artan rolüne paralel olarak, Orta Asya’da yeni kurulan Müslüman devletlere de yeni roller verilmelidir.

Martin Indyk, ABD’nin bölgedeki değişmez çıkarlarını ise; (1) petrolün uygun fiyatlandırmayla serbest akışı, (2) ABD ile iyi geçinmek isteyen Arap ülkelerine destek, (3) İsrail’in güvenliği ve refahını sağlamak ve (4) Arap-İsrail çatışmasını çözümlemek gibi dört ana ilkede toplar. Bu anlamda, Irak ve İran’ın ikili çevrelenmesine dayalı bölgesel politika, Ortadoğu’daki tüm halklar için daha demokratik ve müreffeh bir vizyon sunmayı amaçlar. Ancak bu politikada önemli mesafeler alınsa da, İran’daki molla rejimi yıkılmaz ve Saddam Hüseyin ve Baas partisi kontrolündeki Irak’ta da Amerikan karşıtı güç yapılanması devam eder.

Türkiye ise, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle önemli bir meydan okuma ve fırsatlarla aynı anda karşılaşır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi Türkiye’nin Sovyet tehdidinin yokluğunda önem kaybı yaşamasına yol açsa da, Körfez Krizi ve Orta Asya’daki Türk ve Müslüman nüfusa ulaşmada Ankara’nın rolü, Türkiye’nin önemini bir kez daha artırır. Ankara’nın Soğuk Savaş döneminde uyguladığı bölge içi meselelere ve iç işlere karışmama prensibi, bu yeni dönemde değişmek durumunda kalır. Bu, daha çok Batı’ya entegre olan bir ülkenin dış politikasına yönelik yansımanın doğal bir sonucudur. Nitekim Soğuk Savaş döneminde, Ankara, 1955 Bağdat Paktı’na katılması ve İsrail’le 1958 yılında imzalanan gizli Çevresel Pakt gibi girişimlerle bölgede Batı destekçisi bir politika izlediğini ortaya koymuştur. Ancak 1960’lardan itibaren Türkiye de Kıbrıs Sorunu nedeniyle Batı ile ilişkilerini çeşitlendirme politikasına yönelir ve Sovyetler ve bölgedeki Arap devletleriyle ilişkilerini geliştirme gayretinde olur. Bu süreçte, İslam Konferansı Örgütü’ne üye olan Ankara’nın Filistin Sorunu’na duyarlılığında da gözle görülür bir artış yaşanır. 1990’larda Batı’daki önem kaybından endişe eden Türkiye, bir yandan da ABD’de ve Avrupa ülkelerinde gündeme gelen Ermeni Soykırımı yasa tasarıları nedeniyle rahatsız olur. Bu ortamda, Batı ve özellikle ABD ile ilişkileri kuvvetli İsrail’le ilişkileri geliştirmek, Ankara için akılcı bir politika haline gelir.

İkinci Bölüm: Geçmiş bir Gelecek-Çevre İttifakı

1958 yılında, Türkiye ile İsrail, “Hayalet Paktı” veya “Hayalet İttifakı” denen gizli bir Çevresel Pakt veya Çevre İttifakı kurmuşlardır. Bu paktta İran (Şahlık rejimi) ve Etiyopya (Habeşistan) da bulunmasına karşın, bu eserde, bu süreç daha çok Türkiye ve İsrail açısından incelenmiştir.

Çevre İttifakı kavramı ilk kez Baruch Uziel tarafından İsrail Devleti’nin kurulmasından önce verilen bir dizi konferansta dile getirilir. Bu kavram, özünde, İsrail’in varlığını ve denize açılmasını engelleyebilecek büyük bir Arap konfederasyonu ya da imparatorluğu karşısında bölgedeki Arap olmayan etnik gruplarla yakınlaşmayı temel alır. Bu bağlamda, Türkiye içerisindeki ve dışarısındaki Türkler, Lübnan’daki Maruniler, Suriye’nin kuzeyindeki Aleviler, Yunanlılar, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler ve İranlılar (Farslar) İsrail’in bölgede edinebileceği Arap olmayan doğal müttefik unsurlardır. Uziel’in düşünceleri, yaklaşık on yıl sonra Türkiye-İsrail ittifakı veya Hayalet İttifak oluşturulurken gündeme gelir. Zira İsrail’in ilk günden itibaren üç temel kaygısı vardır: (1) Arap komşuları tarafından meşru görülmemek, (2) coğrafi komşuları tarafından dışlanmak ve (3) güçlü bir güvenlikten yoksun kalmak. Bu nedenle, İsrailli karar alıcılar, birkaç ana diplomatik hedef belirlerler. Bunlar; meşruiyet, barış ve güvenliği sağlamak, ticareti geliştirmek, bulunduğu konumlar için yabancılardan onay almak, karar ve kurumları için dış dünyadan onay almak ve dünya Yahudileri ile bağları kuvvetlendirmek olarak sıralanmıştır.

Ancak kısa sürede bunun kolay olmayacağını anlayan İsrailli karar alıcılar, bu bağlamda bölge ülkeleriyle ilişkilerini hükümetleri kamuoyu önünde zor duruma düşürebilecek açık ittifak ilişkilerinden ziyade, istihbarat temelinde ve daha gizli olarak götürmek şeklinde formüle ederler. Bu bağlamda özellikle Reuven Shiloah isminin Türkiye ile gizli müttefiklik ilişkileri kurulmasında önemli katkıları olmuştur. Shiloah, bu dönemde Sovyet yanlısı Suriye yönetiminden gelebilecek tehlikenin Türkiye ile İsrail’i yakınlaştıracağını hesap eder. Bu bağlamda, İsrail’in daha önce Türkiye’de de görev yapmış İtalya Büyükelçisi Eliyahu Sasson’un Başbakan Adnan Menderes’le doğrudan temas kurması kararı alınır.

Bundan yaklaşık bir yıl sonra ittifak devreye girer. Ancak bu süreç son derece sancılı ilerlemiştir. Zira Bağdat Paktı’na daha büyük önem veren Türkiye (Menderes yönetimi), İsrail’le ilişkileri geliştirmek konusunda çok da istekli değildir. Bunun üzerine, İsrail’in Ankara maslahatgüzarı Moshe Alon, Menderes’e ABD üzerinden etki etmenin gerekliliği üzerinde durur. Ayrıca ekonomik ve askeri sanayi düzeyinde iş birliği kurmak gerekliliği ve Türkiye içinde İsrail’e dost bir kamuoyu oluşturmak konusunda harekete geçilir. Ek olarak, o dönemde bir Batı müttefiki olan ve Türkiye’ye benzer şekilde Sovyetler Birliği ve Mısır’ın bölgedeki emellerinden endişe duyan İran da Ankara’nın Hayalet İttifak için ikna edilmesinde etkili olmuştur. Bu süreçte Irak’ta yaşananlar da Türkiye’nin Hayalet İttifakı'nı Bağdat Paktı’ndan daha önemli görmesine başlar. Öyle ki, Irak’ın 1957 Aralık ayında Birleşmiş Milletler’de Kıbrıs’a ilişkin oylamada Türkiye aleyhine oy vermesi, 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurmaları ve 1958 yılı Temmuz ayında Irak’taki monarşinin yıkılması gibi gelişmeler, Türkiye’nin Bağdat Paktı konusunda Irak’ın o denli istekli olmayabileceğini düşünmesine ve Bağdat’ın tercihini Bağdat Paktı yerine Araplara olan bağlılığından yana yaptığı intibasını edinmesine yol açar. Bu ortamda, Türkiye-İsrail ittifakı yeniden önem kazanır. Türkiye içerisinde de, Demokrat Parti ve Menderes karşıtı muhalefet, onun Araplara yaranma politikasını daha sert bir şekilde eleştirmeye başlar. Bunların üstüne bir de Irak’ın Mustafa Kemal Atatürk’ün Musul vilayetinden vazgeçmek karşılığında Ankara’ya olan borcunu ödemekteki isteksizliği eklenince, Bağdat Paktı’nın kıymeti Ankara nazarında düşer.

Bunların üzerine, Cemal Abdülnasır liderliğindeki Mısır’ın Suriye ile birleşmesi sonucunda kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti sayesinde Türkiye ile sınır komşusu olması ve yeni devletin de Mısır gibi Sovyetlere yakın bir dış politika benimsemesi gelince, Türkiye’nin kuzeyden Rusya, güneyden de Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır) tarafından kuşatıldığı yeni bir jeopolitik denklem ortaya çıkar. Ankara, bu ortamda Irak’ın darbe sonrasında Bağdat Paktı’na bağlı kalmayacağına kanaat getirince, İsrail’le müttefiklik için beklenen uygun ortam oluşur.

Ancak bunun biraz öncesine de bakmakta fayda var. Türkiye’nin 28 Mart 1949’da İsrail’i resmen tanımasının ardından iki taraf karşılıklı olarak Ankara ve Tel Aviv’de diplomatik temsilcilik kurar ve Bağdat Paktı’na kadar ilişkiler pürüzsüz biçimde ilerler. Ancak Türkiye’nin Bağdat Paktı’na katılmasıyla birlikte, Ankara, giderek Bağdat’a yakın bir politika izlemeye başlar. 1956 Süveyş Krizi ve Savaşı da bu süreci tetikler ve Türkiye İsrail Büyükelçisini geri çağırır. İsrail de bu hamleye benzer bir hamleyle cevap verir. O tarihten itibaren, İsrail, ilişkileri eski haline döndürmek için çabalar. Tel Aviv, bunun yolunun da Washington’dan geçtiğine kanaat getirir. Bu tarihten sonra ise devreye İsrail Başbakanı David Ben-Gurion girecektir.

David Ben-Gurion

Ben-Gurion’un Çevre İttifakı’nı başlatırken üç temel düşüncesi vardır:

  1. Çevredeki Arap olmayan ülkelerle ittifak kurma yoluyla, Arap ülkelerinin İsrail’i yalnızlaştırdıkları çemberi kırmak,
  2. Bölgeyi istikrara kavuşturacak yeni bir güç dengesi oluşturmak,
  3. Batı ile, özellikle de ABD ile ilişkileri güçlendirmek.

İsrail’in o dönemde ABD ile ilişkileri pek de güçlü değildir ve Başbakan Ben-Gurion, bu girişimiyle Başkan Eisenhower’ın gözündeki prestijini artırmak istemektedir. Ben-Gurion, bunu Washington’ın bölgedeki çıkarlarını geliştirecek bir girişim olarak sunmak istemektedir. Ben-Gurion ile Menderes’in 29 Ağustos 1958’de gerçekleşen son derece gizli buluşmaları, Türk-İsrail ittifakının temellerini atar. Başlangıçta, İsrail Başbakanı, NATO üyesi olan Türkiye’nin ABD’den yoğun destek alması (o dönemlerde Türkiye’de 65 kadar Amerikan askeri üssü bulunuyordu) ve Bağdat Paktı’na daha bağlı olması nedeniyle Ankara'nın ittifaktaki “zayıf halka” olduğunu düşünüyordu. Ben-Gurion-Menderes buluşmasını peşi sıra birçok toplantı ve gizli temas izler. Bu dönemde İsrail tarafındaki önemli görüşmeciler; Dışişleri Bakanı Golda Meir, Dışişleri Bakanlığı politik danışmanı Reuven Shiloah ve İsrail’in Roma Büyükelçisi Eliyahu Sasson’dur. Özellikle Golda Meir-Fatin Rüştü Zorlu görüşmelerinde ittifakın parametreleri oluşturulur.

Çevresel Pakt ile Bağdat Paktı kıyaslandığında dört temel farklılık göze çarpar.

  1. Çevresel Pakt gizlidir ve pek çok yönüyle gizli kalmaya devam etmektedir.
  2. Bu gizlilikten ötürü de, Bağdat Paktı gibi bir karşı-ittifaka yol açmamıştır.
  3. Ben-Gurion, üçlü ya da çoklu bir ittifak kurmayı tasarlarken, bu ittifak tek tek üç ülkeyle -Etiyopya, İran ve Türkiye- yapılan ikili anlaşmalara dönüşür. Yine de, kimi alanlarda çoklu iş birliğine gidildiği de olur.
  4. Belki de gizli ve özünde ikili olduğundan, bu ittifak Bağdat Paktı’ndan daha uzun ömürlü olmuştur.

Ofra Bengio’ya göre, Menderes-Ben-Gurion anlaşmasının Türk ve İsrail versiyonları arasında büyük bir fark ve asimetri vardır. Bu konuda Türkiye tarafı yıllardır sessiz kalmıştır. Türkiye’de bu konuda kaynak bulmak da zordur. Genelde Türk tarafında bu konuda iki ülke arasında yalnızca bir mutabakata varıldığı görüşü işlenmektedir. Buna karşın, her iki taraf da bu görüşmenin istihbarat alışverişi açısından bir dönüm noktası olduğunu kabul etmektedir. 1964-1968 dönemi Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı olan Sezai Orkunt, bu anlaşmayı yalnızca on asker ve sivil yetkilinin bildiğini öne sürmüştür. Türkiye’nin bu konudaki ketum tavrı ise, Arap devletlerini gücendirmeme konusundaki aşırı hassasiyetinin bir göstergesi olarak yorumlanmaktadır. Bu konudaki gizlilik ve esrar perdesi henüz tam olarak ortadan kalkmamışsa da, bazı konularda fikir birliği oluşmuştur. Öncelikle, Haggai Eshed’in Reuven Shiloah hakkında yazdığı kitapta -ki Shiloah, Menderes-Ben-Gurion görüşmesine bizzat katılmıştır- iki tarafın temsilcilerinin iş birliği yapılacak alanlar konusunda bir liste oluşturdukları ve bunları madde madde okuyarak onayladıkları belirtilmektedir. Eshed, anlaşmanın diplomatik, askeri ve ekonomik düzeylerde iş birliği içerdiğini yazmıştır. Diplomatik alanda, hem hükümetleri, hem de kamuoylarını kapsayacak şekilde ortak halkla ilişkiler kampanyaları yapılacaktır. Ekonomik alanda, ticaretin artırılması ve Türkiye’nin endüstriyel gelişimine katkıda bulunulması konusunda anlaşılmıştır. Son olarak, askeri düzeyde, istihbarat ve bilgi alışverişinin yanı sıra, acil durumlarda karşılıklı yardım için ortak planlama anlaşmasına varılmıştır. Türkiye, ayrıca hem Pentagon, hem de NATO’da İsrail’in silahlı kuvvetlerini güçlendirme talebini destekleyeceğine dair söz verir. Başka bir İsrailli araştırmacı, anlaşmanın bilimsel iş birliği ve İsrail askeri teçhizatının Türkiye’ye ihracını içeren maddeleri de olduğunu öne sürmüştür. Bu bağlamda, İsrail tarafı bu girişimi bir anlaşma ya da mutabakattan ziyade bir “ittifak” olarak yorumlama eğilimindedir. Moshe Sasson, Ankara’dan gönderdiği raporlarında sık sık “çevre” sözünü kullanır ve zamanla “Çevre İttifakı”, “Çevresel Pakt” ve “Hayalet İttifakı” gibi ifadeler bu girişimi tanımlamaya başlar.

İşin istihbarat boyutunda ise daha çok üçlü bir ittifaktan söz etmek daha doğru olacaktır. Nitekim Amerikalılar, bir CIA raporunda, İsrail-Türkiye-İran arasında ortaklaşa kurulan “Trident” adlı örgütten bahsederler. Bu örgüt, MİT – Milli İstihbarat Teşkilatı (o dönemdeki adıyla MAH – Milli Amele Hizmeti), İsrail istihbarat servisi Mossad ve İran istihbarat servisi SAVAK arasında istihbarat iş birliği amacıyla oluşturulmuştur. Nitekim üç servisin Başkanı yılda iki kez görüşmektedirler. İsrailli askeri ataşe Baruch Gilboa ise, bu ittifakın boyutunu Türkiye’nin İran’a gitmek için kendi hava sahasını kullanan İsrail uçaklarına hava sahasını açması olarak dar nitelikte yorumlamayı tercih etmiştir.

Çevre İttifakı sürecinde Türk-İsrail uyuşması resmi olarak sekiz yıl sürer ve bu süreç içerisinde özellikle Türk tarafındaki dalgalanmalar nedeniyle inişli-çıkışlı bir seyir izler. İsrail’in Türkiye ile ilişkilerde beklentileri sabittir: Arap komşuları tarafından dışlandığı için, Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek meşruiyet sağlamak ve yalnızlıktan kurtulmak. Türkiye’nin beklentileri ise daha taktikseldir; Ankara, Pan-Arabizm ve Pan-İslamizmi (İslamcılık) kontrol altında tutmak için güçlü bir İsrail’e ihtiyaç duymasının yanında, ABD ile ilişkiler ve Kıbrıs gibi meselelerde de İsrail desteğini istemektedir. Ayrıca İsrail tarafında Türkiye ile müttefiklik ilişkilerine her kesim destek verirken -ki İsrail ilk kurulduğunda Mapam ve Komünist Parti gibi aşırı sol unsurlar Türkiye’ye sıcak bakmıyorlardı- Türkiye’de bu konu Anadolu’daki İslamcı-milliyetçi gruplar nedeniyle daha karmaşık, çelişkili, zor ve gizli bir nitelik kazanır. Bu nedenle, bu ittifakı daha çok isteyen taraf İsrail olarak öne çıkarken, Tel Aviv, Türkiye’nin Kürtler, Ermeniler ve Arapları içeren birçok meselesinde de hassasiyetlerine saygı göstererek hareket etmeye gayret eder.

1958 yılında iki devleti müttefiklik aşamasına getiren hususlar ise; (1) Sovyet yayılmacılığına karşı durmak, (2) Pan-Arabizm ve Pan-İslamizmi (İslamcılık) frenlemek ve (3) terörizmle mücadele etmek olarak sıralanabilir. Ayrıca dördüncü bir unsur olarak Türkiye ve İran’ın Batı’daki imajlarını düzeltmek adına İsrail’le yakın ilişkiler kurmak gayreti içerisinde olmaları da bu listeye eklenebilir.

Türkiye’de 27 Mayıs 1960’daki askeri darbenin ardından iktidara gelen 4. Cumhurbaşkanı Orgeneral Cemal Gürsel döneminde de Çevresel Pakt güçlenmeye devam eder. 15 Ağustos 1960 tarihinde Fischer’la yaptığı görüşmede, Gürsel, Türk-İsrail ilişkilerini “bölgedeki istikrar, barış, gelişme ve ilerlemenin önemli bir kalesi” olarak değerlendirir. Ancak tüm bu olumlu havaya rağmen, Türkiye, İsrail’le diplomatik ilişkilerini bile tam olarak iyileştirmez. Bu da, İsrail’de bir tür düş kırıklığına neden olur. Türkiye tarafı, bu hususta Arap devletlerini gücendirmeme argümanını sıklıkla kullanmaktadır. Bu argüman haksız değildir; zira o dönemde, Arap devletleri, Türkiye’ye İsrail’le ilişkilerini kesmesi yönünde baskı yapmaktadırlar. Ayrıca, Türkiye, Menderes döneminin sonlarında 1959’da İsrail’le ilişkilerini Büyükelçilik seviyesine çıkaracakken, Irak’taki Abdülkerim Kasım yönetiminin Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği rotasına dümen kırmasını engellemek amacıyla bundan son anda vazgeçer. Bunun yanında, Menderes, Ben-Gurion’a söz verdiği İsrail ziyaretini de ertelemekte ve bu konuda İsraillilerce ikna edilememektedir. İsrailli yetkililerin o dönemdeki izlenimlerine göre, Menderes’i bu dönemde ilişkileri tam anlamıyla düzeltmekten alıkoyan kişi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’dur. Ancak sonuçta her iki lider de 27 Mayıs darbesiyle devrilirler.

Cemal Gürsel döneminde de benzer bir trend gözlemlenir. Gürsel, İsrail’le ilişkileri geliştirmeden yana olduğunu belirtse de, siyasi olarak bu konuda çok istekli davranmaz. Nedeni ise bellidir; İsrail’le ilişkileri normalleştiren İran Şahı, Mısırlı lider Cemal Abdülnasır başta olmak üzere Arap dünyası tarafından izole edilmiştir. Yine de, Gürsel, gizli kalması koşuluyla İsrail’le ilişkileri birçok düzeyde geliştirir. Gürsel’in gizlilik isteği ise daha çok Irak faktöründen kaynaklanmaktadır.

1961’de koalisyonla işbaşı yapan Başbakan İsmet İnönü de bu konuda pek girişken değildir. 1949’da İsrail’le ilişkileri başlatan kişi olmasına karşın, İnönü, ilişkileri iyileştirme sözünü yerine getiremeden 1965’te görevi bırakmak durumunda kalır. İnönü’nün de bu konudaki temel çekincesi Arap tepkisi ve özellikle Irak olmuştur. Hatta durum öyle vahimdir ki, İnönü’nün, 1963’te vefatının ardından İsrail Başbakanı İzak Ben-Zvi için taziyesini sunmasının ardından, bir Irak gazetesi şu ifadelerle kendisine saldırır: “Arapları sırtından bıçaklayan ihtiyar, bir köpeğin mezarı başında yas tutmaya gitti”.

Zaman içinde Türkiye-İsrail ilişkileri gündeminde Arap faktörü giderek önem kazanır ve artan Arap etkisi nedeniyle Türkiye-İsrail ittifakının kurulmasını sağlayan önceliklerin etkisi azalır. Nitekim 1963 yılının sonlarına gelindiğinde, Ankara, dört olası tehdit kaynağıyla ilişkilerini düzeltme yoluna girmiştir: Sovyetler Birliği, Irak, Suriye ve Mısır. Bu bağlamda 1961 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılması önemli bir dönüm noktası olmuştur. Türkiye, Suriye’yi Arap devletlerinden bile önce tanır ve buna tepki olarak Mısır, Ankara ile ilişkileri iki boyunca koparır. Ama zamanla Mısır’la ilişkilerde de düzelme yaşanır. Bu nedenle, ilerleyen yıllarda, Türkiye’den gelen ilişkileri geliştirme sözlerine karşın, İsrail tarafı daha çok ilişkileri koparmama üzerinde yoğunlaşmak zorunda kalır. Buna karşın, ekonomik iş birliğinin derinleşmesi İsrail tarafındaki düş kırıklığının etkisini azaltır. Ekonomik ilişkiler konusunda iki taraf da daima istekli olmuştur. Örneğin, daha 1959 yılında dönemin Devlet Su İşleri Genel Müdürü olan Süleyman Demirel İsrail’e bir ziyarette bulunur ve İsrail’in sulama borusu üretimindeki başarısından etkilenerek, Türklere İsrail halkını örnek almalarını tavsiye eder. Demirel, 1965’te iktidara geldikten sonra İsrail’le ilişkilerinde daha dengeli davransa da, 1990’larda İsrail’le açık ittifak kuracak konuma gelecektir.

İkili ilişkilerin olumlu seyrettiği önemli bir alan tarım olmuştur. İsrail, kendisine daha az sıcak bakan geleneksel Müslüman kesimlere kendisini iyi takdim edebilmek için bu konudaki uzmanlığını Türkiye’ye ihraç etme gayreti içerisindedir. Köyde ikamet edecek ve halkı eğitecek İsraillilerin, dindar kesimdeki İsrail algısını müspet yönde değiştireceği neredeyse kesin gibidir. Nitekim İsrail yöntemlerinin hayata geçirildiği Adana bölgesinde altı yıl içinde pamuk rekoltesi dört katına çıkar. Türk Köy İşleri Bakanlığı, bunu Türkiye’nin önemli bir başarısı olarak görür ve İsrail’e yüzlerce Türk yetkiliyi eğitime gönderir.

1965’in ilk aylarında iki ülke arasındaki ticaret hacmi ilk kez yıllık 30.000.000 dolar seviyesine ulaşır. Ekonomide tarım dışındaki önemli diğer alanlar; ortak araştırma projeleri, ortak sanayi projeleri ve turizmden oluşmaktadır. İsrailli uzmanlar Keban Barajı’nın planlama aşamasında dahi yer alırlar. Ekonomik ilişkiler konusunda istekli olan Türkiye, buna karşın Arapların petrolü İsrail ve Batı karşısında giderek bir silah haline getirdikleri süreçte siyasal bedel ödemek konusunda istekli değildir. Üstelik büyüyen bir de Arap pazarı bulunmaktadır. Bu nedenle, İsrail’le ilişkilerde gelişmek bir yana, zamanla iki ülke arasında daha ciddi krizler oluşmaya başlar.

Türkiye-İsrail ilişkileri, iki ülkeyi ortaklaşa hareket etmeye mecbur eden tehditler nedeniyle stratejik bir ilişki biçimidir. Hatta diğer tüm düzeylerdeki ilişkiler bu stratejik ortaklığa bağlıdır. Ancak bu konuda hem Türkiye, hem de İsrail kaynakları açık olmadığı için, daha çok ikincil kaynaklarla yetinmek zorundayız. Türkiye-İsrail ittifakı siviller tarafından kurulsa da, ilişkilerin en önemli boyutunu askeri iş birliği oluşturmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), bu ilişkileri geliştirmeyi çok istemektedir ve genel olarak İsrail’e yaklaşımı halka ve diğer elitlere nazaran daha olumludur. Ayrıca ABD’nin Türkiye’ye desteğinin miktarı ve yaklaşımından da rahatsız olan (bunu yetersiz bulan) TSK, İsrail’le ilişkileri ABD ile müttefiklik açısından da stratejik bir unsur olarak kıymetlendirmektedir. Üstelik İsrail, teknoloji paylaşımı (transferi) konusunda da müttefiklerine karşı cömert bir ülkedir. Nitekim o dönem Genelkurmay İkinci Başkanı olan Refik Tulga’nın bir raporunda, “Türk Genelkurmayının İsrail’e yakınlık duyduğu” ve “İsrail’i her koşulda desteklemeyecek bir Türk subayı tanımadığı” gibi iddialı ifadeler kullanılır. Özetle, TSK, Türk-İsrail ilişkileri konusunda koruyucu bir rol üstlenir.

Türkiye ile gerçekleştirilen ve İsrail’de “Merkava” kod adıyla bilinen askeri iş birliği, İsrail’le bir diğer ülke arasındaki tek askeri anlaşma olarak eşsizdir. Bu anlaşmaya göre, dönüşümlü olarak iki ülkede de Askeri İstihbarat Dairesi Başkanları ve bazen de Genelkurmay Başkanları arasında altı ayda bir düzenli toplantılar gerçekleştirilir. Nitekim dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı İzak Rabin (Yitzhak Rabin), ilişkileri “özel bir ilişki” olarak nitelendirir. Bu ilişkinin kapsamı içerisine görüş ve bilgi alışverişi, çeşitli askeri meselelerde iş birliği, askeri endüstri konusunda uzmanlık alışverişi ve büyük ihtimalle halen gizli tutulan birçok başka husus girmektedir. İki devletin istihbarat paylaşımı yaptıkları ortak tehditler ise; Sovyetler Birliği, bazı Arap ülkeleri (özellikle Suriye) ve terörizmdir. Türkiye’nin Sovyet karşıtı istihbaratı büyük ölçüde ABD’den gelse de, bazı konularda, Ankara, İsrail’e fayda sağlayacak bilgilere erişir. Bu anlamda, bir yetkiliye göre, Ankara, Arap dünyasında “İsrail’in gözleri” haline gelir. Ancak bu durum karşılıklıdır; zira İsrail’in o dönemlerde Arap dünyasındaki istihbarat ağı Türkiye’ye kıyasla çok daha gelişmiş düzeydedir.

İki ülkenin askeri eşgüdümü konusunda Ofra Bengio herhangi somut bir belgeye ulaşamasa da, üst düzey bir İsrailli yetkilinin ifadesine göre, 1959’da iki ordu, Suriye’ye veya bir başka Arap ülkesine yapılacak ortak müdahale konusunda bir stratejik plan hazırlarlar. Bu, iki ülke tarihindeki ilk ortak askeri plandır. O dönemde İsrail Genelkurmay Başkanı Haim Laskov Türkiye’ye gizli bir ziyaret gerçekleştirir ve Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun başta olmak üzere tüm üst düzey askeri yetkililerle görüşür. İzah Rabin’in de katkılarıyla, iki ülke arasında ortak bir deniz kuvveti planı dahi oluşturulur ki, bu durum Türk Askeri İstihbarat Daire Başkanı tarafından da doğrulanmıştır.

1960 darbesi sonrasında ilişkilerde biraz soğuma görülse de, askeri eşgüdüm konusunda bazı somut gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin, 1966 yılı Ağustos ayında İsrail’e doğru havalanan Irak’a ait bir Mig-21’in yakıt ikmali için ortak Türk-Amerikan üslerinden birine iniş yapmasına izin verilir. 1970 yılı Eylül ayında ise, İsrail, Suriye sınırına asker yığma işleminden Türkiye’yi haberdar eder. Bunların dışında, Almanya için ortak hava topu üretimi girişimi, İsrail’in Türk Hava Kuvvetleri’ne paraşüt satışı, TSK unsurlarına çeşitli alanlarda verdiği eğitimler ve İran’a ve Iraklı Kürtlere askeri malzeme sağlamak amacıyla Türk hava sahasının kullanılmasına izin verilmesi gibi gelişmeler de askeri eşgüdüm açısından önemlidir. İsrail’in Kürtlere verdiği desteği TSK içerisinde birkaç üst düzey komutan bilmektedir ve bu konuda Dışişleri Bakanlığı’na bilgi verilmez. Ayrıca iki ülke Hava Kuvvetleri arasındaki ilişki de kuvvetlidir. Ek olarak, Türkiye, İsrail’in atom çalışmalarından da istifade etmek ister, ancak bu defa da İsrail istekli davranmaz. Özetle, ilişkilerin altın çağında askeri iş birliği son derece üst düzeydedir. Ziyaretler de sıklaşmıştır. Örneğin, 1964’te Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural İsrail’i ziyaret eder. Aynı yıl içerisinde Uzi Narkis komutasındaki İsrail Askeri Akademisi tarafından Türkiye’ye açık bir ziyaret yapılır. Yine aynı yıl içerisinde İsrail Hava Kuvvetleri komutanı Ezer Weizman da Türkiye’ye bir ziyaret yapmayı planlasa da, sonradan Kıbrıs Sorunu baş gösterince ziyaretten vazgeçilir.

1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1963 yılında fiilen çökmesiyle baş gösteren Kıbrıs Sorunu, Türk Dış Politikası’nın her alanına yansıdığı gibi, Türkiye-İsrail ilişkilerine de etki eder. Makarios’un politikaları sonucunda, Kıbrıslı Rumlar, 1964 yılında Birleşmiş Milletler’den çıkan 186 sayılı kararla adanın tek temsilcisi haline gelmeyi başarır. Bu durumda Türkiye askeri müdahaleye hazırlanırken, ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın devreye girmesiyle kriz yatıştırılır ve Johnson, Başbakan İnönü’yü yazdığı mektupla Kıbrıs’a müdahale etmemesi konusunda onu uyarır. İncelikten yoksun bir üslupla kaleme alınan “Johnson Mektubu”, özellikle kamuoyuna da yansıyınca, Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkiler. Bu dönemde askeri müdahaleyi 1974’e kadar ertelemek durumunda kalan Ankara, yine de Kıbrıslı Türkleri korumak için Kıbrıslı Rumların mevzilerini 8-9 Ağustos tarihlerinde bombalar.

Kıbrıs Sorunu, Başbakan İnönü ve Türk Devleti’ni Türk dış politikasını çeşitlendirmek konusunda cesaretlendirir. İnönü ve sonrasındaki tüm karar alıcıları, artık ABD’ye tam olarak güvenmek yerine dış politikadaki seçeneklerini artırmak istemektedirler. Bu nedenle, Türkiye, BM oylamalarında destek bulmak amacıyla Arap ülkeleri ve genel olarak İslam dünyasına da açılmaya başlar ki, bu durum İsrail’de endişeye neden olur. Ayrıca, Ankara, Moskova ile de ilişkilerini geliştirmeye başlar. Türkiye’nin Arap dünyasına açılması, Arap ülkelerinin birlikte hareket ederek Ankara’yı İsrail’le ilişkilerini kesmeye ikna etmeye çalışmasına neden olur. İsrail yanlısı yazılar yazan gazetecilere o dönemde uyarı mektupları dahi yazılır ve bir kısmı ekonomik menfaatler vaat edilerek kazanılmaya çalışılır. Hatta 1965 yılında, 13 Arap devleti, İsrail’le ilişkilerini tümden kesmesi karşılığında BM’de Türkiye lehine oy vermeyi teklif eder. Türkiye ise bu denli ileri gitmek istemez ve Makarios’a askeri destek sağlayan Mısır örneğine de bakarak Arap devletlerine tam olarak güvenmez. Yine de, Türk Devleti’nin 1965 yılında belirlediği ve İsrail’i pek de memnun etmeyen dört yeni ilke şunlar olmuştur:

  1. Araplarla yakınlaşmayı sağlamak için en üst düzeyde çaba göstermek,
  2. İsrail’le ilişkileri en düşük seviyede tutmak,
  3. Araplara bunun ötesinde boyun eğmemek,
  4. İsrail’le ilişkilerin Araplarla yakınlaşmanın önüne geçmesine izin vermemek.

Kıbrıs Sorunu, genel olarak Türkiye-İsrail ilişkilerini olumsuz şekilde etkiler. Türkiye’nin sınırlı müdahaleleri sonrasında Makarios’a insani temelde üzüntünün bildirilmesi bile Ankara’da tepkilere neden olur. Türkiye, bu konuda İsrail’den destek bekler bir tutum içerisindedir; zira Yunanistan İsrail’i tanımamakta, Türkiye ise İsrail’i tanıyan ilk ve tek yoğun Müslüman nüfuslu ülke (o dönemlerde komünist bir devlet olan Arnavutluk sayılmazsa) durumundadır. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti İsrail’i tanıyan bir devlettir ve Kıbrıs İngiliz kolonisiyken Yahudilerin Filistin’e göçüne yardım sağlayan Kıbrıslılara karşı İsrail’in bir manevi borcu bulunmaktadır. Bu nedenle, Kıbrıs Sorunu konusunda İsrail’in tutumu Türk kamuoyunda İsrail’in imajını olumsuz etkiler. Bu noktada Türkiye tarafında iki kamp ortaya çıkar. TSK, Kemalist-Atatürkçü entelijensiya ve İsrail’le ortak projeler geliştiren İmar, Tarım, Köy İşleri, Çalışma ve Turizm Bakanlıkları gibi geniş bir cephe ilişkilerin açıktan geliştirilmesini savunurken, Dışişleri Bakanlığı bu konuda BM oylamalarındaki Arap ve İslam ülkeleri desteğini de düşünerek daha temkinli gidilmesi gerektiğini savunur. Ancak 1965’ten itibaren Başbakan İnönü ve Dışişleri Bakanlığı’nın etkisiyle Türkiye’nin desteği giderek Arap ülkelerine doğru kaymaya başlar. Makarios’un üçüncü dünyacı dış politikasının dünyada Kıbrıslı Rumların dostlarını artırmasından endişe eden Ankara, bu nedenle klasik Batıcılık politikasından caymış ve daha çok boyutlu bir dış politika inşa etmek için Müslüman kimliğini ve anti-emperyalist söylemleri Türk dış politikasında daha yoğun kullanır olmuştur.

Bu dönemde ilişkilerin gerilediğini fark eden İsrail tarafında ise, Eliyahu Sasson, Türkiye ile müttefikliği savunmaya devam eder. Sasson, Arapların baskısına rağmen İsrail’le ilişkilerini kesmeyen Ankara’ya desteğin devamını savunur. Bu yıllarda Türkiye’nin çabalarıyla İsrail’in Arapça yayın yapan radyosunda bazı ziyaretler ve haberler sansürlenir ve Türkiye ile İsrail’in iş birliğinin devam ettiğinin Arap halkları ve kamuoyunca bilinmemesi istenir. Zamanla bu talep tüm diğer basın-yayın organlarını da kapsar ve giderek Türkiye-İsrail ilişkileri hakkında haber yapılamaz/konuşulamaz hale gelinir. Zamanla ilişkilerdeki aşınma hızlanır ve 1966’dan sonra Türk-İsrail ilişkilerinde krizler yaşanmaya başlar. Nitekim 1966 yılı sonunda, Ankara, İsrail askeri ataşesine istihbarat ilişkilerini sonlandırma kararını iletir. Bunun ardından, Amerikalı bazı hahamların İstanbul’daki Konstantinopol Ekümenik Patrikhanesi’nin ve Rum Ortodoks Kilisesi’nin güvenliğinden endişe edildiğinin vurgulandığı bir bildiriye imza atmaları, ilişkilerdeki olumsuz gidişatı daha da ivmelendirir. Aslında İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye ile ilişkileri bozmamak adına bu girişimi engellemeye çalışmış, ama bunda başarılı olamamıştır. Bu ortamda iki ülke Dışişleri Bakanları İhsan Sabri Çağlayangil ile Abbe Eban, Brüksel’de gizli bir görüşme gerçekleştirirler. Bu görüşmede, askeri ve istihbarat iş birliğinin durdurulmasını talep eden Çağlayangil, ayrıca İsrail’in İran’la ilişkilerinde olduğu gibi Türkiye ile ilişkilerinde de gizlilik prensibine riayet etmesini talep eder. Bunun üzerine, Tel Aviv, ABD’deki Yahudi lobisi aracılığıyla Türkiye’ye sirayet etmek istese de, bu da çok etkili olmaz. Tüm bu çabalara rağmen, 1966’dan sonra, Türkiye-İsrail ilişkileri, yaklaşık yirmi yıl sürecek bir buzdolabı (donma) sürecine girer. Ancak bu dönemde bile ilişkiler tamamen kopmayacak ve gizli servisler arasındaki irtibat devam edecektir. Ayrıca, Türkiye, İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’a gidiş-gelişlerinde kendi hava sahasını kullanmasına izin verir. İsrail de 1967 Adapazarı depremi sonrasında Türkiye’ye yardım sağlayarak dostluk elini uzatır.

İki ülkenin ittifakının bozulması sürecini özetlemek gerekirse; Türkiye’nin Kıbrıs Sorunu’nda Ankara’nın pozisyonuna destek bulmak amacıyla Arap ve İslam ülkelerinde destek arama politikası sonucunda Müslüman kimliğini yeniden sahiplenmesi ve Filistin davasına sahip çıkmaya başlaması, İsrail’le ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Bu anlamda, Dışişleri Bakanlığı’nın ihtiyatlı tutumu, zamanla TSK ve diğer güvenlik birimlerine de sirayet etmiş ve zamanla Araplarla yakın ilişkiler, İsrail’le yakın ilişkilerin önüne geçmeye başlamıştır. Bu dönemde Türkiye’de yükselen anti-emperyalist sol hareketler de İsrail’e oldukça mesafeli duracaklar ve hatta bazı solcu öğrenci liderleri Filistin’e giderek askeri eğitim dahi alacaklardır. Ayrıca 1970’lerin başında İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un öldürülmesi de ilişkileri olumsuz etkilemiştir. İsrail’in BM oylamalarında Türkiye’yi desteklememiş olması da bu süreci hızlandırmış ve Ankara’da hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu nedenle, 1960’ların sonunda bozulan Türkiye-İsrail ilişkileri, yeniden ancak 1990’larda tam anlamıyla düzelebilecektir.

Üçüncü Bölüm: 1990’lı Yıllardaki Yakınlaşma: Nedenler ve Oyuncular

1990’lardaki Türk-İsrail yakınlaşması, 1950’lerin sonunda İsrail’in çabalarıyla hayata geçirilen Çevresel İttifak’a kıyasla daha ortak bir proje görünümündedir. Bu dönemdeki yakınlaşmada iki tarafın da eşit ölçüde efor ve isteği olmuştur. Önemli bir fark ise şudur; Çevresel Pakt daha çok komünizm ve Pan-Arabizm tehditlerine karşı yapılmışken, bu defa Radikal İslam ve terörizm tehditleri ön plandadır. Ayrıca, 1950’lerin sonu ve 1960’larda iki ülke için bir ortak olan İran, bu defa -1979 İslam Devrimi sonrasında- başlıca tehdit kaynaklarından biri haline gelmiştir. Ayrıca 1970’lerin sonundaki İsrail-Mısır yakınlaşması ve Mısır’ın İsrail’i tanıması neticesinde, 1960’larda bu konuda çok daha yalnız kalan ve kendisini izole hisseden Türkiye, artık kendi başına daha cesur hareket edebilmektedir. Bunun yanında, 1990’larda iki ülkenin ortaklığına İsrail’i 1994 sonrasında tanıyan gizli müttefiki Ürdün de katılacaktır. Ek olarak, Çevresel Pakt’ın aksine, bu defa ilişkiler son derece açık ve kamuoyu önünde yapılmaktadır.

1948-1960 döneminde Türkiye’nin İsrail politikasını analiz eden George Gruen, Ankara’nın tavrının en önemli bileşeninin “belirsizlik” olduğunu vurgulamıştır. Hakikaten de, hem İsrail’i tanıyan tek Müslüman nüfusu yoğun ülke oluşu, hem de Osmanlı mirası nedeniyle İslam dünyasında doğal liderliğinin olması sebebiyle, Ankara, İsrail’le ilişkilerinde bir türlü Tel Aviv gibi açık ve güçlü istek sergileyememiştir. Oysa iki toplum arasındaki dostluğun temelleri de Osmanlı İmparatorluğu döneminde atılmıştır. Öyle ki, 1492’de Avrupa ülkelerindeki zulümden kaçan Yahudilere Osmanlı Devleti kapılarını açmış ve Yahudi cemaati de buna karşılık olarak Osmanlı’nın zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı son dönemlerinde Sultan II. Abdülhamid devrinde de Osmanlı’nın Yahudilere sıcak tavrı devam eder. Ancak Abdülhamid, Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması konusunda Theodore Herzl ile anlaşamaz ve onun teklifini (Osmanlı borçlarının ödenmesi karşılığında Filistin’de toprak) reddeder. Lakin Arap nüfusun desteğini kaybetmemek ve İmparatorluğu ayakta tutmak derdindeki Abdülhamid döneminde bile Yahudilerin dini gerekçelerle Filistin’e gidişine yani Yishuv’un (İsrail’in kurulmasından önce Filistin’e yerleşen Yahudiler) oluşmasına izin verilmiştir. Bu durum, ünlü yazar Falih Rıfkı Atay’ın Filistin gözlemlerini içeren bir kitabına da yansımıştır: “Filistin’in yeni kasaba ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yepyeni bir Filistin’dir. Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam eden bu belirsizlik, hem Türkiye Yahudileri, hem de Filistin’deki Yishuv ile ilişkileri etkilemiştir.  Türkiye-İsrail ilişkilerinde kilit köprü görevi üstlenen Türkiye Yahudileri, zaman zaman anti-semitik saldırılara maruz kalsalar da, genel olarak hoşgörü düzeyi yüksek bir ortamda yaşamışlardır. Yahudilere yönelik saldırıların ise temelde iki nedeni vardır: (1) Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurmak için Osmanlı’yı parçaladıklarına dair komplo teorileri ve (2) Yahudilerin ekonomik durumunun daha iyi olması. Nitekim 1934 Trakya Olayları’nda ikinci nedenin etkisi görülebilir. Ancak genel olarak Cumhuriyet döneminde de Osmanlı dönemi gibi Yahudilere olumlu yaklaşılmıştır. Kendisi de haksız şekilde “Yahudi dönmesi” (Sabetaycı) olmakla itham edilen büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, Yahudilerin Türk milletine bağlılıklarını ispat etmeleri nedeniyle Türkiye'de huzur içerisinde yaşayabileceklerini söylemiştir. Yahudiler, Atatürk’ü sever ve onu “El Gadol” (Ulu) olarak adlandırırlar. Atatürk döneminde Abravaya Marmaralı’nın 1935 yılında TBMM’ye giren ilk Yahudi milletvekili olması da bu durumu taçlandırır. Daha da önemlisi, bu dönemde Nazi Almanyası’ndan kaçan 200 kadar Yahudi öğretim üyesi ve doktora Türkiye’nin kucak açmasıdır. Atatürk döneminde Türkiye’nin Yahudi Ajansı ile yakın ilişkiler kurması da, yazara göre Atatürk’ün Yahudi dostu tavrına örnektir. Ayrıca Siyonistlerin finanse ettiği 1936 Tel Aviv Levant Fuarı’na Ankara’nın katılması da bir diğer örnektir. Nitekim Yishuv mensupları da 1938 yılında Uluslararası İzmir Fuarı’na katılmışlardır.

Türkiye’nin İsrail’in kurulması sürecindeki tavrı da belirsizlik çizgisini koruyan bir yapıdadır. Ankara, 1947 Filistin Paylaşım Planı’na muhalefet ettiği halde, 1949 yılında kurulan İsrail Devleti’ni tanır ve bunu yapan ilk -ve bir süre tek- Müslüman ülke olur. Bu anlamda, Ankara, diğer Arap devletlerinin aksine İsrail’i doğuştan günahkar kabul etmez ve varlığını reddetmez. Bu nedenle, Ankara’nın İsrail politikasına belirsizlik yaklaşımından sonra en çok etki eden tabir “denge” olmalıdır. Türkiye, 1948-1949 İsrail Kurtuluş Savaşı (Türkçe literatürde 1948 Arap-İsrail Savaşı), 1956 Süveyş Krizi, Haziran 1967 Savaşı (Altı Gün Savaşı) ve Ekim 1973 Savaşı’nda (Yom Kippur Savaşı) askeri açıdan tarafsız kalmıştır. Bu süreçte Ankara ordularını göndermez ve iki tarafa da destek vermez. Arap baskısına karşın, savaşlar nedeniyle İsrail’le ilişkilerini de kesmez. Ancak pek çok söylem ve eylemiyle Arap devletlerine yakın durur. 1956 Süveyş Krizi’nden sonra İsrail’le ilişkilerini maslahatgüzarlık seviyesine indiren Ankara, 1967 savaşında da Akabe Körfezi’nin İsrail gemilerine yeniden açılmasına ilişkin çabalara katkıda bulunmayı reddeder ve İncirlik Üssü’nü ABD askeri kuvvetlerine kapatır. Ayrıca, savaştan sonra İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören 242 sayılı BM kararını da destekler. 1973 savaşında ise, Ankara, yine İncirlik Üssü’nü Amerikan kuvvetlerine kapatır ve ABD’nin İsrail’e desteğine engel olur. Hatta bu dönemde Mısır’ın askeri mühimmat taşıyan kargo uçaklarının Türk hava sahasını kullanmasına izin verildiği de yazılmıştır. Bunlar, Türkiye’nin dengeli ama kısmen de Araplara yakın tavrını gösteren işaretlerdir. Türkiye’nin Arap yanlısı tavrı 1970’lerde daha da derinleşir ve Ankara, 1974 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanıdığı gibi, 1975 yılında Siyonizm’i ırkçılıkla eş tutan BM karar maddesinin de lehinde oy verir. 26 Kasım 1980 tarihinde de, Ankara, İsrail’le ilişkileri ikinci katiplik düzeyine indirir ve 1981 yılı Şubat ayında bunu uygulamaya sokar. Bunun nedeni ise, İsrail’in birleşik Kudüs’ü başkenti olarak kabul ettiği “Kudüs Yasası”nı çıkarmasıdır. Bu süreçte ekonomik iflas sürecinde olan Türkiye’nin Arap sermayesinin desteğine ihtiyaç duyması da, darbe sonrasında -sonradan Başbakan ve Cumhurbaşkanı olacak- Ekonomi Bakanı Turgut Özal ve Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’in İsrail’le ilişkileri düşürme kararını desteklemesinde önemli rol oynamıştır. Nitekim Türkmen’in Suudi Arabistan’dan 250 milyon dolarlık çekle döndüğü gün, İsrail’le ilişkilerin seviyesini düşürme kararı alınır. Türkmen, bu dönemde İsrail’in “Ortadoğu barışında yapıcı olmadığı”nı da söyler.

Bu dönemde Türkiye’deki siyasi partilerin İsrail’e yönelik tavırları da pek umut verici değildir. Öncelikle Soğuk Savaş dönemi boyunca Türkiye’de hem aşırı sol, hem de aşırı sağda belirgin bir İsrail karşıtlığı vardır. Aşırı solda komünist-sosyalist gruplar, aşırı sağda ise İslamcılar İsrail’in varlığını şüpheyle karşılayan ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne destek veren çizgidedirler. Hatta aşırı sol bazı unsurlar Lübnan ve Ürdün’e giderek gerilla eğitimi bile almış ve FKÖ saflarında çarpışmışlardır. İslamcılar ise komplo teorileri ve hamasi söylemleriyle İsraillileri ve Türkiye Yahudilerini “olağan şüpheli” durumuna düşürmekte daima mahir olmuşlardır. Özellikle Necmettin Erbakan’ın lideri olduğu Milli Görüş hareketi, bu anlamda net bir anti-Siyonist çizgiyi temsil etmiştir. Erbakan, İsrail’in Türkiye için bir ulusal güvenlik sorunu olduğunu iddia ederken, Avrupa Ortak Pazarı’nı da Siyonist bir komplo olarak değerlendirmekteydi. İslamcılar, bu gibi komplo teorisi temelli düşünceleriyle muhafazakâr kesimi İsrail karşıtlığı konusunda harekete geçirmeyi başarmışlardır. Milliyetçi sağın İsrail’e karşı tavrı ise daha belirsiz olmuştur. Nitekim 1930’lar ve 1940’larda Adolf Hitler ve Nazi ideolojisine ilgi gösteren aşırı milliyetçi-Türkçüler (Nihal Atsız örneği vs.) Yahudilere dostane yaklaşmazken, ilerleyen dönemlerde Siyonistlerin ulus mücadelesini beğenmeye ve İsrail’in ABD ile olumlu ilişkileri ve komünist bir devlet olmaması sebebiyle Yahudileri desteklemeye başlamışlardır. Aşırı milliyetçilerde Arapların Osmanlı’ya ihanet ettiği görüşü de hayli etkili olurken, Alparslan Türkeş, gençliğinde hayranı olduğu Nihal Atsız’dan bu konuda epey farklılaşacaktır. Atsız ise net bir anti-semitik olmuştur. Örneğin, “Türk milletinin içerideki düşmanları üç tanedir: komünist, Yahudi ve dalkavuk” demiştir. Ancak zamanla Atsız dahi İsrail’in kurulması ve gelişim sürecinde gösterdiği çabayı takdir eder. Alparslan Türkeş ise İsrail’in askeri zaferlerini överken, İsrail’in bilim, teknoloji ve ekonomi alanlarındaki ilerlemelerini de yüceltmiştir. Türkeş, İsrail’i bölgenin bir gerçeği olarak kabul etmiş ve Arapların İsrail’le barış yapması gerektiğini savunmuştur.

Türk halkına bakıldığında ise, entelektüel çevrelerde İsrail’e yönelik hayranlık ve destek de olabilirken, halk arasında Filistin’e yönelik destek daha üst düzeyde olmuştur. Özellikle İntifada sonrasında Filistinlilerin cesareti takdir görmeye başlar. Yine İsrail’in sert politikaları ve uygulamaları sonucunda halktan ölenler olunca, Filistin duyarlılığında belirgin bir artış gözlemlenir.

Bu farklılıklara rağmen, iki ülkeyi bir araya getiren bazı faktörler de söz konusudur. Öncelikle, her iki ülke de totaliter ya da dikta rejimlerinden farklı olarak demokrasi olmaya çalışmaktadırlar. Her iki ülkenin de yüzü Batı’ya dönüktür. İki ülke de Arap olmadıkları için aralarında bir tür uzlaşı vardır. Bu anlamda, Araplara yönelik aşağılama tavrı da iki ülke toplumunda da vardır ki, Bengio’ya göre bu durum şaşırtıcı şekilde Türklerde daha yoğundur. İki ülkenin ekonomileri ise birbirlerini tamamlayıcı niteliktedir. Ayrıca iki ülkenin de orduları Ortadoğu’nun en güçlü ordularından kabul edilmektedir. Bu faktörlerin de etkisiyle, Ankara, 19 Aralık 1991 tarihinde hem Filistin, hem de İsrail’in Ankara temsilciliklerini Büyükelçilik düzeyine çıkarma kararı alır. Efraim Inbar’a göre, bu kararın alınması öncesinde Türk Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan uzun tartışmalardan habersiz olan İsrail tarafı, bu karar karşısında müthiş bir şaşkınlık içerisinde kalır. Peki Türkiye’yi bu karara iten faktörler nelerdir?

İlk olarak, Türkiye, daha önce anlatılan psikolojik bariyerleri aşmış ve İsrail’le ilişkilerinde daha komplekssiz ve rahat bir konuma erişmiştir. Bunun sebebi, Mısır gibi bir Arap devletinin de İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi ve Arap devletlerinin 1970’lerdeki ortak hareket etme kabiliyetini 1990’lara gelindiğinde kaybetmesidir. Bu dönemde artık petrol silahı da 1973 OPEC Krizi veya 1973 Petrol Krizi dönemindeki gibi etkili olamamaktadır. Ayrıca Türkiye’den önce Sovyetler Birliği ve Yunanistan’ın da aynı yıl içerisinde İsrail’le tam diplomatik ilişkiler tesis etmesinin Ankara üzerinde etkili olduğu düşünülebilir. Ankara nazarında en etkili faktör ise, 1991 Ekim ayında düzenlenen Madrid Konferansı’nda İsrail ile Arap devletleri arasında barış sürecinin başlatılmasıdır. Bu konferansta Filistin heyetinin de yer alması ve İsraillilerle yan yana oturması, Türkiye tarafından memnuniyetle karşılanır. Zira Türkiye açısından İsrail’le ilişkilerde en büyük endişe kaynağı daima Filistin Sorunu nedeniyle Arap devletlerinin Ankara’ya tepki göstermesi olmuştur. Nitekim bu gelişmeyi doğrularcasına, 1993 yılı Eylül ayında İsrail ve FKÖ arasında imzalanan Oslo Antlaşması’nın hemen ardından, dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin İsrail’e resmi bir ziyaret gerçekleştirir. Ardından, 1994 yılı Temmuz ayında döneminde Başbakanı Tansu Çiller, Nobel Barış Ödülü’nü kazanan İsrail Başbakanı İzak Rabin ve İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve Filistinli lider Yaser Arafat için düzenlenen törene katılır ve her üç liderle de görüşür. Yine 1994 yılında İsrail-Ürdün barış antlaşmasının mürekkebi kurumadan, Tansu Çiller, İsrail’e (3 Kasım 1994) resmi bir ziyaret gerçekleştirir. Çiller, yine de bu ziyaretini dengelemek adına Filistin Otoritesi ve Mısır’ı da ziyaret eder. İsrail ile Suriye arasında barış görüşmelerinin başlaması da ilginç bir şekilde Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini geliştirme konusundaki istek ve cesaretini artırır. 1995 Aralık ve 1996 Ocak aylarında, Maryland-Wye’da, İsrail ve Suriye arasındaki en verimli barış görüşmeleri gerçekleştirilir. Bu anlaşmalar bir sonuca varamasa da, Türkiye, İsrail’in bu girişimlerinden kendisi aleyhine bir sonuç doğmasından çekinir ve bir sonraki ay Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de -İsrail’i ziyaret eden ilk Türk Cumhurbaşkanı olarak- İsrail’e gider. Bu dönemde Türkiye’nin Suriye-İsrail normalleşmesinden çekindiği, dönemin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen’in “Suriye ile resmi görüşmelere bir son vermenizi rica ediyoruz” açıklamasıyla açığa çıkar.  Bu anlamda, Türkiye, İsrail’in Ürdün ve FKÖ ile normalleşmesini olumlu karşılarken, Suriye ile normalleşmesinden çekinmiş ama tüm bu girişimlerin hepsi, Ankara’nın Tel Aviv’le ilişkilerini normalleştirme ve geliştirme konusunda inisiyatif alması sonucunu doğurmuştur.

1990’lardaki Türkiye-İsrail yakınlaşmasının itici gücü ise kuşkusuz TSK’dır. 1996 anlaşması da, Çevresel Paktı gibi stratejik ortaklığa dayanır. Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı olan Orgeneral Çevik Bir, bu süreçte etkin bir isim olarak öne çıkarken, Türk Ordusu’nun temel düşünceleri; İsrail’le müttefiklik sayesinde (1) ABD ile iyi ilişkilerin devamı ve bu sayede Kürt Sorunu konusunda Ankara aleyhine gelişmelerin önlenmesi ve (2) içeride giderek yükselen Siyasal İslamcı akımlara karşı İsrail’le açık müttefiklik yapılarak set çekilmesi olarak belirtilebilir. Nitekim bu dönemde İsrail ve Türkiye’yi birbirine benzeten ve “askeri demokrasi” (military democracy) olarak tasnif eden akademisyenler de olmuştur. Türk Ordusu, 1990’larda PKK terörü ve yükselen Siyasal İslamcı tehdit karşısında dış politikada etkin bir kurum haline gelmiştir. Yazara göre, bu dönemde Dışişleri Bakanlarının kısa süreli görev yapmaları da TSK’nın daha etkin olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Nitekim bu süreçte on yılda on bir Bakan görev yapar. 1980’lerde ise bu sayı yalnızca üçtür. TSK komutanları, bu dönemde brifing düzenleyerek dış politika konusundaki görüşlerini açıkça kamuoyu önünde veya kanaat önderlerine ifade ederler. Ordunun bu konumu, kuşkusuz Türk modernleşmesinin temelinde ordunun bulunması ve büyük önder Atatürk’ün de asker kökenli bir lider olmasıyla yakından alakalıdır. Bu yıllarda, TSK, genel olarak üç bölgeye ilişkin Soğuk Savaş sonrasında yeni politikalar geliştirmek durumunda kalır: Kafkaslar ve Orta Asya, Balkanlar ve Ortadoğu. Bu bölgeler, özellikle dönemin sivil liderleri tarafından (mesela Turgut Özal) Türkiye’nin ekonomik ve siyasi gücünün artırılması konusunda hedef bölgeler olarak görülür. Bu sayede, Ankara, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Moskova tehdidinin kalkmasının ardından kendisinin halen daha önemli olduğunu da ispatlama fırsatı bulur. Bu manada, Çevik Bir, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında önemi artan az sayıda ülkeden biri olduğunu iddia etse de, Avrupa’da SSCB’ye yönelik “demir perde” yerine Türkiye’yi de içerisine alacak şekilde Doğu’ya karşı bir “Batı perdesi” çekme anlayışı güçlenir.

Bu dönemde TSK’yı Batı ile ilişkilerini yeniden tanımlama ve güçlendirme konusunda ikna eden bazı zafiyetleri de ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, Körfez Savaşı’nda fark edilen teknolojik yetersizliklerdir. Elektronik savaş teçhizatı, havada yakıt ikmali ve gece yapılan hava muharebeleri konusunda Türk Ordusu’nun gücü ABD’ye kıyasla çok geridedir. İkinci olarak, Ortadoğu kaynaklı tehditler bakımından uzun menzilli balistik füzelerin ortaya çıkması, Türkiye’nin böyle bir duruma karşı hazırlıklı olması gerektiğini anlamasına yardımcı olur. Üçüncü olarak, Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye teçhizat sağlamak konusunda isteksiz davranması ve hatta bazılarının ambargo uygulaması, Ankara’yı alternatif üreticilere yönlendirir. Tüm bu konularda, İsrail, iyi bir seçenek haline gelecek ve bu sayede 1990’lardaki Türk-İsrail yakınlaşmasında askeri modernleşme düşüncesi itici rol oynayacaktır.

Bu dönemde Türkiye iç kamuoyunda da merkez ve hatta bazı aşırı partilerde İsrail’e daha yakın bir duruş benimsenmesi dikkat çekicidir. Merkez sol partiler, eski sol alışkanlıklarını bırakarak, İsrail’le daha yakın ilişkiler benimser ve Filistin-İsrail Sorunu’nda daha tarafsız davranmaya başlar. Hatta aşırı sağ olarak kabul edilen Türk milliyetçisi MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) bile, Türkeş’in liderliğinde İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesini açıktan savunur. Buna karşın, siyaset sahnesinde yükselen bir diğer aşırı sağ aktör olan Erbakan’ın RP’si (Refah Partisi), Siyonizm ve İsrail karşıtı görüşleriyle diğer partilerden epeyce farklılaşır ve daha yoğun destek almaya başlar. Bu yıllarda Türkiye’de çok etkili olan Abdullah Öcalan liderliğindeki PKK terör örgütünün Suriye, Irak, İran, Lübnan, Libya, Sovyetler Birliği ve FKÖ’den destek görmesi de bu dönemde Türkiye’deki güvenlik bürokrasisi ve siyasal partilerin -RP dışında- İsrail’e yakın durmalarına yol açar. Bu konuda tepkiler özellikle Suriye’ye yönelirken, Türkiye de, yıllar sonra kendisini İsrail gibi bölgede düşmanlarla çevrilmiş bir psikoloji içerisinde bulur. Bu açıdan, 1992 tarihli Milli Güvenlik Kurulu (MGK) belgesinde ilk kez yıllar sonra dış tehdit Sovyetler Birliği yerine, odak, iç tehdit PKK’ya doğru kayar.

Bir diğer önemli husus, kuşkusuz, içeride İslamcıların durdurulmasıdır. Ordu, artan RP desteği ve İslamcılık tehdidinden rahatsızdır. 1990’lı yıllar boyunca merkez sol ve merkez sağ partiler güç kaybederken, Kürt siyaseti ve özellikle İslamcı siyaset hızla güç kazanmaktadır. 1994 yerel seçimlerinde Melih Gökçek’le Ankara’yı, Recep Tayyip Erdoğan’la İstanbul’u kazanan RP, 1995 Aralık ayında yapılan genel seçimlerde de galip gelir ve ülke tarihinde ilk kez İslamcı bir parti ülke genelinde birinci parti olur. O dönemde ordunun RP'ye yönelik tavrı o kadar olumsuzdur ki, Orgeneral Fevzi Türkeri, “gerekirse silahlı mücadeleye gireceğiz” dahi demiştir. RP, Refahyol koalisyon hükümetiyle (Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi-DYP arasında) iktidarda kaldığı 11 ay içerisinde sayısız kez TSK ile karşı karşıya gelir. Erbakan ve seçilmiş hükümet İslam dünyasıyla ilişkileri geliştirmek isterken, TSK ve Dışişleri Bakanlığı gibi atanmışlardan oluşan devlet kurumları ise Batı ile yakınlaşmayı savunmaktadır. Devlet ile RP arasındaki uyumsuzluğun temel nedeni ise İsrail’le ilişkilerdir. Erbakan ve ekibi, İsrail’le bırakın müttefikliği, imkânları olsa hasmane ilişkiler kurmayı tercih etmektedir. RP’lilerin gözünde, İsrail, Ortadoğu’da yapay olarak oluşturulmuş Amerikan ve Batı emperyalizminin bir koludur ve amacı Müslümanlara ve Türklere engel olmaktır. Ordunun İsrail’e yaklaşımında ise üç farklı boyut dikkat çeker: (1) askeri/profesyonel, (2) bölgesel/stratejik ve (3) politik/ideolojik kaygılar.

Öncelikle, TSK, 1980’lerde başlattığı Türk Hava Kuvvetleri’ndeki iddialı modernizasyon programı ve diğer ilerlemeler konusunda İsrail’den teknolojik destek istemektedir. Bu ise, ABD ve Avrupa ülkelerinin teknoloji transferi konusundaki isteksizlikleriyle yakından alakalıdır. İkinci olarak, TSK, İsrail’le yakınlaşarak Türkiye’nin bölgesel gücünün artırılabileceğine ve özellikle Suriye, Irak ve İran kaynaklı tehditlerle daha iyi mücadele edilebileceğine kanaat getirir. Üstelik Yahudi/İsrail lobisi sayesinde, İsrail’le ilişkiler, aynı anda Washington’la ilişkileri de geliştirebilmektedir. Üçüncü ve son olarak da, TSK, Kemalist-laik rejimin korunması hususunda, İslam ülkelerine kıyasla Batı tipi laik bir demokrasiye daha uygun olan İsrail’le ilişkileri güçlendirmenin içerideki Radikal İslam tehdidine karşı iyi bir panzehir olabileceğini düşünür. Bu sebeplerle, bu dönemde Türkiye-ABD-İsrail arasında bir nevi “stratejik üçgen” oluşur.

Bu uygun koşullara rağmen, Türkiye-İsrail ilişkilerinde uyumsuz durumlar da devam etmiştir. Bunlardan ilki ve en önemlisi, İsrail’le yakınlaşmanın Türkiye’de tartışma yaratmasıdır. Öncelikle, ülkedeki en büyük parti olan RP’nin (ki oy oranı o dönemde yüzde 21,4’tür) seçmenleri buna tamamen karşıdır. Diğer partiler de, RP’den çekinerek bu konuda açık pozisyon almakta zorlanmaktadırlar. İsrail’de ise tüm siyasi partiler Türkiye ile ittifakı desteklemektedir. İkinci olarak, İsrail’in bölge ülkelerinin bazılarınca varlığı sorgulandığı için, İsrail’le bölgesel ittifaklara girmek daha zor olmuştur. Nitekim Türkiye, 1937 Sadabat Paktı, 1952 NATO, 1955 Bağdat Paktı ve 1959 CENTO gibi anlaşmalara rahatlıkla dahil olurken, İsrail, bu gibi anlaşmalara dahil edilmemiştir. Üçüncüsü, Türkiye, 1922’deki Kurtuluş Savaşı’ndan sonra büyük bir savaşa girmemiştir. Oysa İsrail, 1948-1949 yıllarındaki kendi Kurtuluş Savaşı’nın ardından birçok savaşa girmiştir. Ancak bu konuda her iki ülkede de güçlü ordu gereksinimi bağlamında bir uyumsuzluktan çok uyumdan söz edilebilir. Dördüncüsü, her iki ülkede de ordu etkili olmasına karşın, Türkiye’de ordunun (TSK) siyasi bir rolü de olmuş, İsrail’de ise ordu sadece profesyonel meselelerle ilgilenmiş ve siyasete hiçbir zaman müdahil olmamıştır.

Bu dönemde Türk-İsrail ittifakını savunan bir kişi olarak Bar-Ilan Üniversitesi’ndeki Barış İçin Begin-Sadat Merkezi’nin yöneticisi Efraim Inbar’ın fikirleri dikkat çeker. Inbar’a göre, Türkiye ile ilişkiler kurmak İsrail’in Arap ülkeleriyle ilişkilerini aksatmayacak, tersine bu ülkelerle barış sürecini güçlendirecektir. Ayrıca, Türkiye ile müttefik olmak, Tel Aviv için Irak, Suriye ve İran gibi tehditleri çevrelemek imkânı yaratacaktır. BESA Merkezi üyelerinden akademisyen Barry Rubin de bir diğer önemli Türk-İsrail ittifakı savunucusu olarak bu dönemde dikkat çeker. Bu gibi açık ittifakı savunan kişilerin dışında, İsrail’in o dönemdeki Türkiye maslahatgüzarı Alon Liel gibi ilişkilerin daha gizli saklı götürülmesi gerektiğini savunanlar da olmuştur. Öyle ki, Liel, “birbirimizi seviyor olabiliriz ama herkesin gözü önünde kucaklaşıp öpüşmek zorunda değiliz” demiştir.

Türkiye ile ittifaka İsrail’de karşı çıkanlar da olmuştur. Örneğin, Bar-Ilan Üniversitesi’nden Stuart Cohen, Türkiye ile ittifakın İsrail açısından daha önemli olan Suriye ile barış sürecini olumsuz etkileyebileceğini düşünür ve İsrail’in Ankara ile müttefiklik kurmasının Kürt Sorunu konusunda da elini kolunu bağlayacağını ifade eder. Nitekim benzer şekilde Gerald M. Steinberg de, Ankara ile ittifakın İsrail’i Kıbrıs Sorunu, Kürt Sorunu ve Yunanistan’la ilişkiler gibi konularda zorlayabileceğine dikkat çeker. Ma’ariv gazetesinden Chemi Shalev de, Ben-Gurion zamanındaki Çevresel Pakt’ın bile geçici olduğunu hatırlatarak, İsrail ile Türkiye’nin aşkının uzun ömürlü olmayabileceği konusunda uyarıda bulunur. ABD’de yaşayan İsrailli araştırmacı Leon Hadar da, ülkesini demokratik olmayan hükümetlerle iş birliği kurma konusunda uyarma ihtiyacı hisseder.

Sonuçta, endişelere rağmen 1990’larda iki ülke arasında somut bir ittifak inşa edilir. Ancak bu ittifakın askeri-güvenlik alanında kalmasından endişe edildiği için, Alon Liel tarafından şöyle bir açıklama yapılır: “Türk-İsrail ilişkilerinin idaresi generallerden diplomatlara aktarılmalıdır”. İsrail’i bu konuda motive eden en önemli faktörler ise; Türkiye sayesinde Müslüman dünya ve Orta Asya’ya daha fazla nüfuz edilebilecek olmasıdır. Nitekim Ankara ile müttefiklik, İsrail’e Pakistan, Endonezya ve Türk Cumhuriyetleri gibi birçok ülkeyle ilişkilerde kapı aralayabilecektir.

Türk-İsrail antlaşması resmen 1996 yılında imzalanır. Müzakerelerde aktif olarak iki Bakanlık yer alır: Savunma Bakanlığı ve Başbakanlık. Dışişleri Bakanlığı ise Çevresel İttifak da olduğu gibi arka planda kalır. Bu ittifakın mimarlarından birisi ise Dışişleri Bakanı İzak Rabin’in Genel Müdürü David İvri’dir. İvri ve Rabin’in daha 1980’lerde başlayan çabaları, 1990’lardaki Türk-İsrail ittifakının temellerini atmıştır. Türk tarafında kilit aktör ise Orgeneral Çevik Bir’dir. İlginç bir şekilde, son yıllarda Türkiye ile gergin seyreden ilişkilerin müsebbiplerinden biri olarak gösterilen Benyamin Netanyahu da o dönemde Türkiye ile yakın ilişkileri savunan bir politikacı olmuştur. Netanyahu hükümetinin Savunma Bakanı olan İzak Mordechai de Türkiye-ABD-İsrail üçgeninin güçlenmesini sağlayan ve ilki 1998 yılı Ocak ayında başlayan ortak deniz harekâtlarını başlatan kişidir. İlginçtir ki, Türkiye-İsrail ilişkilerinde ittifakın somutlaşması, 1996 yılında İsrail’in en Türkiye yanlısı lideri Netanyahu ile Türkiye’nin en Arap yanlısı lideri Erbakan döneminde gerçekleşir.

Bu sürecin sessiz ama etkili bir aktörü ise ABD’dir. Dönemin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nicholas Burns, ABD’nin Türkiye-İsrail müttefikliğine desteğini vurgular ve her iki ülkeyle de müttefik olduklarını hatırlatır. Burns, net bir tarih vermese de, ülkesinin bu konuda uğraş verdiğini de ifade eder. Bu durum, 1980’lerde Fantom uçaklarının geliştirilmesine dair İsrail ile Türkiye arasında yapılan görüşmelerle başlamış ancak Birinci İntifada’nın başlaması (1987) nedeniyle sekteye uğramıştır. İsrailli kaynaklar, ABD Başkanı Bill Clinton’ın da bu konuda epey uğraş verdiğini belirtmektedirler. Yahudi lobisi olarak adlandırılan ABD merkezli B’nai B’rith, Amerikan Musevi Kongresi, Önde Gelen Amerikan Musevi Örgütleri Başkanları Konferansı ve Musevi Ulusal Güvenlik Enstitüsü (JINSA) de bu ittifakı hep desteklemişlerdir. Bu dönemde Yahudi lobisi içerisinde Ermeni ve Rum lobilerine karşı Washington’da Türkiye lehine propaganda yapan kişiler olmuştur. Ancak ABD’nin Türk-İsrail yakınlaşmasına desteği de sınırlı olacaktır; zira Washington, İsrail ile Türkiye arasındaki dostluğun Washington’la ilişkilerin önüne geçmesinden de endişe etmektedir. Benzer şekilde, Washington, İsrailli askeri firmaların Amerikalı askeri firmaların önüne geçerek Türkiye’nin ana materyal sağlayıcısı olmasını istemez. Mesela dönemin ABD Büyükelçisi Mark Grossman, F-4 savaş jetlerinin İsrail tarafından yenilenmesi anlaşmasına açıkça karşı çıkmıştır. Benzer şekilde, ABD şirketi General Dynamics, İsrail’in Türkiye’ye Abrams tanklarını kiralamak suretiyle Türk tanklarının yenilenmesine ilişkin teklifinin altını oyar. ABD, kendi sofistike teknolojisinin İsrail aracılığıyla Türkiye’ye transferinden de endişe etmektedir.

Dördüncü Bölüm: Yakınlaşmanın Yapı Taşları

Türkiye ile İsrail arasında 1990’larda yaşanan yakınlaşma sürecine dair ittifak, yakınlaşma, uyuşma, entente, uzlaşma, iş birliği ve stratejik ortaklık gibi birçok farklı ifade kullanılmaktadır. Bu dönemde Türkiye-İsrail yakınlaşmasına dahil olan bir diğer devlet de Ürdün’dür. İsrail’i bu dönemde tanıyan Ürdün, bu ittifaka dahil olan küçük ortak hüviyetindedir. Türkiye, bu ittifak sayesinde ilk kez sınır komşusu olmayan bir Ortadoğu ülkesiyle ittifak kurmuştur. Ayrıca, bu, Türkiye’nin NATO üyesi olmayan bir ülkeyle gerçekleştirdiği de ilk kapsamlı iş birliğidir. Bir Ortadoğu ülkesiyle yakın ilişkiler kurması, Ankara’yı, ABD, Fransa ve Birleşik Krallık (İngiltere) gibi NATO üyeleriyle benzer bir konuma getirir. İttifakı önemseme ve önemli gösterme girişimleri o dönemde öyle etkindir ki, dönemin Türkiye Büyükelçisi olan Zvi Elpeleg, Türkiye’siz bir İsrail “rüzgardaki yaprak gibi savrulacaktır" bile demiştir.

1996 antlaşmasına varan 1990’lardaki Türk-İsrail ittifakı, bir anda meydana çıkmış değildir. 1980’lerde başlayan girişimlerin 1990’lardaki uygun konjonktürde somutlaşmasıyla yaşanmıştır. İttifak, ayrıca oldukça kapsamlıdır; siyasi, diplomatik, askeri, ekonomik ve istihbari boyutları vardır. Bu ittifakın olumlu meyveleri de hemen toplanmaya başlanmıştır. Örneğin, dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, 1992 yılında Türkiye ile İsrail arasında uyuşturucu, terörizm ve örgütlü suçlara karşı iş birliği yapıldığını belirterek, bu sayede suçla mücadelede büyük atılım yaptıklarını belirtmiştir. Ayrıca, İsrail’in Türkiye’ye sattığı gece görüşü teçhizatı ve helikopterlerde kullanılan roket savar sistemleri, TSK’nın PKK operasyonlarının başarısını artırır. İsrail’in PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması ve Türkiye Hizbullah örgütünün Kürt terörist hücre evinin ele geçirilmesi süreçlerinde de Türkiye’ye yardım ettiği ifade edilmektedir. Askeri ilişkiler de 1992’den itibaren hızla gelişir. Karşılıklı ziyaretler sıklaşır ve neticede 1996 yılında İsrail hava kuvvetlerine Türkiye’de, Türk hava kuvvetlerine de İsrail’de eğitim verilecek seviyeye ulaşılır. Çevik Bir dışında dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Hava Kuvvetleri komutanı Halis Burhan ve Deniz Kuvvetleri komutanı Güven Erkaya da askeri ittifakın tetikleyicisi olurlar. Bu sayede, 23 Şubat 1996 tarihinde meşhur antlaşma imzalanır. Hedefini iki ülke arasında askeri eğitim iş birliğini sağlamak olarak belirleyen anlaşma, şu maddeleri içermektedir:

  1. Karşılık personel ve bilgi değişimi temelinde çeşitli düzeylerde iş birliği sağlamak,
  2. Askeri akademiler, birimler ve karargahlar arasında karşılıklı ziyaretlerin yapılması,
  3. Eğitim ve tatbikat uygulamaları,
  4. İki ülkede de askeri tatbikatları izlemek üzere gözlemcilerin yollanması,
  5. Özellikle askeri tarih, müze ve arşivleri içeren sosyal ve kültürel alanlarda bilgi toplama ve paylaşma görevini yürütecek yetkili değişimi,
  6. Savaş gemilerinin karşılıklı ziyaretleri.

Beş sayfalık belgede öne çıkan konular arasında “güvenlik bilgisinin gizliliği” maddesi de yer alır. Bu anlamda, tüm değişimi yapılan bilgi ve uzmanlık, 31 Mart 1994 tarihli gizli güvenlik anlaşmasının hükümlerine tabidir. 1994 anlaşmasının içeriği halka hiçbir zaman duyurulmaz, ancak taraflara yapılan değişimlerin gizliliğini koruma yükümlülüğü getirdiği açıktır. Ofra Bengio’nun analizine göre, Türkiye tarafı zamanla bilgi sızdırarak bu anlaşmayı caydırıcılık için PKK ve RP gibi tehditlere karşı psikolojik bir unsur olarak kullanmıştır. Nitekim anlaşma sonrasında RP ile TSK arasındaki mücadele daha da şiddetlenir. Özellikle Milli Gazete’de Türkiye’yi terörden kurtarmak için İsrail’le bağların kesilmesi gerektiğini öne süren yayınlar yapılır. RP’li bazı parti yetkilileri de bu anlaşmayı iptal edeceklerini ilan ederler. Ancak Erbakan hükümeti, TSK’nın baskısıyla, bu anlaşmayı iptal ettiremediği gibi, 1996 yılı Ağustos ayında Türkiye’nin Fantom uçaklarının İsrail tarafından modernize edilmesi konusundaki bir anlaşmayı da imzalamak zorunda kalır. Bu dönemde, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Başbakan Erbakan’a fazla duygusal olmaması ve anlaşmayı imzalaması gerektiğini ifade etmiştir. Zaten Türkiye, bu süreçte adım adım 28 Şubat 1997 sürecine doğru ilerlemektedir.

Yeni ilişkilerin yoğunluğu ve kapsamı, Türkiye’nin 1998 yılı Temmuz ayında İsrail’deki askeri ataşe sayısını birden üçe çıkarmasıyla da (hava, deniz, kara kuvvetlerinden yetkililer) anlaşılabilir. Türkiye, normalde ABD, Almanya ve Fransa dışındaki ülkelerde bir askeri ataşe görevlendirirken, İsrail, bu anlamda üç ataşe görevlendirilen dördüncü ülke haline gelir. Bu, ilişkilere verilen önem ve ilişkilerin derinliğinin anlatılması adına önemli bir semboldür. İsrail de bu dönemde Türkiye’de iki askeri ataşe görevlendirir. Ayrıca askeri ziyaretler de ciddi anlamda artar. Matan Vilna’i, Amnon Lipkin Shakak ve İsmail Hakkı Karadayı, bu dönemdeki askeri ziyaretleri gerçekleştiren üst düzey komutanlardır.

18 Eylül 1995’te imzalanan ve iki ülke pilotlarının birbirlerinin hava sahasında eğitimine olanak sağlayan protokol, özellikle İsrail Hava Kuvvetleri açısından çok önemli bir gelişmedir. Bu sayede, İsrail tarafı, ilk kez geniş bir alanda tatbikat yapabilecek, klostrofobiden kurtulacak ve İran, Irak ve Suriye gibi ülkelere dair yeni bilgilere ulaşabilecektir. Anlaşmaya göre, eğitim uçuşları yılda sekiz kez gerçekleşebilecektir. Böylece, 1999 yılı sonunda neredeyse tüm İsrailli pilotlar Türkiye’de ciddi deneyim kazanırlar. Türk pilotlar da, Necef çölünde Shdema hava üssünde yeni deneyimler elde eder ve uzun menzilli uçaksavar füzelere saldırının yanı sıra, radardan kaçma ve elektronik sinyal bozma tekniklerini de geliştirirler. Ayrıca 2001 yılı Haziran ayında Amerikan, Türk ve İsrail hava kuvvetleri Konya üzerinde ortak bir hava tatbikatı icra ederler. Hatta İsrail’e ait F-15 uçakları, Türk hava kuvvetlerinin doksanıncı yıl kutlamalarında dahi yer alır.

İki ülke deniz kuvvetleri arasında da bu süreçte yakın bir iş birliği sağlanır. Anlaşma uyarınca, savaş gemilerinin birbirlerinin limanlarına girmesine izin verilir. Muhtemelen, İsrail’e ait denizaltı mürettebatlarının Türkiye’de eğitimine de izin verilmiştir. Ayrıca Savunma Bakanı İzak Mordechai’nin katkısıyla, Türkiye, İsrail ve ABD arasında Akdeniz’de ortak donanma tatbikatları gerçekleştirilir. Bu süreçte Mısır ve Yunanistan’a yapılan davetler ise geri çekilir. 1998 yılı Ocak ayında, Türk ve İsrail savaş gemileri bir ortak tatbikat yaparlar. 2001 yılı Nisan ayında ise, İsrail ve Türkiye, Marmaris Aksaz Deniz Üssü’nde, insani değil askeri amaçlar taşıdığı bildirilen ve ABD’nin katılmadığı ortak tatbikatlar gerçekleştirir.

1999’a dek, iki ülkenin kara kuvvetleri arasında da diyalog başlatılır. Ancak bu alanda ilerlemeler daha sınırlı kalmıştır.

İki ülke arasındaki silah anlaşmaları da bu süreçte artar. Avrupa ülkeleri ve ABD’nin önüne koyduğu insan hakları kriterlerini kabul etmeyen Ankara, bu süreçte İsrail’e yönelir. Bu sayede, İsrail’in Türkiye’ye ait 52 adet F-4 savaş jetinin ve 46 adet F-5’in modernizasyonunu gerçekleştirmesi konusunda anlaşılır. 1996 ve 1998’de imzalanan ve 700 milyon doları bulan bu anlaşmalar, İsrail uçak sanayisinin o güne dek başka bir ülkeyle yaptığı en büyük anlaşma olmuştur. Ayrıca, Ankara ile Tel Aviv, İsrail’den 2002 yılı Şubat ayında Türk helikopterlerine elektronik savaş sistemleri kurulması konusunda 110 milyon dolarlık bir anlaşma yaparlar. Hatta yine bu dönemde, Türkiye, İsrail ve ABD, birlikte üç taraflı balistik iş birliği mekanizmasını geliştirmeye başlarlar.

İki ülke arasındaki istihbarat paylaşımı da bu süreçte zirveye ulaşır. Aslında iki ülkenin istihbarat servisleri arasında temelleri Çevresel Pakt’a uzanan bir gelenek vardır. Ancak 1990’lı yıllarda bu durum daha kapsamlı bir hâl alır. Örneğin, Suriye Hava Kuvvetleri’ndeki Mig 29 savaş uçaklarına dair, İsrail, Türkiye’ye kritik bilgiler sağlar. Hatta İsrail’a bağlı özel askeri kuvvetler, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta Kürt bölgelerine gerçekleştirdiği baskınlarda bile yer alırlar. Bu haber doğrulanmasa da, bunun konuşulabilir hale gelmesi bile, iki ülke arasındaki iş birliğinin ne denli kapsamlı boyuta vardığını göstermektedir.

29 Mart 2002 tarihinde, Türkiye, İsrail Savunma Endüstrisi ile Türkiye’ye ait 170 adet M-60A1 tankının modernizasyonu için 668 milyon dolar mahiyetinde bir gizli anlaşma imzalar. Bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’in kuşkularını Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu gidermiş ve bu alımı savunmuştur.

Yakınlaşma süreci halklar arasındaki ilişkilere de yansır. Bu süreçte istekli olan taraf ise daha çok İsrail olmuştur. Geçmiş deneyimleri, İsrail’e, bu konuda toplumsal destek sağlayamazsa ilişkilerin kolaylıkla kopabildiğini öğretmiştir. Bu nedenle, ilişkilerin sürekliliği adına bu sürece halkları da katmak için harekete geçilir. Bu bağlamda, öncelikle siyasi-diplomatik ziyaretlere ağırlık verilir. Örneğin, Başbakan Ehud Barak, 18 aylık kısa yönetimi döneminde tam üç kez Türkiye’yi ziyaret eder. Barak’ın Netanyahu’ya kıyasla Filistin Sorunu konusunda daha barışçıl davranması da Ankara’nın bu ziyaretlere sıcak bakmasında etkili olur. Bu dönemde iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de geliştirilir ki, bu konuda eleştiri yapanlara dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem, İslam Konferansı Örgütü üyesi birçok devletin İsrail’le yoğun ekonomik ilişkileri olduğunu hatırlatarak cevap verir. Başbakan Necmettin Erbakan bile, iktidarda olduğu dönemde İsrail Merkez Bankası Başkanı Jacob Frenkel’e enflasyon konusunda danışır. İsrail’in iyi olduğu bir sektör olan telekomünikasyon konusunda da ilişkiler geliştirilir. Örneğin, İsrail, 2001 yılının sonunda Türk şirketlerle ilişki kurmak ve bilişim teknolojisi ağını genişletmek amacıyla İstanbul’daki Bilişim 2001 CEBIT Fuarı’na katılır. Nitekim bu girişimlerin de etkisiyle, iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2002 yılının sonunda 1,2 milyar dolara çıkar. Turizm alanında da ilişkiler hızla gelişir. 1995 yılında Türkiye’yi ziyaret eden İsrailli turist sayısı 287.000’e ulaşır. Bu dönemde özellikle henüz Türkiye'de yasaklanmayan kumar turizmi etkili olmuştur. Turizm sayesinde toplumsal ilişkilerde de gelişim sağlanır. 1997 Kırıkkale yangını ve 1999 büyük depreminde İsrail’in Türkiye’ye yardım elini uzatması da Türkiye’deki imajını düzeltir ve ikili ilişkileri güçlendirir. Özellikle deprem sonrasında, İsrail, Adapazarı’nda evsizlere bir köy inşa eder ve bu uğurda 6 milyon dolar para harcar. Başbakan Ecevit, İsrail’in bu yaptıklarını “Olağanüstü bir insanlık dersi veriyorsunuz. Türk halkı bu yaptıklarınızı hiçbir zaman unutmayacak.” sözleriyle över. Bu dönemde Fenerbahçe futbol takımında forma giyen yetenekli İsrailli futbolcu Haim Revivo da ikili ilişkilerin ve Türk-İsrail dostluğunun bir sembolü haline gelir.

1990’lar ve 2000’lerde, kültür-sanat ve bilim-eğitim alanlarında da iş birliği ivmelenir. 1999 yılında Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Merkezi’nde oluşturulan Süleyman Demirel programına YÖK tarafından yıllık 500.000 dolar bağışta bulunulurken, Tel Aviv Üniversitesi de aynı ölçüde bir destek sağlar. Ayrıca bu dönemde ünlü Türk yazar Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı eseri İbranice’ye, İsrailli yazar Amos Oz’un kitapları da Türkçe’ye çevrilir.

İki ülke arasında hızla gelişen ilişkilere rağmen, sorunlar da tamamen ortadan kalkmış değildir. Bu sorunlar arasında en önemli mesele Kürt Sorunu’dur. İsrail, Türkiye’ye PKK ile mücadelesinde destek verse de, hem İsrail’de Kürt siyasi mücadelesine sempatiyle yaklaşan Yahudi Kürt cemaatinin varlığı, hem de İsrail ile Kuzey Irak Kürtleri arasındaki yakın tarihsel ilişkiler nedeniyle, bu konuda sorunlar devam eder. Ayrıca İsrailli bazı Bakanların 1915 Olayları’nı Ermeni Soykırımı olarak kabul eden açıklamalar yapmaları da ikili ilişkileri bozar. Bir diğer konu ise, askeri ihalelerde zaman zaman yaşanan yolsuzluk olaylarıdır. Son önemli mesele ise, Arap devletlerinin Türkiye-İsrail yakınlaşmasını bozmaya gayret etmeleridir.

Beşinci Bölüm: Etkiler ve Tepkiler

1990’lardaki Türkiye-İsrail yakınlaşması, Çevresel İttifak’tan farklı olarak açık yaşandığı için, beraberinde sert tepkilere de neden olur. Bu süreci Arap devletlerinden sadece Ürdün memnuniyetle karşılarken, diğer Arap devletleri tepkisel bir tutum içerisine girerler. Hatta bazı Arap aydınları, bunu Türkiye’nin ikinci ihaneti (ilki 1949’da İsrail’i tanımak) olarak değerlendirirler. Arap devletlerinden Suriye ve Irak, bu yakınlaşmayı kendisine yönelik tehdit olarak algılamış ve bölgesel politika hedeflerine de zarar getireceğinden endişe etmişlerdir. Diğer Arap devletleri ise, özellikle Ürdün’ün bu ittifaka katılmasını Arap dünyasının ikiye bölünmesi olarak değerlendirmişlerdir. Ayrıca, yine Arap devletleri, Türkiye ile ilişkileri güçlü İsrail’in Filistin Sorunu konusunda daha sert pazarlıkçı olabileceğinden endişe etmiştir.

Bu noktada Araplarla Türkler arasındaki ilişkilerin hiçbir zaman pürüzsüz olmadığını da hatırlamak gerekir. Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun çalışmaları da göstermektedir ki, Arap dünyasındaki Osmanlı imajı son derece negatiftir. Buna karşın, İbrahim al-Daquqi’nin araştırması göstermektedir ki, Türkiye’de de Araplara yönelik ön yargılar hayli yaygındır ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki ihanet hiç unutulmamıştır. Bu bağlamda, Arap araştırmacılar, Türkiye ile Arap dünyasındaki ilişkileri dört dönemde kavramsallaştırırlar:

  1. 1923-1945: Yabancılaşma yılları,
  2. 1945-1960: Uzaklaşma ve çatışma yılları,
  3. 1965-1975: İlişkilerde görece iyileşme yılları,
  4. 1975-1985: Arapların iktidarı ve çarpıcı değişim yılları.

Bu bağlamda, her ne kadar İsmail Cem ve birçok diğer Türk devlet adamı İsrail’le ilişkilerin Arap ülkeleriyle ilişkileri ikame etmek amacıyla geliştirilmediğini vurgulasalar da, halk nezdinde genelde bu konuda ikili bir düşünce sistemi gelişmiş ve İsrail’i sevenlerin ve İsrail’le yakın ilişkileri destekleyenlerin Arapları sevmediği ön kabulü olmuştur. Bu yaygın kanı nedeniyle de, Türkiye-İsrail yakınlaşmasına tepki, genelde Arap-İslam dünyasına yakın çevrelerden gelmektedir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde Kürt Sorunu ile beraber en büyük fay hattını kuşkusuz Filistin Davası oluşturmaktadır. Bu konuda Türk halkının duygusal bir yaklaşımı olup, İsrail’in uyguladığı sert politikalar kamuoyunda ve medyada tepki yaratmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki tavrı ise sorunun barışçıl yöntemlerle ve iki devletlilik esasına göre 1967 sınırlarında çözümlenmesi olarak ifade edilebilir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir diğer önemli faktör ise İran’dır. İran, 1979 İslam Devrimi sonrasında bambaşka bir rejime dönüşmüştür. İran’ın güçlenmesi ve Şii hilali politikalarıyla bölge ülkelerini kontrol edebilen bir yapıya bürünmesi, İsrail ile Türkiye’yi olduğu gibi, İsrail ile Arap devletlerini de Tahran karşıtı çizgide bir araya getirmektedir.

Genel Değerlendirme

İsrailli Profesör Ofra Bengio’nun Türkiye İsrail: Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine adlı kitabı, Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda bugüne kadar yazılmış en kapsamlı bilimsel eser niteliğindedir. 312 sayfalık kitap, elbette bu kısa özet ve değerlendirmeden çok daha fazla bilgiler içermektedir ki, bu nedenle kitabın tamamı okunarak bir değerlendirme yapılmalıdır. Ancak kitabın metodolojisini ve içeriğini değerlendirmek gerekirse; çalışmanın son derece gizli kalmış bir konuda yapılmış ilk ciddi çalışma olduğu, ciddi mülakat, gözlem ve belge (arşiv) çalışması içerdiği, ancak bu çalışmanın daha çok İsrail tarafıyla yapılan çalışmalara dayandığı ve daha kapsamlı bir çalışma için Türkiye tarafının bilgilerinin de kullanılmasının gerektiği söylenebilir. Lakin bu konuda Türkiye’nin gizlilik politikası yıllardır devam ettiği ve arşivler açılmadığı için, daha çok ikincil kaynaklara dayalı çalışmalar yapılabilmektedir.

Sonuçta, yazarı bu çalışması için kutlamak gerekir. Ek olarak, bu çalışmanın günümüze kadar getirilerek güncelleştirilmesi de faydalı olabilir ki, AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) döneminde yaşanan inişli-çıkışlı Türkiye-İsrail ilişkileri, bu konuda bize zengin bir kaynak ve çalışma alanı sunmaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Bakınız; https://english.tau.ac.il/profile/bengio.

[2] Bakınız; https://dayan.org/author/ofra-bengio.

[3] Bazı çalışmaları için; https://telaviv.academia.edu/OfraBengio.

[4] Kitap, bu adresten temin edilebilir: https://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiyeisrail-amp-hayalet-ittifaktan-stratejik-isbirligine/127667.html. Kitabın 2004 basımı olan orijinal İngilizce versiyonunun adı ise The Turkish-Israeli Relationship (Changing ties of the Middle Eastern Outsiders) şeklindedir. Orijinal kitap da buralardan temin edilebilir; https://www.amazon.com/-/es/Ofra-Bengio/dp/1403965897/; https://link.springer.com/book/10.1057/9781403979452.