Sayfalar

29 Eylül 2021 Çarşamba

2021 Kanada Federal Seçimi


Sempatikliği ve karizmasıyla 2015 yılından beri Kanada’da Başbakan olarak görev yapan ve uluslararası kamuoyunda sıkça yer alan bir figür haline gelen -2013 yılından beri- Kanada Liberal Partisi Genel Başkanı olan Justin Trudeau, 20 Eylül’de düzenlenen 2021 federal seçiminde de azımsanmayacak bir başarı gösterdi ve partisini bir kez daha sandıktan birinci çıkarmayı başardı. Bu sonuçlar, Trudeau’nun ülkesinde iktidarını koruyacağını ve uluslararası kamuoyunda yer almayı sürdüreceğini gösteriyor. Bu yazıda, 2021 Kanada federal seçimine dair kısa bir analiz yaparak, takipçilerimizi Türkiye’de pek bilinmeyen bu ülkenin siyaseti hakkında aydınlatmaya çalışacağım.

Hatırlanacak olursa, 2015 federal seçiminde yüzde 39,47 oyla 184 meclis koltuğu kazanan ve tek parti iktidarını kurmayı başaran 1971 doğumlu genç siyasetçi Justin Trudeau, 2019 seçiminde yüzde 33,12 oyla koltuk sayısı 157’ye düşmesine rağmen azınlık hükümetiyle iktidarını korumayı başarmıştı. Pandemi sürecinde oldukça başarılı bir performans gösteren ve ülkesini sağlık politikaları açısından iyi bir noktaya taşımayı başaran Trudeau, bu başarısını oya tahvil etmek adına erken seçim kartını oynamış ve normal takvimden iki yıl önce sandığı işaret etmişti.[1] Quebec’teki ayrılıkçı akım dışında ciddi siyasal sorunların olmadığı, ekonomisi gelişmiş bir ülke olan ve işgücüne ihtiyacı nedeniyle uluslararası kamuoyunda yer alması bir ihtiyaç haline gelen Kanada’da, Trudeau, dünya medyası ve uluslararası kamuoyunun ilgisini çekmeyi başarması ve örnek kişiliği nedeniyle de halk tarafından oldukça seviliyor ve seçim öncesinde bu kozlarına güveniyordu. Nitekim Kanada eski Başbakanı ve Kanada Liberal Partisi Genel Başkanı Pierre Trudeau’nun oğlu olan Justin Trudeau, bu seçimde de yüzde 32,61 oyla partisine 159 koltuk kazandırmayı başardı ve birinciliği kaptırmadı. Kanada Liberal Partisi’nin ezeli rakibi olan ve Trudeau öncesinde Stephen Harper liderliğinde uzun süre iktidarda kalan Kanada Muhafazakâr Partisi ise, Erin O'Toole liderliğinde girdiği bu seçimde oy oranını koruyarak 119 sandalye elde etti. Seçimde, ayrıca, Yves-François Blanchet liderliğindeki Quebec Bloku (Bloc Québécois) 33, Hindistan asıllı popüler siyasetçi Jagmeet Singh liderliğindeki Yeni Demokratik Parti (NDP) 25 ve Annamie Paul liderliğindeki Kanada Yeşil Partisi 2 milletvekilliği kazandılar.[2] Bu seçimde seçime katılım oranının yüzde 62 düzeyinde kaldığı Kanada’da (27,4 milyon kayıtlı seçmenden yaklaşık 17 milyonu seçimde sandık başına gitmiştir)[3], bu sonuçlar, Justin Trudeau’nun Başbakanlığının çok büyük olasılıkla devam edeceğini gösterse de, ülkede yapılan güncel bazı anketler, halkın 2019 seçimlerine benzer bir siyasi tablo ortaya koyan seçimin sonuçlarından memnun olmadığını gösteriyor. Öyle ki, Leger’in yaptığı araştırmaya göre, her 10 Kanadalıdan yalnızca biri seçim sonuçlarından mutlu olduğunu ifade ederken (yüzde 10), diğer yüzde 24’lük bir kitle de sonuçlardan memnun olduğunu belirtmektedir.[4] Bu da, sonuçların yalnızca yüzde 34’lük bir kitle açısından umut verici olduğunu göstermektedir. Bunun sebebi ise, kuşkusuz, sevilen Başbakan Trudeau’nun istendiği ölçüde güçlü bir hükümet kuramaması ve muhalefet destekçileri için de muhalefetin Trudeau’yu yerinden edecek güçte olmadıklarının anlaşılmasıdır. Bu anlamda, Trudeau’nun istediği sonuçlara ulaşamadığı ifade edilebilse de, demokrasilerde, sandık, her zaman en iyi ilaçtır.

Sonuç olarak, demokrasisi, özgürlükleri ve göçmen politikasıyla ideal bir ülke olan Kanada’da, halk, bu seçim sonrasında da genç ve karizmatik lider Justin Trudeau’nun Başbakanlığını devam ettirecek gibi gözükmektedir. Bu durum, Kanada’nın uluslararası kamuoyunda yer alması ve kalifiye işgücü çekmesi adına gayet olumlu bir durumdur. Bu nedenle, Trudeau’nun iktidarının devam etmesi doğal ve uluslararası siyaset açısından da faydalıdır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Berrak Kanbir Rodriguez Sanmartin (2021), “Kanada'da seçim: Justin Trudeau yeniden başbakan olma yolunda”, Euronews, 21.09.2021, Erişim Tarihi: 29.09.2021, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2021/09/21/kanada-da-secim-justin-trudeau-yeniden-basbakan-olma-yolunda.

[2] Wikipedia, “2021 Canadian federal election”, Erişim Tarihi: 29.09.2021, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/2021_Canadian_federal_election.

[3] CTV News (2021), “Voter turnout in federal election about average despite pandemic challenges”, 27.09.2021, Erişim Tarihi: 29.09.2021, Erişim Adresi: https://www.ctvnews.ca/politics/voter-turnout-in-federal-election-about-average-despite-pandemic-challenges-1.5602338.

[4] Joan Bryden (2021), “Only 1 in 10 Canadians happy with outcome of federal election: poll”, Global News, 28.09.2021, Erişim Tarihi: 29.09.2021, Erişim Adresi: https://globalnews.ca/news/8226283/only-1-10-canadians-happy-outcome-federal-election-poll/.

26 Eylül 2021 Pazar

2021 Almanya Federal Seçimleri: SPD, Yıllar Sonra Birinci Parti Oldu!

 

Almanya’da 26 Eylül 2021 tarihinde yapılan federal seçimlerden, sosyal demokrat çizgideki SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi), -anketlerin de öngördüğü şekilde- birinci parti olarak çıktı. SPD, böylelikle, 2002 seçimlerinden tam 19 yıl sonra ilk kez bir seçimden birinci parti olarak çıkmayı başardı. Bu yazıda, 2021 Almanya federal seçimlerini değerlendirecek ve olası hükümet formüllerini analiz edeceğim.

Seçimde partilerin oy oranları

60 milyonun üzerinde (yaklaşık 60,4 milyon) kayıtlı seçmenin bulunduğu Almanya’da[1], Angela Merkel sonrasında ülkenin yeni Başbakanı veya Şansölyesini belirleyecek olan federal seçimler dün (26 Eylül 2021) yapıldı. Alman birinci kanalı ARD’nin verdiği bilgilere göre, 2017 yılındaki federal seçimlerde yüzde 76,2 olan seçime katılım oranı, bu defa yüzde 76 düzeyinde oldu.[2] Merkel’li son koalisyon hükümeti olan CDU/CSU-SPD koalisyonunda Maliye Bakanı olarak görev yapan Olaf Scholz liderliğindeki SPD, seçim sonucunda yüzde 25,7 oy oranına ulaşarak ülkedeki en büyük parti olmayı başardı. SPD, Alman Meclisi Bundestag’da 206 koltuk elde etmeyi başardı. Merkel sonrasında Armin Laschet önderliğinde iktidarını korumayı uman merkez sağ çizgideki Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU) ve Bavyera bölgesindeki yerel ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) ise, seçimde yüzde 24,1 oyda kaldı ve ikinci oldu. Böylelikle, CDU/CSU, 19 yıl sonra ilk kez bir seçimde birinciliği kaptırmış oldu. Hıristiyan Birlik partilerinin Meclis’teki koltuk sayısının ise 196 olacağı tahmin ediliyor. Seçim öncesinde bir ara anketlerde ilk sıraya kadar çıkmayı başaran Yeşiller Partisi ise, beklentileri karşılayamayarak yüzde 14,8 oyda kaldı ve üçüncü oldu. Yeşiller, yine de, 118 koltukla koalisyon formüllerinde önemli bir unsur haline gelmeyi başardı. Liberal çizgide siyaset yapan Hür Demokrat Parti (FDP) ise, yüzde 11,5 oyla dördüncü parti olmayı başardı ve koalisyon formülleri adına kritik bir parti haline geldi. FDP’nin 92 meclis koltuğu elde etmesi bekleniyor. Seçimde beşinciliği yüzde 10,3 oy alan aşırı sağcı AfD (Almanya İçin Alternatif) partisi alırken (yaklaşık 83 koltuk kazandılar), aşırı sol çizgideki Sol Parti (Die Linke) de yüzde 4,9 oyla altıncı parti oldu (39 koltuk kazandılar).

Seçim sonucunda partilerin öngörülen koltuk sayıları

Seçim sonuçları, parlamenter demokrasinin muntazam bir şekilde uygulandığı Almanya’da alışılageldiği şekilde bir koalisyon hükümetinin kurulacağını göstermiş oldu. Seçimden birinci parti olarak çıktığı için, bu koalisyonu kurması beklenen parti ise kuşkusuz SPD ve onun Başbakan adayı Olaf Scholz. SPD lideri Scholz, daha önce Yeşiller ve FDP ile koalisyona sıcak baktığını belli eden açıklamalar yapmış; Sol Parti (Die Linke) ile bir koalisyona da kapıyı kapatmamıştı. Scholz, seçim sonuçları belli olmaya başladıktan sonra ZDF kanalında yaptığı açıklamada, “Koalisyon görüşmelerini Noel’e kadar tamamlamak istediğini” belirtti.[3] Bu durumda, Bundestag’daki koltuk sayıları da düşünüldüğünde, SPD’nin Yeşiller + FDP ile (SPD: 206 + Yeşiller: 118 + FDP: 92 = 416) meclis desteği sağlam ve güçlü bir koalisyon hükümeti kurması akla en yatkın seçenek olarak gözüküyor. Ancak bir diğer ihtimal olan SPD-Yeşiller-Sol Parti şeklindeki geniş bir “Sol Koalisyon”un kurulması seçeneği de henüz tamamen rafa kaldırılmış değil. Bu üç partinin Bundestag’taki koltuk sayısı şimdilik 363’de kalacak gibi gözüküyor. Almanya’daki seçim sistemi gereği Bundestag’daki milletvekilliği sayısı değişebilse de, 730 civarında sandalyenin olması bekleniyor. Bu durumda, koalisyon hükümetleri için kritik eşik 366 olacak gibi gözüküyor. Dolayısıyla, bu şekilde bir sol koalisyonun kurulması için dışarıdan bazı milletvekillerinin de destek vererek bir azınlık hükümeti kurulmasına önayak olmaları gerekiyor. SPD ve Scholz, bazı kritik konularda koalisyon ortaklarıyla uzlaşma sağlayamazsa, üçüncü bir ihtimal olarak CDU/CSU ile “Büyük Koalisyon” formülüne de yönelebilir ki, bunun olması o kadar da beklenmiyor. Zira her ne kadar SPD ile birlikte bu iki partinin toplam sandalye sayısı 402'yi bulsa da, merkez sol ve merkez sağda birbirlerinin temel rakibi olan bu partilerin bu dönemde farklılıklarını keskinleştirebilecekleri öngörülüyor. SPD’nin hükümeti kuramaması durumunda ise, CDU/CSU, dördüncü iktidar formülü olarak Yeşiller ve FDP ile birlikte “Jamaika Koalisyonu” olarak adlandırılan üç partili hükümet formülünü deneyecek gibi gözüküyor. Armin Laschet, daha önce bu koalisyona sıcak baktığını belli eden açıklamalar yapmış, ama AfD ve Sol Parti ile koalisyon ihtimallerini dışlamıştı. Bu koalisyon formülünün gerçekleşmesi de, üç partinin sahip oldukları yaklaşık 406 meclis koltuğu nedeniyle gayet olası bir durum. Ancak yıllar sonra birinci parti olan SPD’nin koalisyonu kurmadan yetkiyi CDU/CSU'ya devretmesini beklemek bence pek de gerçekçi değil.

Sonuç olarak, Almanya seçimlerinden beklendiği şekilde SPD birinci parti olarak çıkarken, aşırı sağın büyük zarar verdiği Avrupa demokrasilerinde bunun bir sol rüzgâra dönüşmesi ve giderek güçlenmesi en büyük dileğimizdir. Zira demokrasi, aşırı akımlarla değil, ancak merkez sol, merkez sağ ve merkeze yakın diğer ideoloji ve partilerle güçlenebilecek ve kök salabilecektir. Aşırı partiler ise, konjonktürel olarak demokrasiye zarar vermekte ve halkları diğer halklara ve farklı sosyal gruplara karşı düşmanlığa yönlendirmektedirler. Bu nedenle, bence seçim sonrasında SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti kurulacak ve Olaf Scholz Almanya’nın yeni Şansölyesi olacaktır. SPD iktidarında Türkiye-Almanya ilişkilerinin nasıl gelişebileceğini ise daha sonraki bir analizimize bırakalım...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Euronews (2021), “How does the German election system work?”, 22.09.2021, Erişim Tarihi: 26.09.2021, Erişim Adresi: https://www.euronews.com/2021/09/21/how-does-the-german-election-system-work.

[2] DW Türkçe (2021), “Seçim akşamı neler yaşandı?”, 26.09.2021, Erişim Tarihi: 27.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/se%C3%A7im-ak%C5%9Fam%C4%B1-neler-ya%C5%9Fand%C4%B1/a-59313315.

[3] DW Türkçe (2021), “Seçim akşamı neler yaşandı?”, 26.09.2021, Erişim Tarihi: 27.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/se%C3%A7im-ak%C5%9Fam%C4%B1-neler-ya%C5%9Fand%C4%B1/a-59313315.

23 Eylül 2021 Perşembe

Une nouvelle star de la politique turque : Le maire d'İstanbul Ekrem İmamoğlu


Tout d’abord, comme la Turquie marche vers le 100ieme anniversaire du régime républicain, la lutte menée de deux camps politiques pour prendre les rênes de l’Etat commence à se réchauffer : d’un côté, le Président Recep Tayyip Erdoğan et son parti islamoconservateur l’AKP (Parti de la justice et de développement) et d’autre côté, le parti pro-séculaire le CHP (Parti républicain du peuple) et le maire d’Istanbul Ekrem İmamoğlu. Même s’il est une nouvelle figure très jeune dans la vie politique de la Turquie, avec sa récente visite de Grèce, İmamoğlu a pu attirer l’attention de la média turque et internationale et a mis en évidence son audace et son courage pour gouverner la Turquie. Dans cet article, je vais faire un résumé de la vie personnelle et politique d’Ekrem İmamoğlu et en plus, je vais essayer d’analyser sa vision du monde.

Ekrem İmamoğlu est né en 1970 à Akçaabat, Trabzon dans un petit village origine de Karadeniz (la région de Mer Noire), Cevizli. Il provient d’une famille musulmane et de classe moyenne. La vie, dans les villages situés dans la région de la mer Noire sont souvent caractérisée par l’agriculture et l’élevage d’animaux, voire notamment accompagnée par une forte coutume religieuse. Quand İmamoğlu avait 4 ans, il avait assisté aux cours de Coran et donc a appris à lire le Coran écrit par les lettres arabes. Le père d’Ekrem İmamoğlu, Hasan İmamoğlu était un commerçant et sa mère était fermière. Hasan İmamoğlu était aussi l’un des fondateurs de la branche du parti du centre de l’ANAP (Parti de la mère patrie) en Akçaabat. Alors c’est clair que la famille İmamoğlu était proche à la tradition de centre-droit de Turgut Özal en Turquie; musulmane modéré, nationaliste mais libérale aussi. Par ailleurs, İmamoğlu avait fini le Collège de Trabzon. Pendant les années qu’il a passés au collège, il a joué le football et le handball. L’équipe de football de la ville Trabzon, autrement dite, Trabzonspor, c’était un club très connu, qui avait dominé la ligue entre 1970-1980 et avait laissé une bonne impression dans l’esprit des gens au niveau de qualité de foot dont il avait fait preuve. Trabzonspor a gagné plusieurs championnats dans cette période-là en ayant vaincues les clubs trop riches à İstanbul comme Galatasaray, Fenerbahçe et Beşiktaş. Pour cela, le jeune İmamoğlu était devenu un spectateur de football et un fan de Trabzonspor. Apres avoir passé l’examen, il a commencé à étudier la gestion au nord du Chypre (la République de Chypre du Nord, un état de facto qui est officiellement connu seulement par la Turquie) à l’Université Américaine à Kyrenia (Girne). Après deux ans passés en Chypre, il a continué son éducation dans l’Université d’Istanbul. En 1994, il a terminé le département de gestion là-bas. En 1995, il a terminé le programme de master des ressources humaines en l’Université d’Istanbul. Par la suite, Il s’est marié avec Dilek İmamoğlu en 1995. Aujourd’hui, le couple İmamoğlu a 3 enfants : deux garçons et une fille. En outre, İmamoğlu est devenu le successeur de son père qui était dans le secteur de construction auparavant et devenu riche.

İmamoğlu a commencé à être intéressé par la vie politique turque quand il était en Chypre. Il s’est identifié comme un social-démocrate et est donc devenu un membre de CHP en 2008 lors que le parti était dirigé par Deniz Baykal. Grâce à son énergie et charisme, il a commencé à monter en grade dans la vie politique plus rapidement que d’habitude. En 2009, il était devenu le chef de l’organisation jeunesse de CHP. En même temps, Baykal a affecté İmamoğlu à la présidence départementale à Beylikdüzü. A travers cette occasion, İmamoğlu a réorganisé le département provincial du parti à Beylikdüzü et a créé une équipe jeune et vive. Le nouveau leader du parti, Kemal Kılıçdaroğlu a aussi aimé le style et les activités d’İmamoğlu et il n’a même pas hésité à prononcer son nom pour qu’il puisse être le candidat dans l’élection municipale de 2014. Alors, İmamoğlu a gagné sa première victoire en 2014 à Beylikdüzü avec 50.44 % des voix contre le candidat de l’AKP. Sous le titre du maire de Beylikdüzü, il a fait des bonnes choses. Beylikdüzü est maintenant devenu l’un des districts qui se développent le plus rapidement en Istanbul avec de nouvelles résidences et centre commerciaux etc. Même qu’İmamoğlu n’est pas encore très bien connu par les gens, le chef du parti Kemal Kılıçdaroğlu a décidé de choisir İmamoğlu comme le candidat à la mairie d’İstanbul en 2019. Le candidat rival d’İmamoğlu était Binali Yıldırım, le dernier premier ministre et l’ancien ministre de Transportation. Comme l’économie de la Turquie allait mieux avant la pandémie, l’AKP était plus fort. En plus, les souvenirs de la tentative de coup d’état du 15 juillet en 2016 étaient encore touchants. Alors, c’était à peu près impossible qu’İmamoglu ait gagné les élections. Malgré une situation semblant désavantageuse pour lui, il a réussi de s’approprier les votes des électeurs non-conventionnels de CHP comme les Kurdes et les gens conservateurs. Cependant, İmamoğlu a gagné l’élection municipale avec une petite différence de 16,000 voix. Mais le YSK (le Council suprême électorale) a annulé l’élection. Cette décision a fait qu’İmamoğlu soit une figure très connue et victimisé au sein de la société. Alors, dans deux mois, l’élection municipale à İstanbul s’est réorganisée. Mais İmamoğlu, lui, a gagné avec plus de 800,000 voix d’écart cette fois-ci. Depuis 2019, Ekrem İmamoğlu effectue la fonction du maire d’Istanbul. Il fait de bonnes choses mais le gouvernement ne veut pas aider İmamoğlu pour lui empêcher de devenir une nouvelle star politique. Selon plusieurs analystes, İmamoğlu peut devenir le candidat de CHP dans l’élection présidentiel qui aurait dû se dérouler normalement en 2023.

Alors comment on peut analyser le style de leadership d’Ekrem İmamoğlu? Certes, une chose est sure et nette : İmamoğlu est calme mais aussi combattif. Quand l’élection municipale en 2019 était annulée, İmamoğlu n’a cessé jamais de proclamer sa victoire et n’a jamais fait des concessions. Donc, les électeurs d’Istanbul ont couronné son combat après quelques mois. Grace à une victoire écrasante, il est maintenant une star politique. Les partisans de l’AKP et les journalistes pro-gouvernementaux essayent toujours de remettre en cause sa position légitime et lui font passer des messages immoraux ; mais il reste toujours calme et maitrise ses réactions. Malgré tout cela, il sait bien rester gentil. La vrai ligne politique d’Ekrem İmamoglu est encore non identifié; mais ses messages politiques nous dessinent un portrait d’une personnalité sociale-démocrate et pro-européenne. Je pense qu’il peut réactiver le processus de l’adhésion à l’Union Européenne s’il devient le président de la Turquie. Il a aussi de bonnes expériences concernant les municipalités et il peut guider et organiser la transformation urbaine d’Istanbul et des autres villes de la Turquie. Comme il connait bien l’industrie de la construction, il peut bien diriger l’économie aussi. Mais bien sûr, pour rejoindre les électorats, İmamoğlu doit préparer un programme politique concernant les sujets plus difficiles et chroniques comme la question kurde et le problème de reconnaissance de Chypre.

Finalement, je pense que Monsieur Ekrem İmamoğlu est le candidat idéal pour l’opposition. Avec sa famille moderne et sa personnalité sincère, il peut devenir le 13ieme Président de la Turquie. Mais bien sure le President Erdoğan a aussi encore beaucoup de chance contre lui comme il est le chef du pays depuis 2003 et est connu toujours fort pour les électorats.

Correcteur d’orthographe et de grammaire : Berkay TEMEL

Dr. Ozan ÖRMECİ

22 Eylül 2021 Çarşamba

A New Political Star is Rising in Turkey: The Story of Istanbul Mayor Ekrem İmamoğlu


Introduction

As the Republic of Turkey’s 100 years anniversary approaches, the struggle on the soul of Turkey intensifies with the rising competition in politics mainly between two blocs: the governing Islamist/conservative AK Parti (Justice and Development Party) and its undisputed charismatic leader Recep Tayyip Erdoğan and the main opposition party -pro-secular and social democratic- CHP (Republican People’s Party) and its Istanbul Mayor Ekrem İmamoğlu. Although he is a relatively new figure in Turkish politics, with his recent Greece visit[1], İmamoğlu has become an important international political actor recently. It should be also noted that İmamoğlu is the Mayor of İstanbul, the biggest city and the economic capital of Turkey with 16-17 million population and it is not strange for him to attract attention especially remembering the fact that President Erdoğan was also the Mayor of Istanbul (1994-1998) before becoming Prime Minister in 2003. In this piece, I am going to summarize and analyze the life story and the political rise of Ekrem İmamoğlu and I will try to analyze his worldview.

İmamoğlu with the Athenian Mayor Kostas Bakoyannis during his visit to Greece

Life Story of Ekrem İmamoğlu

Born in a small village of Akçaabat, Trabzon in Karadeniz (Black Sea) region in 1970, Ekrem İmamoğlu comes from a modest Muslim Anatolian family.[2] During his childhood, İmamoğlu was raised in Cevizli and Yıldızlı villages, typical small Black Sea villages with pious Muslim population dealing with agriculture and stockbreeding as economic activities. İmamoğlu attended to Quran courses at the age of 4 and learned to read Quran in Arabic. İmamoğlu’s father Hasan İmamoğlu was a tradesman and his mother Hava İmamoğlu was a farmer. Ekrem İmamoğlu’s father Hasan İmamoğlu was one of the founders of center-right Motherland Party’s (ANAP) Trabzon branch in the early 1980s following the September 12, 1980 military coup. The 1980s was the peak of ANAP’s and its leader and former Turkish Prime Minister Turgut Özal’s power and İmamoğlu family was close to the conservative ANAP tradition. Young İmamoğlu was graduated from the Trabzon High School and played football (soccer) and handball during his childhood. Since the city of Trabzon is famous for its football club Trabzonspor which was very successful and popular especially in the 1970s and the 1980s, as a child from Trabzon, İmamoğlu became a Trabzonspor fan. İmamoğlu took his chance for the university examination and began to study in North Cyprus at Girne American University (GAU) Management department. But when his family moved to Istanbul, İmamoğlu continued his education in Istanbul University’s Management department and was graduated from here in 1994 with a BA degree in Management (English). Later he also earned MA degree in Human Resources and Management from the same university. After the university, İmamoğlu engaged in construction business. Since many of the constructors in Istanbul comes from Trabzon or other Black Sea villages and his father already had business experience, he became successful in the construction industry and began to earn more money. In 1995, he married with Dilek İmamoğlu. İmamoğlu family has three children; two boys and a girl.

Dilek İmamoğlu and Ekrem İmamoğlu

Although coming from a conservative center-right family, İmamoğlu learned the basic principles of social democracy when he was a university student in North Cyprus. He later joined CHP in 2008 during the presidency of Deniz Baykal. He was elected the head of the party’s youth branch in 2009. He was also elected by the party administration the district president of Beylikdüzü in the same year. His quick political rise within the CHP was materialized on the basis of his positive energy, charismatic leadership, and hardworking personality. Young İmamoğlu reorganized the party branch in Beylikdüzü and created a young and energetic team. Before the 2014 local elections, party’s new leader Kemal Kılıçdaroğlu chose İmamoğlu as the municipal candidate and with a successful electoral campaign, İmamoğlu was elected the new Mayor of Beylikdüzü with 50.44 % of the total votes. He made Beylikdüzü the fastest growing district of Istanbul and created a good image with his tolerant personality and modern family. CHP leader Kemal Kılıçdaroğlu also liked İmamoğlu’s style and he chose İmamoğlu for the Istanbul municipal race in 2019 although he was almost unknown at that time by the media and most of people outside Beylikdüzü and CHP. İmamoğlu’s competitor was powerful Binali Yıldırım, the former (and the last) Prime Minister and former Minister of Transportation. However, young İmamoğlu and his team organized a very good campaign and established strong links with the untraditional CHP voters such as pious people and Kurds. Thanks to these efforts, in a very surprising way, İmamoğlu won the municipal election with 16,000 votes. However, the Supreme Electoral Council (YSK) later annulled the election. This made İmamoğlu the focal point of Turkish politics and in the second election a few months later, he won this time with 800,000 votes. Since 2019, he has been serving as the Mayor of Istanbul and doing good projects despite of black propaganda and prejudices. With his France visit in 2019, he began to show his skills in diplomacy as well and tried to attract European investors and debtors to Istanbul.[3] He later visited London, participated to a conference at the Chatham House, and met with the London Mayor Sadiq Khan.[4] Lastly, this week he visited Greece and performed a successful diplomatic effort during his meetings with Athens Mayor Kostas Bakoyannis and Greek Prime Minister Kyriakos Mitsotakis. He is often pointed out as a strong potential candidate for the opposition in the 2023 Turkish presidential election due to his high popularity and support among the youth.

Ekrem İmamoğlu and Greek Prime Minister Kyriakos Mitsotakis

Analyzing İmamoğlu’s Political Style

Ekrem İmamoğlu is a pro-European social democrat. But since he comes from a center-right family, İmamoğlu is also familiar with the pious right-wing voters and their cultural world. He is a very modern individual but has a modest personality and he does not make any discrimination against any social groups. He has considerable support among Kurds and Alevis; two important different ethnic/sectarian groups in Turkey. He has also a strong support coming from people who live in Karadeniz (Black Sea) region and Karadeniz immigrants in Istanbul. “Hemşehri” (countryman) networks are very influential in Turkish politics and İmamoğlu represents the Black Sea tradition -similar to President Erdoğan whose family migrated to Istanbul from Rize- within this perspective. He also comes from the construction industry, which is the vanguard economic sector in Turkey in recent years. Since Turkish cities and most importantly Istanbul need urban transformation/gentrification, İmamoğlu’s experience in construction business could help him as a new political leader. Another support to İmamoğlu comes from Turkish Cypriots from the North Cyprus (or the KKTC as a de facto state that is recognized only by Turkey) since he spent a few years there and established good friendships among Turkish Cypriot community. The leader of İYİ Parti (Good Party), which is in alliance with the CHP under the banner of “Millet İttifakı” (People's Alliance), Meral Akşener once described him as the Mehmed the Conqueror due to his surprising victory in Istanbul in 2019.[5] There is no doubt that he is the rising star of Turkish politics since 2019. His peace messages in Greece show the worldview of İmamoğlu, which could be shortly described as European type modern social democracy. Thus, we can confidently say that İmamoğlu is in favour of Turkey’s full accession to European Union (EU). He also has no prejudices or hostilities against any state; he did not make any criticism towards the United States, Russia, China, or any other state until now. But his style makes me conclude that he is more pro-European compared to other political leaders in Turkey.

İmamoğlu’s statements after the annulled election in March 2019

Repeated election made İmamoğlu a political star

İmamoğlu’s success in politics is based on his calm but stubborn personality. When his first victory was unjustly annulled by the YSK, İmamoğlu never gave up. He continued to check all ballots and results and made press declarations until the morning. Since he thought he was right, İmamoğlu never thought of retreating. In the end, Istanbul voters in June made him the new political star of Turkey. Renewing the election was probably President Erdoğan’s biggest mistake in his whole political career because he created a very strong and popular competitor against himself. According to the actual polls organized by İstanbul Ekonomi, in a potential presidential second round election, İmamoğlu would defeat Erdoğan by 51.4 % against 39.9.[6] This shows the strength of İmamoğlu. In addition, İmamoğlu’s style is very calm; in order to make him angry, the voters of other parties or pro-government journalists often ask him tricky questions.[7] But İmamoğlu each time keeps himself calm and never gets angry. He responds to all questions and reactions in a civilized and gentil way. However, İmamoğlu’s views on Turkey’s most important problems such as the Kurdish Question or the Cyprus Problem are still unknown. Thus, in case he becomes a presidential candidate, İmamoğlu has to prepare a detailed programme for such issues in addition to Turkey’s economic problems. But one thing is sure: İmamoğlu has a great potential for becoming a strong and charismatic leader. So far there are only two books written for studying the phenomenon of İmamoğlu.[8] However, these books are more of a public relations effort rather than scientific analyses.

Conclusion

Finally, I think Ekrem İmamoğlu will be the opposition bloc’s joint candidate in the 2023 Turkish presidential election. That is why, we need to research and understand İmamoğlu’s views better and İmamoğlu has to set up an academic team to govern Turkey. Because although ruling Istanbul is almost equally difficult as ruling Turkey, for sure, to deal with national politics instead of local politics, one has to develop himself in Political Science and International Relations as well.

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ

 

[1] To read some news related to this visit, see;

[2] Ekrem İmamoğlu’s biography can be read from these sites:

[3] https://www.amerikaninsesi.com/a/ekrem-imamoglu-pariste-yat%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1-gorustu/5106417.html.

[4] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/ekrem-imamoglu-londra-belediye-baskani-sadik-hanla-gorustu/1645845.

[5] https://www.ekathimerini.com/opinion/interviews/1168204/a-mayor-with-a-big-dream-for-turkey/.

[6] https://www.turkiyeraporu.com/arastirma/cumhurbaskanligi-secimlerinde-hangi-isimler-one-cikiyor-4477/.

[7] For some examples;

[8] - https://www.idefix.com/ekitap/ekrem-mamoglu-nu-tanyalm

- https://www.idefix.com/Kitap/Benim-Sevgili-Baskanim-Ekrem-Imamoglu/Edebiyat/Biyografi-Oto-Biyografi/urunno=0001819745001.


17 Eylül 2021 Cuma

Valerie Bunce ve Sharon Wolchik’in ‘Defeating Authoritarian Leaders in Postcommunist Countries’ Eserlerinde Azerbaycan

 

Siyaset Bilimi’nde Karşılaştırmalı Politika (Comparative Politics) alanında en önemli konu başlıklarından birisi olan “demokratikleşme” (democratization) literatüründe, Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan ve kendilerine özgü rejimler kurmaya başlayan post-komünist (komünizm sonrası) ülkelerin yaşadıkları tecrübeler haliyle akademisyen ve araştırmacıların büyük ilgisini çekmektedir. Bunun temel sebebi, kuşkusuz, bu ülkelerin birbirlerinden çok farklı yönlerde ilerlemeleri ve kimi eski komünist ülkelerin Avrupa Birliği (AB) üyesi olacak kadar aşama kaydetmelerine karşın, kimilerinin de eski sistemin devamı niteliğinde otoriter veya totaliter yeni rejimler inşa etmeleridir.

Bu konuda yazılmış değerli bir çalışma ise, Amerikalı akademisyenler Valerie Bunce (daha çok Valerie J. Bunce olarak geçiyor literatürde ismi) ve Sharon Wolchik veya Sharon L. Wolchik tarafından yazılmış olan 2011 Cambridge University Press basımı Defeating Authoritarian Leaders in Postcommunist Countries (Post-Komünist Ülkelerde Otoriter Liderleri Mağlup Etmek) adlı eserdir.[1] Bu yazıda, 396 sayfalık eserin tamamı açıklanmayacak olup, kitabın 2. bölümü olan “Case Studies” (Vaka Analizleri) bölümünün 7. altbaşlığında yer alan “Failed Cases: Azerbaijan, Armenia, and Belarus” (Başarısız Vakalar: Azerbaycan, Ermenistan ve Beyaz Rusya) bölümünde dost ve kardeş ülke Azerbaycan hakkında yazılanlar özetlenerek, Rusya’nın yakın coğrafyasındaki bu ülkede yaşanan demokratikleşme girişimleri ve bunun neden başarısız olduğu konusundaki fikirler özetlenecek ve tartışılacaktır.

Defeating Authoritarian Leaders in Postcommunist Countries

Yazarlara göre, 2005 Azerbaycan seçimleri, 2004 yılında Gürcistan ve Ukrayna’da başlayan ve kısaca “Turuncu Devrim” veya “Renkli Devrimler” olarak adlandırılan sürecin de etkisiyle, daha rekabetçi bir ortamda geçmiştir. Nitekim seçim sonucunda Aliyev’in Yeni Azerbaycan Partisi’nin (YAP) Azerbaycan Milli Meclisi’ndeki sandalye sayısı 72’den 57’ye düşerken, İsa Kamber (İsa Gamber) liderliğindeki Müsavat Partisi’nin sandalye sayısı 2’den 5’e çıkmıştır. Buna rağmen, seçimler, Azerbaycan’da devlet ve halkın büyük bölümünün renkli devrim sürecinin bir benzerini ülkelerinde yaşamak istememelerinin de etkisiyle, 2003 yılında babasının ardından Cumhurbaşkanı seçilen İlham Aliyev’in gücünü konsolide etmesiyle neticelenmiştir.

Ayaz Muttalibov

Valerie J. Bunce ve Sharon L. Wolchik'e göre, Azerbaycan, komünizmin çökmesinin ardından 1990’ların başında görece demokratik bir süreçten geçmiştir. Bu dönemde, 1990 yılında Devlet Başkanlığı sistemi kurulurken Meclis tarafından ilk Cumhurbaşkanı seçilen ve 8 Eylül 1991 tarihindeki ilk Cumhurbaşkanlığı seçimlerine tek aday olarak girerek kazanan Ayaz Niyazi Muttalibov’un (Ayaz Muttalibov veya Ayaz Mutallibov olarak da geçmektedir ismi) istifasının ardından, 7 Haziran 1992 tarihinde yapılan seçimi yüzde 59,4 oy alarak kazanan Azerbaycan Halk Cephesi ve Azatlık Hareketi’nin lideri Ebulfez Elçibey Azerbaycan’ın ikinci Cumhurbaşkanı olmuştur. Diğer aday Nizami Süleymanov’un oy oranı ise yüzde 33 düzeyinde kalmıştır. Ancak bir devlet adamından ziyade romantik bir Türkçü ve milliyetçi olan Elçibey’in Dağlık Karabağ’da yaşanan gelişmeler ve Karabağ Sorunu karşısında etkin bir siyaset geliştirememesi neticesinde ülkedeki desteği azalmış ve Ağustos 1993’de yapılan halk oylaması sonucu Elçibey`in Cumhurbaşkanlığı görevi resmen düşürülerek, 3 Ekim 1993’de bir kez daha olağanüstü seçimlere gidilmiştir. Yazarlara göre, bu süreç, Sovyetler Birliği zamanında Politbüro’da görev yapmış çok etkili bir kişi olan Haydar Aliyev’in Dağlık Karabağ’daki hezimeti fırsat bilerek Elçibey ve ekibine karşı devlet içerisinde yapmış olduğu darbenin bir sonucudur. Neticede, 3 Ekim 1993 seçimlerinde Haydar Aliyev yüzde 98,8 oyla Azerbaycan’ın üçüncü Cumhurbaşkanı seçilirken, seçime katılan diğer iki aday olan Zakir Tağiyev ve Kerrar Abilov hemen hemen hiç varlık gösterememişlerdir.

Ebulfez Elçibey

Haydar Aliyev, yazarlara göre, 10 yıllık iktidarında akılcı politikalar uygulayarak yerini sağlamlaştırmış ve ülkedeki otoriter rejimin kurumsallaşmasını sağlamıştır. Bu politikaların özünü ise; yandaş ve destekçileri ödüllendirmek, muhalifleri bölmeye çalışmak ve cezalandırmak ve Azerbaycan milliyetçiliği ile devlet ve liderliğe olan sadakati arttırmak gibi taktikler oluşturmuştur. Aliyev, ayrıca petrol ve doğalgaz gelirlerine dayalı olarak bir siyasi ve ekonomik patronaj sistemi oluşturmuş ve bu sayede muhalefetin etkili olmasını önlemeyi başarmıştır. Baba Aliyev, iktidarı süresince 11 Ekim 1998’de yapılan seçimlerde yüzde 76,1 oyla tekrar seçilmeyi de başarmıştır.

Haydar Aliyev

2003 yılında babasının hasta olduğu dönemde ilk kez Cumhurbaşkanı seçilen İlham Aliyev ise, iktidara geçtiğinde kendisini oldukça zor bir konumda bulmuştur. Moskova’da eğitim alan ve 1985-1990 yılları arasında Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalışan oğul Aliyev, kendisine yakın bir patronaj ağı kurmasına karşın, 2005 seçimlerine kadar ülkede tam anlamıyla hâkimiyet sağlamayı başaramamıştır. Nitekim babasından daha demokratik bir rejim kurması beklenen Aliyev, bunun aksine, 2003-2005 döneminde ülkedeki demokrasi ve özgürlük çıtasını düşürmüş ve uluslararası kuruluşlara göre baba Aliyev döneminde “kısmen özgür” (partly free) ülkeler listesinde olan Azerbaycan, 2005 yılında “özgür değil” (not free) kümesine gerilemiştir. Bunce ve Wolchik’e göre, Aliyev, babası gibi ekonomik gelirleri ve devlet mekanizmasını kullanarak gücünü konsolide etmiş ve aile bağları ve bölgesel ilişkileri (hemşehrilik ağları) de kullanarak güçlü bir liderlik zemini oluşturmuştur. Aliyev, ayrıca ekonomide de iyi bir performans gösterek ülkesini geliştirince, ilk yıllarda oldukça zayıf olan liderliği zamanla güçlenmeye ve kök salmaya başlamıştır. Ayrıca, oğul Aliyev, Dağlık Karabağ Sorunu ve Ermeni işgalinin yarattığı mağdur imajı ve hoşnutsuzluğu da devlete ve kendisine yönelik sadakati arttırmada ustaca değerlendirmiştir. Muhaliflere göre, Aliyev rejimi, aile bağları ve Karabağ ve Ermenistan’dan gelen Azerbaycanlıların ön planda olduğu hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Bunun dışında devlet katında çok yaygın rüşvet uygulaması olduğu için (Uluslararası Şeffaflık Ajansı-Transparency International, Azerbaycan’ı 2005 yılında 159 ülke arasında 139. sıraya koymuştur), devlet memurları arasında bir dayanışma ağı da ortaya çıkmıştır.  Bunun yanı sıra, oğul Aliyev döneminde muhaliflere yönelik baskı ve yıldırma politikaları da artmıştır. Öyle ki, 2003 Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 76,84 oy alan Aliyev’in ardından yüzde 14 oyla ikinci olan Müsavat Partisi lideri ve Meclis Başkanı İsa Kamber’in dövülmesi ve tutuklanması gibi olaylar, Aliyev’in rakipleri karşısında zaman zaman sert taktiklere de başvurabildiğini göstermektedir. Bunun yanı sıra, Batı dünyası ile babasına kıyasla daha yakın ilişkiler kurmaya çalışan oğul Aliyev, 2005 parlamento seçimleri öncesinde bazı -yazarlara göre büyük ölçüde kozmetik- değişiklikler de yaparak, uluslararası baskıları göğüslemeye çalışmıştır. Buna rağmen, 2005 parlamento seçimleri öncesinde muhalefeti zayıflatmak adına eski Meclis Başkanı Resul Guliyev’in ülkeye girişine izin vermeyen ve Ermenistan istihbarat servisi ile birlikte çalıştığını iddia ettiği Yeni Fikir hareketinin lideri Ruslan Beşirli’nin tutuklanmasını sağlayan Aliyev, muhalefetin mitinglerini de engellemek konusunda devlet güçlerini kullanmıştır. Kitapta incelenen demokratikleşme süreçlerinin başarılı olduğu diğer ülkelerin aksine, Azerbaycan’da devlet güçlerinin (polis, ordu, istihbarat) rejime sadık kalmaları ve muhalefeti bastırmada tereddüt etmemeleri de Azerbaycan’da Aliyev’in otoritesinin perçinlenmesine katkıda bulunmuştur. 2005 seçimleri öncesinde muhalefet ise Azatlık İttifakı çatısı altında güç birliğine gitmiş ve Azerbaycan Demokrat Partisi, Azerbaycan Halk Cephesi Partisi ve Müsavat Partisi’nin oluşturduğu bu ittifakla Aliyev ve YAP karşısında varlık göstermeye çalışmıştır. Ancak muhalefetin etkin ekonomik ve siyasi gücü olmadığı için, seçimde varlık göstermesi de mümkün olmamış ve neticede seçimden Aliyev güçlenerek çıkmıştır. Ülke içerisinde demir yumruğunu gittikçe daha da fazla kabul ettiren Aliyev, 15 Ekim 2008’de oy oranını yüzde 84,34’e çıkararak ikinci defa Cumhurbaşkanlığı görevine seçilmiştir. Aliyev’in ardından ikinci sırada yer alan Ümit Partisi lideri İkbal Ağazade’nin oy oranının sadece yüzde 2,82 düzeyinde kaldığını, ancak bu seçimi ana muhalefet partilerinin boykot ettiğini de hatırlatmak gerekir.

İlham Aliyev

Yazarlar, Azerbaycan ve diğer ülkelerdeki demokratikleşme çabalarını incelerken, dış aktörlerin tavrını ve etkilerini de değerlendirmeye almaktadırlar. Öyle ki, Azerbaycan özelinde Rusya Federasyonu (Rusya), Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve diğer Batılı ülkeler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve genelde Batılı hükümetler ya da sivil toplum kuruluşlarının fonladığı Azerbaycan merkezli sivil toplum kuruluşları ve medya kuruluşları da bu süreçte önemli roller oynamışlardır. Dağlık Karabağ Sorunu’nda Ermenistan’a yakın duran Rusya, buna karşın Azerbaycan iç siyasetinde de daima en etkin güçlerden olmuş ve bu ülkeyi kaybetmemeye çalışmıştır. Kitabın yazarlarının mülakat yaptığı muhalif liderlere göre, İlham Aliyev, gücünü büyük ölçüde Rusya ile dengeli ilişkiler kurabilmesi ve bu ülkeyi tamamen karşısına almamaya borçludur ve Moskova da Aliyev rejimine yatırım yaparak Azerbaycan’ın Batı dünyasına yanaşmasını engelleyebilmektedir. Muhalefetin genelde Batı destekli ve fonlu olması da Rusya’nın Aliyev’e destek vermesinde kuşkusuz önemli bir etkendir. Bu bağlamda, örneğin, Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı-USAID’in 2003-2005 döneminde Azerbaycan’a önemli ölçüde kaynak ve fon sağladığı bilinmektedir. Buna rağmen, yazarlar, ABD’nin Azerbaycan’a yönelik politikasının “rejim değişikliği” amacı gütmediğini iddia etmektedirler. Bunun yerine, muhalefeti güçlendirerek Azerbaycan’ın zaman içerisinde demokratikleşebilmesi yönünde politikalar üretmek isteyen Washington, bu doğrultuda muhalif liderlerle birçok görüşme ve etkinlik gerçekleştirmiş, ancak bunda istenen neticelere ulaşamamıştır. Bu bağlamda, ABD’nin 2005 seçimlerini önceki seçimlere göre bazı konularda ilerleme kaydedilen bir seçim süreci olarak değerlendirmesi, ancak AGİT’in seçimlerin uluslararası standartlara uygun olmadığını ifade etmesi dikkat çekicidir.

Sonuç olarak, yazarların 2011 tarihli araştırma kitaplarında demokratikleşme konusunda başarısız bir örnek olarak ele aldıkları Azerbaycan, İlham Aliyev’in liderliğinde 2020 Dağlık Karabağ Savaşı’nda üstün bir başarı göstermiş ve topraklarının neredeyse tamamını geri almıştır. Üstelik, Azerbaycan, Ermenistan’ın savaşa Rusya’yı da dahil etmek için uyguladığı kirli taktiklere de cevap vermemiştir. İlham Aliyev, bu süreçte olgun liderliği ile iyice halkın gözüne girerken, Azerbaycan’ın ekonomik ve demokratik gelişimi de planlı-programlı ve dikkatli bir şekilde devam etmektedir. Batılı akademisyenlerin anlayamadıkları husus ise, Sovyet coğrafyasındaki ülkelerde ani demokratikleşme hamlelerinin farklı siyasi kültür ve toplumsal yapı nedeniyle zaman içerisinde geriye dönüşlere (Polonya, Macaristan örnekleri) neden olabildiği ve dahası, Azerbaycan gibi enerji gelirlerine dayalı devletlerde demokratikleşmeyi engelleyen ve otoriter rejimleri kalıcı hale getiren "kaynak laneti" (resource curse) ve "rantiye devlet" (rentier state) modeli kolaylıkla ortaya çıkabildiği için, Azerbaycanlı karar alıcılar ve aydınların demokratikleşme sürecini ve ülke ekonomisinin çeşitlendirilerek serbest piyasa ekonomisi düzeninin tesis edilmesini belli bir zaman akışı içerisinde ve yavaş yavaş uygulamaya sokmak istemeleridir. Bu bağlamda, liderliği iyice güçlenen İlham Aliyev’in ülkesinde demokratik reformlara devam etmesi ve 2030’larda Azerbaycan’ın Batılı standartlarda çok partili bir demokrasiye dönüşmesi en büyük dileğimizdir. Benzer şekilde, Dağlık Karabağ Sorunu çözüldükten sonra Azerbaycan’ın Ermenistan’la barış yapması da bizi memnun edecektir. Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki, 2008'de ABD'ye güvenerek hareket eden Gürcistan lideri Mihail Saakaşvili de, 2020'de Avrupa'ya güvenen Ermenistan lideri Nikol Paşinyan da başarısız olmuşlardır ve Kafkasya ve post-Sovyet coğrafyasında Rusya'yı düşman görerek hareket eden liderlerin başarı şansı oldukça azdır. Bu nedenle, Aliyev'in denge politikasını Rusya yanlılığından ziyade, akılcı temelde yorumlamak gerekir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Kitabı buradan alabilirsiniz; https://www.cambridge.org/tr/academic/subjects/politics-international-relations/comparative-politics/defeating-authoritarian-leaders-postcommunist-countries.


16 Eylül 2021 Perşembe

ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya’dan AUKUS Girişimi


Giriş

Çin’in son yıllardaki ekonomik başarısı ve buna paralel olarak gelişen siyasal yükselişi karşısında yıllardır politikalar geliştirmeye çalışan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Barack Obama döneminde uygulanan "Pivot to Asia" politikası ve Donald Trump döneminde başlatılan ticaret savaşlarının ardından, Joe Biden Başkanlığında AUKUS adlı bir güvenlik ittifakı girişimini hayata geçirmeye hazırlanıyor. Bu yazıda, AUKUS girişimi hakkında bilinenleri özetlemeye çalışacağım.

AUKUS Girişimi Basın Toplantısı

15 Eylül 2021 tarihinde ABD Başkanı Joe Biden’ın Beyaz Saray’da yaptığı ve Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson ile Avustralya Başbakanı Scott Morrison’ın da çevrimiçi olarak katıldığı basın toplantısıyla açıklanan AUKUS girişimi, adı Avustralya (AU), Birleşik Krallık (US) ve ABD (US) üçlüsünün adlarının kısaltmalarından oluşturulmuş yeni bir güvenlik paktını ifade ediyor. Anlaşmayı yorumlayan uzmanlar, bu girişimin Hint Pasifik bölgesinde Çin’in artan askeri etkinliğine karşı yapıldığını ifade ederken[1], anlaşma kapsamındaki en önemli gelişmenin ABD ve Birleşik Krallık’ın Avustralya’nın konvansiyonel silahlı nükleer enerjili denizaltı edinmesi kapsamında destekleyici adımlar atması olduğu ifade ediliyor.[2] Bunun yanında, üç ülke arasında siber güvenlik, yapay zeka ve kuantum teknolojisi gibi konularda da işbirliğinin önümüzdeki dönemde ilerletileceği belirtiliyor.[3]

Basın toplantısının kaydı

Yapılan basın toplantısında ilk konuşmacı olan Avustralya Başbakanı Scott Morrison, üç devletin her zaman dünyaya benzer perspektiflerden baktıklarını belirterek, işbirliklerini bu anlaşmayla yeni bir aşamaya taşıdıklarını belirtti. Morrison, ayrıca, Hint Pasifik bölgesindeki gelişmelerin demokrasi, insan onuru, hukuk devleti ve devletlerin egemenlikleri gibi ilkelere göre hareket eden her üç ülkenin geleceğini de yakından ilgilendireceğini belirterek, bu anlaşmayla bilim insanları ve savunma sanayileri arasında işbirliğinin gelişeceğini vurguladı. Bu kapsamda ilk büyük adımın ülkesinin nükleer enerjili denizaltı edinmesi olacağını da söyleyen Morrison, buna karşın ülkesinin nükleer silahların yayılmasına karşı olduğunun altını çizdi.

Daha sonra konuşmasına başlayan Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson ise, AUKUS girişiminin temel amacının Hint Pasifik bölgesinde güvenlik ve istikrarı sağlamak olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasında, ilk iş olarak Avustralya’nın nükleer enerjili denizaltı filosu edinmesi için harekete geçeceklerini, ancak bu denizaltıların nükleer enerjiyle çalışan ve nükleer silah (başlık) taşımayan araçlar olacağını vurguladı. Bu sayede Birleşik Krallık’ta yeni işler yaratılacağını ve teknolojik gelişmelerin hızlanacağını da iddia eden Johnson, anlaşma sayesinde üç ülke arasındaki yakınlaşmanın daha da artacağını da özellikle vurguladı.

Toplantının son konuşmacısı olan ABD Başkanı Joe Biden da, benzer şekilde, üç ülke arasında derin ve köklü ilişkiler olduğunu belirterek, bu anlaşmayla 21. yüzyıla daha güvenli gireceklerini belirtti. Bu anlaşmayla Hint Pasifik bölgesinde yalnızca şimdiki tehditlere karşı değil, gelecekte gelişebilecek tehditlere karşı da işbirliğine yöneldiklerini belirten Biden, ayrıca Avrupalı müttefikler ve özellikle de bölgede kayda değer bir askeri varlığı olan Fransa’nın da bu ittifaka dahil olarak düşünülebileceğini iddia etti. Biden, ayrıca, aynı Johnson gibi Avustralya’nın alacağı denizaltıların nükleer silahlı değil, nükleer enerjiyle çalışan konvansiyonel silahlı olacağının altını çizdi. Biden, son olarak, ABD’nin bölgede ASEAN ve QUAD gibi örgütlerle de çalışmaya devam edeceğini ilan etti.

Analiz

Öncelikle, ABD, Avustralya ve Birleşik Krallık gibi Anglo Sakson devletlerin, küresel siyasette bölgesel işbirliğinin giderek derinleştiği ve Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrıldığı bir dönemde güvenlik, siyasi ve ekonomik işbirliklerini geliştirmelerinin doğal olduğu belirtilebilir. Ayrıca her üç liderin de konuşmasında Çin’in isminin açıkça ifade edilmemiş olması altı çizilmesi gereken bir husustur. Fakat bu anlaşmanın Çin’e karşı yapıldığı gayet iyi anlaşılabilir ve öngörülebilir bir durumdur. Bu noktada, Biden ve diğer Anglo Sakson liderlerin demokratik değer ve kültürlerini ortak kriterleri olarak belirtmelerine karşın, Çin’den kaynaklanan tehditlerin ne olduğu konusunda detay vermemeleri bence akıl karıştırıcı bir unsur. Çin’in bölgede Japonya, Güney Kore veya Tayvan gibi ülkelere saldırmasından mı endişe ediliyor, ya da Çin’in Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD’ye yönelik tehditleri mi söz konusu, bu konuda bence uluslararası kamuoyuna daha iyi bir izahat verilebilir ve eldeki deliller (eğer varsa) sunulabilir.

Bu bağlamda, birbirine kültürel açıdan benzer olan bu ülkelerin özellikle de Transatlantik ilişkilerin pek de iyi gitmediği bir dönemde işbirliği içerisine girme çabalarının yanı sıra, Carl Schmitt vari bir yöntemle, Çin’i düşman ilan ederek bu noktada içeride birlik ve dirliği sağlamaya çalıştıkları da düşünülebilir. Alman düşünür Schmitt’in yıllar önce vurguladığı üzere, siyasal olan, temelde dost ve düşman ayrışmasının yapılmasına dayalıdır ve Batılı ülkelerce -Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği tehdidi ve 1991 sonrasındaki acımasız diktatörler ve radikal İslam tehdidinden sonra- 2020’lerde yeni tehdidin Çin olarak seçildiği iddia edilebilir. Bence de, Çin’in Çin Komünist Partisi (ÇKP) tarafından yönetilen tek partili otoriter bir rejim olarak Batı dünyasında idealize edilmemesi doğaldır. Lakin Çin’deki rejimin özgür dünyaya ne gibi riskler oluşturduğu kanımca daha iyi ifade edilmelidir. Yoksa, bu girişim, savunma sanayisini canlandırmak için sanal bir düşmana karşı yaratılmış içi boş bir ittifak olarak kalacaktır. Zira Rusya’nın aksine, Çin, bugüne kadar komşularına ya da diğer devletlere karşı herhangi bir saldırgan tavır içerisine girmemiştir. Tarihte de, Çin’in Japonya’ya değil, Japonya’nın Çin’e saldırıları olmuştur. Bu bağlamda, Çin’deki otoriter rejimi o topluma özgü bir farklılık olarak görüp değerlendirmek ve otomatik olarak düşman ilan etmemek daha akılcı bir yaklaşım da olabilir. Zira Başkan Biden’ın konuşmasında belirttiği serbest ticaret konusunda, ilginçtir ki, Pekin yönetimi, Batılı ülkelerden daha açık fikirli davranmakta ve Kuşak Yol İnisiyatifi ile küresel ticareti canlandırmaya çalışmaktadır. Gariptir ki, bu konuda serbest ticarete engeller çıkaran ise ABD ve diğer Batılı ülkelerdir. Bu bağlamda, Çin konusunda kimin haklı olduğunu elbette zaman gösterecektir. Ancak 11 Eylül saldırılarının 20. yıldönümünde, 2003 Irak Savaşı öncesinde ortaya atılan kitle imha silahları iddiasının yalan olduğunu da hatırlayacak olursak, Batılı siyasetçilerin iddiaları konusunda temkinli olmakta fayda vardır. Son olarak, bu anlaşmayla Avustralya'nın daha önce Fransa ile yapmış olduğu denizaltı anlaşmasından caydığı ve Fransa'ya karşı bir hamle yaptığı söylenebilir ki, Paris de bu gelişmeden kuşkusuz memnun olmayacaktır. 

Sonuç

Sonuç olarak, AUKUS girişimi, 21. yüzyılda yönünü iyice Asya Pasifik’e çeviren ve Çin yükselişine odaklanan ABD’nin başını çektiği, AB’den Brexit süreci ile ayrılınca müttefik arayışına girişen Birleşik Krallık ile Çin'e en yakın Batılı devlet olan Avustralya’nın da dahil olduğu kayda değer bir savunma ittifakıdır. Ayrıca Avustralya’nın denizaltı edinmesi, Avustralya’ya saldırmak gibi bir düşüncesi olmayan Çin için olumsuz bir gelişme değilse bile, elbette Pekin de, kendi bölgesinde askeri üstünlüğünün olması adına yeni dönemde askeri harcamalarını özellikle deniz kuvvetleri bağlamında arttırabilir. Bu gelişmeler, kuşkusuz, Japonya’nın, Güney Kore'nin ve Kuzey Kore'nin de askeri yatırım ve harcamalarının artmasına neden olabilir ve bölge genelinde savunma sanayisi adına önemli kazanımlara neden olabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA

[1] BBC (2021), “Aukus: UK, US and Australia launch pact to counter China”, 16.09.2021, Erişim Tarihi: 16.09.2021, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-58564837.

[2] HaberTürk (2021), “İngiltere, ABD ve Avustralya, Çin'e karşı 'AUKUS' adlı güvenlik anlaşmasına vardı”, 16.09.2021, Erişim Tarihi: 16.09.2021, Erişim Adresi: https://www.haberturk.com/ingiltere-abd-ve-avustralya-cin-e-karsi-aukus-adli-guvenlik-anlasmasina-vardi-3192975.

[3] A.g.e.


14 Eylül 2021 Salı

Yeni Makale: "12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Sonrası Türkiye'deki Sol Oyların Yıllar İçerisindeki Seyri"

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Sonrası Türkiye'deki Sol Oyların Yıllar İçerisindeki Seyri" adlı makalesi, İstanbul Kent Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi'nin 2. cilt 2 nolu sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleyi okuyabilirsiniz.

10 Eylül 2021 Cuma

2021 Almanya Federal Seçimleri Yaklaşıyor

 

Giriş

Avrupa’nın lider devletlerinden ve Türkiye ekonomisi açısından dünyadaki en önemli ülkelerden birisi olan Almanya’da, yaklaşık 16 yıldır Başbakanlık görevini sürdüren Hıristiyan Birlik Partisi (CDU) lideri Angela Merkel’in aktif siyasete veda edeceğini ilan etmesinin ardından, ülkede, 2021 federal seçimleriyle birlikte yeni bir dönem başlayacak. 26 Eylül 2021 tarihinde ülke genelinde yapılacak olan federal seçimlerde, Almanya Federal Meclisi Bundestag’ın yeni dönem temsilcileri ve meclis kompozisyonuna bağlı olarak yeni hükümet ve Başbakan belli olacak. Bu yazıda, 2021 Almanya genel seçimleri hakkında uluslararası basında ve Türkiye’de yazılanları özetleyecek ve seçim öncesindeki son anketleri yorumlayarak, seçim sonrasında nasıl bir hükümetin ortaya çıkabileceğine dair farklı senaryoları değerlendireceğim.

2017 Federal Seçimleri

Hatırlanacağı üzere, 2017 yılında yapılan önceki federal seçimlerde[1], Angela Merkel’in lideri olduğu merkez sağ çizgideki CDU, Bavyera bölgesindeki yerel ortağı Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisi ile birlikte oy kaybı yaşamış; buna karşın yüzde 32,93 oyla seçimi birinci sırada tamamlamayı başarmıştı. Seçime Martin Schulz önderliğinde oldukça iddialı giren Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise, beklentilerin altında kalarak yüzde 20,51 oy almış ve hayalkırıklığı yaratmıştı. Seçimde üçüncü sırayı Alexander Gauland ile Alice Weidel liderliğindeki aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi yüzde 12,64 oyla alırken, Christian Lindner liderliğindeki liberal demokrat Hür Demokratlar/Hür Demokratik Parti (FDP) yüzde 10,75 oy alarak dördüncü, Dietmar Bartsch ile Sahra Wagenknecht liderliğindeki Sol Parti (Die Linke) yüzde 9,24 oyla beşinci ve Katrin Göring‑Eckardt ile Türk asıllı Cem Özdemir liderliğindeki Yeşiller Partisi (Bündnis 90/Die Grünen) yüzde 8,94 oyla altıncı olmuşlardı. Bu sonuçlar doğrultusunda, CDU/CSU 246, SPD 153, AfD 94, FDP 80, Sol Parti 69 ve Yeşiller 67 milletvekilliği kazanmışlardı.

Seçimlerin ardından hükümet kurma çalışmaları uzunca bir süre devam etmiş ve başlarda olumlu bir netice vermemiştir. Sonuçları başarısızlık olarak değerlendiren SPD’nin koalisyona girmek istememesi ve muhalefette kalarak güçlenmek istemesinin yanı sıra, aşırı solcı Die Linke (Sol Parti) ve aşırı sağcı AfD’yi (Almanya İçin Alternatif) koalisyona sokmama düşüncesi de Başbakan Merkel’in yeni hükümeti kurmasını zorlaştırmıştır. Öyle ki, geriye tek makul seçenek olarak CDU/CSU-FDP-Yeşiller’den oluşacak “Jamaika koalisyonu” formülü kalmıştır. Bu koalisyonun kurulması konusunda da, Yeşiller ile CDU/CSU arasındaki bazı siyasi anlaşmazlıklar engel teşkil etmiştir. Ancak ilerleyen aylarda, SPD kökenli Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in devreye girmesi ve SPD’nin “Büyük Koalisyon”a ikna edilmesiyle, 2018 yılının Mart ayında CDU/CSU-SPD koalisyonu kurulmuş ve dördüncü Merkel dönemi başlamıştır.

Almanya’da 2017-2021 Döneminin Kısa Özeti

Almanya’da geçtiğimiz 4 yılda ülke siyasetini kökünden sarsacak bir kriz olmasa da, kuşkusuz, Suriye iç savaşına bağlı olarak gelişen mülteci krizi, ABD’de Donald Trump’ın Başkanlığı döneminde Transatlantik ilişkilerde yaşanan yalpalamalar, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde AB ile ilişkilerde mülteci kozunu kullanarak daha sert bir tutum alması ve AB üyelik sürecinden uzaklaşması, Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) üyesi Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) ve Fransa arasında yaşanan gerginlikler ve son olarak da Covid-19 (koronavirüs) pandemisiyle mücadele gibi konular federal hükümeti oldukça zorladı.

Bu krizlerin çoğunu ustalıkla yöneten Şansölye Merkel, Suriyeli mülteciler konusunda diğer Avrupa ülkelerinin aksine oldukça sorumlu davrandı ve yüzbinlerce mültecinin Almanya’ya kabul edilmesi sağladı. Ayrıca, Türkiye ile 2016 yılında yapılan anlaşma gereğince, mültecilerin Türkiye’de kalması ve karşılığında AB’nin Türkiye’ye ekonomik yardımda bulunması temelindeki uzlaşıyı sürdürdü ve Avrupa’ya göç akışını durdurmayı başardı. ABD ile ilişkilerde Trump engelini aşmak mümkün olmasa da, 2020 yılında Joe Biden’ın Başkan seçilmesi ve Demokratların iktidara gelmesiyle, Merkel ve Avrupalılar biraz olsun rahatladılar. Şimdilerde de Transtlantik ilişkiler pek iyi bir dönemde olmasa da, Trump dönemindeki kadar olumsuz bir tablo olmadığı söylenebilir. Türkiye ile ilişkiler ise, Doğu Akdeniz’de yaşanan gerginlikler ve üyelik sürecinin fiilen donmasına rağmen koparılmadı ve üyelik sürecinin sonlandırılmaması, pozitif diyalog temasının gündeme getirilmesi ve Doğu Akdeniz’de gerginliklerin düşürülmesi planı (Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın da katkılarıyla) başarıyla gerçekleştirildi. Covid-19 pandemisiyle mücadele konusunda da, Almanya, genelde başarılı bir tablo çizdi ve Türk asıllı doktorlar Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin geliştirdikleri Biontech aşısının dünya genelinde büyük bir başarı ve popülariteye ulaşmasıyla da, hem ekonomik, hem de imaj açısından (Almanya’nın bilimde ileri bir ülke olduğunun gösterilmesi) çok olumlu neticeler elde ettiler. Bunların yanı sıra, AB olarak Covid-19’la mücadele konusunda kapsamlı bir programın kabul edilmesi, Almanya-Fransa ilişkilerindeki uyumun korunması ve AB’nin Charles Michel ve Ursula von der Leyen gibi yeni nesil liderleriyle yeni bir döneme başlaması gibi konular krizsiz atlatıldı. Ayrıca, Almanya, geçtiğimiz 4 yılda ekonomik açıdan da iyi bir performans gösterdi ve ekonomik büyümesini sürdürdü.

Ancak kuşkusuz, AB içerisinde Macaristan ve Polonya gibi üye devletlerde yaşanan demokratik gerilemeler, Avrupa genelinde artan aşırı sağcı (ırkçı ve İslam karşıtı) düşünceler ve Türkiye-AB ilişkilerinde ne yapılacağının belirlenememesi gibi sorunlar, Başbakan Merkel’in halledemediği meseleler olarak ortada kaldı. Yine de, Şansölye Merkel’in halefine güçlü ve Avrupa'nın lideri konumunda bir Almanya teslim edeceğini ve Almanların ülkelerinin durumundan genellikle memnun olduklarını söylemek mümkün.

2021 Almanya Federal Seçimleri

26 Eylül 2021’de yapılacak seçimler[2] öncesinde Almanya’daki en büyük değişiklik, hiç şüphesiz, Almanya’nın son 16 yılına damgasını vuran Başbakan Merkel’in aktif siyasete nokta koyması oldu. Merkel’in son dönemi olacağını açıklamasının ardından 2018’den itibaren CDU içerisinde halefinin kim olacağı konusu gündeme gelirken, Merkel’in işaret ettiği ve kısaca AKK olarak bilinen Annegret Kramp-Karrenbauer’in Başbakan adaylığından çekilmesinin ardından, CDU içerisinde bir liderlik yarışı yaşandı ve bu yarışı kazanan “Türk Armin” lakaplı Armin Laschet partinin yeni Genel Başkanı ve Başbakan adayı oldu.[3]

Armin Laschet

1961 doğumlu Katolik bir siyasetçi olan Laschet’in, yakın geçmişte Almanya’nın en büyük eyaleti olan Kuzey Ren-Vestfalya’da Başbakanlık yaparak önemli bir deneyim kazanması, Türkler ve Türk asıllı Almanlarla yakın ilişkilerinin olması ve aşırı sağdan ziyade merkez sağa uygun ılımlı fikirleri savunması gibi sebeplerle, 2021 genel seçimleri öncesinde güçlü bir aday profili çizdiği söylenebilir. Ancak Laschet’in en büyük dezavantajı, 16 yıldır CDU/CSU’nun bir şekilde iktidarda olması sebebiyle halkın bir bölümünün değişim isteyebilecek olması. Üstelik, toplumda büyük saygı gören Angela Merkel’in yerini doldurmaya çalışmak da Laschet’in bir diğer zorluğu olacaktır. Ayrıca, Laschet’in, Covid-19 pandemisiyle mücadele konusundaki performansı ve ülkede yaşanan sel felaketi sırasında krizle ilgilenmek yerine seçim kampanyası düzenlemesi gibi konularda da çeşitli eleştiriler aldığı söylenmelidir.[4] Bu bağlamda, Zafer Meşe, Laschet’in beklenen performansı gösteremediği için CDU’nun oy oranlarının düştüğünü iddia etmektedir.[5] Güncel anketlere göre, Ağustos ayına kadar sürekli önde giden CDU/CSU ve Laschet, Ağustos ayı içerisinde SPD ve yeni lideri Olaf Scholz’un yaptığı hızlı atağa henüz karşılık verememiştir. Öyle ki, Ağustos ayında yapılan neredeyse tüm anketlerde, SPD, CDU’nun birkaç puan (yüzde 25-27 SPD, yüzde 21-23 CDU/CSU) önüne geçmiş durumdadır.[6] Bu anlamda, CDU/CSU’nun yıllar sonra bir seçimi ikinci sırada tamamlaması, kuşkusuz Armin Laschet’in başarısızlığı anlamına gelebilecekse de, hükümet ortağı veya ana muhalefet partisi olarak CDU’nun sonraki döneme güçlü bir şekilde hazırlanması da önemli bir konu olacaktır. Ayrıca, CDU/CSU’nun son düzlükte atak yaparak yine bir şekilde seçimi az farkla da olsa kazanması ve koalisyon hükümetini kurması da bence hâlâ gayet mümkün ve akla yatkın bir senaryodur.

Olaf Scholz

1958 doğumlu sosyal demokrat siyasetçi Olaf Scholz ise, yıllar sonra partisini yeniden anketlerde birinci sıraya çıkaran yeni bir lider olarak dikkatle incelenmesi gereken bir isimdir. 2018’den beri CDU/CSU-SPD büyük koalisyonunda Maliye Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan Scholz, daha önce ise 2011-2018 yılları arasında Hamburg Valiliği görevinde bulunmuştur. 2019 yılında SPD liderliği için Klara Geywitz ile birlikte adaylığını koyan Scholz, Norbert Walter-Borjans-Saskia Esken ikilisine seçimi kaybetmesine karşın, partinin kararıyla 2021 federal seçimlerinde SPD’nin Başbakan adayı olmuştur. Partinin merkeze yakın ve ılımlı kanadından bir isim olarak değerlendirilen Scholz, teknokratik politikaları savunması nedeniyle yarı-insan, yarı-robot bir siyasetçi ve “Scholz-o-mat” olarak adlandırılmaktadır.[7] Buna karşın, Scholz’un AB temelinde sol politikaları derinleştirmek istediği de bilinmektedir. Öyle ki, Almanya Maliye Bakanı olarak, Scholz, 2018 yılında AB genelinde bir sosyal güvenlik sisteminin kurulmasını (işsizlik gibi sorunlar karşısında) önermiştir.[8] Ayrıca, Scholz, göçmenler konusunda da daha ılımlı politikaları savunarak sosyal demokrat çizgiye uygun hareket etmeye çalışmaktadır.[9] Pandemi döneminde Maliye Bakanı olarak hükümetin uyguladığı vergi indirimi ve ödemelerde ertelemeler gibi uygulamalarla artı puan toplayan Scholz[10], beklenmedik bir şekilde Başbakan adayı olduğunun ilan edilmesinin ardından anketlere göre partisinin oy oranlarında ciddi bir artış sağlamıştır. Son dönemde yapılan tüm anketlerde partisini ülke genelinde liderliğe taşıyan Scholz[11], seçim öncesinde yaptığı açıklamalarda, Yeşiller ile bir koalisyon hükümetine sıcak baktığını belirtirken, Die Linke (Sol Parti) ile koalisyon konusunda NATO üyeliği ve Transatlantik ittifaka bağlı bir koalisyon anlaşması yapabileceğini söyleyerek olumsuz tavır almıştır.[12]

Annalena Baerbock

Bir dönem anketlerde ilk sıraya kadar yükselen, ancak şimdilerde yüzde 15-18 arasındaki oy potansiyeli ile SPD ve CDU’nun ardından üçüncü sırada gözüken Yeşiller Partisi ise, seçime Annalena Baerbock liderliğinde girecektir. 1980 doğumlu çok genç bir siyasetçi olan Baerbock, 2018’den beri Robert Habeck ile birlikte partinin lideri durumundadır. 1979’da kurulan Yeşiller hareketinin yeni nesil lideri olarak dikkat çeken Baerbock, Covid-19 pandemisi ve küresel ısınma gibi konuların bu kadar gündemde olduğu ve ABD’de de siyaseten bu tezleri savunan Joe Biden-Kamala Harris ikilisinin iktidarda olduğu bir dönemde, kuşkusuz, daha iyi bir performans gösterebilirdi. Ancak Yeşiller’in düşüşe geçmesinde önemli bir husus, artık -AfD dışındaki- tüm partilerin Yeşiler’in savunduğu yeşil ekonomiye geçiş ve sağlıklı yaşam gibi konuları önemsemesi ve bu konularda politikalar geliştirmesi olabilir. Nitekim 2019 yılı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 20,5 oyla Almanya’da birinci parti olmasının ardından bu partinin geleceğini değerlendiren Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarı Yusuf Ertuğral, “Almanya ve Fransa gibi gelişmiş ülkeler özelinde, küresel ısınma, yenilenebilir enerji ve çevresel (ekolojik) problemlerle mücadele artık eskisi gibi kenarda kalmadığı ve toplumsal bilince ve tüm siyasal partilerin programlarına dahil olduğu için, Yeşillerin oylarında bir düşme ihtimali de mevcut” şeklinde bu duruma daha önce dikkat çekmiştir.[13] Ayrıca DW Türkçe’de yayınlanan ve partilerin seçim vaatlerini inceleyen bir haberde de, bu konuda artık partiler üstü bir uzlaşının sağlandığı anlaşılmaktadır.[14] Bu gelişmeler, Yeşiller'in daha çok bu temalar etrafında siyaset yapan bir parti olması sebebiyle arka planda kalmasına neden olmuş olabilir.

Christian Lindner

Anketlere göre yüzde 11-13 arasında oy potansiyeli ile seçimde dördüncü parti olabilmek için aşırı sağcı AfD ile yarışan Hür Demokratik Parti (FDP) ise, seçime, 2013 yılından beri parti lideri olan 1979 doğumlu genç liberal siyasetçi Christian Lindner önderliğinde hazırlanmaktadır. Bir ara anketlerde parti oylarında ciddi artış sağlayan ve Amerikan basınında da analizlere konu olan[15] Lindner, gençliği, karizması ve liberal fikirleriyle Almanya siyasetine renk katmaya devam etmektedir. Ancak Lindner’in partisini ilk sıraya taşıyabilme şansı oldukça düşük gözükmektedir. Seçimin ardından kurulacak olası bir koalisyon hükümetinde Maliye Bakanı olmak isteyen Lindner, kendisini “sol görüşe karşı bir siper” değerlendirmekte, ancak AfD ile zaman zaman yakınlaştığı konusunda çeşitli eleştiriler almaktadır.[16]

Anketlere göre yüzde 10-13 arasında bir oy potansiyeli olan aşırı sağcı AfD (Almanya İçin Alternatif), hiç kimsenin koalisyon kurmak istemediği, ancak yükselişi bir türlü tam anlamıyla durdurulamayan bir parti olarak bilinmektedir. Jörg Meuthen ve Tino Chrupalla liderliğindeki parti, her ne kadar sistem tarafından dışlansa da, bu durum, Almanya ve Avrupa genelinde ekonomi ve siyasetin iyi gitmemesi durumunda avantaja bile dönüşebileceği için, bu partinin yükselişi konusunda son derece dikkatli olmak gerekmektedir. Bence, bu parti, Almanya adına iki şekilde zararlıdır. İlk olarak, kuşkusuz, partinin göçmen karşıtı, azınlık karşıtı ve aşırı sağcı argümanları Almanya ve Avrupa siyaseti adına tehlikelidir. Daha önemlisi, Nazi döneminin olumsuz mirasını silmeye çalışan Almanya için, AfD, adeta tüm olumsuz geçmişin yeniden hortlamaya başladığı algısını yarattığı için, ülkenin imajına ve saygınlığına da büyük zarar vermektedir.

Janine Wissler ve Susanne Hennig-Wellsow liderliğindeki Die Linke yani Sol Parti ise, anketlere göre yüzde 6-8 arasında bir oy potansiyeli bulunan 2007 yılında kurulmuş aşırı sol çizgideki bir partidir. Her ne kadar eski tip bir komünist sistemi savunmasa ve anti-faşist fikirleriyle takdir toplasa da, parti, NATO ve ABD karşıtı çizgisiyle, Almanya siyasetinde ana akımın dışında kalmaktadır. NATO’dan çıkılmasını savunan parti, bu nedenle Almanya ve Almanya’nın halen birçok konuda bağlı olduğu ABD’deki güç merkezleri ve güvenlik bürokrasisi tarafından olumsuz algılanmaktadır. Bu nedenle, Die Linke’nin de bir koalisyon hükümetine dahil olması beklenmemektedir.

Partilerin son 11 aydaki anket grafikleri[17]

Parti Programlarına Göre Önemli Temalar

Partilerin seçim programları DW Türkçe’nin bu konudaki dosyasına göre değerlendirildiğinde[18];

(1) İklim değişikliği ve küresel ısınma ile mücadele konusunda AfD dışında tüm partilerin uzlaştığı,

(2) Göç konusunda sol partilerin (SPD, Yeşiller, Die Linke) uzlaştığı, AfD’nin bu konuda çok katı olduğu, liberallerin (FDP) de bu konuda katı bir duruşunun olduğu, CDU’nun ise Merkel dönemine kıyasla daha sert ve bu konuda ortada pozisyon aldığı,

(3) AB konusunda AfD dışında tüm partilerin entegrasyondan yana olduğu, ancak ekonomik politikalar konusunda sol, sağ ve liberal partilerin çelişebildiği,

(4) Savunma politikaları konusunda NATO’dan ayrılmayı savunan Die Linke, Rusya ile yakın ilişkileri savunan AfD ve NATO bütçesine yüzde 2’lik katkı konusunu destekklemeyen Yeşiller’in diğer partilerden ayrıştığı, ancak diğer partilerin de savunma bütçesi ve Avrupa Ordusu konusunda nüanslarının olduğu,

(5) Kuzey Akım-2 projesi konusunda Yeşiller’in karşıt duruşuyla diğer partilerden ayrıştığı,

(6) Serbest ticaret konusunda 4 büyük partinin Batı odaklı piyasa düzeni konusunda uzlaşırken, AfD ile Die Linke’nin Rusya ve Çin’le yoğun ticareti savunmaları bağlamında diğer partilerden daha ayrıksı durdukları belirtilebilir.

Ayrıca üç büyük parti liderinin (CDU, SPD, Yeşiller) Ağustos ayı sonunda Alman RTL televizyonunda katıldıkları açık oturumda yaşanan tartışmalar da, partilerin renkleri ve farklılıklarının anlaşılması adına öğretici oldu. Öyle ki, Sol Parti’yi NATO politikası konusunda eleştiren Yeşiller’in adayı Baerbock ve SPD’nin adayı Scholz, bu partiyle koalisyona kesinlikle girmeyeceklerini söylemezken, CDU lideri Laschet, Sol Parti ile asla koalisyon yapmayacaklarını ve AfD’yi de meclisten göndermeye çalışacaklarını belirtti.[19] Anketlere göre tartışmanın galibi Olaf Scholz olurken, tartışmanın moderatörü olan Türk asıllı spiker Pınar Atalay da tarzıyla beğeni topladı.

Olası Senaryolar

Güncel anketler, seçimden birinci olarak sosyal demokrat SPD’nin çıkacağını göstermektedir. CDU son birkaç haftada atak yapamazsa, gözüken, SPD’nin Gerhard Schröder döneminden yıllar sonra yeniden zirveye çıkacağı ve koalisyon hükümetini kuracağıdır. Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in de SPD kökenli bir siyasetçi olarak buna olumlu bakacağı düşünülebilir. Bu nedenle, koalisyon formülleri konusunda SPD lideri Olaf Scholz’un tercihlerini değerlendirmek gerekir. Uluslararası basında yazılanlara bakınca, Scholz’un koalisyon tercihlerinin; 1-) SPD + Yeşiller (sandalye sayısı yeterse), 2-) SPD + Yeşiller + FDP, 3-) SPD + CDU/CSU (Büyük Koalisyon) olacağı ve Die Linke ve AfD gibi partilerle koalisyon kurmaya yanaşmayacağı düşünülebilir. Ancak kuşkusuz, SPD ve Yeşiller’in ağırlıkta olduğu ve Die Linke’nin küçük partner olarak katıldığı geniş kapsamlı bir sol koalisyon da 4-) SPD + Yeşiller + Die Linke -16 yıllık sağ hükümetlerin ardından- dördüncü koalisyon seçeneği olarak Almanya siyasi tarihinde ilginç bir deneyim olabilir.

Seçimden Armin Laschet ve CDU’nun birinci çıkması halinde ise; 1-) CDU + FDP (sandalye sayısı yeterse), 2-) CDU + SPD (Büyük Koalisyon), 3-) CDU + Yeşiller (sandalye sayısı yeterse) gibi formüller denenebilir. Geçmişte Yeşiller Partisi milletvekilliği yapmış Türk asıllı Memet Kılıç ise, seçime çok az bir süre kaldığını ve Almanya’da artık SPD’nin seçimi kazanmasının beklendiğini, SPD iktidarında Türkiye ile ilişkilerin insan hakları ve kadın hakları gibi konular temelinde daha krizli gelişebileceğini ve Olaf Scholz’un Merkel’in yerini doldurmakta başlarda zorlanabileceğini düşünmektedir.[20]

Sonuç

Sonuç olarak, 2021 Almanya federal seçimlerinin Almanya siyasetinde büyük bir değişikliğe yol açmayacağı ve ülkenin iç ve dış politikasının aynı şekilde devam edeceği, ancak Angela Merkel olmadan Almanya’nın başlarda bocalayabileceği düşünülebilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

KAYNAKÇA

[1] Wikipedia, “2017 German federal election”, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/2017_German_federal_election.

[2] Wikipedia, “2021 German federal election”, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/2021_German_federal_election.

[3] Ozan Örmeci (2021), “CDU’nun Yeni Lideri Armin Laschet”, Uluslararası Politika Akademisi, 17.01.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2021/01/17/cdunun-yeni-lideri-armin-laschet/.

[4] DW Türkçe (2021), “Altı soruda Almanya'da genel seçimler”, 11.08.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/alt%C4%B1-soruda-almanyada-genel-se%C3%A7imler/a-58830042.

[5] Zafer Meşe (2021), “2021 Almanya Federal Meclis Seçimleri”, Kriter, Yıl: 6, Sayı: 60, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://kriterdergi.com/dis-politika/2021-almanya-federal-meclis-secimleri.

[6] Güncel anketlerden bazı örnekler;

Anketlerin tamamını incelemek için bakınız; Wikipedia, “Opinion polling for the 2021 German federal election”, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/Opinion_polling_for_the_2021_German_federal_election.

[7] Financial Times (2018), “Olaf Scholz, a sound guardian for Germany’s finances”, 09.02.2018, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.ft.com/content/c7ddf7ce-0e19-11e8-8eb7-42f857ea9f09.

[8] Reuters (2018), “France, Germany still split on eurozone reforms, French official says”, 10.06.2018, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.reuters.com/article/us-france-germany-meeting/france-germany-still-split-on-eurozone-reforms-french-official-says-idUSKBN1J60FM.

[9] DW Türkçe (2021), “Scholz: Mülteciler konusunda kendimizi sorumlu hissetmeliyiz”, 13.08.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/scholz-m%C3%BClteciler-konusunda-kendimizi-sorumlu-hissetmeliyiz/a-58855317.

[10] Euronews (2021), “Almanya genel seçimleri: Olaf Scholz kimdir?”, 10.09.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2021/09/03/almanya-genel-secimleri-olaf-scholz-kimdir.

[11] DW Türkçe (2021), “Almanya'da anketlere göre Sosyal Demokrat Parti yükselişte”, 03.09.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/almanyada-anketlere-g%C3%B6re-sosyal-demokrat-parti-y%C3%BCkseli%C5%9Fte/a-59072962.

[12] Joshua Posaner (2021), “SPD’s Scholz aims for Green coalition in next German government”, Politico, 05.09.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.politico.eu/article/olaf-scholz-spd-green-alliance-germany-election-2021/.

[13] Yusuf Ertuğral (2020), “Almanya’da Yükselen Yeşiller ve Avrupa’da Siyasetin Geleceği”, Uluslararası Politika Akademisi, 14.07.2020, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2020/07/14/almanyada-yukselen-yesiller-ve-avrupada-siyasetin-gelecegi/.

[14] DW Türkçe (2021), “Almanya'da seçimler: Siyasi partiler dış politikada ne vadediyor?”, 04.09.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/almanyada-se%C3%A7imler-siyasi-partiler-d%C4%B1%C5%9F-politikada-ne-vadediyor/a-59086422.

[15] Bakınız; Sudha David-Wilp (2017), “The Return of Germany's Liberals”, Foreign Affairs, 12.05.2017, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/germany/2017-05-12/return-germanys-liberals.

[16] Euronews (2021), “Almanya seçimleri: Lindner partisini 'sol görüşe karşı bir siper' olarak görüyor”, 10.09.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2021/08/31/almanya-secimleri-lindner-partisini-sol-goruse-kars-bir-siper-olarak-goruyor.

[17] Politico (2021), “Germany: 2021 general election”, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.politico.eu/europe-poll-of-polls/germany/.

[18] DW Türkçe (2021), “Almanya'da seçimler: Siyasi partiler dış politikada ne vadediyor?”, 04.09.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/almanyada-se%C3%A7imler-siyasi-partiler-d%C4%B1%C5%9F-politikada-ne-vadediyor/a-59086422.

[19] DW Türkçe (2021), “Almanya'da üç siyasi partinin adayı televizyonda karşı karşıya geldi”, 30.08.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/almanyada-%C3%BC%C3%A7-siyasi-partinin-aday%C4%B1-televizyonda-kar%C5%9F%C4%B1-kar%C5%9F%C4%B1ya-geldi/a-59025558.

[20] Artı Tv (2021), “Kılıç: Zor bir koalisyon dönemi Almanya'yı bekliyor! - Fatih Yapıcı ile Gündem Özel”, 10.09.2021, Erişim Tarihi: 11.09.2021, Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=Bw7yrzy4hpY.