Sayfalar

30 Ekim 2020 Cuma

Fransa'da Yeni Terör Dalgası

 


Giriş

Fransa’da 2015 yılının 7 Ocak tarihinde İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in karikatürlerini yayınlayan ünlü mizah dergisi Charlie Hébdo’ya yapılan saldırı ile başlayan din (İslamcılık) motifli terör dalgası, 13 Kasım 2015 tarihindeki Bataclan katliamı ve 14 Temmuz 2016 tarihinde Nice’de düzenlenen saldırı ile devam etmiş ve Fransız halkına 2015-2016 döneminde[1] büyük bir korku ve endişe hâkim olmuştu. IŞİD’le bağlantılı olduğu düşünülen ve polis tarafından ortaya konan bu saldırılar ve din motifli terör dalgası, 2016 sonrasında IŞİD’in zayıflaması ve örgüt liderliğinin yok edilmesi ile geçici süreyle son bulsa da, 2020 yılı sonlarına doğru Hz. Muhammed karikatürlerinin yayınlanmasının yeniden gündeme gelmesi ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un İslam dininde reformu teşvik eden açıklamalarının İslam dünyasında tepki çekmesi nedeniyle, Fransa’da ikinci dalga terör eylemlerinin başladığı tespiti yapılabilir. Zira Ekim ayında Hz. Muhammed karikatürlerini öğrencilerine gösteren Samuel Paty adlı bir öğretmenin Moskova doğumlu 18 yaşındaki bir Çeçen mülteci tarafından kafası kesilerek öldürülmesinin[2] ardından, dün de (29 Ekim Perşembe) ülkenin farklı noktalarında birçok terör saldırısı gerçekleşti. Öyle ki, daha Nice şehrindeki Notre-Dame Kilisesi’nde Tunus’tan gelen Brahim A. adındaki genç bir mültecinin dört kişiyi bıçaklayarak öldürmesinin şoku atlatılamamışken[3], birkaç saat içerisinde Avignon’da Fransız polisine ve Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde de Fransa Başkonsolosluğu’na da terör saldırıları gerçekleştirildi.

Olaylar nedeniyle, Fransa Başbakanı Jean Castex, terörle mücadele planını ülke genelinde “acil saldırı” seviyesine getirirken, bu şekilde, hükümete, gerekirse yollar ve metroları kapatma ve eğitime ara verme yetkisi sağlanmış oldu.[4] Sorbonne Üniversitesi Öğretim Görevlisi olan Türk akademisyen Sosyolog Pınar Kılavuz’a göre, olaylar nedeniyle Fransa’da büyük bir şok ve yeni bir travma yaşanırken, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un vereceği mesajlar ve bundan sonra atacağı adımlar merakla bekleniyor.[5] Bu yazıda, Fransa’da yeniden başlayan terör olaylarını analiz ederek, bu ülkenin neden son dönemde adeta hedef haline getirilmeye çalışıldığı üzerine kafa yoracağım.

Nice’deki Notre-Dame Bazilikası’nda yaşanan saldırı Fransa’yı alarma geçirdi

Cumhurbaşkanı Macron’un Tepkisi

2017 yılında sürpriz bir şekilde ve partisi Sosyalist Parti’den (PS) ayrılarak bağımsız bir aday olarak Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Emmanuel Macron, liberal dünya görüşünü benimsemesine karşın, üst üste yaşanan terör saldırı sonrasında kendisinden önceki Cumhurbaşkanı François Hollande’ın halk desteğinin hızla azalmasına neden olan terör eylemleri sürecini de hatırlayarak, şimdilerde oldukça kararlı ve sert tepkiler veriyor. Nice’deki saldırı sonrasında basına bir açıklama yapan Macron, Fransa’nın bir kez daha “İslami terörizm” tarafından saldırıya uğradığını söyleyerek başladığı konuşmasında, bunun tüm Fransa’ya yapılmış bir saldırı olduğunun altını çizerek, öncelikle Fransız Katoliklerine başsağlığı dilemiştir. Macron, ikinci olarak, Nice şehrinin son yıllarda üçüncü defa terör saldırısına uğradığını söyleyerek, şehirde büyük bir şok yaşandığını, ancak tüm dünyanın kendilerini takip ettiğini belirtmiş ve bu saldırılarla Fransız değerlerinin hedef alındığını vurgulamıştır. Macron, ayrıca, Fransız halkına birlik mesajları vermiş ve bu zor günlerin güvenlik güçlerinin mücadelesi sayesinde atlatılacağını ifade etmiştir.


Macron’un Nice’deki terör saldırısı sonrasındaki açıklaması

Batı Dünyasında Sistem Radikalizm Üretiyor

Fransa’da yaşanan son terör olayları sonrasında, daha önce ABD Başkanı George W. Bush’un da 2000’lerin başında yaptığı gibi “İslami terörizm” ifadesi ile suçu Müslüman toplulukların üzerine ve İslam’ın içsel çelişkilerine atmak, bence bir kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Elbette İslam dünyasında ve Avrupalı Müslüman topluluklarda sosyoekonomik koşulların geriliği, siyasal sistemlerin halk menfaatleri üzerine kurulu olmaması, siyasal kültürün farklı oluşu ve laiklik ilkesinin yeterli ölçüde uygulanamaması gibi sebeplerle radikalizm ve terör olaylarının Batı dünyasından ve Hıristiyan, Yahudi ya da seküler Müslüman gruplardan daha yoğun yaşandığı istatistiki olarak da kanıtlanabilecek bir durumdur. Ancak bununla mücadele için İslam dininin kendisi ya da Müslüman toplulukları suçlamak hem hatalı, hem de sonuç alması zor bir yaklaşımdır. Zira Müslüman toplumlar ve Avrupa’daki Müslüman göçmenler, Fransa ve Avrupa ülkelerinin yüzlerce yıllık modernleşme geleneğinin sonucu olan laiklik veya sekülerizme bir gecede ya da kısa bir sürede ulaşamazlar. Önemli olan, radikalizmle mücadele için kapsamlı ve uzun vadeli bir strateji geliştirmektir. 1923 yılında keskin bir devrimle laik ve modern sisteme yönelen Türkiye’nin bile bu konuda 100 yılda tam sonuca ulaşamadığı düşünülürse, Fransa’nın ve Batılı ülkelerin bu sorunu yalnızca güvenlikçi tedbirler ve baskıcı politikalarla çözebileceğini düşünmek bence hatalı bir yaklaşımdır. Bu nedenle, Batılı siyasetçilerin bir dini ve o dinin mensuplarını ötekileştirmemek ve dışlamamak adına, şimdilerde, öncekinden de daha dikkatli/özenli davranmaları gerekmektedir. Zira aksi takdirde, yaptıkları, aslında radikalizmi ve kutuplaşmayı teşvik etmek olacaktır. 15 Mart 2019 tarihinde Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrindeki El Nur Camii ve Linwood İslam Merkezi’ne yönelik saldırılar sonrasında benzer şekilde İslam dünyasında da bazı radikal grupların Hıristiyan toplumları ve Batılı ülkeleri hedef göstermeye çalıştıkları da düşünülürse, bu tarz karşılıklı suçlama ve kutuplaştırma çabaları, hiçbir ülkeye ve inanç grubuna fayda sağlamayacaktır.

Bu noktada, elbette Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un tüm Müslümanları ve İslam dinini suçladığı gibi bir iddiada/yargıda bulunulamaz; ancak “İslami terörizm” ifadesi, terminolojik olarak bir dinle (İslam) "terör" kavramını bir araya getirdiği için bence yanlış bir kullanımdır. Bunun yerine, “din motifli terörizm” kavramını kullanmak daha doğru olacaktır. Zira her dine mensup teröristler ya da suçlular vardır ve gelecekte de olacaktır. Bu nedenle, dışlama ve ötekileştirmeyi hızlandıracak dil/üslup seçiminden özenle imtina edilmelidir.

Bunların yanı sıra, Batı dünyasında son dönemde Müslümanların radikalleşmesinin yaygınlaşmaya başlaması da dikkat çekici bir durumdur. Özellikle 2010-2011 döneminde Suriye içsavaşının başlangıcından bu yana, Avrupa’daki Müslümanların cihatçı gruplara katılımında gözle görülür bir artış not edilmektedir. Bunun sebepleri, bence, İslam’ın kendi içkin (içsel) dinamiklerinden ziyade, Avrupa ülkelerinde düşen yaşam kalitesi, duraklayan ekonomi, azalan gelecek umutları ve azınlık gruplarına özellikle de Müslümanlara yönelik dışlayıcı tavırlar (İslamofobi) olabilir. Elbette bu konuyu daha iyi anlayabilmek için kapsamlı sosyolojik araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak İslam’ın çok daha katı/radikal versiyonlarının uygulandığı ülkelerde bile terör eylemlerinin daha az yaşandığı düşünülürse, Avrupa’daki Müslümanların radikalleşmesi konusunda sosyoekonomik zorluklar ve toplumsal dışlama (ötekileştirme) bence en temel etkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa siyasal elitinin bu konuda duyarsız ve bilinçsiz davranmaları ve kolaycılığa kaçmaları da sorunun kemikleşmesinde önemli bir diğer etken olarak belirtilebilir.

Fransa Hedef Haline Getiriliyor

Bunların dışında, Fransa’nın son dönemde Cumhurbaşkanı Macron’un başlattığı “Fransız İslam’ı” ve “İslam’da reform” tartışmaları nedeniyle hedef haline getirilmeye çalışılması da kuşkusuz bu saldırıların yoğunlaşmasında etkili olmuş olabilir. Nitekim şimdilerde birçok Müslüman ülkesinde Fransa’ya yönelik boykot uygulamalarının başlatılması ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Fransız muhatabı Macron’a yönelik sert eleştirileri, bu saldırılar öncesinde yaşanan gelişmeler olarak dikkat çekmiştir. Bu nedenle, tüm devlet adamlarının diğer toplumsal grupları ve devlet liderlerini eleştirirken ölçülü davranmaları gerekmektedir. Zira olumsuz gelişmelerin yaşanması durumunda, bu grup ve kişiler uluslararası kamuoyu önünde zor duruma düşebilirler. Nitekim Türkiye adına, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Fransa’daki terör saldırısını hemen kınamıştır.[6] Kuşkusuz Cumhurbaşkanı Erdoğan da hiçbir zaman teröre destek veren bir ifade kullanmamıştır. Ancak Avrupa'da en fazla Müslüman nüfusun yaşadığı ve Katolik değil, laik bir ülke olan Fransa'nın demokratik yollarla seçilmiş Cumhurbaşkanı'nın İslam hakkında konuşmaya hakkının olmadığını düşünmesi, bence Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın daha çok iç siyaset amacıyla kullandığı popülist bir söylemdir.

Macron ile Erdoğan, son dönemde birbirlerini çok sık ve sert şekilde eleştiriyorlar

Bu bağlamda bir diğer önemli konu ise, düşünce özgürlüğünün anavatanı olan Fransa’da, neredeyse her türlü ifade ve hatta dine hakaret ifadeleri (blasemi) ve dinen yasaklı karikatürler bile ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirildiği için, Charlie Hébdo dergisi gibi sansasyonel ve provokatif üslupla yayın yapan basın-yayın kuruluşlarını engellemenin bile halk tarafından olumsuz algılanmasıdır. Ancak bu durum da, Fransa’yı ülke içerisindeki dindar Müslümanlar ve Fransa dışındaki İslamcı gruplar açısından olumsuz bir ülke durumuna getirmektedir. Bu da, Fransa siyasetindeki İslamofobi ve kutuplaşmayı arttıran bir durumdur.

İç Siyasetin Olumsuz Etkisi

Fransa özelinde iç siyasetin de bu gelişmelere olumsuz etkilerinden söz edilebilir. Geleneksel parti sisteminin son birkaç yılda adeta çöktüğü Fransa’da, günümüzde, Cumhurbaşkanı Macron, kendi kurduğu merkezci LREM partisinin desteğine karşın, halen daha tek rakibi olarak sahnede kalan aşırı sağcı kadın lider Marine Le Pen ve partisi Ulusal Birleşme (RN) ile 2022 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde rekabet halindedir. Anketlerde Macron ikinci turda hala seçimin favorisi olmasına ve yüzde 55-60 düzeyinde bir oyla seçileceği ortaya çıkmasına karşın, bazı anketlerde Le Pen’ın oy oranını yüzde 40’lar seviyesine çıkarması, Macron ve genel olarak Fransa ve Avrupa Birliği (AB) adına olumsuz bir gelişmedir. Zira Le Pen, AB’den çıkışı (Frexit) ve Müslümanları Fransa’dan göndermeyi vaat eden oldukça radikal bir çizgide siyaset yapmaktadır. Macron ise, Fransa’da yaşayan Türk akademisyen Prof. Dr. Ahmet İnsel’e göre, Le Pen’e sağdaki oyları teslim etmemek adına son dönemde giderek sağcılaşmakta ve İslamofobiye dayalı oyları kaptırmamaya çalışmaktadır.[7]

Laiklik Yasası’nın Reformu

Fransa’ya dair bir diğer önemli güncel gelişme ise, Cumhurbaşkanı Macron’un “ayrılıkçılıkla mücadele” (lutte contre les séparatismes) kavramı çerçevesinde son dönemde 1905 tarihli laiklik yasasını değiştireceğine dair sinyaller vermesidir. Macron, 2 Ekim 2020 tarihinde yaptığı önemli bir konuşma ile, yakında bu konuda harekete geçeceğini açıklamıştır.[8] Bu konuşmada, Macron, laikliğin Fransa’yı birleştiren çok önemli bir değer olduğunu vurgularken, İslamcı ayrılıkçılığı (séparatisme islamiste) hedef olarak seçmiş ve bu şekilde hareket eden kişilerin Cumhuriyet değerlerine uygun davranmadığını iddia etmiştir. Macron, bu kapsamda, özellikle Fransa’daki imamların yurtdışından para almalarının engellenmesi, camilerin aşırıcı kişilerden arındırılması ve Fransız değerlerine uygun imam ve Müslüman entelektüellerin yetiştirilmesi gibi temaları öne çıkarmıştır.


Macron’un İslamcı ayrılıkçılıkla mücadele konuşması

Bunlar, şüphesiz, ilk bakışta akla makul gelen yapıcı öneriler olarak değerlendirilebilir. Ancak 2017-2019 döneminde Fransa İslam Konseyi Başkanı olarak görev yapan Türk kökenli Fransız işadamı Ahmet Oğraş, Müslüman azınlıkların bu önerileri “din polisi”nin kurulması gibi algılayabileceğini ve bunun baskıcı bir mekanizmaya dönüşebileceğine dikkat çekmektedir.[9] Üstelik gerçekten laik bir devlet olan Fransa’da, devlet, dinin finanması ile -tam olarak laik bir devlet olmayan Türkiye’nin aksine- ilgilenmediği için, yurtdışından bağışın yasaklanması/kısıtlanması durumunda, Fransa’daki Müslümanların camilerini finanse etmelerinin daha zor olacağını öngörmek pek de zor değildir. Bu nedenle, Macron’un İslam’da reform tartışmaları Müslüman topluluklarda genel anlamda bir tedirginliğe neden olmakta ve fay hatlarını tetiklemektedir.

Ahmet Oğraş ve Emmanuel Macron

Sonuç

Sonuç olarak, iç ve dış gelişmelerin de etkisiyle, Fransa’nın son dönemde radikal İslamcı çevrelere açısından hedef ülke haline getirildiği ve zor duruma düşürülmeye çalışıldığı açıktır. Bu, kanımca gayet organize ve planlı bir eylem bütünüdür. Amaç ise, Fransa’nın İslam karşıtı radikal çizgide bir siyasal sisteme ve üsluba yönelmesi, Marine Le Pen’in Cumhurbaşkanı seçilerek Fransa’nın AB’den ayrılması ve AB’nin içeriden çökertilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu durumda akla kuşkusuz şu soru gelmektedir: Fransa’nın radikalleşmesini ve AB’nin çöküşünü kim ve neden ister? Bu noktada ise, suçlular, AB’nin barış ve demokrasisi vizyonunu benimsemeyen ülkeler ve gruplar arasında aranmalıdır. Ayrıca bu çabaların beyhude kalacağı da ortadadır; zira AB, Yunanistan ekonomik krizinin aşılmasından da görülebileceği üzere son derece güçlüdür ve iyi gitmektedir. İslamofobiye ve aşırı sağa -böyle terör eylemlerinin de etkisiyle- yenik düşünülmemesi ve ekonomik krizin aşılması halinde, AB'nin geleceği oldukça parlaktır. Hatta bence yakın bir gelecekte Birleşik Krallık’ın AB’ye dönüş politikasını benimsemesi ve Türkiye’nin yeniden AB tam üyeliği perspektifine dönmesi de şaşırtıcı gelişmeler olmayabilir. Çünkü günümüz dünyasında ancak güçlü bloklar ve ittifaklar ekonomik ve siyasal rekabette ayakta kalabilmektedir. AB ise, kuşkusuz, Müslüman toplumları entegre etmek konusunda daha kapsayıcı ve akılcı davranmalı ve Fransız sağı gibi kolaycılığa kapılmamalıdır. Aptal ve cahil bir halk olmayan Fransız halkı da, bence, Cumhurbaşkanı Macron bu konuda kararlı davranır ve Müslümanları kazanmaya çalışırsa, onu anlayacak ve destekleyecektir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] 2015-2016 dönemi Fransa’daki terör olayları kronolojisi için bakınız; https://www.dw.com/tr/fransada-ter%C3%B6r%C3%BCn-kronolojisi/a-19401777.

[2] Samuel Paty cinayeti hakkında bilgiler için bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54676673.

[3] Detaylar için bakınız; https://www.lemonde.fr/societe/article/2020/10/30/apres-l-attentat-de-nice-les-zones-d-ombre-du-parcours-du-suspect-brahim-a-arrive-en-europe-le-20-septembre_6057849_3224.html; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54742949; https://www.dw.com/tr/fransada-ter%C3%B6r-uyar%C4%B1s%C4%B1-en-y%C3%BCksek-seviyede/a-55437634.

[4] Detaylar için bakınız; https://www.milliyet.com.tr/dunya/fransada-kiliseye-saldiri-6342519.

[5] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=4p9hbiCAI4I.

[6] Bakınız, https://www.milliyet.com.tr/siyaset/cumhurbaskani-yardimcisi-fuat-oktaydan-fransadaki-teror-saldirisina-kinama-6342284.

[7] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=S57m_xaGvNA (5. ve 7. dakikalar arasında bu analiz dinlenebilir).

[8] Bakınız; https://www.elysee.fr/emmanuel-macron/2020/10/02/la-republique-en-actes-discours-du-president-de-la-republique-sur-le-theme-de-la-lutte-contre-les-separatismes.

[9] Bakınız; https://tr.euronews.com/2019/01/07/fransa-laiklik-yasasi-degisiyor-macron-ilk-kez-islam-konseyi-ile-elyseede-gorustu.


19 Ekim 2020 Pazartesi

2020 KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini Fatin Dağıstanlı'nın Programında Yorumladım


UBP'li Ersin Tatar'ın zaferiyle sonuçlanan 2020 KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve bunun Kıbrıs müzakerelerine etkisini gazeteci Fatin Dağıstanlı'nın Youtube kanalında yaptığı programda değerlendirdim. Aşağıda bu programın kaydını bulabilirsiniz.
 

18 Ekim 2020 Pazar

Doç. Dr. Ozan Örmeci, 2020 KKTC Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini Dr. Özker Kocadal ile Birlikte Değerlendirdi


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, Ulusal Birlik Partisi (UBP) adayı Ersin Tatar'ın Mustafa Akıncı karşısında zaferiyle sonuçlanan 2020 KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve bu sonucun Kıbrıs Sorunu'na ve Kıbrıs müzakerelerine etkilerini Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Özker Kocadal ile birlikte değerlendirdi. Aşağıda bu sohbetin kaydını bulabilirsiniz.



11 Ekim 2020 Pazar

KKTC'de Cumhurbaşkanlığı Seçimi İkinci Tura Kaldı

 


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) bugün yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden -beklendiği gibi- ikinci tur çıktı. İlk turda hiçbir adayın yüzde 50'nin üzerinde oy alamaması nedeniyle, önümüzde hafta (18 Ekim 2020), Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu yapılacak. Yüzde 58,29 dolaylarında katılımın olduğu ilk tur seçiminde ilk sırayı UBP (Ulusal Birlik Partisi) adayı Başbakan Ersin Tatar alırken (yüzde 32,34 oranında ve toplam 35.872 oyla), ikinci tura kalan diğer aday yüzde 29,80 oranında ve toplam 33.058 oy alan mevcut Cumhurbaşkanı ve bağımsız aday Mustafa Akıncı oldu. Seçimde üçüncü sırayı Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman yüzde 21,71 oranında oyla alırken, diğer adaylardan Kudret Özersay yüzde 5,74, Erhan Arıklı yüzde 5,41 ve Serdar Denktaş yüzde 4,17 oranında oy aldılar. Bu sonuçlar, özellikle iddialı bir siyasetçi olan Kudret Özersay için beklenmedik olumsuz bir gelişme olurken, CTP lideri Tufan Erhürman'ın ise gelecekte önemli siyasi makamlara ulaşma şansının devam ettiği ortaya çıktı. Özersay, sonuçların ardından sosyal medya hesabından siyaseti bırakabileceği yönünde bir mesaj verirken, CTP yönetimi ise ikinci turda kimi destekleyecekleri konusunda Salı günü bir açıklama yapacaklarını duyurdu. Seçimin ilk turu, Türkiye'nin desteklediği aday olarak sivrilen Başbakan Ersin Tatar'ın liderliğinde tamamlanmasına karşın, KKTC'deki mevcut siyasi atmosfer, bence ikinci turda Mustafa Akıncı'nın daha şanslı olabileceğini gösteriyor. Bu yazıda, 2020 KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turu öncesinde rol oynayabilecek bazı önemli faktörleri açıklayacağım.

Öncelikle, ilk turdaki oy oranları önemli bir veri seti olarak karşımızda duruyor. Bu oylara bakıldığında; Kıbrıs'ta federasyona dayalı çözüm isteyen sol oyların -Akıncı ve Erhürman/CTP oyları- yüzde 51-52'yi bulduğu ve yüzde 47-48'de kalan iki devletli çözüm yanlısı sağ/milliyetçi oyların daha az olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle, ilk tur sonuçları baz alınırsa, Akıncı'nın Tatar'a karşı daha şanslı olduğunu söylemek mümkün.

İkinci olarak, bu seçim öncesinde Türkiye'nin Ersin Tatar lehine seçimlere müdahil olduğu yönündeki güçlü söylentiler nedeniyle, merkezde konumlanan ve seçimin hemen öncesinde UBP ile kurdukları koalisyon hükümetinden çekilen Kudret Özersay/Halkın Partisi (HP) seçmenleri ile seçime bağımsız giren KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş'ın oğlu ve Demokrat Parti (DP) eski Genel Başkanı Serdar Denktaş'ın seçmenlerinin bir bölümünün ikinci turda sağ aday Tatar yerine Akıncı'ya oy vermeleri ihtimali karşımıza çıkıyor. Gazeteci Deniz Zeyrek'in de 9 Ekim 2020 tarihli köşe yazısında belirttiği üzere, seçimin hemen öncesinde Kapalı Maraş'ın sahil kısmının halka açılması ve geçici olarak durdurulan KKTC'ye yönelik su hattının yeniden çalışmaya başlaması gibi gelişmeler, Kıbrıslı Türkler'de, Ankara'nın Ersin Tatar'ın seçilmesi için seçimlere müdahalede bulunduğu algısını yarattı. Bu ise, Serdar Denktaş ve diğer birçok Kıbrıslı Türk siyasetçi ve basın mensubunca açıkça eleştirildi. Türkiye'nin seçime müdahale ettiği iddiaları bunlarla da sınırlı kalmadı. Öyle ki, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, yeniden Cumhurbaşkanı adayı olmaması için bazı Türkiye makamlarınca tehdit edildiğini bile iddia etti. Bu iddia, Türkiye'nin Lefkoşa Büyükelçiliği tarafından hemen yalanlanmasına karşın, Kıbrıslı Türklerin ikinci turda sandığa daha da tepkili gitmelerine neden olabilir. Özersay ve Denktaş'ın ikinci tur için hangi adayı işaret edecekleri de bu noktada önem kazanıyor. Ancak beklenen gelişme, her iki adayın da seçmenlerinin özgür iradelerine saygı göstermeleri ve herhangi bir adayı işaret etmemeleri. Ayrıca CTP'nin Akıncı'yı, Erhan Arıklı'nın da Tatar'ı desteklemesine kesin gözüyle bakılıyor. 

Üçüncü olarak, her ne kadar Kıbrıslı Türklerde bu gelişmeler ve adada yarım asırdır devam eden çözümsüzlük nedeniyle Türkiye'ye yönelik bazı tepkiler olsa da, KKTC'yi dünyada tanıyan tek devletin ve yine KKTC ekonomisini ayakta tutan tek devletin Türkiye olduğu gerçeğinden hareket edilirse, Ankara'nın ikinci tur öncesinde Ersin Tatar'ı desteklediğinin bilinmesi, ekonomik refah arayışında olan merkezdeki ve ideolojik olmayan seçmenlerin Akıncı'nın ikinci defa seçilmesini risk olarak görmelerine neden olabilir. Bu nedenle, Türkiye'nin açık desteği, Başbakan Ersin Tatar için halen daha siyasal bir koz olarak ikinci turda etkili olacaktır.

Dördüncü olarak, Kıbrıs adasının diğer yarısında hüküm süren Kıbrıslı Rumların temsilcisi ve mevcut Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (Kıbrıs Cumhuriyeti) Devlet Başkanı Nikos Anastasiades'in Kıbrıs müzakerelerinin bir an önce yeniden başlatılması için Mustafa Akıncı'ya destek açıkladığı bilinen bir gerçek. Rumların da adanın kuzeyinde son dönemde ekonomik olarak etkili olmaya başladıkları ve Kıbrıs'ı dünyada temsil ettikleri düşünülürse, Rum desteği ve çözüm istenci, adada Akıncı'nın şansını arttıran diğer faktörler olarak belirtilebilir. 

Beşinci olarak, Türkiye kamuoyunda Azerbaycan'ın Ermenistan'a karşı işgal altındaki topraklarını kurtarmak için verdiği haklı mücadele sayesinde medya, akademi ve siyasi çevrelerde uluslararası hukukun hatırlanması ve Kıbrıs'ta BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına bakıldığında uluslararası kamuoyunca daima federatif bir çözümün teşvik edilmesi, seçim öncesinde Akıncı hanesine yazılan bir diğer avantaj unsuru olarak gözüküyor.

Sonuç olarak, 2020 KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turuna bence Mustafa Akıncı daha şanslı giriyor. Zira Türkiye'nin bu süreçte seçime çok müdahil olmasının Kıbrıslı Türklerin bir bölümünde tepki yarattığı anlaşılıyor. Bu nedenle, Ersin Tatar'ın aslında kazanmaya yakın olduğu bir seçimi şimdi zora soktuğunu ve Akıncı'nın daha şanslı olduğunu söylemek mümkün. Lakin ekonomik krizin Türkiye'de olduğu gibi yakından hissedildiği KKTC'de, anavatanla zıtlaşmanın ekonomik kayıplara neden olabileceğini idrak eden insanlar da var. Bu nedenle, Akıncı'nın favori aday haline geldiğini ama halen herşeyin mümkün olduğunu söylemek mümkün. Bizim temennimiz ise, Kıbrıslı Türklerin en doğru kararı vermeleri ve bağımsız bir devlet gibi hareket etmeleridir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

7 Ekim 2020 Çarşamba

Kıbrıs’ta Siyasi Çözüm Neden Türkiye’nin Lehinedir?

 


Giriş

Yalnızca Türkiye’nin tanıdığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC), Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu 11 Ekim 2020 tarihinde yapılacak. Tam 11 adayın[1] (Ersin Tatar/Ulusal Birlik Partisi, Tufan Erhürman/Cumhuriyetçi Türk Partisi, Erhan Arıklı/Yeniden Doğuş Partisi, Fuat Çiner/Milliyetçi Demokrasi Partisi, Arif Salih Kırdağ/Bağımsız, Ahmet Boran/Bağımsız, Mustafa Ulaş/Bağımsız, Alpan Uz/Bağımsız, Kudret Özersay/Bağımsız, Mustafa Akıncı/Bağımsız ve Serdar Denktaş/Bağımsız) yarışacağı seçimin, ilk turda hiçbir adayın yüzde 50’ye ulaşamayacak olması nedeniyle ikinci tura kalması ve 18 Ekim 2020 tarihinde yapılacak olan ikinci turda UBP adayı Başbakan Ersin Tatar ya da mevcut Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’dan birinin Cumhurbaşkanı seçilmesi bekleniyor. KKTC seçimleri hakkında yaptığı isabetli tahminlerle bilinen Gezici Araştırma Merkezi Sahibi Murat Gezici, Akıncı’nın görev yaptığı 5 yıllık dönemde Kıbrıs’ta çözüm yönünde mesafe kaydedememesi ve halkın genelinin iki devletli çözüme destek vermesi nedeniyle, 18 Ekim’de yapılacak ikinci turda milliyetçi siyasetçi Ersin Tatar’ın Akıncı’ya karşı yüzde 53’e karşı yüzde 47’lik oranla üstünlük sağlayacağını ve Cumhurbaşkanı seçileceğini belirtiyor.[2] Ancak bence iki adayın şansları eşit ve seçim çok az bir farkla sonuçlanacak. 

Bu arada, yarın (8 Ekim 2020) Kapalı Maraş bölgesinin yıllar sonra yeniden turizme açılacak olmasını Başbakan Ersin Tatar’ın siyasi bir şova dönüştürdüğünü ve kendilerine bu konuda bilgi verilmediğini iddia eden KKTC Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay ve partisi Halkın Partisi’nin hükümetten çekilmesi nedeniyle, seçim öncesinde KKTC’de bir hükümet krizi/boşluğu da başgösterdi.[3] Ben, bu yazıda, KKTC iç politikasından ziyade, Türkiye’de kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, fakat Türkiye’nin uluslararası siyasette ve Avrupa Birliği ile ilişkilerde konumunu zora sokan Kıbrıs Sorunu’nda neden çözüm yönünde tavır göstermesi gerektiğine dair değerlendirmemi paylaşacağım. Ancak kuşkusuz, çözüm yönünde tavır göstermek ve müzakerelerden kaçmamak, KKTC’nin varlığını ve Kıbrıs Türk’ünün haklı varoluş mücadelesini görmezden gelmek anlamına gelmiyor. Bunu da, yazının içerisinde açıklamaya çalışacağım.

Uluslararası Hukuk ve Kıbrıs Sorunu

Türkiye, şu sıralar Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden çatışmalarda Azerbaycan’dan yana güçlü tavır gösterebiliyor ve tüm dünyaya meydan okuyabiliyorsa, kuşkusuz, bunun temel sebebi, uluslararası hukukun Azerbaycan’ın yanında olmasıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1993 tarihinde bu konuda aldığı 4 önemli karar bulunmaktadır. 822, 853, 874 ve 884 nolu kararlarda, açık bir şekilde, Dağlık Karabağ ve işgal altında olan Azerbaycan topraklarında işgalci durumunda olan Ermenistan güçlerinin geri çekilmesi gerektiği ifade edilmiştir.[4]

Ancak BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konulu kararlarında da Türkiye’nin pozisyonu eleştirilmektedir. Bu konuda birçok karar olmasına karşın[5], somut iki örnek vermek gerekirse; 1983 tarihli 541 nolu BM Güvenlik Konseyi kararında[6] 1974 tarihli 365 nolu karar ile 1975 tarihli 367 nolu karara vurgu yapılarak, KKTC’nin tanınmaması gerektiği vurgulanmış, 1984 tarihli 550 nolu BM Güvenlik Konseyi kararında[7] ise önceki kararlara atıfta bulunularak, KKTC’deki seçim ve referandum girişimleri eleştirilmiş ve Kapalı Maraş bölgesinin halka açılmasına dair uluslararası topluma yönelik tehditlerden endişe duyulduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs Sorunu’nda, uluslararası hukuka göre, Kıbrıs adası Kıbrıs Cumhuriyeti adlı Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerden oluşan halkın devletidir ve Türkiye’nin adadaki konumu ve KKTC ile ilişkileri uluslararası hukuka uygun değildir.

Uluslararası hukukun bu konuda Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’ye yaklaşımının adil olmadığı ortadadır; zira Türkiye adanın garantör devletlerindendir ve Türkiye’nin adaya 1974 yılındaki askeri müdahalesi, Kıbrıslı Türklerin 1963’ten beri Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin siyasi makamlarında temsil edilmediği ve 1974 yılında yapılan hukuk-dışı askeri darbe ile Kıbrıslı Türklere yönelik etnik temizlik hareketinin başlamasından sonra gerçekleşmiştir. Bu anlamda, Kıbrıs Barış Harekâtı uluslararası hukuka uygundur; ancak daha sonra devletleşme sürecine gidilmesine yönelik olarak uluslararası toplumdan henüz destek alınamamıştır. Bu ortamda, uluslararası toplumun 1974’ten beri devam eden müzakerelerde sonuç alınamadığı ve 2004 Annan Planı’nı Kıbrıslı Rumların reddettiği gerçeğinden hareketle -kuşkusuz- daha farklı bir tavır alması beklenebilirdi. Ancak maalesef, henüz bu konuda bir aşama kaydedilememiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun olarak Kıbrıs’taki barış müzakerelerini desteklemesi her şekilde kendisi adına olumlu olacaktır.

Neden Türkiye Kıbrıs’ta Müzakereleri ve Çözümü Desteklemelidir?

İlk önemli neden, Birleşmiş Milletler’in kurucu devletlerinden birisi ve uluslararası toplumda genelde saygı gören bir devlet olan Türkiye’nin, 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından oluşturulan dünya ile uyumlu yeni çizgisiyle alakalıdır. Türkiye, kurulduğu günden bu yana, uluslararası düzen ve istikrardan yana olan, BM düzenini destekleyen ve revizyonist olmayan (yayılmacı toprak talepleri olmayan) bir devlettir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Batı dünyası ve uluslararası kamuoyunda bu şekilde algılanmaya devam etmesi, Irak, Suriye ve Libya’daki haklı askeri girişimlerinin de işgal değil, terörle mücadele ve ikili anlaşmalar kapsamında yapıldığının anlaşılması bağlamında son derece faydalı olacak ve Türk Devleti ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin meşruiyetini yükseltecektir. Dahası, Türkiye’nin bu konumu, Azerbaycan’a yönelik dünyadaki desteği de arttıracaktır. Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği “Dünya Beşten Büyüktür” söylemi ve siyasetini ise, yeni bir tür yayılmacılık olarak değil, uluslararası hukukun uygulanmasına yönelik engelleri kaldırma amaçlı siyasi bir söylem (girişim) olarak görmek gerekir.

İkinci olarak, Türkiye, Kıbrıs’ta müzakereleri ve çözümü destekleyerek, KKTC üzerindeki yükü ve baskıları hafifletebilmektedir. Nitekim 1974’te uluslararası kamuoyunca bir muhatap olarak kabul edilmeyen Kıbrıslı Türkler varken, bugün KKTC devletinin yöneticileri, henüz Türkiye dışında bir devletçe tanınmasalar da, birçok AB yetkilisi ve farklı ülkeden devlet adamlarıyla görüşebilen ve uluslararası topluma fikirlerini özgürce açıklayabilen bir konuma gelmişlerdir. Bunu sağlayan, Kıbrıs’ta çözüme yönelik kategorik bir reddetme pozisyonunda olunmaması ve müzakere masasına Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) ile karşılıklı oturabilen eşit bir konuma gelinmesidir. Bu şekilde, müzakereler sayesinde KKTC’nin uluslararası toplum ve kamuoyundaki görünürlüğü ve etkisi de giderek artmaktadır. Hatta bu konuda 2004 Annan Planı referandumu sürecinde Rumların gösterdiği çözüm ve barış karşıtı tavrın siyaseten yeterince kullanılamamış olması da, Türk Devleti ve dönemin hükümeti adına büyük bir eksiklik olarak belirtilebilir.

Üçüncü olarak, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı düzenleyen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve o dönemin siyasi iradesi doğru anlaşılmalıdır. Başbakan Ecevit, Kıbrıs’a müdahaleyi duyururken, basın mensuplarına, “İnsanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki, kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil, barış için ve yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz.” demiştir.[8] Dolayısıyla, Türk Devleti tarafından adanın işgalinin değil, EOKA’cı darbeciler tarafından işgal altında olan devletin kurtarılmasının amaçlandığı bizzat Türk Başbakanı tarafından açıkça ifade edilmiştir. Bu nedenle, aziz şehitlerimiz ve gazilerimizin mirasına da ihanet etmemek için, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın çizgisiyle siyaseten uyumlu hareket edilmeye devam edilmelidir.

Dördüncü olarak, Türkiye’nin bugün girmiş olduğu ekonomik krizin önemli sebeplerinden birisinin uluslararası toplum ve özellikle Batı toplumlarında yanlış algılanması olduğu ortadayken, Türkiye’nin Kıbrıs’ta çözüm ve barış yönünde hareket etmesi, Ankara’ya yönelik olumsuz algıları ve kötü imajı düzeltecek ve Türkiye’ye olan destek ve sempatiyi arttıracaktır. Bu şekilde, dış yatırımların ve sıcak paranın akışından tutun, Türkiye’ye yönelik yaptırımlara kadar birçok konuda, Ankara, çözüm yönünde hareket ederse daha güçlü ve avantajlı bir konumda olacaktır.

Beşinci olarak, Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesi, Türkiye-AB ilişkilerini ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini de çok müspet yönde etkileyecektir. Zira Türkiye’nin AB üyelik sürecinin fiilen donmasının temel sebebi, Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla birliğe üye olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik Ek Protokolü uygulamaması nedeniyle, Kıbrıs Sorunu’nun 8 fasıl için açılış kriteri, diğer tüm fasıllar için de kapanış kriteri olarak belirlenmesidir. Bu nedenle, Kıbrıs Sorunu çözülürse, Türkiye’nin birçok faslı kapatması yönündeki engeller ortadan kalkacak ve üyelik yolu yeniden açılacaktır. Bu, elbette tam üyelik hemen gerçekleşecek anlamına gelmemektedir; zira Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin de ülkemize yönelik bazı engellemeleri söz konusudur. Ancak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi gibi en büyük engel ortadan kalkarsa; Kıbrıs Cumhuriyeti’nin karar mekanizmalarında Kıbrıslı Türklerin yer alacak olması nedeniyle bu devletin artık Türkiye karşıtı hareket etmeyeceği ve Yunanistan’ın da bu durumda pozisyon değiştirmek zorunda kalacağı hesap edilirse, Türkiye’nin AB üyelik şansı ciddi anlamda artacaktır. Ayrıca Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilişkilerini normalleştirmesi, bu ülkenin terör örgütleri ve Türkiye karşıtı devletlere ve gruplara verdiği desteği de azaltacaktır. Dahası, bu şekilde -Bulgaristan Türklerinden sonra- Kıbrıs Türkleri de AB içerisinde Türkiye destekçisi bir halk olarak konumlanmış olurlar.

Altıncı olarak, Türkiye, Kıbrıs’taki mevcudiyetini ve gücünü zaten KKTC’deki yatırımlarıyla fazlasıyla sağlamış durumdadır. KKTC’deki otellerin, casinoların, eğlence mekânlarının, restoranların, inşaatların ve hatta üniversitelerin birçoğu Türk işadamları ve şirketleri tarafından sahiplenilmiştir. Dahası, Türkiye, “Barış Suyu” veya “Can Suyu” adı verilen proje ile KKTC’ye su da göndermektedir. Kıbrıs’ta çözüm olması durumunda, Türkiye’nin tüm Kıbrıs’ın su tedarikçisi olma ihtimali de hayli güçlüdür. Bu durumda, Türkiye, adadaki gücünü ve hâkimiyetini ekonomik yatırımları sayesinde rahatlıkla koruyabilecektir. Hatta Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ta da yatırımlarını arttırarak, bir AB ülkesinde ilk kez ekonomik açıdan hâkim duruma geçmesi durumu bile ortaya çıkabilir. Ayrıca, böylelikle, adada Türklerin kurduğu üniversiteler de Avrupa üniversiteleri haline gelir ve daha büyük bir pazara hitap etme şansı yakalarlar.

Yedinci olarak, Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesi durumunda, Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının Batı’ya Türkiye üzerinden arzı ihtimali çok güçlü bir seçenek haline gelecektir. Öyle ki, bu bölgede deniz yetki alanlarının ve münhasır ekonomik bölgelerin belirlenmesi ve İsrail, Mısır ve Kıbrıs gibi devletlerin doğalgaz kaynaklarının Türkiye’de konuşlu hatlar üzerinden Avrupa ülkelerine arzı kolaylıkla gerçekleştirilebilir bir siyasa/proje haline gelecektir. Dolayısıyla, Doğu Akdeniz’de çatışma ve fakirlik yerine, barış ve zenginlik içeren yeni bir dönem de Kıbrıs’ta çözüm ile başlayabilecektir.

Sekizinci olarak, Türkiye’nin Kıbrıs’ta müzakerelere ve çözüme karşı durmaması, Rumların her istediğine “evet” deneceği anlamına gelmemelidir. Türkiye, Kıbrıslı Türklerin haklarını sonuna kadar savunacak ve ancak onlar için avantajlı bir anlaşma ihtimali belirirse bu süreci destekleyecektir. Bu ise, iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasal eşitliğin olduğu bir federatif siyasi düzenle mümkündür. Bu durumda, toplumların çok kısa sürede ve alışmadan karşı karşıya gelmeleri iki bölgeli siyasi yapıda engellenebilecek, Kıbrıslı Türklerin on yıllardır süren eşitlik mücadelesi başarıya ulaşmış olacak ve bu sayede Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi büyük devlet adamlarının mücadeleleri de heba edilmemiş olacaktır. Ayrıca Kıbrıslı Türklerin mallarının garanti edilmesi ve Türkiye’nin garantör hakkının muhafaza edilmesi gibi konular da muhakkak Rumlarca kabullenilmelidir.

Dokuzuncu olarak, Türkiye, Kıbrıs’taki askeri varlıklarını adada bir çözüm durumunda yasal ve kalıcı hale getirme şansına sahip olacaktır. Şu an için Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı ve Türkiye'ye ait denizaşırı askeri üsler sadece fiili güce dayalı durumdayken, eğer Kıbrıs’ta çözüm olursa, anlaşma maddeleri arasına eklenebilecek ve İngiltere’nin Güney Kıbrıs’taki askeri varlığına benzer bir askeri üs anlaşmasıyla, hem Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığı yasal hale gelir, hem de adada 1963-1974 dönemine benzer bir çatışma olması durumunda Türkiye’nin kolaylıkla olaylara müdahale edebilmesi garanti altına alınır.

Onuncu olarak, Kıbrıs Sorunu’nda Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin pozisyonunun giderek güçlenmesinden hareketle, bundan sonra asıl çekinen tarafın Kıbrıslı Rumlar olması gerekmektedir. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ ve işgal altındaki topraklarını kurtarması durumunda KKTC’yi tanıma ihtimalinin hayli yüksek oluşu, Türk Keneşi veya Türk Konseyi içerisinde KKTC’ye yönelik ilginin her geçen gün artması gibi sebeplerle, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan’ın artık Kıbrıs’ta bir çözüme karşı durmaları akılcı olmayacaktır. Bu nedenle, Rumların müzakere masasında artık Türkiye’nin askeri varlığını kabullenmelerine uygun bir ortam oluşabilir. Zira aksi takdirde, KKTC’nin Türkiye müttefiki ülkelerce tanınabileceği yeni bir konjonktüre girilebilir.

Sonuç

Sonuç olarak, iç kamuoyundaki milliyetçi cereyanların akılcı ve reelpolitik düşünceyi gölgelemesi nedeniyle şu an için fazla dillendirilemese de, Kıbrıs’ta çözüm, önümüzdeki dönemde mutlaka yeniden gündeme gelecektir. Bu, birçok büyük enerji şirketinin ve bu şirketlerin desteklediği ülke hükümetlerinin de gündemindedir. İlerleyen yıllarda bu yönde güçlü bir irade oluşabileceği de hesap edilirse, Türkiye, Kıbrıs’ta pozisyonunu dengeli konumlandırmalıdır. Ayrıca KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de bu duruma malzeme etmemek gerekir. Nitekim milliyetçi Ersin Tatar veya sol görüştü Mustafa Akıncı’nın seçilmesi durumunda, nüanslarda farklılık olabilir; ancak koşullar öngördüğüm şekilde gelişirse, siyasi konjonktür asıl belirleyici olacak ve büyük bir farklılık da yaşanmayacaktır. Sonuçta, her şekilde Türkiye, Kıbrıslı Türklerin haklarını uluslararası hukuk ve insan haklarına dayalı olarak savunmaya devam edecektir. Çünkü Türkler, hukuka saygılı ve büyük bir millettir...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

 

[1] Bakınız; https://www.kibrispostasi.com/c35-KIBRIS_HABERLERI/n350491-11-adayli-cumhurbaskani-secimi-gelecek-hafta.

[2] Bakınız; https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/secim-oncesi-dikkat-ceken-anket-kibris-turku-turkiyesiz-bir-gelecek-istemiyor-6048060/.

[3] Bakınız; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/kktcde-koalisyon-ortagi-hukumetten-cekildi-41629649.

[4] Bakınız; https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_United_Nations_Security_Council_resolutions_on_the_Nagorno-Karabakh_conflict.

[5] https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_United_Nations_Security_Council_resolutions_concerning_Cyprus.

[6] Bakınız; http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/KIBRIS/BMGuvenlikKonseyiKarari1983541544.pdf.

[7] Bakınız; http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/KIBRIS/BMGuvenlikKOnseyiKarari1984550553559.pdf.

[8] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=b_B2eYytG-A.