Sayfalar

31 Ağustos 2020 Pazartesi

İstatistiki Olarak Koronavirüs Salgını

 


2019 yılı sonlarında Çin Halk Cumhuriyeti’nin Wuhan şehrinde ortaya çıkan ve 2020 yılı Mart ayından itibaren tüm dünyayı etkilemeye başlayan koronavirüs veya Covid-19 salgını, uluslararası sistem, devletlerin siyasal düzenleri ve insanların günlük hayatları ve psikolojileri üzerinde kalıcı etkiler bırakan çok önemli bir tarihi olaydır. Koronavirüs salgınının etkilerinin onaylanmış ve garantili bir aşı veya tedavi yöntemi bulunacağı tarihe kadar devam etmesi ve bunun 2021 yılını bulması beklenmektedir. Bu noktada, her ne kadar Rusya’da daha şimdiden bir aşı uygulaması devreye sokulsa da, bunun Dünya Sağlık Örgütü (WHO) onaylı bir yöntem olmadığını belirtmek gerekiyor. Bu yazıda, koronavirüs veya Covid-19 salgınının etkilerini farklı kaynaklar doğrultusunda istatistiki olarak ifade etmeye çalışacağım.

İlk olarak, kuşkusuz, ölüm ve vaka sayılarıyla işe başlamak gerekiyor. Birçok farklı kaynağa göre, devletlerin resmi açıkladıkları veriler baz alındığında, dünyada şu ana kadar 25.638.253 koronavirüs vakasının görüldüğü ifade ediliyor.[1] Ancak bu resmi rakamların yalnızca testler sonucunda tespit edilen vakaları kapsadığı düşünülürse, gerçek rakamın bunun en az 2-3 katı olabileceğini akılda tutmakta fayda var. Bu vakalardan 17.943.513 tanesinde iyileşme gerçekleştiği açıklanırken, koronavirüs hastalığına bağlı olarak dünyada kayıt altına alınan ölüm sayısı ise 854.775 olarak belirtiliyor. Bu durumda, toplam vaka sayısının yüzde 3,3’ü kadar ölüm gerçekleştiğini ve hastalığın mutlak öldürücü olmadığını belirtmekte fayda var.

Koronavirüs salgınına bağlı olarak yaşanan hastalık, iyileşme ve ölüm sayıları[2]

Ülke bazında bakıldığında ise; toplam vaka ve ölüm sayısında Amerika Birleşik Devletleri’nin açık farkla ilk sırada yer aldığı görülüyor. 6 milyonun üzerinde vakanın görüldüğü ABD, 187.000’in üzerindeki ölü sayısıyla da bu konuda oldukça olumsuz ve başarısız bir tablo ortaya koyuyor. ABD’ye benzer şekilde, Brezilya da, 4 milyona yakın vaka ve 120.000’in üzerinde ölümle bu alanda dünyada en kötü durumda olan ülkelerden biri olarak öne çıkıyor. Bu iki ülkeyi, 3,5 milyonun üzerinde vaka ve 65.000’in üzerinde ölümle Hindistan takip ederken, dördüncü sıradaki Rusya’da 1 milyon civarında vaka ve 17.000’in üzerinde ölüm gerçekleştiği belirtiliyor. Ölüm sayısı açısından Meksika (64.000’den fazla) ve Birleşik Krallık (41.000’den fazla) ülkelerin de oldukça kötü bir performans gösterdikleri ve yeterli önlemleri alamadıkları veya geç aldıkları bu tablodan anlaşılıyor. Türkiye ise, 270.000 civarında vaka sayısı ile, listede Fransa’nın ardından 18 sırada yer alıyor. Türkiye’de açıklanan resmi ölüm sayısı ise 6.370 olarak belirtiliyor. Bu noktada, listede yer alan ülkelerden demokratik ülkelerde vaka ve ölüm sayıları konusunda çok daha şeffaf davranıldığı, otoriter ve totaliter yönetimlerde ise vaka ve ölüm sayıları konusunda şüpheler olduğunu belirtmekte de fayda var. Türkiye de, bu açıdan şeffaf yönetim sergileyen bir ülke olarak dikkat çekiyor. Küçük ülkeler ve ada ülkeleri sayılmadığında ise, dünyada koronavirüsle mücadele konusunda en başarılı ülkelerin; Yeni Zelanda, Uruguay, Nijer, Vietnam, Çad, Myanmar (Burma), Tanzanya, Tayvan, Burundi ve Kamboçya gibi devletler olduğunu belirtmekte fayda var.   

Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği kıtalar/bölgeler bazında onaylanmış vaka sayıları[3]

Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği kıtalar/bölgeler bazında bakılında ise; Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının 13 milyonun üzerinde vaka sayısı ile dünyadaki en tehlikeli coğrafya olarak dikkat çektiği belirtilebilir. İkinci sırada yer alan Avrupa’da 4 milyonun üzerinde vaka, üçüncü sırada yer alan Güneydoğu Asya bölgesinde yine 4 milyonun biraz üzerinde vaka, dördüncü sırada yer alan Doğu Akdeniz’de 2 milyona yakın vaka, beşinci sırada yer alan Afrika’da 1 milyon civarında vaka ve altıncı sırada yer alan Batı Pasifik’te 500.000’e yakın vaka görüldüğü anlaşılıyor.

Bu istatistikleri gördükten sonra, şöyle bazı önerilerde bulunabilir. Vaka sayısının yüksek olduğu bölgeler ve ülkelerde, okullar açılmadan önce, hayatı biraz olsun normale döndürebilmek adına yeniden uzun süreli (4-5 gün) sokağa çıkma yasaklarını uygulamaya sokmak akıllıca bir fikir olabilir. Zira vaka sayıları düşmeden normal hayata dönülmesi, “ikinci dalga” olarak ifade edilen yeni bir vaka patlaması sürecinin başlamasına neden olabilecek gibi gözüküyor. Bir diğer önemli husus ise, hijyen kurallarına uymak ve maske takmanın zorunlu bir uygulama haline getirilmesi ve buna uymayanların cezalandırılması olmalı. Koronavirüs salgınının kuşkusuz bu yazıda bahsedilmeyen bir de ekonomik boyutu var ki, o alandaki çalışmaların henüz tahmini aşamada olduğu ve kesin verilere ancak tüm dünyada 3. çeyrek rakamları açıklandığında ulaşabileceğimizi belirtmekte fayda var. Ayrıca, son olarak, tüm dünyada bu denli zor ve tüm insanlığı ilgilendiren bir süreç yaşanırken, ABD gibi gelişmiş bir ülke ve Yunanistan ve Türkiye gibi henüz kalkınamamış bazı devletlerde toplumların aşırı milliyetçilik bataklığına sürüklendiğini görmenin son derece hazin olduğunu söylememiz gerekiyor. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[2] Bakınız; https://www.coronatracker.com/, Erişim Tarihi: 01.09.2020.

[3] Bakınız; https://covid19.who.int/, Erişim Tarihi: 01.09.2020.

Donald Trump’ın 4 Yıllık Başkanlık Performansı


Giriş

2016 yılı Kasım ayındaki seçimlerde, Demokrat aday Hillary Clinton’ı toplamda 3 milyona yakın daha az oy almasına rağmen mağlup ederek seçilen 45. ABD Başkanı Donald Trump, 2017 Ocak ayından beri yaklaşık 4 yıldır görev yaptığı Beyaz Saray’da oldukça tartışmalı bir Başkan profili çizmiştir. Trump, aslında bazı konularda kendi ülkesi ve siyasal çizgisi adına tutarlı işler yapmasına karşın, özellikle destek verdiği aşırı sağcı/ırkçı grupların karıştığı olaylar ve bu grupların toplumun önemli bir bölümünde (Afrikalı Amerikalılar, Hispanikler, Müslümanlar ve azınlık grupları) çok olumsuz algılanması nedeniyle, Kasım ayında düzenlenecek olan seçimleri -Demokrat aday Joe Biden karşısında- kaybedecek gibi gözükmektedir. Nitekim güncel anketler[1], Trump’ın -son iki ayda bir mucize gerçekleştiremezse- seçimi kazanmasının çok zor olduğunu göstermektedir. Bu yazıda, Trump’ın yaklaşık 4 yıllık Başkanlık performansı değerlendirilecektir.

Ekonomi

Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi, ABD’de de, ekonomi, günümüzde bir Başkan veya siyasi liderin performansı ölçülürken en önemli kriter kabul edilmektedir. Bu konuda, Donald Trump, aslında 2020 yılı Mart ayına kadar çok iyi bir performans göstermeyi başarmıştır. Öyle ki, Trump’ın ilk 3 yıllık Başkanlığı döneminde, ABD ekonomisi sürekli olarak yüzde 2-3 düzeylerinde büyümeyi başarmıştır.[2] Her ne kadar Obama döneminde bunun üzerinde büyüme rakamları yakalanmışsa da, Trump’ın da Covid-19 (koronavirüs) dönemine kadar ekonomide oldukça başarılı olduğunu söylemek doğru olacaktır. Zira Trump döneminde borsalar da hızlı bir yükselişe geçmiş ve istikrarlı bir gelişim trendi göstermiştir. Trump’ın bu başarısı, vergileri düşürerek özel sektörü ve yeni yatırımları teşvik etmesinden ve yurtdışına açılan Amerikan sermayesini cazip koşullarla ülkeye geri getirmeyi başarmasından kaynaklanmıştır. Bu sayede, ülkedeki işsizlik oranları da hızla düşmüştür.

Obama’nın ve Trump’ın Başkanlıkları döneminde ABD ekonomisinin ekonomik büyüme oranları

Nitekim Barack Obama döneminde yüzde 10’lardan yüzde 5 seviyesinin biraz altına çekilen ABD’deki işsizlik oranı, Donald Trump’ın ilk 3 yılında yüzde 3,6’ya kadar düşürülmüş ve ABD tarihinin bu alandaki en başarılı dönemlerinden birine sahne olmuştur. Trump öncesinde en başarılı dönem ise, işsizliğin yüzde 3,5 olarak ölçüldüğü 1969 yılı Aralık ayı olmuştur (Richard Nixon dönemi). Trump döneminde, 2017-2020 arasında tam 6,7 milyon yeni iş imkânı yaratılırken, bu durum Afrikalı Amerikalılar ve Hispaniklerin de lehine olmuştur. Öyle ki, 2019 yılı Eylül ayı verilerine göre, Trump döneminde Afrikalı Amerikalılarda işsizlik oranları yüzde 5,5’e, Hispaniklerde ise yüzde 3,9’a düşürülmüştür.[3] Ayrıca, Obama döneminde yüzde 2,5 seviyesine gerileyen saatlik kazanç ortalaması da, Trump döneminin ilk 3 yılında yüzde 3,12’ye yükselmiştir.[4]

Obama ve Trump dönemlerinde ABD’deki işsizlik oranları

Peki, Trump’ın bu başarıları kalıcı olabilmiş midir? Bu konuda durum oldukça karmaşıktır. 2020 yılı Mart ayından itibaren Çin’den başlayarak tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 (koronavirüs) salgınından en olumsuz etkilenen ülkelerden birisi de ABD olmuştur. Öyle ki, şimdiye kadar 6 milyonun üzerinde vakanın görüldüğü ABD’de, ölüm sayısı 187.000’in üzerinde olmuş ve bu alanda dünyada zirve noktasına ulaşılmıştır.[5] ABD gibi dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri için bu durum sağlık ve toplum yönetimi anlamında ciddi bir zafiyete işaret ettiği gibi, ekonomide de ciddi olumsuz sonuçlara neden olmuştur. Her ne kadar, Trump, bu eleştirileri reddederek ülkesinin Avrupa ülkelerinden daha iyi durumda olduğunu söylese[6] ve Covid-19 salgınını Çin’de başlayan bir komplo olarak lanse etse de, 2020 yılı Nisan ayında yüzde 14,7 seviyesine yükselen işsizlik oranı, 1948’den beri en kötü performans olarak tarihe geçmiştir.[7] Haziran ayında işsizlik oranını yüzde 11,1’e düşürmeyi başaran[8] Trump yönetimi, buna karşın seçim öncesinde ekonomide başarılı bir performans gösterdiği algısını yitirmiştir. Ayrıca Trump'ın Çin'le başlattığı ticaret savaşlarının da başarıyla sonuçlandığını söylemek zordur. Her ne kadar bu süreçte Çin'i yavaşlatmayı başarsa da, Trump, en büyük rakibinin büyümeye ve dünya genelinde güçlenmeye devam etmesini önleyememiştir. 

Bu konuda genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Trump’a ekonomi yönetiminde artı ya da eksi not vermek hatalı olacaktır. Zira Covid-19 salgını öncesi dönemde başarılı bir grafik sergileyen Trump, salgın döneminde başarısız olmuş; bu da ekonomi yönetimi notunun bence “nötr” olmasına yol almıştır. Ancak şurası bir gerçektir ki, Covid-19 süreci ekonominin olağan akışını etkileyen sıra dışı ve beklenmedik bir gelişme olmuştur. Bu nedenle, bu süreçte tüm diğer devletler ve yönetimler gibi ABD’nin de zorlanması doğaldır. Bu bağlamda, Trump’a haksızlık etmemek gerekmektedir.

Güvenlik Politikası

Trump döneminde, ABD, güvenlik politikaları anlamında da başarılı veya başarısız olarak ilan edebilmek için oldukça çelişkili bir performans sergilemiştir. 2019 yılı Ekim ayı sonlarında IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) adlı terör örgütünün kendisini Halife ilan eden lideri Ebubekir El Bağdadi’nin özel bir operasyonla öldürülmesi[9], Trump yönetimi adına kuşkusuz büyük bir başarı olmuştur. Obama döneminde, Türkiye, ABD ve müttefiklerin izlediği politikalar nedeniyle Irak ve Suriye’de çok güçlenen IŞİD’in, Trump döneminde Türkiye, ABD ve Rusya’nın çabalarıyla neredeyse tamamen bitirildiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu, Trump yönetimi adına önemli bir başarı puanıdır.

Buna karşın, Trump’ın İran’a yönelik sert politikaları, Ortadoğu’da çok gergin yeni bir sürecin başlamasına neden olmuştur. Öyle ki, İran’ın bölgedeki “proxy” faaliyetlerini yürüten İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü komutanı General Kasım Süleymani’nin ve Haşdi Şabi'nin Komutan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Mühendis’in Trump’ın emriyle 2020 yılı başında öldürülmesi[10], Körfez ülkelerince olumlu algılanmasına karşın, bölgedeki diğer ülkelerde büyük bir endişeye yol açmıştır. İran’dan beklenen şiddetle bir karşılık gelmese de, Trump’ın bu politikası çok riskli bulunmuş ve genelde eleştirilere neden olmuştur.

Başkan Trump’ın bir diğer tartışmalı kararı ise, 2019 yılı Ekim ayında Suriye’deki Amerikan askerleri geri çekeceğini açıklaması olmuştur.[11] Bu karar, özellikle bölgedeki PYD/YPG güçlerine askeri operasyon yapan Türkiye tarafından olumlu algılanırken, Kürtler ve ABD’nin Avrupalı müttefiklerinden eleştiriler almıştır. Bu olay sonrasında, ABD, askerlerinin bir bölümünü Suriye’de tutmaya devam etmiş ve YPG’nin öncülüğündeki SDG’nin, Delta Crescent adlı bir Amerikan şirketiyle bölge petrolünü çıkarmak için bir anlaşma yapması dikkat çekmiştir.[12] Ancak Trump döneminde ne Suriye krizi, ne de Kürt Sorunu tam anlamıyla çözülememiştir. Suriye iç savaşı konusunda, Başkan seçildikten sonra Suriye'ye yönelik -kimyasal katliam sonrasında- füze saldırılarıyla hızlı bir giriş yapan Trump, daha sonra bu konuda sorumluluğu Rusya ve Türkiye gibi ülkelere bırakmayı yeğlemiş ve daha çok IŞİD'i bitirme ve Kürtleri koruma yönünde politikalar gütmüştür.

Bunların dışında, Trump döneminde, ABD’ye yönelik dış kaynaklı büyük bir terör saldırısı (9/11 benzeri) gerçekleşmemişse de, Trump’ın dışlayıcı politikalarının sonucu olarak, ABD’de Afrikalı Amerikalılar ve beyaz gruplar arasında yaşanan şiddet olayları ve sansasyonel polis cinayetlerinde büyük bir artış yaşanmıştır. Bu nedenle, Trump’ın güvenlik politikasında da notu artı veya eksiden ziyade “nötr” olmalıdır.

İç Politika

ABD Başkanı Donald Trump’ın net eksi puan aldığı konu ise bence iç politika olmuştur. ABD’nin değişen demografik yapısına uygun olmayan şekilde daha çok orta sınıf ve alt sınıf beyaz seçmenden oy alan Trump, bu seçmen grubuna öncelikle hitap etmeye çalışırken, seçmen kitlesi içerisinde yer alan radikal unsurları (beyaz üstünlüğünü savunan ırkçı gruplar ve radikal dindar Hıristiyan seçmenler vs.) her şekilde savunmaya devam etmesi, onun Demokratların seçmen tabanını oluşturan Afrikalı Amerikalılar, Hispanikler ve diğer gruplar tarafından çok olumsuz algılanmasına neden olmuştur. ABD’de, Trump’ın aldığı beklenmedik destek, ünlü Amerikalı Karşılaştırmalı Politika uzmanı akademisyen Seymour Martin Lipset’in “working class authoritarianism” (işçi sınıfı otoriterliği) kavramı etrafında değerlendirilirken[13], kuşkusuz ekonomide ilk 3 yılda gösterdiği iyi performans da Trump’ın bu grup üzerindeki etkisini daha da arttırmıştır. Güncel bazı bilimsel raporlarda, Trump’ın Başkanlığı döneminde beyaz üstünlüğünü savunan ırkçı grupların yüzde 55 düzeyinde arttığının vurgulanması, onun politikalarını anlamak açısından önemli bir dayanak noktasıdır.[14] Trump’ın beyaz üstünlüğünü savunan grupların yayınladıkları “White Power” (Beyaz Gücü) adlı bir videoyu Twitter’dan retweet etmesi de büyük tartışmalara neden olmuştur.[15] Elinde İncil’le 1 Haziran 2020 tarihinde St. John’s Kilisesi önünde poz veren Trump, ayrıca milliyetçilik ve din kartlarını da çok iyi kullanarak, sağ seçmeni ve Cumhuriyetçi Parti tabanını konsolide etmeyi başarmıştır. Öyle ki, 2020 seçimleri öncesinde Trump’a karşı Cumhuriyetçi Parti içerisinde ciddi bir Başkan adayı rakibi bile çıkamamıştır. Trump'ın iç politikada hatırlanması gereken bir diğer başarısı da, Rahip Andrew Brunson gibi bazı yurtdışında tutuklanan Amerikalıları özgürlüklerine kavuşturması ve ülkelerine geri getirmeyi başarmasıdır. Trump'ın Başkan Yardımcısı Mike Pence sayesinde dindar Hıristiyan Evanjelist gruplar üzerindeki etkisini de akıllıca bir siyasi adım olarak buraya ekleyebiliriz.

Trump’ın olaylı St. John’s Kilisesi ziyareti ve İncil’i ters tutarak verdiği unutulmaz poz

Ancak Trump’ın ABD’de yıllardır hiç bitmeyen ırkçılık vakaları ve polis cinayetleri karşısındaki yatıştırıcı tutumu, onun ABD’nin diğer yarısıyla olan ilişkilerini son derece olumsuz etkilemiştir. Özellikle tüm dünyada tepkilere neden olan George Floyd cinayeti sonrasındaki pek de anlaşılamayan garip yorumları[16], Trump’a yönelik tepkileri arttırmış ve ABD’de polisler ile Afrikalı Amerikalılar ve sivil haklar aktivistleri arasındaki mücadeleyi kızıştırmıştır. Trump’ın Afrikalı Amerikalılarla olumsuz ilişkileri, Afrikalı Amerikalı sporcuların çok ağır bastığı NBA’le olan kavgasıyla da bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. Jacob Blake'in vurulması sonrasında NBA oyuncularının aldığı geçici boykot kararı sonrasında sporcuları eleştiren Trump, oyuncuları sporu siyasete alet etmekle suçlayarak, NBA’in düşen ratinglerine vurgu yapmıştır.[17] Zaten Trump, şampiyon NBA takımlarının ziyaret etmediği bir Başkan olarak da tarihe geçmiştir.[18] Trump’ın 2016 yılındaki Başkanlık kampanyasından itibaren zaman zaman ırkçı, zenofobik (yabancı düşmanı) ve kadın düşmanı siyasi argümanları kullandığı birçok uzman tarafından sıklıkla dile getirilen bir görüştür.[19] Bu durum ise, ABD’de toplumu ve siyaseti kutuplaşmaya yönlendirmektedir.

Tüm bu nedenlerle, Trump’ın Başkanlığının onaylanma oranları (Presidential approval rating) genelde düşük seyretmiştir. 2017 yılı sonlarında, Beyaz Saray’daki ilk yılı dolarken yüzde 35 gibi son derece düşük bir onaylanma oranı ile Başkanlık yapan Trump, ilerleyen yıllarda yüzde 49’a kadar ulaştığı dönemler olmasına karşın (2020 yılı Mayıs ayı başında), ortalama yüzde 40 seviyelerinde bir desteğe sahip olmuştur.[20] Günümüzde ise, bu oran yüzde 42 seviyelerindedir. Bu durum, Trump’ın kendi seçmenlerince çok sevilen, ancak ülke genelinde pek desteklenmeyen kutuplaştırıcı bir Başkan olduğu fikrini doğrulamaktadır.

Trump’ın onaylanma oranları

Dış Politika

Trump’ın çelişkili ve başarılı veya başarısız olarak değerlendirilmesi kolay olmayan siyasi performansının bir diğer yansıması da dış politika alanında görülmektedir. Öyle ki, Trump, ABD kamuoyunda ve siyasal elitinde çok sevilen İsrail konusunda en net, kararlı ve dürüst politikaları sergileyerek birçok öncü adım atmasına karşın, dış politikası genelde eleştiriler almaktadır. Trump’ın İsrail konusundaki en cesur hamleleri, ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyarak Kudüs’ü bu ülkenin başkenti olarak kabul etmesi, İsrail’in Golan Tepeleri’ni ilhakını desteklemesi, Asrın Anlaşması (Deal of the Century) adıyla İsrail-Filistin Sorunu konusunda iddialı bir barış planı açıklaması ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail’in “İbrahim Anlaşması” (Abraham Accord) ile resmen tanımasına aracılık etmesi (Batı Şeria ilhakından vazgeçilmesi karşılığında) olarak sıralanabilir. Nitekim Trump, İsrail’e verdiği koşulsuz ve cüretkâr destekle, Başbakan Benyamin Netanyahu’nun 3 seçimin ardından yeniden zoraki Başbakan seçilmesini de sağlayan en önemli kişi olmuştur. ABD dış politikasında İsrail’in güvenliğinin birinci gündem maddesi olduğu düşünülürse, bunlar, Trump adına olumlu adımlardır ve Amerikan kamuoyundan da genelde destek almaktadır. Ancak ABD gibi bir süpergücün dış politikası, kuşkusuz, tek bir devletle sınırlı kalamaz. Bu bağlamda, Trump’ın diğer müttefiklerle ilişkileri oldukça sorunlu olmuştur.

Trump ve Netanyahu

En yakın müttefiklerden ve tarihsel özel ilişkilerin olduğu Birleşik Krallık (İngiltere) ile bile Büyükelçi “Kim Darroch krizi” yaşayan Trump Amerika’sı, her ne kadar Boris Johnson işbaşı yaptıktan sonra bu ülke ile ilişkilerini bir nebze olsun düzeltse de, Avrupa Birliği ve Avrupa ülkeleriyle de son derece sorunlu bir dönem geçirmiştir. Nitekim Trump döneminde ABD’nin dünyadaki algılanması genelde olumsuz bir trend göstermiş ve yüzde 64’lük geniş bir uluslararası kamuoyu kitlesinin Trump’a güven duymadıklarını ortaya çıkmıştır. Trump’a dünyada en çok destek verilen ülkeler ise; Filipinler (yüzde 77), İsrail (yüzde 71), Kenya (yüzde 65), Nijerya (yüzde 58), Hindistan (yüzde 56), Polonya (yüzde 51), Güney Kore (yüzde 46), Ukrayna (yüzde 44), Güney Afrika (yüzde 42), Japonya (yüzde 36), Avustralya (yüzde 35), Slovakya (yüzde 34), Macaristan (yüzde 33) ve Birleşik Krallık ile İtalya (yüzde 32) olarak sıralanmıştır. Fransa ve Almanya gibi etkili ülkelerde ise Trump’ın destek oranı yüzde 20’yi aşamamıştır.

Trump’ın farklı ülkelerdeki destek oranları

Bunun sebeplerine bakıldığında ise, kuşkusuz, ABD’nin Trump liderliğinde öngörülemeyen politikalar izlemesi ve uluslararası anlaşmalardan çekilmesi ilk ve en makul argüman olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki, Paris İklim Sözleşmesi, İran nükleer anlaşması (JCPOA), Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) anlaşması ve Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) anlaşmasından Trump döneminde geri çekilen ABD, Dünya Sağlık Örgütü’ndeki (WHO) üyeliğini bile dondurarak, tam anlamıyla içe kapanmacı ve küreselleşme karşıtı bir görüntü çizmiş ve yıllardır dünyada var olan küresel lider imajına büyük darbe vurmuştur. Bu nedenle, Trump, izolasyonist bir Başkan olarak dikkat çekmiş ve dünya genelinde ABD liderliğine duyulan güveni azaltmıştır. Zaten Trump, seçim kampanyası döneminden itibaren “Önce Amerika” (America First) söylemiyle bu şekilde davranacağının sinyallerini de vermiştir.

Son olarak, Trump'ın Venezuela ve İran gibi ülkelere yönelik olarak uyguladığı rejim değişikliği politikasının da başarılı olmadığını belirtmek gerekir. Her ne kadar her iki ülkeyi de ekonomik anlamda çökertmeyi başarsa da, Trump yönetimi, ne Venezuela'daki Nicolas Maduro rejimi, ne de İran'daki molla rejimini yıkmayı başaramamıştır. Bu nedenle, Trump yönetiminin İsrail dışındaki politikalarının sonuç aldığını ve başarılı olduğunu söylemek zordur. Bu anlamda, Trump'ın dış politika notu da "nötr" olarak verilebilir.

Sonuç

Sonuç olarak, Donald Trump’ın ABD Başkanı olarak performansı değerlendirildiğinde, genel olarak olumsuz gelişmelerin olumlulara nazaran daha ön planda olduğu görülmektedir. Trump’ın en başarılı olduğu alan olan ekonomi ise, Covid-19 salgını nedeniyle nötre döndüğü için, Trump’ın Joe Biden karşısında seçimi kaybetmesi kesinlikle sürpriz bir netice olmayacaktır. Ancak bu salgın olmasaydı, kabul etmek gerekir ki, Trump, büyük ihtimalle seçimi kazanacaktı. Bunun sebebi de, Amerikalıların çoğunluğunun kendi ülkelerinin iç gündemleriyle fazlasıyla yoğun bir halk olmaları ve okyanusun öte yanında yaşarken, bu tarafta yaşanan sorunlara karşı o kadar da büyük bir duyarlılık geliştirmiyor olmalarıdır.

Böyle bir ortamda Trump'ın yeniden Başkan seçilmesi için, kuşkusuz, büyük ve yeni bir başarı hikâyesi gereklidir. Covid-19'u geçirebilen bir aşının bulunması, ABD'nin stratejik hasımlarından birine yönelik başarılı bir operasyon veya ekonomide son 2 ayda yapılacak büyük bir atılım, Trump'a böyle bir başarı hikâyesini sağlayabilir. Ancak gerçekçi olmak gerekirse, seçimin favorisi Joe Biden'dır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Bakınız; https://ig.ft.com/us-election-2020/.

[2] BBC (2020), “US economy under Trump: Is it the greatest in history?”, 17.02.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-45827430.

[3] BBC (2020), “US economy under Trump: Is it the greatest in history?”, 17.02.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-45827430.

[4] BBC (2020), “US economy under Trump: Is it the greatest in history?”, 17.02.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-45827430.

[5] Bakınız; https://www.worldometers.info/coronavirus/country/us/.

[6] Laura Gamba (2020), “Trump says US economy better than Europe’s”, AA – Anatolian Agency, 13.08.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/en/americas/trump-says-us-economy-better-than-europe-s/1939990.

[7] Matthew A. Winkler (2020), “It Really Is Trump’s Fault”, Bloomberg, 08.07.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bloomberg.com/opinion/articles/2020-07-08/coronavirus-trump-is-why-the-u-s-economy-is-such-a-mess.

[8] Matthew A. Winkler (2020), “It Really Is Trump’s Fault”, Bloomberg, 08.07.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bloomberg.com/opinion/articles/2020-07-08/coronavirus-trump-is-why-the-u-s-economy-is-such-a-mess.

[9] BBC (2019), “Abu Bakr al-Baghdadi: IS leader 'dead after US raid' in Syria”, 28.10.2019, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-us-canada-50200339.

[10] Kasım İleri (2020), “Pentagon: Kasım Süleymani, Trump'ın talimatıyla öldürüldü”, AA – Anadolu Ajansı, 03.01.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/pentagon-kasim-suleymani-trumpin-talimatiyla-olduruldu/1690737.

[11] Julian E. Barnes & Eric Schmitt (2019), “Trump Orders Withdrawal of U.S. Troops From Northern Syria”, The New York Times, 13.10.2019, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2019/10/13/us/politics/mark-esper-syria-kurds-turkey.html.

[12] BBC Türkçe (2020), “Suriye'de Kürt güçlerle Amerikan şirketi petrol anlaşması yaptı, Ankara ve Şam tepki gösterdi”, 03.08.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-53641365.

[13] Jordan Michael Smith (2016), “Who Are Trump’s Supporters?”, Democracy Journal, 15.01.2016, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://democracyjournal.org/arguments/who-are-trumps-supporters/.

[14] Jason Wilson (2020), “White nationalist hate groups have grown 55% in Trump era, report finds”, 18.03.2020, The Guardian, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2020/mar/18/white-nationalist-hate-groups-southern-poverty-law-center.

[15] Bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=WF_DRElWKUA.

[16] BBC (2020), “President Trump: 'This is a great thing' for George Floyd”, 05.06.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/av/world-us-canada-52944598.

[17] Sözcü (2020), “Donald Trump: NBA oyuncularının yaptığı protesto basketbolu mahvediyor”, 29.08.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://skor.sozcu.com.tr/2020/08/29/donald-trump-nba-oyuncularinin-yaptigi-protesto-basketbolu-mahvediyor-1524415/.

[18] Cork Gaines (2019), “Championship teams visiting the White House has turned into a mess — here is how Trump and the teams have wrecked the tradition”, Business Insider, 26.08.2020, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.businessinsider.com/championship-teams-trump-white-house-2019-4.

[19] Vanessa Williamson & Isabella Gelfand (2019), “Trump and racism: What do the data say?”, Brookings, 14.08.2019, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://www.brookings.edu/blog/fixgov/2019/08/14/trump-and-racism-what-do-the-data-say/.

[20] GALLUP (2020), “Presidential Approval Ratings -- Donald Trump”, Bloomberg, Erişim Tarihi: 31.08.2020, Erişim Adresi: https://news.gallup.com/poll/203198/presidential-approval-ratings-donald-trump.aspx.

27 Ağustos 2020 Perşembe

YouGov Verilerine Göre Türkiye

 

YouGov[1], 2000 yılında İngiltere’de kurulmuş olan ve dünya çapında birçok önemli firma ile çalışan büyük bir pazar araştırması ve anket şirketidir. 2000 yılı Mayıs ayında Alman asıllı Birleşik Krallık vatandaşı -ki kendisi şirketin CEO’sudur- Stephan Shakespeare ve 2010 yılından beri Avam Kamarası’nda Muhafazakâr Parti milletvekili olarak görev yapan Kürt (Irak) asıllı Nadhim Zahawi tarafından kurulan şirket, 2019 yılı içerisinde 136 milyon doların üzerinde bir iş hacmine sahip olmuştur. Bu nedenle, YouGov, bu alanda dünyada faaliyet gösteren en büyük ve güçlü şirketlerden birisi kabul edilmektedir. Tüm dünyada faaliyet gösteren şirket, internet tabanlı (çevrimiçi/online) anketler yaparak, hükümetlere, siyasi partilere ve firmalara hizmet sunmakta ve halkın beklenti ve tepkilerini ölçerek, çeşitli kurumların doğru kararlar almalarına yardımcı olmaktadır. YouGov, çalışmalarını ülkelere göre de gruplandırmakta ve bunların bir bölümünü web sitesinden yayınlamaktadır. Bu yazıda, YouGov’un Türkiye bulguları değerlendirilecektir.[2]

Öncelikle, Türkiye, YouGov’un çalışmalarına göre dünyada en çok tanınan/bilinen 39. ülke durumundadır.[3] Bu, Türkiye gibi turizm sektörü gelişmiş ve dünya tarihi ve siyasetinde önemli roller oynamış/oynayan bir ülke için oldukça vasat bir başarı kabul edilmelidir. Bu kategoriye bakıldığında; ABD, Almanya, Meksika, Fransa, İtalya, Birleşik Krallık, Çin, Kanada, Avustralya ve İspanya’nın en çok tanınan ülkeler olarak ilk 10’da yer aldıkları görülmektedir. Bu durum, bende, Türkiye’nin siyaseti ve medyasıyla çok içe dönük bir ülke olduğu düşüncesini uyandırmaktadır. Ancak 30. sırada yer alan Afganistan’ın da yüzde 95’lik dilimde olduğu düşünülürse, Türkiye’nin konumu ilk 30’lar olarak düşünülebilir.

İkinci önemli veri olan en popüler (sevilen) ülkeler listesinde de, Türkiye, ne yazık ki 119.luk gibi oldukça kötü bir konumda yer almaktadır.[4] Bu alanda da ABD dünyada zirvede yer alırken, ilk 10’da -ABD’nin ardından- Avustralya, Kanada, İrlanda, İtalya, Birleşik Krallık, Yeni Zelanda, İsviçre, İsveç ve İzlanda yer almaktadır. Bu istatistiki oluşturan verilere göre; Türkiye hakkında dünya genelinde pozitif (olumlu) görüşler yüzde 20 ile sınırlı kalırken, yüzde 35 civarında bir kesimin Türkiye’ye yönelik önyargılı ve olumsuz bir bakış açısı söz konusudur. Ancak umutlanmak için önemli bir gösterge, yüzde 40 civarında çok geniş bir grubun Türkiye’ye yönelik duruşunun nötr (ne olumlu, ne olumsuz) olmasıdır. Bu nedenle, Türkiye’nin barışçıl ve başarılı bir dış politika takip etmesi durumunda, dünya genelinde çok daha yüksek destek oranlarına ulaşması gayet mümkün gözükmektedir.

Üçüncü önemli ve ilginç konu, Türkiye’nin tanımlanmasıyla alakalıdır. Türkiye’yi seven ve yakından takip eden kişiler, ülkemizi “tarihi/tarihsel”, “eski moda”, “atmosferik”[5], “güzel” ve “misafirperver” gibi sıfatlarla tanımlamaktadırlar. Bunlar, oldukça olumlu tanımlamalar olup, Türkiye’nin köklü tarihi, muhteşem atmosferi ve misafirperverliğiyle ön plana çıkan bir ülke olduğunu bizlere ispatlamaktadır.

Dördüncü kategori olan Türkiye’nin en popüler olduğu yaş grupları dağılımına bakıldığında ise; ülkemizin en çok Milenyaller olarak bilinen Y kuşağı (1981-1996 dönemi doğanlar) tarafından sevildiği görülmektedir. Bu yaş grubunda Türkiye’nin dünya çapında popülaritesi yüzde 28’dir. X jenerasyonu olarak bilinen 1965-1980 döneminde doğan jenerasyonlarda ise Türkiye’nin popülaritesi yüzde 19 düzeyindedir. Türkiye’nin en az sevildiği yaş grubu ise, 1946-1964 döneminde yetişen “Baby boomers” jenerasyonudur. Bu yaş grubunda Türkiye’ye olan destek yalnızca yüzde 13 düzeyindedir. Bu da, Türkiye adına geleceğe umutla bakmak konusunda önemli bazı veriler içermektedir. Şöyle ki, yaş grubu gençleştikçe, Türkiye’ye olan dünyadaki olumlu bakış düzeyi de artmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin yakın gelecekte dünyada çok daha sevilen/desteklenen bir ülke olması mümkün gözükmektedir.

Beşinci kategori olan Türkiye’ye yönelik cinsiyet gruplarındaki farklılık değerlendirildiğinde, dünyada kadınların yüzde 20 ile Türkiye’ye biraz daha sıcak baktıkları, diğer ülkelerden erkeklerin ise ülkemize yüzde 19 düzeyinde destek verdikleri anlaşılmaktadır.

Altıncı önemli veri, ABD Başkanı Donald Trump’ın da destek vermesiyle gerçekleştirilen Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı askeri operasyonlara yönelik bakıştır. Bu konuda 7 Ekim 2019’da özel bir anket düzenleyen YouGov’un verilerine göre[6], yüzde 16 düzeyinde bir kesim Başkan Trump’ın tavrını, dolayısıyla Türkiye’nin Suriye’ye yönelik askeri operasyonlarını desteklerken, yüzde 47 düzeyinde çok geniş bir grup Trump’ın kararına ve dolayısıyla bu operasyonlara karşı durmaktadır. Bu durum bize şunu göstermektedir; Türkiye, Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan gruplarla değil, PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG gibi tehlikeli terör gruplarıyla mücadele ettiğini başta ABD olmak üzere tüm devletlere ve halklara çok daha iyi anlatabilmelidir.

ABD’deki Türkiye algısı (Kasım 2019)

Yedinci önemli bulgu, Türkiye’nin ABD’deki algılanmasıyla alakalıdır.[7] 19 Kasım 2019 tarihli bu çalışmaya göre, Türkiye’yi ABD’de “müttefik” olarak görenler yüzde 6 düzeyinde kalırken, yüzde 20 civarında önemli bir kesim de ülkemizi “dostane” (friendly) bir devlet olarak değerlendirmektedir. Yüzde 10 civarında bir grup Amerikalı Türkiye’yi hatalı bir şekilde “düşman” kategorisinde değerlendirirken, yüzde 33’lük geniş bir grup da ülkemizi -yine çok yanlış bir şekilde- “düşmanca” (unfriendly) olarak algılamaktadır. Yüzde 30’luk geniş bir kitlenin ise bu konuda fikri yoktur. Bu veriler, fikri olmayan kararsız kamuoyunun ikna edilmesi durumunda Türkiye’nin ABD’deki imajının geliştirilebileceğini düşündürmektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD'de algılanması

Bir önceki çalışmada saptanan bir diğer önemli bulgu ise, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın farklı toplumsal/siyasal gruplar bazında ABD’de algılanmasıyla ilgilidir. Erdoğan, ABD’de yetişkin bireylerin yüzde 7’sinde çok olumlu intiba bırakmayı başarırken, yüzde 38’lik geniş bir kitlede ise çok olumsuz/olumsuz algılanmaktadır. Erdoğan’ın desteği Demokratlar içerisinde yüzde 6 iken, Cumhuriyetçiler nezdinde bu oran yüzde 9’a yükselmektedir. Bu durum, Türkiye’nin ABD’deki lobi gücünün yetersiz kaldığını düşündürmektedir. Bu nedenle, ABD ile ilişkileri düzeltmek için, mutlaka ABD’deki yerleşik lobilerle (geçmişte Türkiye ile yakın ilişkileri olan Yahudi/İsrail lobisi ilk akla gelendir) yeniden iyi ilişkiler kurmak, ya da Türk lobisini oluşturmak gerektiği ortadadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Web sitesi için; https://global.yougov.com/.

[2] Bu sayfadan takip edilebilir; https://today.yougov.com/topics/travel/explore/country/Turkey.

[3] Bakınız; https://today.yougov.com/ratings/travel/fame/countries/all.

[4] Bakınız; https://today.yougov.com/ratings/travel/popularity/countries/all.

[5] Romantizm ve Nostalji gibi farklı duygular uyandıran anlamına gelmektedir.

[6] Bakınız; https://today.yougov.com/topics/politics/survey-results/daily/2019/10/07/e6bf0/1.

[7] Araştırma buradan okunabilir; https://today.yougov.com/topics/international/articles-reports/2019/11/18/american-opinion-erdogan.


25 Ağustos 2020 Salı

Est-ce que Muharrem İnce peut établir un nouveau parti politique?

Muharrem İnce (1964-)[1], est un politicien connu en Turquie et un membre du CHP (Parti républicain du peuple), un parti social-démocrate et laïc défendant toujours l’intégration de la Turquie au monde occidental. Venant d’une famille d’agriculteurs de Yalova, İnce était devenu un jeune homme gauchiste et admirateur de Bülent Ecevit dans les années 1970.[2] Ecevit était le chef du CHP et le Premier Ministre quand la Turquie a organisé l’Opération pour la paix à Chypre en 1974. Muharrem İnce était un professeur de physique et chimie après son éducation universitaire. İnce s’était développé politiquement dans les années de 1980, après le coup d’état du 12 Septembre 1980 en Turquie qui a écrasé la gauche, en tant que jeune social-démocrate du SHP (Parti social-démocrate populiste). Après l’unification du SHP et du CHP, İnce a servi comme un député de Yalova pour le CHP cinq fois consécutivement entre 2002-2007, 2007-2011, 2011-2015, 2015-2015 et 2015-2018.

Muharrem İnce et Erdal İnönü

Dans le parlement, il est devenu populaire comme un orateur excellent et a fait des discours émotifs contre l’AKP, l’islam politique et Recep Tayyip Erdoğan. Il a utilisé le populisme gauchiste contre Erdoğan comme une arme politique. Son style a émotionné les supporteurs du CHP, mais a aussi étonné les gens pro-gouvernement et les islamistes. Muharrem İnce s’est positionné dans la vie politique de la Turquie comme « ulusalcı », kémaliste, nationaliste et pro-séculaire. Grace à sa popularité, İnce a essayé de devenir le chef du CHP deux fois en 2014 et en 2018 mais a perdu les élections contre Kemal Kılıçdaroğlu. Mais il a réussit à devenir le candidat présidentiel de son parti et du bloc d’Alliance Nationale (Millet İttifakı) de CHP, le Bon Parti et le Parti de la Félicité (Saadet Partisi) en 2018 contre le Président Recep Tayyip Erdoğan et son bloc d’Alliance Populaire (Cumhur İttifakı) de l’AKP, le MHP et le BBP (Parti de la grande unité). Il a réussi à augmenter les voix de son parti à 30.64 % (plus de 15 millions votes), mais a perdu l’élection contre Erdoğan qui a remporté une victoire facile au premier tour avec 52.59 % des voix (plus de 26 millions votes). İnce a été critiqué pour accepter la défaite facilement et de ne pas prendre de responsabilité. En ce moment, il est en train de commencer un nouveau mouvement politique « La Patrie dans 1,000 Jours » (1.000 Günde Memleket). Avec ce mouvement, İnce va organiser des meetings dans les villes d’Anatolie durant 1.000 jours sans arrêt et va essayer de forcer le leadership du CHP pour être le candidat présidentiel encore une fois. Il y aussi des rumeurs courant dans les médias disant qu’il a commencé des préparations pour former un nouveau parti politique centriste.

Muharrem İnce à Sainte-Sophie

Est-ce que Muharrem İnce peut réussir politiquement et devenir le président de la Turquie avec un nouveau parti politique ? Les sondages organisés par İstanbul Ekonomi, une compagnie de sondage, montrent que Muharrem İnce est bien connu dans le peuple turc mais est encore une figure polarisante. 7 % des gens qui participent au sondage disent qu’ils vont voter pour İnce s’il commence un nouveau parti politique ou devient un candidat présidentiel. Ce sont les intentions de vote actuel de Muharrem İnce et c’est un nombre très confortable pour établir un nouveau parti. Il y a aussi 20.1 % des gens qui disent qu’ils peuvent voter pour İnce ; alors ça fait le vote potentiel de Muharrem İnce approximativement 27.1 %. Le problème est que 60.9 % des gens (les islamistes et les conservateurs) disent qu’ils ne vont jamais voter pour İnce. Ça montre que le potentiel maximum pour le vote de Muharrem İnce est moins que 40 %. Mais le nouveau système présidentiel ordonne une majorité avec minimum 50 % +1 vote. Alors, İnce peut être un candidat perdant dans ce cas contre le Président Erdoğan, qui a toujours un appui proche à 50 %. Pour changer la perception des électeurs islamistes/conservateurs, İnce a fait beaucoup d’efforts ces années dernières pour se présenter lui-même comme un homme pieux et séculaire en même temps.  Par exemple, il était présent à la cérémonie de l’ouverture de la Sainte-Sophie à la prière pour prier. Mais au lieu de passer à l’intérieur avec les élites, il est resté dehors et a prié avec les gens ordinaires. İnce a aussi révisé ses idées nationalistes contre les États-Unis et l’Union européenne. Il est devenu un social-démocrate occidentaliste pendant sa campagne à l’élection présidentielle en 2018.  Alors Muharrem İnce est encore un homme d’état important en Turquie et sa décision d’établir un parti peut changer la vie politique turque.

Les résultats de sondage d’İstanbul Ekonomi

Mais comment peut-on analyser l’attitude de Muharrem İnce ? C’est un pur égoïsme ou un acte idéologique ? Je pense que Muharrem İnce n’est pas content de voir son parti perdre toutes les élections contre Erdoğan et l’AKP. İnce est aussi probablement dérangé de voir les députés conservateurs/islamistes dans le cadre du CHP ces dernières années comme le chef du parti Kemal Kılıçdaroğlu essaye de transformer le CHP en un parti de masse. Mais je pense qu’il y a aussi une compétition personnelle maintenant entre İnce et Kılıçdaroğlu. En plus, le CHP a gagné les municipalités des plus grandes villes en Turquie l’année dernière. Alors il y a un trend positif pour le parti. D’autre part, l’AKP et les médias favorisant l’AKP aussi donnent leur soutien à Muharrem İnce. Alors dans ce cas on peut facilement étiqueter İnce et son mouvement/parti comme pro-gouvernement ; mais la vérité n’est pas aussi simple.

C’est vrai que si Muharrem İnce commence un nouveau parti politique, le CHP va perdre des votes. Mais comme İnce va supporter l’Alliance Nationale (Millet İttifakı) organisé par le CHP à la fin (au moins au deuxième tour de l’élection présidentiel), son parti peut devenir une initiative avantageuse pour le CHP de triompher contre Erdoğan. La base de cette idée est la popularité de Muharrem İnce dans milieux nationalistes, surtout parmi les électeurs du MHP. Alors İnce peut tirer des votes de MHP aussi et peut diminuer les votes du bloc l’Alliance Populaire (Cumhur İttifakı). Alors, comme l’élection présidentielle en Turquie qui va normalement se dérouler en 2023 n’est qu’une lutte entre les séculaires et les islamistes, le nouveau parti probable de Muharrem İnce peut fonctionner positivement pour l’opposition. Comme un politologue turc, je dois aussi dire que la vie politique n’est pas toujours rationelle en Turquie. Dans le passé récent, l’unification du SHP et du CHP a diminué les votes de la gauche en Turquie. De la même manière, la faiblesse du DSP (Parti de la gauche démocratique) depuis 2002, n’a pas augmenté les votes du CHP rapidement. Je pense que dans le nouveau système présidentiel en Turquie, établir un bloc qui va arriver à 50 % +1 est plus important que perdre l’élection avec 40 % des votes.  Alors, le CHP peut permettre à Muharrem İnce d’établir un nouveau parti politique avec une stratégie politique.

Correcteur d’orthographe et de grammaire : Françoise Barere Yörük

Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Pour la biographie de Muharrem İnce : https://fr.wikipedia.org/wiki/Muharrem_%C4%B0nce.

[2] https://www.youtube.com/watch?v=6QN4JWMjn0g.

David Shimer’dan ‘Rigged’


Lisans ve yüksek lisans derecelerini Yale Üniversitesi Tarih bölümünden alan Amerikalı siyasal analist David Shimer, yeni yayınlanan -Knopf basımı- Rigged: America, Russia, and One Hundred Years of Covert Electoral Interference (Hileli: Amerika, Rusya ve Seçimlere Gizli Müdahalenin Yüz Yılı) adlı kitabıyla şu sıralar adından söz ettirmektedir. Bu yazıda, 2020 ABD Başkanlık seçimleri yaklaşırken yeniden gündeme gelen seçime müdahale konusunda akademik alanda yazılan az sayıda eserden biri olan Shimer’ın bu kitabı için katıldığı yayında ifade ettiği görüşler dile getirilecektir.

David Shimer’ın katıldığı ve Timothy Snyder’ın moderatörlüğünde düzenlenen internet yayını

David Shimer, öncelikle, bu kitabını -Hillary Clinton kampanyası için aktif olarak çalıştığı- 2016 ABD Başkanlık seçimlerine Rusya’nın müdahale ettiğini düşündüğü için yazmaya başladığını söylemekte ve kitabı için Almanya’da Stasi’nin (Doğu Alman istihbaratı) seçim müdahaleleri üzerine araştırma yaparken, CIA ve KGB’nin geçmişte onlarca defa başka ülkelerin seçimlerine müdahalede bulunduğunu anladığını belirtmektedir. Daha sonra “seçimlere gizli müdahale” (covert electoral interference) kavramını açıklamaya başlayan yazar, öncelikle bir Başkan ya da Başkan adayının başka bir ülkedeki bir lider ya da partiyi açıkça desteklemesinin bu kapsama girmediğini; zira -adı üzerinde- kavramın gizlilik içerdiğini aktarmaktadır. İkinci olarak, “seçimlere gizli müdahale” olgusunun geçerli olabilmesi için müdahale edilen ülkede seçim sürecinin yaşanması gerektiğinin altını çizen Shimer, seçim döneminde olmayan müdahalelerin de bu kapsamda değerlendirilemeyeceğini söylemektedir. Üçüncü olarak, “seçimlere gizli müdahale” olgusundan söz edebilmek için bir ülkeye yönelik aktif uygulamaların/operasyonların yapılması gerektiğini belirten yazar, hackerlik ya da bilgi çalmanın bile bu kapsamda değerlendirilemeyeceğini ve ancak çalınan bilgi bir aday ya da parti lehine kullanılırsa bunun “seçime müdahale” sayılacağını düşünmektedir.

Daha sonra seçime müdahalenin neden yanlış bir şey olduğunu düşündüğünü açıklamaya başlayan David Shimer, öncelikle bunun demokrasi ve egemenlikle ilgili bir mesele olduğunu ve her milletin kendi yöneticilerini özgür iradeleriyle seçme haklarının olduğunu belirtmektedir. Şayet bu olmaz ve başka devletlerin müdahaleleriyle seçimler gerçekleşirse, seçilmiş yöneticilerin kendi halklarının çıkarlarını değil, kendilerini seçtiren devletlerin çıkarlarını savunacaklarının altını çizen Shimer, örneğin Rusya’nın ABD seçimlerine müdahale ederek Amerikan demokrasisini işlemez ve Amerikan halkının sorunlarını çözülemez hale getirmeye çalıştığını söylemektedir. Bu bağlamda, bu konunun bir Rusya-ABD ilişkileri meselesi gibi algılanmaması ve Amerikan demokrasisini korumak temelinde yorumlanması gerektiğini düşünen yazar, bu nedenle Rusya’ya ulusal bir tepki verilmesi gerektiğini düşünmektedir.

Konuşmasının sonraki bölümünde, (Sovyet) Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesini periyodize eden yazar, 1919-1943 yıllarını kapsayan ilk dönemde Lenin ve Stalin gibi Sovyet liderlerinin Komünist Enternasyonal aracılığıyla yalnızca ABD seçimlerine değil, dünyadaki tüm seçimlere müdahalede bulunabildiklerini söylemektedir. Bu ilk dönemde, ideolojik manipülasyon ve maddi yardım gibi bazı uygulamaların yapıldığını, ancak agresif bir seçime müdahale olgusundan söz edilemeyeceğini belirten yazar, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi sonrası 1945’ten itibaren başlayan ikinci dönemde ise, Rusya’nın Stalin liderliğinde çok daha agresif ve açık olarak Doğu Avrupa’daki seçimlere müdahalede bulunduğunu kaydetmektedir. Bu dönemde Moskova tarafından yapılan manipülasyon ve seçim müdahalelerinin yoğunlaştığına dikkat çeken yazar, tam da bu nedenle ABD Başkanı Harry S. Truman’ın 1948’den itibaren Rusya’ya karşı tavır aldığını belirtmektedir. Bu bağlamda, 1948’den itibaren Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’in de seçimlere müdahalelere başladığına vurgu yapan Shimer, 1948 İtalya seçimlerini bu açıdan bir dönüm noktası olarak öne çıkarmaktadır. Bu seçimi Hıristiyan Demokratların kazanmasının ve sosyalist/komünistlerin kaybetmesinin CIA’i cesaretlendirdiğini ve başarının kendilerinden kaynaklandığını düşünen Amerikan istihbaratının diğer seçimlere de müdahalelerde bulunmaya başladığını belirten yazar, bu tarihten itibaren CIA ile KGB arasında neredeyse tüm seçimlerde bir mücadele yaşandığını düşünmektedir. Kitabı için araştırma yaparken birçok CIA ve KGB yöneticisiyle mülakat gerçekleştirdiğini belirten David Shimer, bu yöneticilerin seçimlere müdahalelerinden gururla söz ettiklerini de sözlerine eklemektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle başlayan üçüncü dönemde, komünizm tehlikesi ortadan kalktığı için, ABD’nin seçimlere müdahaleden vazgeçtiğini belirten yazar, bu dönemde internet teknolojisinin gelişmesiyle seçimlere müdahalenin giderek daha yaygın ve önlenilmesi zor bir hale geldiğini de vurgulamaktadır. Ayrıca ABD’nin seçimlere müdahale geleneğinden vazgeçmesine rağmen, Rusya’nın Vladimir Putin liderliğinde bu politikasını 2000’li yıllarda daha da yoğunlaştırdığını belirten yazar, Moskova’nın artık dijital yöntemlerle seçim manipülasyonu yaptığının altını çizmektedir.

Daha sonra ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki seçime müdahalelerini analiz eden David Shimer, 1948 İtalya seçimlerinde komünistlerin iktidara gelmeleri durumunda Doğu Avrupa’daki gibi demokratik sistemi yok etmelerinden endişe edildiği için CIA’in seçimlere müdahalede bulunduğunu açıklamaktadır. Bu müdahale kapsamında, yalnızca propaganda tekniklerinin değil, aynı zamanda milyonlarca dolar maddi desteğin de kullanıldığını belirten Shimer, ayrıca bu dönemde ABD’de yaşayan İtalyan kökenlilerin de (İtalyan Amerikalılar) -CIA’in organize etmesiyle- on milyonlarca mektup yazarak İtalya’ya gönderdiklerini ve bu mektuplarda komünistlerin kazanmaması için akrabalarına/dostlarına uyarılarda bulunduklarını vurgulamaktadır. Bu seçimde kazanılan başarı nedeniyle CIA’in seçimlere müdahalelerini arttırdığını belirten Shimer, ABD istihbarat camiasında 1948 İtalya seçimlerinin büyük bir başarı hikâyesi olarak görüldüğünü ve ilerleyen yıllarda bu seçimde uygulanan tekniklerden ilham alındığını da sözlerine eklemektedir. Shimer, 1973 Şili seçimlerinde ise CIA’in planlarının yolunda gitmediğini ve sosyalistlerin Salvador Allende ile büyük bir zafer kazanmalarının ardından, Başkan Richard Nixon ve onun Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger’ın Şili demokrasisini kurtarmak adına başka yöntemleri (askeri darbe) desteklemeye başladıklarını vurgulamaktadır. Bu anlamda, CIA ve ABD’nin aslında müdahalelerini her zaman demokrasiyi desteklemek düşüncesiyle gerçekleştirdiğini kaydeden Amerikalı yazar, ancak uygulamada zaman zaman -Şili örneğinde olduğu gibi- demokrasi dışı yöntemler ve tercihlere yönelebilindiğini (General Pinochet’nin faşist rejimi) vurgulamaktadır.

Konuşmanın sonraki bölümü, moderatör Timothy Snyder’ın Rusya’da Vladimir Putin’in -kendi rejiminin devamlılığını da düşünerek- tüm dünyada demokratik rejimleri hedef aldığını belirttiği konuşmasıyla başlamaktadır. Daha sonra Snyder’ın sorusu üzerine Rusya’nın kullandığı güncel seçimlere müdahale tekniklerini analiz eden David Shimer, Moskova’nın -eskisi gibi büyük insan gücü ve kaynak kullanmadan- yalnızca internet teknolojisini kullanarak seçimlere ciddi müdahalelerde bulunduğunu ve bu doğrultuda 3 önemli yöntem kullandığını belirtmektedir. Bunlardan ilki, Rus hackerların sıklıkla yaptığı, seçim/oy verme sürecini engelleme/değiştirme girişimleridir. İkinci önemli teknik, kamusal tanınırlığı olan kişilerin özel hayatlarına dair bilgilerin yasadışı şekillerde ele geçirilmesi ve bunun toplumla paylaşılmasıdır. Üçüncü ve son önemli teknik ise, internet trolleri kullanılarak, sosyal medyada düzenlenen organize saldırı ya da destek kampanyalarıdır. Bu bağlamda, 2016 ABD Başkanlık seçimlerinde bu tekniklerin yoğun şekilde kullanıldığının altını çizen Shimer, Moskova’nın Donald Trump lehine ve Hillary Clinton aleyhine seçimlere müdahalede bulunduğunu ima etmektedir.

Konuşmanın bir sonraki turunda, 2016 Başkanlık seçimlerine Rusya’nın müdahalesinin bilindiği halde Başkan Barack Obama ve ekibinin bu konuda yeterince hazırlıklı olmadığına ve bu nedenle bunu önlemek için bir şey yapamadıklarına değinen David Shimer, Obama ve ekibinin seçim güvenliği (seçmen listelerinin doğru olması vs.) konusuna odaklandıklarını, ancak özel yazışmaların/e-maillerin hacklenmesi ve sosyal medya manipülasyonları gibi yöntemlerle Rusya’nın Demokrat aday Hillary Clinton’ın kampanyasına zarar vermeyi başardığını iddia etmektedir. Obama’nın aksine Donald Trump’ın şimdilerde Rusya’nın seçime müdahalesi konusunda hiçbir caydırıcı tutum içerisine girmediğini de belirten Shimer, bu nedenle 3 Kasım 2020 Başkanlık seçimlerini Rusya’nın yine manipüle edebileceğini düşünmekte ve bu noktada Başkan Trump’ın Rusya’ya bağımlı olduğunu ima etmektedir.

Giderek gelişen “seçimlere müdahale” literatürüne yeni ve önemli bir katkı olan David Shimer’ın Rigged: America, Russia, and One Hundred Years of Covert Electoral Interference, bu konuşmadan da anlaşıldığı kadarıyla, oldukça heyecan verici ve özgün bir çalışmadır. Özellikle 2016 ABD Başkanlık seçimleri kampanya sürecinde yaşananları anlamak/anlamlandırmak, bize 2020 ABD Başkanlık seçimleri ve diğer seçimleri yorumlamak noktasında da önemli bir dayanak noktası oluşturmalıdır. En önemlisi ise, hızla gelişen bu literatürde Türkiye'ye dair henüz hiçbir çalışma olmamasıdır. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

24 Ağustos 2020 Pazartesi

Could Muharrem İnce Start a New Political Party?


Muharrem İnce (1964-)[1] is an experienced Turkish politician who has been a pro-secular Republican People’s Party (CHP) deputy (from Yalova) between 2002 and 2018, five times consecutively (2002, 2007, 2011, 2015, 2015). Due to his charismatic personality and enthusiastic speeches criticizing Turkey’s governing AK Parti (Justice and Development Party) and President Recep Tayyip Erdoğan, İnce had become a political star within his party in the early 2010s. So, CHP’s chair Kemal Kılıçdaroğlu appointed him group deputy chairman and İnce served as CHP’s group deputy chairman within the Turkish Grand National Assembly two terms between 2010 and 2014. İnce’s popularity in the media and his enthusiastic style directed him to challenge Kemal Kılıçdaroğlu for CHP’s leadership two times in September 2014 and February 2018. In both leadership elections, İnce took a lot of votes; but this was not enough to replace Kılıçdaroğlu. İnce also became the Presidential candidate of CHP and Nation Alliance (Millet İttifakı) in the 2018 presidential election. Although he lost the election in the first round with the 30.64 % of the votes against President Erdoğan’s 52.59 %, his high performance in public meetings and demonstrations encouraged him to challenge Kılıçdaroğlu’s leadership once again in 2020. However, he could not become a candidate due to lack of support given to him by the delegates. As a consequence, İnce began to criticize the party leadership and give signals of starting a new political party or movement. Few days ago, he stated that he will start a new political movement -not a political party for the moment- with the name “1.000 Günde Memleket” (Homeland in 1,000 Days). In recent days, Turkish media has been focusing on İnce and his potential to start a new political party. So, in this piece, I am going to analyze and assess whether Muharrem İnce could start a new political party by looking at a public poll recently published by İstanbul Ekonomi Araştırma, a respected poll company in Turkey.[2]

Muharrem İnce at the opening ceremony of Hagia Sophia

Before getting into polls, I should make some remarks in terms of Political Science and Turkish Politics. First of all, I should underline that Muharrem İnce represents the Kemalist heritage within the CHP, a more pro-secular and nationalist faction within the party compared to pro-EU social democratic faction. After becoming a candidate for Presidency, Muharrem İnce softened his views in terms of relations with the EU and US, however, during his youth; he was a more hawkish Kemalist who was criticizing double standard practices against Turkey during the Turkish accession to EU. Secondly, Muharrem İnce’s criticism of CHP and party leadership of the CHP are supported mostly by the pro-government circles, understandably for realpolitik reasons. Thirdly, I should state that Muharrem İnce is by far the best public speaker within the CHP, however, political leadership is not only about oratory skills; coalition-building, networking, trustworhty image, embracing everyone etc. are other skills that are absolutely needed by a strong leader. However, İnce has a polarizing style due to his harsh secularism understanding and direct attacks towards President Erdoğan and AK Parti. In order to change this perspective, in recent years, İnce has been trying to correct his image and his politics-making style. It is no coincidence that he was one of the rare pro-secular politicians in Turkey who participated to the opening ceremony of the Hagia Sophia (Ayasofya) as a mosque few weeks ago. However, instead of trying to get into the historic building with the state elite, İnce preferred to stay outside and pray with the ordinary people. This shows that İnce has been trying to change his harsh secularist image and embrace conservative/Islamist circles as well.

Muharrem İnce has 27.1 % vote potential for the moment

If we look at the poll results[3], we can clearly understand that Muharrem İnce has a very good vote potential due to his charismatic personality and enthusiastic speeches. I think İnce’s popularity is related to his courage of directly confronting President Erdoğan and criticizing him with the public mouth. While the poll suggests that İnce could immediately get 7 % of the votes if he starts a new political party, there is also another 20.1 % of Turkish people who claim that “they could vote for İnce”. However, İnce’s polarizing personality also appears in the poll since 60.9 % of people state that “they will never vote for İnce”. As Turkey made transition to Presidentialism in 2017, the new system requires minimum 50 %+1 votes to get elected. So, İnce’s polarizing style might not be the best alternative for CHP and other parties of the Nation Alliance (Good Party/İYİ Parti, Felicity Party/Saadet Partisi; plus new and potential members such as Ali Babacan’s DEVA Party and Ahmet Davutoğlu’s Future Party/Gelecek Partisi). So, although in a democratic state everyone has right to start a new political party or movement, looking from the perspective of the opposition, one can easily claim that -at the first glance- İnce’s movement could further divide and harm the opposition in Turkey.

Here, understanding İnce’s strategy is absolutely needed. İnce’s strategy in starting this movement or a new political party in the near future could be to weaken the opposition as well. We know that İnce has a considerable popularity among the Turkish nationalists, especially within the MHP circles. Since MHP is in an alliance with the governing AK Parti under the banner of People’s Alliance (Cumhur İttifakı), İnce’s strategy could be take 1-2 % votes from MHP electorate, so that the Erdoğan will be short of 50 %+1 majority that he needs. Another potential strategy of İnce could be to force the CHP leadership to make him the Presidential candidate once again; since losing İnce before the election would be risky for Kılıçdaroğlu, CHP, and the Nation Alliance. However, a previously defeated candidate might not be the best appealing solution for the opposition in Turkey. So, in the following months, we have to carefully observe how İnce’s movement will evolve, will it transform into a political party, and what CHP will do against İnce’s independent-minded moves?

Finally, although Muharrem İnce’s initiative could be understood at the first glance as a movement against CHP, we know from the earlier experience that, in fact, politics do not evolve according to plans. When two among Turkey’s three left-wing parties merged in the past (SHP/Social Democratic Populist Party and CHP), people expected a huge rise in the votes. However, CHP stayed out of the parliament in 1999 under Deniz Baykal’s leadership. Similarly, the fall of Bülent Ecevit’s DSP (Democratic Left Party) did not increase CHP’s votes since 2002. This shows that, all political parties and leaders appeal to different social groups and the necessary thing is to make them allied at the Presidential election. So, that is why, I think İnce’s movement or party might  not be detrimental to the opposition as people think, but in case his party becomes stronger than CHP, of course this could lead to problems.

Assoc. Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] His biography can be read from here; https://en.wikipedia.org/wiki/Muharrem_%C4%B0nce.

[3] The poll was organized by İstanbul Ekonomi Araştırma company on August 17-18, 2020 with 1.526 interviews in 12 different Turkish cities.


23 Ağustos 2020 Pazar

Book Launch Conference: "Historical Examinations and Current Issues in Turkish-American Relations"

 


UPA organized a Zoom-based conference with the contributors of the newly published book Historical Examinations and Current Issues in Turkish-American Relations (2020, Peter Lang). The conference was moderated by Assoc. Prof. Ozan Örmeci. Other than Örmeci, Professor Hüseyin Işıksal (co-editor of the book), his Excellency Turkey’s former Minister of Foreign Affairs (2002-2003) Yaşar Yakış, Assoc. Prof. Şebnem Udum, Assoc. Prof. Gürol Baba, Assoc. Prof. Murat Önsoy, Dr. Matthew Weiss, Assoc. Prof. Ömer Kurtbağ, Dr. Matthew S. Cohen, and Dr. Sina Kısacık also participated into the e-conference.



20 Ağustos 2020 Perşembe

ABD Başkan Adayı Joe Biden’ın Foreign Affairs Dergisinde Yayınlanan Makalesi

 


Demokratların iddialı ABD Başkan adayı Joe Biden, Council on Foreign Relations (CFR)/Dış İlişkiler Konseyi adlı düşünce kuruluşunun 1922 yılından beri düzenli olarak yayımladığı ünlü Foreign Affairs dergisi için, geçtiğimiz gün, “Why America Must Lead Again: Rescuing U.S. Foreign Policy After Trump” (ABD Neden Yeniden Liderlik Etmeli: Trump Sonrasında ABD Dış Politikasını Kurtarmak) adlı bir makale kaleme almış[1] ve görüşlerini Amerikan entelektüelleri ve kamuoyuyla paylaşmıştır. Bu yazıda, Biden’ın makalesi özetlenecek ve burada dile getirilen fikirler tartışılacaktır.

Foreign Affairs

Joe Biden, makalesine, Barack Obama ve kendisinin Başkanlık ofisinden ayrıldığı Ocak 2017'den beri ABD'nin dünyadaki etki ve güvenilirliğinin azaldığı tespitiyle başlamakta ve mevcut Başkan Donald Trump'ın ABD müttefiklerini ve partnerlerini küçümsediğini ve hatta bazı durumlarda onları terk ettiğini belirtmektedir. Trump'ın kendi ülkesinin güvenlik bürokrasisiyle kavga ettiğini, buna karşın ABD'nin düşmanlarını yüreklendirdiğini iddia eden Biden, Trump döneminde Amerikan dış politikasının Kuzey Kore, İran, Suriye, Afganistan ve Venezuela gibi ülkelerden kaynaklanan ulusal güvenlik tehditleri konusunda başarılı sonuçlar üretemediğine dikkat çekmektedir. Trump'ın ABD'nin dostları ve düşmanlarıyla başlattığı ticaret savaşlarının Amerikan orta sınıfını yaraladığını da vurgulayan Biden, ayrıca Başkan Trump'ın uluslararası sistemde ihtiyaç duyulan Amerikan liderliğine uygun davranmadığını düşünmektedir. En önemlisi, Demokrat Başkan adayı, Başkan Trump'ın demokratik değerlere sırt çevirdiğini düşünmektedir.

Daha sonra, uluslararası sistemde var olan iklim değişikliği, kitlesel göçler, salgın hastalıklar, otoriter, illiberal ve milliyetçi yönetimlerin artması gibi sorunların Trump döneminde daha da yoğunlaştığına vurgu yapan Biden, partizanlık, yolsuzluk ve eşitsizlik gibi nedenlerle günümüzde demokratik rejimlerin zorlandıklarına işaret etmektedir. Son dönemde demokratik kurumlara yönelik halkın güveninin de azaldığını kaydeden Biden, halklarda korku duygusunun arttığını; zira Trump ve benzeri demagogların -kişisel çıkarları uğruna- ABD'nin binbir zorlukla kurduğu uluslararası sistemi paramparça ettiklerini yazmaktadır. Sonraki ABD Başkanı'nın (kendisini kastediyor) 2021 Ocak ayında bu zorluklarla yüzleşeceğini düşünen Biden, ABD'nin itibarını kurtarmak, Amerikan liderliğine olan güveni yeniden tesis etmek ve ülkeyi (halkı) ve müttefikleri mobilize etmeyi en önemli öncelikleri olarak belirlemekte ve kaybedilecek vakit olmadığının altını çizmektedir. Bu nedenle, Biden, Başkan seçilirse, Amerikan demokrasisini ve ittifaklarını yenilemek, ABD'nin ekonomik geleceğini korumak ve ABD'nin yeniden dünyaya liderlik etmesini sağlamak için hemen harekete geçeceğini yazmaktadır. Bu bağlamda, demokrasi ve liberalizmin geçmişte faşizm ve otokrasiyi iki Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş'ta mağlup etmeyi başardığını hatırlatan Biden, ancak bunun gelecekte de böyle olması için çalışacağını vurgulamaktadır.

Demokrasiyi İçeride Yenilemek

Makalesinin ilk bölümünde, işe ilk olarak demokrasiyi içeride (ABD'de) güçlendirerek başlamak gerektiğini yazan Biden, bu bağlamda eğitim sistemi ve adalet sistemi konularını öne çıkarmaktadır. Eğitim sisteminde yapacağı reformlarla fırsat eşitliği yaratacağını belirten Biden, adalet sisteminde de benzeri reformlarla eşitsizlikleri azaltacağının sözünü vermektedir. Demokrasinin ABD'nin temeli ve güç kaynağı olduğunu düşünen Joe Biden, bu değerin Amerika'nın ekonomik refahının da itici gücü ve Amerikan kimliğinin temeli olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle, Amerikan ulusunun dünyaya yeniden liderlik etme konusunda hazır olması gerektiğini kaydeden Başkan adayı, Amerika'nın temel değerlerini yenileyeceğinin sözünü vermektedir.

Başkan Trump'ın sınırdaki çocukları ailelerinden ayıran acımasız politikalarını sonlandıracağını açıklayan Biden, Trump'ın uygulamaya soktuğu ABD'ye yönelik seyahat yasağı ve sıkı göç kanunu gibi tartışmalı politikaların da değiştirileceği sözünü vermektedir. İşkenceyle mücadele ve Amerikan askeri operasyonları konusunda şeffaflık gibi başka önemli vaatlerde de bulunan Biden, kadınlar ve kız çocuklarının tüm dünyada korunması konusuna da özel vurgu yapmaktadır. Benzer şekilde, Demokrat aday, basın-yayın özgürlüğü, oy verme hakkının korunması ve bağımsız yargı gibi temel demokratik değerlerin de özenle korunacağını makalesinde belirtmektedir. Yıllık mülteci kabul sayısını 125.000'e yükseltmeyi vaat eden Biden, buna karşın, -mülteci haklarını engellemeden- sınır güvenliği konusunda sıkı davranacağını açıklamaktadır. Başkan Yardımcısı olduğu dönemde, El Salvador, Honduras ve Guatemala gibi ülkelere yönelik büyük bir (750 milyon dolarlık) partilerüstü destek fonu yaratmayı başardığını hatırlatan Biden, Başkanlığı döneminde 4 milyar dolarlık bir fon oluşturarak, bir bölgesel strateji işleteceğini ve bu sayede ABD'ye yönelik göçü azaltacağını vaat etmektedir.

Başkan adayı Biden'ın vurguladığı bir diğer konu ise yolsuzlukla mücadeledir. Amerikan demokrasisine zarar veren kara parayla mücadele edeceğini belirten Biden, ayrıca Federal Etik Komisyonu (the Commission on Federal Ethics) adıyla yeni bir birim oluşturma sözü vermekte ve bu birimin Amerikan seçimlerine yönelik dış müdahalelerle mücadele etmek için kurulacağını açıklamaktadır. Bu bağlamda, Biden, seçim kampanyaları finansmanı konusunda da şeffaflık vurgusu yapmaktadır.

Başkan seçildikten sonra dünyanın demokratik ülkelerinin liderlerini ülkesine davet edeceğini ve demokrasiyi güçlendirmeye çalışacağını belirten Joe Biden, Freedom House'un 1985-2005 döneminde 41 ülkenin düzenli olarak "özgür" kategorisinde yer aldığını, ancak son 5 yılda bu ülkelerden 22'sinde düşüşler başladığını belirten tespitine de yazısında yer vermektedir. Hong Kong, Sudan, Şili ve Lübnan gibi bölgelerde/ülkelerde yaşanan olayların yolsuzluk ve otoriterlik gibi sorunlara karşı halkların tepkisi olduğunu belirten Başkan adayı, Covid-19 (koronavirüs) pandemisi ve yolsuzlukların da yarattığı kaos ortamında tüm dünyanın gözlerini ABD'ye çevirdiğini ve ABD'nin özgür dünyaya liderlik etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu ortamda, Trump'ın, özgür dünyaya liderlik etmek yerine otoriter liderlere destek verdiğini iddia eden Biden, Trump'ın dünyanın dört bir yanındaki kleptokratlara destek olduğunu düşünmektedir. Başkanlığının ilk yılı içerisinde bir Demokrasi Zirvesi (Summit for Democracy) düzenleyeceğini de açıklayan deneyimli siyasetçi, yolsuzlukla mücadele, otoriterlikle mücadele ve insan haklarının geliştirilmesini üç önemli önceliği olarak ilan etmektedir. Demokrasi Zirvesi'nin dünyanın demokratik ülkelerinin liderleriyle birlikte sivil toplum örgütlerini de kapsayacağının altını çizen Biden, özel sektörün ve sosyal medya ve teknoloji şirketlerinin de bu sürece dahil olacaklarını belirtmektedir. Biden, bu noktada, sosyal medyanın otoriter rejimlerin gözetleme araçları haline gelmemesi konusunda da bu şirketlerin sorumlu davranmaları gerektiğini belirtmektedir.

Orta Sınıfa Uygun Dış Politika

Makalesinin dış politika konulu ikinci bölümünde, Joe Biden, Amerikalıların ekonomide başarılı olmaları için orta sınıfa uygun bir dış politika geliştireceklerini yazmaktadır. Çin'le girilen rekabette başarılı olunması için yenilikçi bir ekonomik model geliştirilmesi gerektiğini kaydeden Demokrat siyasetçi, demokratik rejimlerin ekonomik güçlerini birleştirmeleri gerektiğinin de altını çizmektedir. Ekonomik güvenliğin artık bir ulusal güvenlik konusu olduğunu yazan Biden, Amerikan ticaret politikasının orta sınıfın ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi gerektiğini düşünmektedir. ABD'nin altyapı konusundaki eksikliklerine dikkat çeken Başkan adayı, yollar ve eğitim konusunda iyi durumda olmadıklarını belirtmektedir. Biden, herkese sağlık hizmetlerine erişim hakkı, asgari ücretin saatlik 15 dolara yükseltilmesi ve 10 milyon yeni iş imkânı yaratılarak temiz ekonomi devriminin gerçekleştirilmesini de hedefleri arasında saymaktadır.

Başkanlığı döneminde, ülkesi ABD'nin ar-ge çalışmalarına büyük kaynak ayıracağının sözünü veren Biden, temiz enerji, kuantum bilgisayarı (quantum computing), yapay zeka, 5G, yüksek hızlı tren ve kanserle mücadele gibi konuları bu noktada öne çıkarmaktadır. ABD'nin dünyadaki en iyi araştırma üniversitelerine sahip olduğunu belirten Demokrat siyasetçi, hukuk devleti geleneğinin de ABD'de güçlü olduğunu, üstelik Amerikan mucitleri ve işçilerinin de harika olduklarını düşünmekte, bu nedenle ABD'nin dünyanın en güçlü ekonomisi olarak kalabileceği konusunda iyimser mesajlar vermektedir. Ticarette adalete inandığını belirten Biden, bu nedenle kendisinin Başkanlığı döneminde ABD'nin serbest ticareti yaygınlaştırmak için çalışacağını yazmaktadır. Kendilerinin başka ülkelerle ticaret yapmaması durumunda, diğer ülkelerin ticaret yapmaya devam edeceklerini belirten Demokrat aday, bu nedenle, uluslararası sisteme liderlik ederek, ticaretin kurallarını kendilerinin yazmaları gerektiğini düşünmektedir. Ancak, Biden, yeni ticaret anlaşmaları yapmadan önce, Amerikalıların küresel ekonomide rekabet edebilecek ölçüde donanımlı hale getirileceklerini de vurgulamaktadır.

Bu noktada, Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilere özel bir atıfta bulunan Joe Biden, Çinli liderlerle Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı dönemde uzun süre birlikte zaman geçirdiğini ve Pekin'in ekonomik gücünü kullanarak ve geleceğin teknolojilerine yatırım yaparak, kendi siyasi sistemini dünyaya yaydığını iddia etmektedir. ABD'nin Çin'le ilişkilerinde daha sert bir tutum alması gerektiğini yazan Biden, teknoloji hırsızlığı ve fikri mülkiyet hakları gibi konularda Çin'le mücadele edeceğini ve bunun için müttefik ülkelerle birlikte hareket edeceğini söylemektedir. Trump'ın ticaret kısıtlamaları getirdiği Avrupa Birliği ve Kanada gibi müttefiklerle birlikte hareket edilmesi halinde, dünya ekonomisinin dörtte birini temsil eden ABD'nin, dünya ekonomisinin yarısını temsil eden gruba önderlik edeceğini belirten Joe Biden, Çin'in bunu görmezden gelemeyeceğini ve bu nedenle kurallara uygun davranacağını düşünmektedir.

Yeniden Masanın Başına Geçmek

Dış politikasının özünün dünyada ABD liderliğini tesis etmek olacağını yazan Joe Biden, -Donald Trump'a kadar- ülkesi ABD'nin kuralları koyan ve anlaşmaları ve kurumları oluşturan bir devlet olduğunu, ancak Trump döneminde sorumluluktan kaçtığını belirtmektedir. Bu durumda iki ihtimalin olduğunu belirten Biden, ya ABD'nin değerlerini paylaşmayan ve çıkarlarına uygun hareket etmeyen başka bir devletin liderlik edeceğini (örneğin Çin), ya da kaos oluşacağını düşünmektedir. Bunu önlemek için de, yeniden uluslararası sisteme liderlik etmeyi önermektedir.

Bu gidişatın ortaya çıkmasında ülkesi ABD'nin de önemli hataları olduğunu kaydeden Biden, örneğin geçmişte askeri güce çok güvendiklerini, sorunları orduları yoluyla çözmeye çalıştıklarını ve bunun ABD'ye zarar verdiğini yazmaktadır. Amerikalıların güvenliklerini sağlamak için sert güce başvurmaktan çekinmeyeceğini de kaydeden Biden, buna karşın, dünyanın en güçlü ordusu olan Amerikan Ordusu'nu kullanmanın ilk değil, son çare olması gerektiğinin altını çizmektedir. Dahası, Biden, bunun (sert güç kullanımı), Amerikan halkının onayıyla, yaşamsal Amerikan çıkarları tehdit altında olduğunda ve ulaşılabilir ve net hedefler belirlenerek yapılması gerektiğini düşünmektedir. Geçmişte yapılan savaşların ABD'ye kan ve ekonomik kayıp olarak geri döndüğünü hatırlatan Joe Biden, Afganistan ve Ortadoğu'da görev yapan Amerikan askerlerinin büyük bölümünün ülkeye geri getirilmesini savunmakta ve bu bölgedeki Amerikan siyasal hedefinin El Kaide ve IŞİD gibi terör örgütleriyle mücadele olarak sınırlandırılmasını önermektedir. Büyük kara orduları yerine, nokta atışı operasyonlar yapabilecek Özel Kuvvetler'in kullanılması gerektiğini de kaydeden deneyimli siyasetçi ve devlet adamı, diplomasinin ise Amerikan gücünün en önemli temeli olması gerektiğini düşünmektedir.

Daha sonra, Başkan Barack Obama ile birlikte diplomasiyi kullanarak birçok başarı elde ettiklerini hatırlatan Biden, Paris İklim Sözleşmesi'nin imzalanması, Batı Afrika'da Ebola ile mücadele edilmesi, İran'ın nükleer silahlara ulaşmasının engellenmesi gibi olayları bu bağlamda geçmiş başarıları olarak öne çıkarmaktadır. Bu nedenle, Biden, kendi Başkanlığı döneminde Amerikan diplomasisinin yeniden atağa kalkacağını iddia etmektedir. Diplomasinin güvenilirlik gerektirdiğini, oysa Trump'ın aldığı kararlarla Amerika'nın güvenilirliğine büyük zarar verdiğini düşünen Joe Biden, Trump'ın yalanları, çelişkili sözleri ve demokratik ülkelerle yaşadığı sorunları gündeme getirmektedir. Trump'ın övündüğü NATO müttefiklerinin savunma harcamalarını yükseltmeleri önerisinin Obama ile kendisinin döneminde gündeme getirildiğini de belirten Biden, NATO ile ilişkilerin ABD dış politikasında çok önemli olduğunu da özel olarak vurgulamaktadır. Başkan seçilirse, NATO'nun güçlendirileceğini ve bunun Rusya'yı korkutacağını düşünen Biden, Moskova'nın uluslararası kural ve normlara uygun hareket etmeye zorlanacağının sinyallerini vermekte ve Vladimir Putin'in rejimini "otoriter" ve "kleptokratik" olarak tanımlamaktadır.

Başka ülkelerle birlikte hareket etmenin ABD'yi takoz yapmayacağını da vurgulayan eski ABD Başkan Yardımcısı ve ABD Başkan adayı, böyle hareket edilmesi halinde dış politikada daha başarılı ve güvende olunacağını yazmaktadır. Bu bağlamda, Kuzey Amerika ve Avrupa dışında, Avustralya, Japonya ve Güney Kore gibi müttefiklerle de ilişkileri güçlü tutmak gerektiğini kaydeden Biden, Hindistan ve Endonezya ile de ilişkileri derinleştirmek gerektiğini yazmaktadır. İsrail'in güvenliği konusunu da özel olarak vurgulayan Biden, Latin Amerika ve Afrika'da da müttefikleri arttırmak ve demokrasileri bir araya getirmek gerektiğini düşünmektedir.

Dış politikada, ayrıca, iklim değişikliği, nükleer savaş ve yıkıcı teknolojiler (disruptive technology) gibi risklere vurgu yapan Joe Biden, bu konulardaki önerilerini ise şöyle sıralamaktadır. İklim değişikliği konusunda; 2050 yılında karbon salınımını sıfırlayacak bir temiz enerji ekonomisi vaat eden Biden, Başkan seçilir seçilmez Paris İklim Sözleşmesi'ne dönüş sözü vermekte ve Çin gibi devletlerin karbon salınımı konusundaki politikalarını eleştirerek, bunları azaltma yönünde politikalar uygulayacağını belirtmektedir. Nükleer savaş riski konusunda ise, Biden, nükleer silahlanma yarışına son vermeyi, İran İslam Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Rusya ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin nükleer silahlara erişimi konusunda dikkatli davranmayı vaat etmekte ve JCPOA'nın (İran nükleer anlaşması) yenileceğini de sözlerine eklemektedir. Bu noktada, İran'daki rejimi de eleştiren Joe Biden, buna karşın, JCPOA'nın İran'ın nükleer silaha erişimini engellediğini, oysa Trump'ın General Kasım Süleymani suikastı ve diğer politikalarıyla İran'ı nükleer yükümlülüklerine uygun davranmaktan vazgeçirdiğini yazmaktadır. Kuzey Kore konusunda ise, Biden, Çin'le birlikte, bu ülkeyi nükleersizleştirmek için çalışmalar yürüteceklerini belirtmektedir. Son olarak, yıkıcı teknolojiler konusunda, Joe Biden, ABD'nin yapay zeka ve 5G gibi teknolojilerde lider durumda olması ve kuralları koyması gerektiğini; zira ancak bu şekilde bu ileri teknolojilerin ABD ve demokrasiler aleyhine kullanılmasının önüne geçilebileceğini vurgulamaktadır.

Yönetmeye Hazır

Makalesinin son bölümünde ise, Başkan adayı Joe Biden, dünyada özgürlük idealinin halen çok güçlü olduğunu ve Rus lider Vladimir Putin'in liberalizmin "modası geçmiş" olduğu yönündeki tespitlerini hatalı olduğunu belirtmekte ve bu konuda en büyük sorumluluğun ülkesi ABD'ye düştüğünü vurgulamaktadır. Başka hiçbir ulusun ABD gibi "özgürlük" ideali üzerine kurulmadığını iddia eden Biden, ABD'nin özgürlük ve demokrasinin en büyük ve güçlü savunucusu olması gerektiğini ve bu sayede itibarlarını yeniden kazanarak, geleceğe umutla bakabileceklerini vurgulamaktadır.

Yorum

ABD Başkan adayı Joe Biden'ın bu yazıda özetlenen makalesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler perspektifinden değerlendirildiğinde, birkaç önemli husus ön plana çıkmaktadır. 

  • Biden, İran nükleer anlaşmasına (JCPOA) geri dönüş vaat etmektedir. Bu durumda, İran ekonomisine yönelik yaptırımların azaltılması konusunda da Biden döneminde bazı ileri adımlar beklenmelidir.
  • Biden, Paris İklim Sözleşmesi'ne anında geri döneceğini vaat etmektedir. 
  • Biden, Demokrasi Zirvesi adıyla büyük bir uluslararası toplantı düzenleneceğini açıklamaktadır.
  • Biden, Suriye'ye veya diğer ülkelere askeri müdahale konusunda istekli davranmamaktadır. Hatta bu konuda, yurtdışında görev yapan Amerikan askerlerinin sayısının azaltılmasından bahsetmektedir.
  • Biden, bu makalesinde, Suriye konusunda Kürtlere destek anlamında açık bir ifade kullanmaktan kaçınmıştır. Ancak yazının genel çizgisi değerlendirilirse, Kürtler, İsrail ve Türkiye gibi bölgesel müttefikleri koordine ederek bu sorunu çözmeye çalışmak düşüncesinde olduğu düşünülebilir.
  • Biden, Çin konusunda Trump kadar sert davranmayabilecekse de, kesinlikle bu ülke ile haksız ticaret koşulları yaratmayacak bir düzlemde anlaşmak istemektedir.
  • Biden, Avrupalı müttefiklerle iyi geçinmek ve ABD'nin geleneksel müttefiklerini geri kazanmak istemektedir.
  • Biden, İsrail'in güvenliği konusunu özel olarak vurgulamaktadır.
  • Biden, Türkiye'ye yazısında referans yapmamıştır. Bu, bir seçim stratejisi de olabilir. Zira ABD'nin Ortadoğu'da Türkiye'siz somut başarılar kazanması kolay değildir. Buna karşın, Biden'ın yazıda sürekli olarak karşımıza gelen demokrasi vurgusu, Türkiye'nin rejimine yönelik eleştirel duruşunu da ima eder niteliktedir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Makaleye şu adresten ulaşabilirsiniz; https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2020-01-23/why-america-must-lead-again.