Sayfalar

18 Ocak 2019 Cuma

Joshua Walker'la Türk-Amerikan İlişkilerinin Güncel Durumu Hakkında Mülakat


Joshua Walker, Eurasia Group Stratejik Girişimleri’nin Küresel Başkanı ve German Marshall Fund (GMF) Transatlantik İlişkiler uzmanıdır. ABD Güvenlik ve Dış Politikası, Türkiye, Japonya ve Liderlik Analizi konularında çalışan Walker, ABD Dış İşleri Bakanlığı bünyesinde akademisyen ve politika yapıcı olarak görev yapmaktadır. Daha önce 2012 Mayıs ayında mülakat yaptığımız Walker’ın uzmanlığına, son dönemde Suriye’de yaşanan gelişmeler ve Türk-Amerikan ilişkilerinde son yıllarda yaşanan bazı sorunlar nedeniyle bir kez daha başvurmak istedik.

Ozan Örmeci: Joshua, bize vakit ayırdığın için teşekkürler. Son yıllarda Türk-Amerikan ilişkileri, Suriye’de ortaya çıkan sorunlar ve Kürtlerin geleceği konusunda yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle zor bir dönemden geçiyor. Türkiye Washington’ı terörist (PYG/YPG) gruplara destek vermekle suçlarken, ABD de Ankara’nın Orta Doğu’da kendi stratejilerine uyumlu davranmamasından rahatsızlık duyuyor. Siz, Kürtler, Suriye ve İran bağlamında Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu iki müttefik, sizce Orta Doğu’yu şekillendirmek için yeniden birlikte çalışmaya başlayabilirler mi?

Joshua Walker: Bana böyle önemli konularda söz hakkı verdiğiniz için size teşekkür ederim. Şurası kesin ki, son konuştuğumuzdan bu yana dünya siyaseti ve Washington’daki siyasi atmosfer çok ciddi şekilde değişti. Bu, sadece Trump yönetimiyle alakalı bir durum da değil; Amerika’dan Avrupa’ya tüm gelişmiş demokrasiler, son dönemde yükselen popülist milliyetçi bir dalgayla karşılaştılar. Bu durum, ABD’de Donald Trump’ı Başkanlığa taşır ve İngiltere’de Brexit’i gerçeğe dönüştürürken, Doğu Avrupa ve İtalya’da da etkili oldu. Ayrıca yine bu trend nedeniyle, Ankara ve Washington açısından dış politikalarının iç politikalarından fazlasıyla etkilenmesi gibi bir durum ortaya çıktı. Suriye’de ve diğer konularda iki müttefik arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar, işte bu arka planda ve 15 Temmuz’da yaşanan başarısız darbe girişimi sonrasında bu noktaya geldi.

Bunları söyledikten sonra, Suriye’deki gidişatın, özellikle Trump yönetiminin buradan çekilme kararı alması ve Türkiye’yi -kısa dönemde IŞİD’e karşı ortak olarak seçtiği Kürt gruplardan farklı olarak- uzun dönem partneri olarak seçmesinden sonra olumlu yönde olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin bölgedeki tarihsel etkisi ve gücü nedeniyle, hem ABD, hem de Türkiye için Orta Doğu’da yalnızca Suriye’de değil, Irak’ta, İran’da, Körfez bölgesinde ve diğer yerlerde birlikte çalışmak faydalıdır. İki ülkenin işbirliği yapması her ikisinin de yararınadır; ABD dış politikası şimdilerde Orta Doğu’ya yönelik olarak yeniden yapılandırıldığı için, iki ülke liderleri Donald Trump ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel ilişkilerinin ötesinde, iki ülke arasında yakın işbirliğinin geliştirilmesi gerekmektedir. 

Ozan Örmeci: Washington’dan bakıldığında Türkiye demokrasisi günümüzde nasıl değerlendiriliyor? ABD açısından Türkiye demokrasisinin en önemli sorunları nelerdir? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderlik ve yönetim tarzı ABD’de nasıl algılanıyor? Erdoğan ve Trump’ın liderlik tarzları arasında benzerlikler görüyor musunuz?

Joshua Walker: 2002’de AK Parti iktidara geldiğinden beri Türkiye siyasetini yakından takip eden biri olarak en çok dikkatimi çeken konu, Trump ile Erdoğan’ın kişilikleri ve yönetim tarzları arasındaki benzerliklerdir. Benim görüşüme göre, Başkan Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geniş yetkilerine imreniyor; ancak bunun dışında iki liderin güçlü adam karakterleri ve demokratik kurumlarımız açısından o kadar da büyük farklılıklar yok. Dürüst olmak gerekirse, Washington’da çok az kişi şu dönemde Türkiye ile ilgileniyor. Türkiye’ye yönelik algılamalarda ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya’daki Vladimir Putin ve Çin’deki Şi Cinping gibi otoriter bir lider olduğu görüşü öne çıkıyor. Dünyada son dönemde etkili olan popülizm trendi (ruh hali) ve gelişmiş demokrasilerin son dönemde yaşadıkları zorluklar nedeniyle, aslında bu o kadar da olumsuz bir gelişme olmayabilir. Ancak Türkiye’nin Arap Baharı öncesinde NATO üyesi ve Avrupa Birliği tam üyeliği adayı bir ülke olarak Orta Doğu’da Müslüman halklara bir demokrasi modeli olarak sunulduğu düşünülürse, Washington’daki algılamanın dönüşümü hayal kırıklığı yaratabilir. Bu, kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi; Washington ve Batılı müttefikler Türkiye’den umudu kesip Ankara’ya Suudi Arabistan veya diğer Orta Doğulu müttefikler gibi yaklaşmaya başladığı zaman, müttefiklik ilişkilerimizin potansiyeli ve kapsamı azalıyor.

Ancak ben hâlâ Türk halkına -ülkenizde geçirdiğim deneyimlere, demografik gerçeklere ve Türk gençliğinin potansiyeline dayanarak- güveniyorum ve Rusya’daki gibi otoriter bir rejime destek vermeyeceklerini düşünüyorum. Türkiye demokrasisi kurumlarıyla birlikte bir mücadele veriyor ve zor bir dönemden geçiyor; lakin Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz 100 yıllık bile olmadığı düşünülürse, ki bu zaman zarfı ABD’nin İç Savaş’tan geçtiği döneme tekabül ediyor, Türkiye hakkında gerçekçi ve iyimser olmak gerekir. Bu nedenle, Türkiye’deki sivil topluma, ifade özgürlüğüne ve kurumlara destek vererek, Türkiye demokrasisinin gelişimine ve derinleşmesine katkıda bulunmalıyız. ABD ve Türkiye, Trump ve Erdoğan sonrasında da müttefiklik ilişkilerine devam edeceklerdir; günümüzde ise her iki ülkede de birbirlerine karşıt olumsuz duyguların siyaset kurumunda ve başkentlerde etkili olmaması için gayret göstermeliyiz.

Ozan Örmeci: Türkiye’den bakıldığında, günümüzde ABD hâlâ çok güçlü (ve hatta dünyada en güçlü) bir müttefik, ama aynı zamanda küresel liderlikten çekiliyormuş gibi algılanıyor. Amerikalılar bu durumu nasıl değerlendiriyorlar? Ayrıca 2020 Başkanlık seçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Joshua Walker: İnşallah haklısınızdır. Zaten Türkiye’de hissettiğim Amerikan karşıtlığı (anti-Amerikanizm) hiçbir zaman Amerikalılara yönelik kişisel nefret ya da tepkilerden değil, Amerikan politikalarının Türkiye’nin hassasiyetlerine (Suriye konusu, FETÖ ve diğer konularda) çıkarlarına aykırı olduğu düşüncesinden kaynaklanıyordu. Bence Türklerin artık Soğuk Savaş döneminde olmadığımızı ve Sovyetler Birliği gibi ortak bir düşman karşısında ordularımızın sürüklediği bir işbirliği yaşamadığımızı anlaması gerekiyor. Daha önce birçok yönetim tarafından kullanılan “ortak değerler” retoriği Amerikan ve Türk çıkarlarının farklılaşmasına neden oldu. Buna karşın, birlikte daha güçlüyüz ve hem taktiksel, hem de stratejik açıdan uzun vadeli bir perspektif yakalayabileceğimizi umuyorum. Hatırlanacak olursa, Soğuk Savaş döneminde de Kıbrıs Sorunu’nda olduğu gibi bazen işler iyi gitmemişti, ama müttefiklik ilişkilerimizi bir şekilde korumayı başarmıştık.

Günümüzde, bence müttefiklik ilişkilerimize en büyük tehdit -Rus lider Vladimir Putin’in inanmamızı istediğinin aksine- Rusya’dan kaynaklanmıyor ve daha çok iç meselelere dayanıyor. Basit ve indirgemeci bir şekilde tüm Amerikalıları Trump, ya da tüm Türkleri Erdoğan’la özdeşleştirmek de bu duruma yardımcı olmuyor. İlişkilerimizi yıpratmak yerine, bence kültürel, ekonomik, eğitimsel ve girişimcilik alanlarında geliştirmeli ve siyasi ve stratejik ilişkilerimize yeni boyutlar katmalıyız. Ben, uzun vadede Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğinden halen fazlasıyla ve inatçı bir şekilde umutluyum. Sizin gibi dostlarımız ve okurlarınız sayesinde, hükümetlerimizin toplumlar arası ilişkileri yönetmekteki becerilerine inancım azalmış olsa da, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğine olumlu bakıyorum.

Ozan Örmeci: Joshua, bize vakit ayırdığın için sana tekrar teşekkür ederim. Bu yıl içerisinde seni bir konferansta üniversitemizde ağırlamaktan büyük memnuniyet duyacağım. Çalışmalarında başarılar.

Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 18.01.2019

17 Ocak 2019 Perşembe

Interview with Joshua Walker on Current State of Turkish-American Relations


Joshua Walker is the Global Head of Strategic Initiatives at Eurasia Group and a non-resident Transatlantic Fellow for German Marshall Fund.[1] He is an expert on US Foreign and Security Policy, Turkish Politics, Japanese Politics and Leadership Analysis as both an academic and policymaker at the U.S. State Department. We made an interview with Joshua Walker in May 2012[2], but recent developments in Syria and emerging problems in terms of Turkish-American relations directed us to ask for his expertise once again.

Ozan Örmeci: Joshua thanks for accepting our interview. Turkish-American relations have been passing from a difficult period in recent years with problems emerging in Syria and especially over the future of Kurds. Turkey blames Washington for helping terrorist groups (PYD and YPG) in Syria, whereas United States seems disappointed from Turkey’s lack of interest in developing common strategies in the Middle East. How do you see the future of Turkish-American relations concerning problems in Syria, discussions about the future of Kurds and strategies towards Iran? How these two allies once again begin working together to shape the Middle East?

Joshua Walker: Thank you for having me and discussing such important topics. Obviously, the world has dramatically changed since the last time we talked and in particular the mood here in Washington is very different. This is not just a reflection of the Trump administration, but a general trend of populist nationalism that has swept advanced democracies from America to Europe that brought President Trump to office along with BREXIT and movements in Eastern Europe, Italy etc. This means that the domestic politics in Washington and Ankara are driving much of their foreign policies, which has led to the current situation in Syria along with a host of other issues that have plagued our relations particular since the July 15, 2016 failed coup attempt that still colors all strategic conversations being had today.

Having said this, I see the long-term trajectory in Syria as being positive for the U.S.-Turkey relationship given that the Trump administration has decided to withdraw and has accepted Turkey as its long-term partner over the Kurdish fighters that had been Washington’s short-term solution that led to such tensions. Given Turkey’s history in the region and regional power, its in both Turkey and America’s interest to work more closely in the Middle East in relation not just in Syria, but Iraq, Iran, the Gulf and many other places. When the US and Turkey work together, both sides gain and as American foreign policy is re-oriented in the Middle East, a closer working relationship that goes beyond the personalities and politics of Presidents Erdoğan and Trump will be necessary.

Ozan Örmeci: Looking from Washington, how Turkish democracy is assessed today? What are major problems for the United States in relation to Turkey’s current political regime? How President Erdoğan’s leadership in understood in the US? Do you see any similarities between President Trump and President Erdoğan’s ruling styles?

Joshua Walker: What’s most striking as a scholar of Turkey that has been watching Turkish politics since 2002, when the AKP came to power, are the similarities in personalities and style of Erdoğan and Trump. I believe in some ways President Trump is jealous of the powers Erdoğan has, but fundamentally the differences are less about our strong man leaders and the institutions of our democracies. In Washington, to be very honest with you, very few people even think about Turkey and the only thing they tend to know about the country is its leader Erdoğan who most believe is an authoritarian ruler in the same mold as Putin of Russia and Xi of China. Given the current populist mood and the weaknesses of advanced democracies, this may not be a bad thing for Turkey; but given the way Turkey was looked upon back before the Arab Spring as a beacon of democracy in the Middle East and for Muslims as a NATO member and EU aspirant, it’s disappointing to see these changed perceptions. In many ways, its like a self-fulfilling prophecy; once Washington and by some extent the West gives up on Turkey and starts treating it like Saudi Arabia or any other Middle Eastern ally, the fullness of our alliance and potential is lost.

However, I still believe in the Turkish nation and people because of my experiences there and because of the demographic realities and the potential I see in Turkey’s youth that I don’t believe exists in truly authoritarian states like Russia. Turkey’s democracy is struggling along with its institutions, but we also have to remember that the nation is not even 100 years old yet, at that age America was fighting a Civil War. So, I believe we must be realistic, but also optimistic in our assessments to help Turkey’s civil society, free speech, and institutions that will guarantee and solidify its democracy. America and Turkey will continue well beyond Trump and Erdoğan; therefore, looking to the foundations and roots is what I believe we must be focused on in terms of US-Turkey relations today that tend towards anti-American and anti-Turkish feelings because of politics in both of our capitols.

Ozan Örmeci: Looking from Turkey, the United States still seems a very strong ally though it has been entering into a period of withdrawal from global leadership. How Americans feel about this trend? What do you think about 2020 Presidential elections?

Joshua Walker: Insallah you are right. I’ve been worried at the level of anti-Americanism I’ve felt from Turkey not directed personally, but towards America for its lack of action on Turkey’s interests in Syria, against FETO, and as an ally in general. I think Turks need to understand that this is clearly no longer the Cold War where a shared enemy the Soviet Union united our two militaries that guided our relationship. The rhetoric of "shared values" that many administrations have talked about has given way to interests where American and Turkish interests have diverged, but as I said previously, we are stronger together and from both a tactical and strategic perspective I hope we can regain a longer-term perspective. Things may not go back to the way they were during the Cold War, but even then we had major disagreements like in Cyprus, we maintained our alliance.

Today, the biggest threats to our alliance are not coming from Russia, though Putin would like us to believe this sometimes, but from within. The type of bias and pervasive negativity that simplistically equates all Americans to Trump and his tweets or any presidential candidate in 2020 or Turks to Erdoğan and his rhetoric is not helpful. We need to be adding, not subtracting, layers to our relations to include cultural, economic, educational, entrepreneurial etc. along with our political and strategic relations that predominate U.S.-Turkey relations today. I remain stubbornly optimistic in the long-term for both our countries and our alliance, thanks to friends like yourself and the work of your readers as private citizens even as I’ve become more pessimistic about the ability of our governments to manage relations between our nations.

Ozan Örmeci: Joshua thank you for your time. I wish to host you for a conference on Turkish-American relations this year in our university. Good luck in your studies.

Interview: Dr. Ozan ÖRMECİ
Date: 18.01.2019

[1] http://www.gmfus.org/profiles/joshua-w-walker.
[2] You can read it from here; http://politikaakademisi.org/2012/05/25/amerikali-akademisyen-dr-joshua-walkerla-roportaj/.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Brexit Çıkmazı


Giriş
Birleşik Krallık’ta dün Avam Kamarası’nda yapılan oylama sonucunda, Muhafazakâr Parti (Conservative Party) lideri Başbakan Theresa May’in Avrupa Birliği (AB) ile üzerinde uzlaşma vardığı Brexit anlaşması büyük farkla reddedildi. Yalnızca 202 milletvekili anlaşmaya destek olurken, 432 milletvekili farklı gerekçelerle May’in AB ile yaptığı Brexit anlaşmasına karşı çıktılar.[1] Anlaşmaya anamuhalefet İşçi Partisi milletvekillerinin (Labour Party) neredeyse tamamının yanı sıra, Başbakan May’in kendi partisindeki birçok milletvekili ve azınlık hükümetine dışarıdan destek veren -Kuzey İrlanda merkezli- Demokratik Birlik Partisi (DUP) üyeleri de karşı çıktılar. Anlaşmaya destek veren 202 parlamenterden 196’sı Muhafazakâr Partili, 3’ü İşçi Partili ve 3’ü de bağımsız milletvekili olurken, 118 Muhafazakâr Partili, 248 İşçi Partili, 35 İskoç Ulusal Partisi (SNP) mensubu, 11 Liberal Demokrat, 10 DUP üyesi, 4 -Galler merkezli- Plaid Cymru partili milletvekili, 1 Yeşil Parti mensubu ve 5 bağımsız vekil anlaşmaya karşı çıktılar.[2] İngiltere’deki basın-yayın organları, Başbakan May’in bu oylama neticesinde tarihi bir aşağılanmaya maruz kaldığını yazdılar.[3] Bu gelişme, ilerleyen günlerde Birleşik Krallık’ta bir güvensizlik oylaması ve erken genel seçim sonucunda siyasal yapıyı tamamen değiştirebilecek önemli bir krize dönüşebileceği gibi, Birleşik Krallık-AB ilişkilerini belirsizliğe sürüklemesi açısından da son derece zor bir döneme neden olacak gibi gözüküyor. Bu yazıda, Birleşik Krallık’taki Brexit sürecini kısaca yeniden gözden geçirerek, dünkü oylama ardından bu ülkedeki siyasal durumun ve AB ile ilişkilerin ne yönde ilerleyebileceğini analiz edeceğim.

Milletvekillerinin partilerine göre oy dağılımı

Brexit Süreci Nasıl Gelişti?
Brexit süreci, hatırlanacak olursa, Muhafazakâr Partili Başbakan David Cameron’ın 7 Mayıs 2015’teki seçim zaferi öncesinde açıkladığı AB ile ilişkiler konusunda halka danışmak için bir referandum düzenleneceği sözünü 22 Şubat 2016’da gerçeğe dönüştürmesiyle başladı.[4] Cameron, referandum tarihini 23 Haziran 2016 olarak açıkladı ve kendisinin AB’de kalınması (remain) yönünde politika izleyeceğini ilan etti. 23 Haziran 2016’daki referandumda, hiç beklenmedik bir şekilde, AB karşıtları yüzde 51,9 oyla yüzde 48,1 oyda kalan AB yanlılarını mağlup etti. Bu sonucun ardından Başbakan David Cameron istifa etti ve yerine Theresa May geçti. Başbakan May, birkaç aylık Başbakanlığı ardından, 17 Ocak 2017’de, Brexit planını açıkladı. Bunun hemen ardından, Birleşik Krallık hükümeti, 2 Şubat 2017’de, bu konu hakkındaki resmi planını (white paper) açıkladı. 29 Mart 2017’de, Başbakan May, Lizbon Antlaşması’nın 50. maddesi uyarınca Brexit sürecini fiilen başlattı. Ancak ülkedeki politik atmosferin Brexit süreci belirsizliğinde iyiye gitmediğini düşünen Başbakan May ve lideri olduğu Muhafazakâr Parti, 8 Haziran 2017’de düzenledikleri baskın seçimle iktidardaki yerlerini zar zor korudular. Nitekim Theresa May, bu defa tek başına iktidar olacak çoğunluğa ulaşamadı ve Kuzey İrlanda merkezli Demokratik Birlik Partisi’nin (DUP) dışarıdan desteğiyle bir “azınlık hükümeti” kurmak zorunda kaldı. 19 Haziran 2017’de, AB ile Birleşik Krallık arasındaki Brexit müzakereleri resmen başladı. Ancak uluslararası kamuoyunda “boşanma”ya benzetilen sürecin ilk raundu, iki taraf arasında yaşanan anlaşmazlıklar nedeniyle yarıda ve sonuçsuz kaldı. 22 Eylül 2017’de, Başbakan May, bu tıkanmışlığı (deadlock) aşabilmek için, İtalya’da yaptığı bir konuşmada hükümetinin Brexit sürecindeki kritik konularda duruşunu açıklayan önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın ardından gelişen müzakerelerin ikinci raundu neticesinde, AB ile Birleşik Krallık, 19 Mart 2018’de Brexit hakkındaki önemli meselelerde uzlaşmaya vardıklarını açıkladılar. 14 Kasım 2018’de, Birleşik Krallık hükümeti tarafından AB ile üzerinde anlaşılan Brexit anlaşması resmen açıklandı. Anlaşma metni, açıklanır açıklanmaz özellikle muhalefet partilerinden ve İngiliz basınından tepki almaya başladı. Tepkiler üzerine, 15 Kasım 2018’de, Brexit Bakanı Dominic Raab ve Çalışma ve Emeklilik Bakanı Esther McVey’in de bulunduğu bazı hükümet üyeleri istifa ettiler. Buna karşın, 25 Kasım 2018’de, AB ülkeleri liderleri Başbakan May’le yaptıkları anlaşmaya destek çıktılar. Partisinden ve muhalefetten gelen eleştiriler nedeniyle zor durumda kalan Theresa May, 11 Aralık 2018’de, parlamentodan (Avam Kamarası) güvenoyu oldu ve yerini korudu. 17 Aralık 2018’de, May, 14 Ocak 2019 tarihini parlamentodaki Brexit oylaması olarak ilan etti. Dün (15 Ocak 2019) yapılan oylamada ise, Brexit anlaşması, Avam Kamarası üyelerince reddedildi. AB ile yapılan anlaşma gereği, 29 Mart 2019’da Brexit gerçekleşecek. Yine AB ile yapılan anlaşma gereği, sürecin tüm unsurlarıyla birlikte 31 Aralık 2020’ye kadar tamamlanması gerekiyor. Ancak dünkü parlamento kararı sonrasında neler yaşanacağı tam bir muammaya dönüşmüş durumda…

İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn, bu krizden erken genel seçim sonucunda Başbakan olarak çıkmayı umuyor…
Oylamanın Ardından Tepkiler
Dünkü oylamanın ardından, ülkedeki anamuhalefet partisi durumundaki İşçi Partisi’nin lideri Jeremy Corbyn, Başbakan Theresa May hükümetine karşı güvensizlik oylaması talep ettiğini açıkladı. Corbyn, bu karar sonrasında en iyi kararın bir erken genel seçim olacağını da sözlerine ekledi.[5] Oylama sonuçlarının hemen ardından bir değerlendirmede bulunan Başbakan Theresa May ise, muhalefetin gensoru vermesi halinde bunun görüşülebileceğini belirtti. Muhalefetin gensoru önergesi ardından, May hükümeti için güvenoyu oylamasının yapılıp yapılmayacağı bu hafta içerisinde belli olacak. Başbakan May, olası bir güvenoyu oylamasından başarıyla çıkması halinde, tüm parti liderleriyle görüşerek, Brexit anlaşması konusunda “parlamentonun desteğini alabilmek için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini belirlemeyi” hedeflediğini söyledi.[6] Ancak muhalefetteki İşçi Partisi’nin bu süreci iktidar değişikliği için uygun bir fırsat olarak gördüğü ve Muhafazakâr Parti içerisindeki çatlakların son süreçte giderek büyüdüğü, dolayısıyla güvenoyu oylamasına gidilmesi haline May hükümetinin işinin zor olduğunu söylemek mümkün. Ülkede yapılan son anketler[7], Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin yüzde 38 oyla yüzde 35 oyda kalan Muhafazakâr Parti’nin önünde olduğunu ve olası bir seçimde yaşlı lideriyle sosyal demokrat partinin iktidar olabileceğini gösteriyor.

AB ile İlişkiler ve Olası Senaryolar
Dünkü kararın ardından, Birleşik Krallık’ta önümüzdeki birkaç hafta içerisinde ülkede bir erken genel seçim kararının alınması (normalde sonraki genel seçim 2022’de olacaktı) hiç de şaşırtıcı olmayacak. Bir diğer ihtimal ise, Brexit konusunda ikinci bir referanduma gidilmesi. Ancak böyle bir durumda AB’de kalınması yönünde bir sonuç çıkarsa, bu konuda üçüncü referandum talepleri de meşru hale gelebilir. Dolayısıyla, Brexit sürecinin gerçekleşeceği 29 Mart 2019’a doğru hızla yaklaşılırken, Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması konusunda “anlaşmasız Brexit” ihtimali ağırlık kazanmaya başladı. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, bu nedenle Birleşik Krallık’ı uyararak, İngiliz hükümetine ve parlamento üyelerine anlaşmaya uygun hareket etmelerini tavsiye etti.[8] Seçim sürecine girilmesi halinde, yeni hükümetin seçimin ardından 29 Mart’a kadar yeni bir Brexit anlaşması yapması pek de mümkün gözükmüyor. Zira İngiliz seçim kanunları uyarınca, parlamentoda Majestelerinin hükümetine güvensizlik oyu verilmesi ardından 14 gün içerisinde bir hükümet kurulamazsa, hemen erken genel seçim kararı alınabilir.[9] Seçimler, bu yönde bir yasa olmasa bile 1931’den beri daima Perşembe günleri yapılıyor. Ayrıca seçimlere kadar 25 iş gününün de geçmesi gerekiyor.[10] Bu durumda, 14 gün güvenoyu (parlamento) süreci ve 25 işgünü seçim kampanyası süreci sonrasında yapılacak bir genel seçim sonucunda başa geçecek yeni hükümetin, AB ile yeni bir anlaşma yapmak için en fazla 3 haftası kalacak gibi gözüküyor. Bu, masada müzakere edilen konuların taraflarca gayet iyi bilinmesi nedeniyle aslında mümkün. Ancak Brexit’in cazip bir süreç haline gelmesi durumunda diğer üyelerini de kaybetmekten korkan AB’nin bu konuda istekli davranacağını söylemek zor. O nedenle, Birleşik Krallık açısından bundan sonra yaşanabilecek en makul gelişmeler kısaca şöyle özetlenebilir:
  • May hükümetine güvenoyu verilmesi ve Brexit anlaşmasının parlamentoda bir kez daha oylanarak onaylanması.
  • May hükümetine güvensizlik oyu verilmesi ve yeni bir Muhafazakâr Partili Başbakan’ın[11] DUP desteğiyle hükümeti kurarak, anlaşmayı parlamentodan geçirmesi.
  • May hükümetine güvensizlik oyu verilmesi ve Brexit sürecini yönetmek için yeni bir Başbakan liderliğinde tüm partilerden Bakanların katılacağı “teknokrat” bir kabine kurulması (İngiltere tarihinde daha önce yaşanmış bir durum değildir) ve anlaşmanın parlamentoda onaylanması.
  • May hükümetine güvensizlik oyu verilmesi ve Jeremy Corbyn Başbakanlığında bir azınlık hükümetinin kurularak, anlaşmanın parlamentoda onaylanması (İşçi Partisi’nin 256’da kalan sandalye sayısı ve Muhafazakâr Parti ile tarihsel rekabeti nedeniyle zor).
  • May hükümetine güvensizlik oyu verilmesi ve seçim sürecine gidilmesi. Seçim sonrasında yeni bir hükümetin Brexit anlaşmasını oylamaya sunarak parlamentoda onaylatması.
  • May hükümetine güvensizlik oyu verilmesi ve seçim sürecine gidilmesi. Seçim sonrasında yeni bir hükümetin kurulmasının ardından “anlaşmasız Brexit” sürecinin gerçekleştirilmesi.
  • May hükümetine güvensizlik oyu verilmesi ve seçim sürecine gidilmesi. Seçim sonrasında yeni bir hükümetin kurulmasının ardından kısa süre içerisinde AB ile yeni bir Brexit anlaşmasının yapılması.
İngiliz Demokrasi Deneyimlerinden Çıkarılacak Dersler
Dünyanın en eski, oturmuş ve gelişmiş demokrasilerinden birisi kabul edilen Birleşik Krallık’ta son 3 yıldır Brexit sürecinde yaşanan gelişmelerden şu dersleri çıkarmak mümkün:
  • Stratejik konularda halkı ortadan ikiye bölebilecek referandumlardan daima uzak durmak gerekir. Zira genel ortalama olarak hayli iyi eğitimli olan İngiliz halkı bile, şehirli-taşrada yaşayan, sermayedar-işçi, liberal-muhafazakâr gibi ayrımlara tabidir. Dahası, halkın teknik meseleleri iyi bilmesi dünyanın her yerinde çok zordur. Dolayısıyla, insanlar, politik meselelere daha çok kendi bireysel çıkarları bağlamında yaklaşmak eğilimindedirler. Bu nedenle, önemli stratejik konularda (dış politika, güvenlik politikası vs.), kararların partiler ve günlük siyaset (petty politics) üstü devlet aygıtı ve kurumlar tarafından yönlendirilmesi daha doğrudur. Nitekim David Cameron’ın o ana kadar çok başarılı giden Başbakanlığına son veren en büyük hatası da, bu konuda muhafazakâr seçmenlere seçim öncesinde popülist bir vaatte bulunması ve sonra da bu sözünü tutmak zorunda kalması olmuştur.
  • İngiliz devleti stratejik tercihini kesin olarak ortaya koymalıdır. Bu belirsizlik sürecinde, İngiltere’de devlet aygıtını oluşturan Taç (Crown, yani Kraliçe II. Elizabeth ve Kraliyet ailesi)  ve etkili devlet kurumları (MI5, MI6, Lordlar Kamarası) Birleşik Krallık’ın gelecek perspektifini ve planlamasını yansıtan kesin bir irade ortaya koymalıdır. Bu irade zaten Brexit yönünde ise, ortada herhangi bir sorun yoktur. Ancak AB içerisinde bir gelecek hayal ediliyorsa, bunun için hızla harekete geçilmelidir.
  • Vasat bir anlaşma bile belirsizlikten daha iyidir. Brexit sürecinde Birleşik Krallık’ta son 3 yıldır yaşanan kaos, vasat bir anlaşmanın bile belirsizlikten daha iyi olduğunu göstermiştir. Bir demokrasi için yaşanabilecek en kötü gelişme, halkın belirsiz ve geleceğe güvensiz duruma sokulmasıdır. Bu nedenle, “anlaşmasız Brexit” formülünden bence her şekilde kaçınmak gerekir.
  • AB geleceğinden endişe ediyor. AB’nin Brexit sürecinde Birleşik Krallık’a karşı gösterdiği olumsuz tutum, Birlik nezdinde bu ülkeye karşı oluşan büyük hayal kırıklığının yanı sıra, Brexit’in başarıya ulaşması durumunda AB’nin dağılabileceği riskinin de arttığını göstermektedir. Zira AB’nin lider ülkelerinden Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron “Sarı Yelekliler” protestoları karşısında popüler desteğini kaybetmiş, Almanya’da ise Başbakan Angela Merkel’in yerinin doldurulmasının kolay olmayacağı anlaşılmıştır. Dolayısıyla, Brexit sürecinde Birleşik Krallık kadar AB’yi de zor günler beklemektedir. Dahası, AB’ye hiç de sıcak yaklaşmayan Rus lider Vladimir Putin ve ABD Başkanı Donald Trump’tan sonra Birleşik Krallık’ın başına da AB karşıtı bir lider geçerse, ilerleyen yıllarda AB’nin bütünlüğünü koruması iyice zor hale gelebilir.
  • Demokrasilerde çareler tükenmez. Herşeye rağmen, köklü İngiliz demokrasisi bu süreçten dersler alarak ve güçlenerek çıkacaktır. Çünkü fikir, inanç ve mülkiyet özgürlüğü gibi temel hakların güvencede olduğu ve birçok alanda halen dünyanın en gelişmiş ülkelerinden olan Birleşik Krallık, demokrasi deneyimini geliştirerek sürdürmekte ve asla otoriter veya totaliter bir rejime dönüşmemektedir. Ülkedeki merkez sol ve merkez sağ partilerin güçlü ve kurumsal yapıda olmaları da İngiliz demokrasisi adına önemli bir kazanımdır. Nitekim diğer Avrupa ülkelerinin aksine, İngiltere’de aşırı sol veya aşırı sağ popülizm pek de etkili olamamaktadır. Bu nedenle, İngiliz demokrasisinin bu süreci bir şekilde atlatacağını söylemek mümkündür. 
Sonuç
Sonuç olarak, Birleşik Krallık’ın Brexit süreci adeta bir gerilim filmi şeklinde halen devam etmekte ve anlaşılan o ki, ilerleyen aylarda bizi yeni ve heyecan verici gelişmeler beklemektedir. Bu süreçte, hem Birleşik Krallık, hem de Avrupa Birliği'nin kendi halkları adına en doğru kararları vermeleri, Türkiye halkı olarak en büyük temennimizdir...

 Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] https://www.dw.com/tr/ingiliz-parlamentosu-brexit-anla%C5%9Fmas%C4%B1n%C4%B1-reddetti/a-47096321.
[2] https://www.bbc.com/news/uk-politics-46885828.
[3] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46887016.
[4] Bu bölüm, https://www.aljazeera.com/news/2019/01/brexit-timeline-190115164043103.html adresindeki haberden özetlenmiştir.
[5] http://www.hurriyet.com.tr/dunya/son-dakika-ingiltere-parlamentosu-brexit-oylamasini-reddetti-41084286.
[6] https://www.dw.com/tr/ingiliz-parlamentosu-brexit-anla%C5%9Fmas%C4%B1n%C4%B1-reddetti/a-47096321.
[7] Bakınız; https://uk.kantar.com/public-opinion/politics/2019/labour-has-3-point-lead-over-conservatives-as-prime-minister-may%E2%80%99s-withdrawal-agreement-heads-to-parliamentary-vote/.
[8] https://www.dw.com/tr/ingiliz-parlamentosu-brexit-anla%C5%9Fmas%C4%B1n%C4%B1-reddetti/a-47096321.
[9] https://www.parliament.uk/about/how/elections-and-voting/general/.
[10] https://www.bbc.com/news/uk-politics-46393399.
[11] Bu noktada potansiyel adaylar; Dominic Raab, Sajid Javid, Andrea Leadsom, Boris Johnson, Amber Rudd, Michael Gove, Jeremy Hunt ve Jacob Rees-Mogg olarak belirtilebilir. Özellikle “sert Brexit” yanlısı olmaları ve ABD’deki Donald Trump yönetimiyle anlaşabilmeleri noktasında, bence Jacob Rees-Mogg ve Boris Johnson isimleri üzerinde durmak gerekir. Bu konuda bir analiz için; https://www.theweek.co.uk/94917/tory-leader-race-who-would-be-in-the-running.

9 Ocak 2019 Çarşamba

ABD’nin Suriye’den Çekilmesi ve Olası Gelişmeler


Giriş
ABD Başkanı Donald Trump’ın beklenmedik bir şekilde 19 Aralık 2018 tarihinde “Suriye’de IŞİD’in mağlup edilmesi”nin ardından bu ülkede görev yapan 2.000 kadar Amerikan askerinin 30 gün içerisinde geri çekileceğini açıklaması[1], Suriye’nin geleceği konusunda bölge ülkelerinde çeşitli tartışmalara neden oldu. Her ne kadar ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, “IŞİD'le mücadelemiz sona ermedi” diye Trump’ın görüşlerine ek bir açıklama yapsa da[2], karar, Türkiye dışındaki ABD müttefiklerinde büyük ölçüde hayal kırıklığı yarattı. Nitekim Trump’ın ilk açıklamasında 30 gün olarak belirttiği çekilme süresi[3], tepkiler nedeniyle önce 90-100 gün ve son olarak da 4 aya (120 gün) kadar uzatıldı[4]. Gelişmeler, bu sürenin daha da uzayabileceğini gösteriyor. Ayrıca Trump, ABD’nin Suriye’den çekilmesinin bölgeden çekilmek olmadığını vurguladı ve yılbaşı öncesinde Amerikan askerlerine moral vermek için Irak’taki Amerikan askeri tesislerine sürpriz bir ziyarette bulundu.[5] Bu yazıda, ABD’nin Suriye’den çekilme kararına verilen tepkileri, Suriye’deki son gelişmeleri ve Türkiye’nin bu konuda ne yapabileceğini mercek altına alacağım.

Suriye’de son durumu gösteren BBC haritası[6]

ABD’nin Kararına Tepkiler
Daha önce de belirtildiği gibi, ABD’nin bu kararı, ABD müttefiklerince genelde olumsuz algılandı. Bunun ilk sebebi, kuşkusuz IŞİD’in mağlup edildiği konusunda yaşanan görüş ayrılıkları. Nitekim Trump’ın IŞİD’in mağlup edildiğini açıklamasından henüz 4 ay kadar önce, Ağustos ayında, Pentagon yetkilileri Suriye’de halen 14.500 civarında IŞİD (DEAŞ) teröristinin bulunduğunu öngören bir açıklama yapmışlardı.[7] Bu doğrultuda, Suriye’de kısıtlı askeri varlığını sürdüren Birleşik Krallık’ın (İngiltere) Savunma Bakanı Tobias Ellwood, Trump’ın IŞİD’in yenildiği konusundaki görüşünü reddederek, IŞİD’in “başka aşırılıkçı formlara dönüşerek tehdit olmaya devam ettiği”ni bildiren bir tweet attı.[8] Fransa Savunma Bakanı Florence Parly de, Trump’ın kararının “yanlış” olduğunu iddia ederek, 9 askeri noktada hareket eden[9] 200 civarındaki[10] Fransız özel kuvvetlerine mensup askerin Suriye’de görev yapmaya devam edeceklerini bildirdi.[11]

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye'den çekilme konusunda ABD Başkanı Donald Trump'ı telefonda ikna etmeyi başardı.

Türkiye ise, bu kararı olumlu karşılayan belki de tek Amerikan müttefiki oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Amerikan The New York Times gazetesi için “Erdogan: Trump Is Right on Syria. Turkey Can Get the Job Done.” (Trump Suriye’de Haklı. Türkiye Bu İşi Yapabilir.) başlıklı bir makale[12] kaleme aldı ve bu makalede Trump’ın kararını destekleyerek, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olan Türkiye’nin ve Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu’nun, ABD’nin çekilmesi ardından, bölgede IŞİD ve PYD/YPG gibi diğer terör örgütleriyle kendi başına mücadele edebileceğini ve bölgesel istikrarı sağlayabileceğini iddia etti. Türkiye, zaten bir süredir “Fırat’ın doğusu”ndaki PYD/YPG gruplarına yönelik bir askeri harekâtın sinyallerini veriyordu. ABD’nin çekilme kararı, bu operasyonun hızlı ve sorunsuz bir şekilde yapılabilme ihtimalini arttırdı; ama aynı şekilde Türkiye’nin üstleneceği risk yükünü de bir o kadar yükseltti. Dahası, ABD’nin çekilmesi sonrasında Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının Beşar Esad rejimi, Rusya ve İran gibi aktörler tarafından ne derece olumlu algılanacağı da tartışmalı bir konu olarak yeniden gündemde ön sıraya çıktı.

Suriye’de son durumu gösteren The Guardian haritası[13]

Trump’ın kararı, Ortadoğu’daki en önemli ABD müttefiki kabul edilen İsrail’de de pek olumlu karşılanmazken, ABD Başkanı Donald Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile yaptığı görüşmede, İsrail’e -ABD’nin çekilmesi sonrasında- güvenlik garantileri verdiği iddia edildi.[14] Bir diğer ilginç gelişme, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’a yakın Debkafile sitesinin ABD’nin Suriye’den çekileceği bölgelere Arap ülkelerinin askerlerini konuşlandırmak istediği ve bu amaçla Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ordularına mensup bazı subaylarının Menbiç’te incelemelerde bulunduğunu yazması oldu.[15] Bölgedeki bir diğer önemli ABD müttefiki Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi Muhammed bin Salman ise, ABD’nin Suriye’den çekilmesinin bölgede İran etkisini arttırması tehlikesine dikkat çekti ve uzun vadede değilse bile, kısa ve orta vadede ABD’nin Suriye’deki askeri mevcudiyetini korumasının gerekli olduğunu vurguladı.[16] Riyad yönetimi, ayrıca Suriye’nin yeniden inşası için gereken parayı ABD’nin yerine kendilerinin ödeyeceğine dair iddiaları da reddetti ve bu konuda bir söz vermediklerini açıkladı.[17] Dolayısıyla, ABD Başkanı Donald Trump’ın kararının Türkiye dışındaki ABD müttefiklerinden destek almadığı görüldü. Suriye’deki en etkili devlet görünümündeki Rusya Federasyonu ise, bu kararı destekleyen bir tavır aldı[18] ve ABD’nin çekilmesinin Suriye’de siyasi çözüm için olanak yarattığını açıkladı.[19] İran da ABD’nin kararını olumlu karşılarken, İran İslami Şura Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Siyaset Komisyonu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Murtaza Saffari Netenzi, Amerika’nın Suriye’den geri çekilmek mecburiyetinde kaldığını iddia etti.[20]

IŞİD Bitti Mi?
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den çekilme kararına yönelik tepkilerin özünü oluşturan IŞİD’in tamamen temizlenmediği görüşü, halen bir muamma olarak karşımızda duruyor. Aslında Suriye’de IŞİD’in kontrol edebildiği toprak parçaları anlamında bakıldığında, Trump’ın iddiası ve kararının o kadar da haksız olmadığı görülüyor. Ancak IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin stratejik destek verdiği Suriye Kürtlerinin durumu konusunda, ABD’nin kararına yönelik ciddi tepkiler ve endişeler mevcut. Nitekim Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı PYD/YPG gibi gruplar, Avrupa ülkeleri ve ABD nezdinde radikal İslamcı tehditler karşısında şimdiye kadar makbul kabul edilen oluşumlardı. Oysa ABD’nin bölgeden çekilmesinin ardından, ABD’nin silahlandırdığı bu grupların geleceği hakkında belirsiz bir durum var ve bu konuda büyük insani trajediler ortaya çıkma ihtimali mevcut.

IŞİD’in Suriye’de kontrol ettiği toprakların zaman içerisinde neredeyse tamamen yok olduğunu ispatlayan bir harita[21]

Bölge hakkında kapsamlı bir araştırma yapan Türk gazeteci Doğu Eroğlu ise, IŞİD’in tamamen yok edilemediğini, Deyrizor’daki Hacin (Hajin) kasabasında halen 2.000-2.500 civarında militanının olduğunu ve ABD’nin çekilmesi ardından örgütün yeniden güçlenebileceğini iddia ediyor.[22] Nitekim ABD’nin çekilme kararının açıklanmasının hemen ardından IŞİD’in Rakka’da bir Kürt militanı öldürmesi, bu konuda yaşanabilecek olumsuz gelişmelere dair somut bir örnek. Ayrıca Washington’daki Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nden (Center for Strategic and International Studies) araştırmacı Maxwell B. Markusen, IŞİD’in hala günde ortalama 75 saldırı girişimi düzenlediğini iddia ediyor.[23] Kısa süre önce istifa eden ABD’nin IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk de, daha birkaç hafta önce verdiği bir brifingde, IŞİD’le süren savaşın sona ermekten uzak olduğuna dair sözler sarf etmişti.[24] Dolayısıyla, ABD’nin çekilmesi ardından bölgede istikrar sağlayıcı bir gücün olmaması halinde, IŞİD’in yeniden güçlenme ihtimali o kadar da hayali ve fantastik bir senaryo olmayabilir. Bunun sebebi ise, Suriye iç savaşı süresince yapılan kimyasal saldırılar nedeniyle Suriye’de Esad rejimi ve Baas Partisi’ne yönelik tepkilerin halen Sünni tabanda oldukça yaygın ve güçlü olması ve iç savaş ortamında bu tepkilerin kolaylıkla IŞİD gibi radikal terör örgütleri için eleman devşirme olanağı sağlayabilmesidir.

Trump, ABD'yi Suriye bataklığından kurtardı. Ama Amerikan küresel liderliğini de zora soktu...

ABD’nin Kararını Nasıl Yorumlamalı?
ABD’deki Cumhuriyetçi Donald Trump yönetimi, benim görüşüme göre, Suriye’den geri çekilme kararıyla daha çok kendi ulusal çıkarlarını önceleyen bir strateji benimsemektedir. Bunun dayanakları; "Vietnam Sendromu" tehlikesine karşı Amerikan ve dünya kamuoyunda Suriye iç savaşından IŞİD’e karşı bir zaferle çıkıldığı algısının yaratılması, Suriye’de olası Amerikan askeri kayıpları ihtimalinin ortadan kaldırılması ve Suriye’deki askeri harcamaların azaltılması olarak sıralanabilir. Trump, bu şekilde iç politikada da 2020 Başkanlık seçimleri öncesinde konumunu sağlamlaştırmayı ummaktadır. Trump yönetiminin bu noktadaki en güçlü argümanları ise; Suriye Kürtlerine olası IŞİD saldırılarına karşı silah desteği sağlamış olması (ancak bu desteğin PYD/YPG gibi örgütlere yapılması nedeniyle Türkiye ile ABD’nin arası açılmıştır ve Amerikan silahlarının bu örgütlerden geri alınması da zor gözükmektedir) ve bölgede istikrar sağlayabilecek Türkiye, Birleşik Krallık ve Fransa gibi aktörlere Suriye’de alan açma görüşüne karşı çıkmamasıdır. Bu sayede, Trump, özellikle Türkiye gibi önemli bir müttefiki de yeniden kazanabileceğini düşünmekte ve 2020’de tekrar seçilmesi halinde ağırlık vereceğini düşündüğüm İran stratejisine yönelik olarak Ankara’dan kritik bir destek almak istemektedir. Trump yönetiminin İran konusunda İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi müttefikleri belli ölçülerde hizalamayı başarması, kuşkusuz Amerikan dış politikası açısından önemli bir başarı olacaktır.

Suriye Rejiminin Diplomatik Atağı
Bunların dışında, son dönemde Suriye’deki Esad rejiminin de diplomatik açıdan atağa kalktığı ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin[25] ve Bahreyn’in[26] 7 yıl aradan sonra Şam Büyükelçiliklerini yeniden açmalarını müteakiben, Suriye'nin 2011 yılında üyelikten atıldığı Arap Ligi’ne (Arap Birliği) geri kabul konusunda da olumlu bir atmosfer yaratmayı başardığı görülüyor.[27] Bu gelişmeler, Beşar Esad yönetiminin elini bir hayli güçlendirirken, savaş sırasında rejim ve IŞİD gibi radikal terör örgütleri tarafından işlenen suçların nasıl cezasız bırakılabileceği ise henüz bir muamma. Esad yönetimi, ayrıca, bu süreçte, ABD’nin çekilmesi sonrasında Türkiye’nin askeri operasyonlarından çekinen PYD/YPG gruplarıyla da pazarlıklarını ve görüşmelerini üst noktaya taşıdı. PYD/YPG, daha önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afrin’e yaklaşmasının öncesinde olduğu gibi, Esad yönetiminden Türkiye’ye karşı destek istedi.[28] Süreç, bu nedenle ilginç bir şekilde Esad yönetimiyle Kürt grupların yakınlaşmasına neden olabilecek bir zemine doğru evrilmeye başladı. Bu durum, Suriye’de federalizm temelinde bir siyasi çözümü kolaylaştırabilecekken, Türkiye’nin etkisi anlamında ciddi bir kırılmaya da neden olabilir. Zira Esad yönetiminin PYD/YPG ile uzlaşması durumunda, Suriye-Türkiye ilişkilerinin Adana Mutabakatı veya Adana Protokolü (1998) öncesindeki statükoya (Suriye’nin Türkiye’ye karşı terör beslemesi) dönme riski artmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgede askeri ve fiili olarak -diğer ülkeleri endişelendirmeden- yer almaya devam etmesi, bundan sonra da son derece elzem gözükmektedir.

Türkiye Ne Yapabilir?
ABD’nin Suriye’den çekilmesinin ardından, Türkiye’nin önünde bence iki temel yaklaşım modeli bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Rusya, İran, Irak ve Suriye gibi bölge ülkeleriyle Mustafa Kemal Atatürk ve tek parti dönemine benzer bir bölgesel statüko oluşturulmasıdır. Bu, kuşkusuz bölgeselci mantığa uygun ve mevcut toprak bütünlüklerinin korunması anlamında da olumlu bir girişim olacaktır. Ancak bu şekilde bir politika takip edilirse, bu, Türkiye’nin ABD ve Batılı müttefikleriyle uyumlu hareket etmesini zorlaştırabilir. Dahası, demokratik ve ekonomik gelişmişlik düzeyleri düşük olan bu ülkelerle beraber hareket eden bir Türkiye, artık yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutan “Türkiye mucizesi”nden (ekonomik açıdan gelişmiş, demokratik ve özgürlükçü bir devlet) daha da uzaklaşabilir. ABD’nin Trump döneminde tüm planlarını İran’ı çevrelemek doğrultusunda yaptığı da düşünülürse, Türkiye’nin bölgesel ittifak modeli için uygun zaman olup olmadığını iyi düşünmek gerekmektedir. Dahası, bir NATO üyesi olan Türkiye’nin bölgesel ittifak modeli doğrultusunda bir araya gelmesi beklenen ülkeler, NATO nezdinde “hasım” olarak görülen (Rusya, İran, Suriye) devletlerdir. Dolayısıyla, NATO’dan çıkılmadan böyle bir politikanın sürdürülebilir olması kolay değildir. Ayrıca böyle bir anlayışa yönelmek durumunda kalınsa bile, Ankara, bence mutlaka Suriye’deki askeri varlığını (anayasal çözüm sürecine kadar) muhafaza etmelidir. Zira aksi takdirde, Esad rejimi, İran ve Rusya’nın, ilerleyen süreçte, bölgedeki PYD/YPG unsurlarını Türkiye aleyhine kullanma riski bulunmaktadır. Türkiye’nin Batı desteği almadan girişeceği bir “Fırat’ın doğusu” macerasının ise, ne kadar maliyetli ve başarılı olacağını iyi hesap etmek gerekmektedir.

İkinci yaklaşım ise, Türkiye’nin PYD/YPG ve Esad rejimiyle ilişkiler konusunda ABD, Fransa ve Birleşik Krallık gibi Batılı müttefikleriyle ortak çizgide hareket etmesi ve çıkarlarını örtüştürmeye çalışmasıdır. Örneğin, ABD’nin siyasi ve askeri boşluğu yeni süreçte Fransa-Birleşik Krallık-Türkiye üçlüsü tarafından doldurulabilirse, bu, Suriye Kürtlerinin “düşman” perspektifinden çıkarılarak Türkiye ve Batı çizgisine yakınlaştırılmalarını sağlayabilir. Suriye’de Kürtlerin anayasal güvence altına alındığı yeni bir anayasal düzende, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle birlikte Kürtlerle iyi ilişkilerinin olması, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün aleyhine bir unsur olmadığı gibi, tam tersine Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkisinin artmasına neden olabilir. Bu yaklaşıma göre de, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığını terörle mücadele etmek ve kendisine yönelik tehditleri ön alarak bertaraf etmek adına sürdürmesi (anayasal çözüm sürecine kadar) doğrudur.

Sonuç
ABD’nin Suriye’den çekilme kararı, bu ülkenin ulusal çıkarları adına o kadar da yanlış bir karar gibi algılanmasa da, bölgesel istikrar adına olumsuz bir gelişme olacak gibi gözükmektedir. ABD’nin yokluğunda, Türkiye, bölgesel nüfuzu, ya bölge ülkeleri, Rusya ve Esad rejimiyle birlikte, ya da Batılı müttefikleriyle koordineli olarak sağlamak durumunda kalacak ve bu da her şekilde Ankara’yı ekonomik ve siyasal maliyetlerle yüzleşmek zorunda bırakacaktır. Zamanı geri sarmak ve savaşın başladığı döneme geri dönmek mümkün olmadığına göre, Türkiye, bundan sonrasına dair kendi ulusal çıkarları açısından en doğru kararı vermelidir. Bu noktada, askeri bir operasyon öncesinde, Kürt halkı ile PYD/YPG’nin ayrıştırılması için Türkiye’ye yakın Kürt çatı örgütlerinin oluşturulması fikri denenebilir. Ancak milliyetçi Türkiye kamuoyu ve yerel seçimler öncesindeki siyasal konjonktür (MHP desteğiyle ayakta kalan bir Erdoğan ve AK Parti) düşünüldüğünde, bu, kolay değildir. Zira Batı kamuoyunda, Ankara, genelde Kürtlere karşı savaş yürüten bir devlet gibi algılanmakta ve bu da Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerini daha da germektedir. Dahası, Suriye’deki gidişat ve diğer sorunlu meseleler de (FETÖ konusu, S-400’ler vs.), Türkiye’nin Batı ile çıkarlarının giderek ayrıştığını ve Türkiye’nin yeni dönemde İran-Rusya-Irak-Esad rejimi dörtlüsüyle bölgesel bir ittifaka doğru yöneleceğini işaret etmektedir.

Kapak Resmi: Courrier International.


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Bakınız; https://twitter.com/realDonaldTrump/status/1075528854402256896.
[2] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46628698.
[3] Bakınız; https://www.nytimes.com/2018/12/19/us/politics/trump-syria-turkey-troop-withdrawal.html.
[4] Bakınız; https://www.washingtonpost.com/world/2019/01/07/what-happened-trumps-syria-withdrawal/.
[5] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/46687995.
[6] Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46628698.
[7] Bakınız; https://www.theguardian.com/us-news/2018/dec/19/us-troops-syria-withdrawal-trump.
[8] Bakınız; https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2018/12/19/ingiltereden-trumpa-itiraz-isid-yenilmedi/.
[9] Bakınız; https://www.yenisafak.com/dunya/fransanin-suriyede-9-ussu-var-3417498.
[10] Bakınız; https://www.sabah.com.tr/avrupa/2018/12/26/suriyedeki-fransiz-askeri-varligi.
[11] Bakınız; https://www.haberler.com/son-dakika-abd-nin-suriye-den-cekilme-kararinin-11557215-haberi/.
[12] Buradan okunabilir; https://www.nytimes.com/2019/01/07/opinion/erdogan-turkey-syria.html.
[13] Kaynak: https://www.theguardian.com/us-news/2018/dec/19/us-troops-syria-withdrawal-trump.
[14] Bakınız; https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201901071036956906-abd-suriye-cekilme-karari-israil-guvence/.
[15] Bakınız; https://www.debka.com/trump-phases-arab-forces-into-syria-vs-iran-ahead-of-us-pullout-egyptian-uae-officers-on-the-scene/. Aktaran: https://tr.sputniknews.com/abd/201901021036897480-trump-in-suriye-de-iran-a-karsi-arap-gucu-planinin-ilk-asamasi-misir-bae-askeri-yetkilileri-menbic-e-gidip-konuslanmak-icin-incelemelerde-bulundu/.
[16] Bakınız; http://www.haber7.com/siyaset/haber/2589447-suudilerden-abdnin-cekilme-mesajina-ilk-yorum.
[17] Bakınız; https://www.timeturk.com/suudi-arabistan-dan-abd-ve-suriye-aciklamasi/haber-1015264.
[18] Bakınız; https://www.dw.com/tr/abdnin-suriyeden-%C3%A7ekilme-karar%C4%B1na-tepki/a-46808935.
[19] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46628698.
[20] Bakınız; http://parstoday.com/tr/news/iran-i123521-%C4%B0ran'l%C4%B1_parlamenter_abd_suriye'den_%C3%A7ekilmek_zorunda_kald%C4%B1.
[21] Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46628698.
[22] Buradan izleyebilirsiniz; https://www.youtube.com/watch?v=0_Eip4x27sI.
[23] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46634392.
[24] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46634392.
[25] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46689334.
[26] Bakınız; https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201812281036843364-bae-ardindan-bahreyn-sam-yeniden-buyukelcilik-acti/.
[27] Bakınız; https://www.theguardian.com/world/2018/dec/26/arab-league-set-to-readmit-syria-eight-years-after-expulsion.
[28] Bakınız; https://www.haberturk.com/teror-orgutu-ypgpkk-turkiye-ye-karsi-esed-den-destek-istedi-2259559.

3 Ocak 2019 Perşembe

France Culture’de Yayınlanan ‘Siyasete İslam Karışınca’ Konulu Radyo Programı


Radio France grubuna bağlı olarak yayın yapan Fransız devlet radyosu “France Culture”[1], 1940’lardan bu yana farklı isimlerle faaliyette olan (1963’ten beri şimdiki ismiyle) ciddi bir medya kuruluşudur. Kuruluş, yıllardır farklı alanlarda Fransızca dilinde yaptığı programları internet sitesinden takipçilerinin beğenisine sunmaktadır. Bu istasyonda yayınlanan programlardan birisi de, Hervé Gardette’in hazırladığı “Politique!” kuşağıdır. Bu program kapsamında, Gardette, 12 Şubat 2018 tarihinde “Quand l’islam se mêle de politique” (Siyasete İslam Karışınca) konulu ilginç bir yayın yapmıştır[2]. Programa, Fransız tarihçi ve Géopolitique des islamismes (2014) ve L’Islamisme au pouvoir : Tunisie, Egypte, Maroc (2018) kitaplarının yazarı[3] Anne-Clémentine Larroque konuk olarak katılmıştır. Larroque, özellikle Arap Baharı sonrasında Tunus, Mısır ve Fas gibi ülkelerde yaptığı saha araştırmalarına dayalı olarak yazdığı ikinci kitabıyla oldukça dikkat çekmeyi başarmış genç bir araştırmacıdır. Bu yazıda, bu programda konuşulanlar özetlenecektir.

France Culture

Programın girişinde, sunucu Hervé Gardette, Arap Baharı döneminde Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan gelişmeleri özetlemekte ve Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali rejimini yıkan Yasemin Devrimi’ni, Mısır’da Hüsnü Mübarek rejimini alaşağı eden Mısır Devrimi’ni ve Fas’ta Kral 6. Muhammed’in halka yönelik çeşitli hak ve tavizler vermesine neden olan reform sürecini hatırlatmakta ve bu süreçler sonucunda birçok ülkede İslamcıların iktidara geldiklerini vurgulamaktadır. İslamcılık uzmanı olarak tanıtılan genç Fransız araştırmacı Anne-Clémentine Larroque ise, programdaki konuşmasına, İslamcılığın farklı araçlarla İslam’ın siyasal alanda hak iddia etmesi olduğunu açıklayarak başlamakta ve bu ideolojideki temel amacın toplumun İslamlaştırması olduğunu söylemektedir. Larroque, bunun demokratik siyasal sınırlar çerçevesinde (Siyasal İslam) veya şiddet yoluyla (Cihatçılık) olabildiğini belirtmektedir. Arap Baharı sürecinde İslamcılığın farklı tezahürlerinin görülebildiğini kaydeden Fransız analist, sunucu Hervé Gardette’in Türkiye’de 2002 yılında Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) demokratik yolla iktidara gelen ilk İslamcı parti olduğunu hatırlatması sonrasında, bu parti ve Türkiye’deki İslamcıları analiz etmeye başlamaktadır. Tunus başta olmak üzere İslam dünyasındaki birçok ülkede İslamcıların Türkiye örneğinden önemli dersler çıkardıklarını ima eden konuşmacı, örneğin Tunus’ta Raşid Gannuşi ve Ennahda partisinin 1990’lar ve özellikle 2000’lerden itibaren -Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’ye benzer şekilde- daha pragmatik ve ılımlı çizgide siyaset yapmaya başladıklarını söylemektedir. Erdoğan’ın 1990’ların sonunda hapsedilmesinin ardından İslamcı çizgideki siyasal önerilerini değiştirdiğini ve yumuşattığını belirten Fransız uzman, ancak aynı Erdoğan’ın 2008’den sonra türbanın kamusal alanda serbestçe kullanılmasını sağlayarak seküler kesimde yeniden tedirginlik yaratmaya başladığını ve bu nedenle Türkiye’deki laiklik-İslamcılık tartışmalarının halen sona ermediğini vurgulamaktadır.

Anne-Clémentine Larroque

Anne-Clémentine Larroque, İslamcılardaki strateji değişikliği ve demokratik ve ılımlı siyasete yönelmenin son yıllarda Selefileri bile etkilemeyi başardığını belirtmekte ve Mısır’daki Selefi grupların eşlerinin siyasete girmelerine sıcak bakmalarını ve Fas’taki Müslüman kadınların başlarını açmalarını bu duruma örnek olarak göstermektedir. Seçimler öncesinde İslamcıların iktidara gelmek için bu stratejik değişikliklere kolaylık yönelebildiklerini belirten sunucu Hervé Gardette, İslamcıların iktidara geldikten sonra nasıl hareket ettikleri konusunu ise Larroque’a sormaktadır. Larroque ise, araştırmasına Türkiye’yi dâhil etmediğini hatırlatmakta ve günümüzde Türkiye hakkında daha çok “Post-İslamcılık” tartışmalarının yapıldığının altını çizmektedir. Türkiye’de AK Parti’nin Arap Baharı’ndan yaklaşık 10 yıl önce iktidara geldiğini belirten konuşmacı, ayrıca Türkiye’nin halen anayasal olarak laik bir ülke olması bağlamında diğer İslam ülkelerinden farklılaştığına dikkat çekmektedir. Türkiye’nin bir Arap ülkesi olmadığını da belirten Fransız yazar, Türkiye’de halen İslamcıların iktidarda olduğunu ve özellikle son dönemde Erdoğan yanlılarının giderek daha katı bir rejimi savunmaya başladıklarını söylemektedir. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında AK Parti ve Erdoğan’ın otoriter eğilimlerinin güçlendiğinin sorulması üzerine, Larroque, Mısır’daki Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler çıkışlı Siyasal İslamcıların da seçimle işbaşına geldikten sonra aynı hatayı yaptıklarını belirtmekte ve bu anlamda İslamcı siyasal gelenekten yetişen siyasetçiler ve siyasal oluşumlarla bir demokrasi kurulmasının son derece zor olduğunu ima etmektedir. Ancak Tunus’un bu anlamda farklı bir örnek olduğunu vurgulayan Larroque, bu ülkede Raşid Gannuşi’nin çoğulcu ve demokratik yaklaşımlarıyla ülkesini otoriter rejim tuzağına düşmekten kurtardığını açıklamaktadır. Fransız uzman, Tunus’un bu süreçte anayasal olarak sekülerleştiğini ve bunun bizzat İslamcılar eliyle yapıldığını anlatmaktadır. İslamcı partilerin dönüşümlerinin halen devam ettiğini de vurgulayan konuşmacı, bunun hem sosyolojik değişim, hem de parti içi politikaların sonucunda gerçekleştiğini belirtmektedir. Ayrıca Türkiye’nin laik ve demokratik bir düzen içerisinde otoriterleşmesi bağlamında ilginç bir örnek olduğunu belirten Anne-Clémentine Larroque, İslamcı Gülen cemaatinin darbe sonrasında devlet kadrolarından elimine edilmesi nedeniyle Türkiye’de iktidarın gücünü dengeleyebilecek bir mekanizma kalmadığını ve bu nedenle otoriter bir yönetim kurulduğunu söylemektedir.

L'islamisme au pouvoir : Tunisie, Egypte, Maroc (İslamcıların İktidarı: Tunus, Mısır, Fas)

Daha sonra İran konusunda görüşlerini açıklamaya başlayan Anne-Clémentine Larroque, bu ülkenin Siyasal İslam’ın bir devrimle yeni bir rejim kurması anlamında belki de tek başarılı örnek (model) olduğunu ve bu nedenle Sünni dünyasında Tahran’a yönelik kıskançlıkla dolu bir bakışın hâkim olduğunu belirtmektedir. İran’ın İslami bir Cumhuriyet olduğunu ve dini otoritenin (Ayetullah) hiyerarşik üstünlüğüne rağmen bu ülkede kontrollü koşullar altında kısmen demokratik seçimlerin yapıldığını belirten konuşmacı, bu anlamda İran’ın halen özellikle Şii dünyasında önemli bir Siyasal İslam modeli ve cazibe merkezi olduğunu vurgulamaktadır. Bunlara ek olarak, Suudi Arabistan gibi Sünni İslam ülkelerinde İran’daki gibi Batı (temelde ABD) karşıtı İslami bir devrim süreci yaşanmadığını belirten Larroque, teokratik İran’dan farklı olarak, bu tarz ülkelerde siyasi otoritenin (Kral ve Prensler)  gücü nedeniyle ancak bir yarı-teokrasiden (dini otoriteyi temsil eden Ulema Konseyi) söz edilebileceğini iddia etmektedir. Ancak monarşik yapıdaki bu devletin 1932 yılında kurulmasından bu yana kendisine özgü bir siyasal sisteminin var olduğunu ve İslam dünyasındaki diğer ülkelere model olmaktan uzak olduğunu da belirten Fransız uzman, bunun nedenini ise Suudi rejiminin halk egemenliğine dayanmaması ve meşruiyet arayışında olmamasıyla açıklamaktadır. Bu noktada “demokrasi” tanımlarına da açıklık getirmeye çalışan Fransız yazar, demokrasinin Ortadoğu/İslam ülkelerinde daha çok şekilsel (çok partili seçimler) yönüyle algılandığını, oysa demokrasinin özgür seçimlerin ötesinde belli norm ve değerler (çoğulculuk, kadın-erkek eşitliği vs.) çerçevesinde oluştuğunu vurgulamaktadır.

Siyasal İslamcılığın Cihatçılıkla ilişkisi sorulduğunda ise, Anne-Clémentine Larroque, Cihatçı akımların Siyasal İslam geleneğinden beslendiğini, ancak Siyasal İslam’ın anayasal demokratik siyasal yapı içerisinde hareket eden siyasal partiler nedeniyle Cihatçılık’a karşı bir sur (rempart) işlevi de görebildiğini söylemektedir. Bu anlamda özellikle Tunus’taki Ennahda partisinin 2012-2013 döneminde yaşadığı Şeriat tartışmalarına dikkat çeken Larroque, meşruiyet kaygısı ve anayasal düzen içerisinde bu partinin ölçülü adımlar atabildiğini hatırlatmaktadır. Programın son bölümünde DAEŞ veya IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) adlı terör örgütü hakkında görüşlerini açıklayan Larroque, bu şekilde Siyasal İslam ve Cihatçılık ayrımıyla İslamcılık çalışmalarına önemli bir katkı yapmaktadır. Larroque’un görüşlerinin ve gözlemlerinin değerli olmasının bir diğer sebebi de, araştırmasını Tunus, Mısır ve Fas gibi ülkelerde uzun süre kalarak ve yorumlarını buradaki siyasetçi ve halktan kişilerle yaptığı görüşmelere dayandırarak ileri sürmesidir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için; https://www.franceculture.fr/.
[2] Buradan dinleyebilirsiniz; https://www.franceculture.fr/emissions/politique/quand-lislam-se-mele-de-politique.
[3] Bakınız; https://www.amazon.fr/Anne-Cl%C3%A9mentine-Larroque/e/B00QN991I4.