Sayfalar

29 Kasım 2018 Perşembe

France Culture’de Yayınlanan ‘Ortadoğu’da Kaos’ Programı


Radio France grubuna bağlı olarak yayın yapan Fransız devlet radyosu “France Culture”[1], 1940’lardan bu yana farklı isimlerle faaliyette olan (1963’ten beri şimdiki ismiyle) ciddi bir medya kuruluşudur. Kuruluş, yıllardır farklı alanlarda Fransızca dilinde yaptığı programları internet sitesinden takipçilerinin beğenisine sunmaktadır[2]. Belçikalı gazeteci Christine Ockrent tarafından bu radyo için hazırlanan yayınlardan birisi de “Affaires Etrangères” (Dış İlişkiler) isimli programdır. Ockrent, 14 Ekim 2018 tarihinde, bu program kapsamında “Le Chaos au Moyen-Orient” (Ortadoğu’da Kaos) başlıklı bir yayın yapmıştır[3]. Programa; Ortadoğu uzmanı olan tanınmış Fransız akademisyen ve yazar Gilles Kepel, Cezayir asıllı Ekonomi Profesörü El Mouhoub Mouhoud, emekli diplomat Gilles Gauthier, Le Monde gazetesi muhabiri Hélène Sallon ve Courrier International dergisi yöneticisi Eric Chol katılmışlardır. Bu yazıda, 58 dakikalık bu programda konuşulanlar özetlenecektir.

France Culture


Christine Ockrent’in yaptığı giriş konuşması ve takdimin ardından ilk söz alan konuşmacı olan akademisyen Gilles Kepel, yeni kitabına ilham kaynağı olan son dönemde Ortadoğu eksenli en önemli siyasi gelişmeleri; -bölgeyi özgürleştirmesi ve demokratikleştirmesi umut edilen Arap Baharı sürecinde- IŞİD (DAEŞ) gibi radikal İslamcı terör örgütlerinin oluşması, otoriter rejim modellerinin bölgede yeniden destek bulması, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde iç savaşların yaşanması, milyonlarca insanın mülteci durumuna düşmesi ve iç savaşlara katılan köktendinci cihatçıların ülkelerine geri dönmesi olarak sıralamaktadır. Kepel, bu sorunların Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi ve Avrupa’nın geleceğine dair halklarda çok ciddi kaygıların ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtmekte ve 2019’da yapılacak Avrupa seçimleri öncesinde aşırı sağın yakaladığı rüzgârın (İtalya’da Matteo Salvini, Almanya’da AfD ve Macaristan’da Viktor Orban örneklerini vermektedir), bizi, Ortadoğu’da yaşananlar hakkında akılcı (rasyonel) ve yapısal olarak daha iyi düşünmemiz konusunda zorladığını ifade etmektedir. Bu bağlamda, Ortadoğu’da demokratikleşme ve özgürleşme beklenen Arap Baharı’nın bölgede şarlatanların başa geçtiği olumsuz süreçlere neden olduğunu vurgulayan konuşmacı, ayrıca kendisinin bir akademisyen olarak eylem adamı olmadığını ve yalnızca olayları anlamaya çalıştığını açıklamaktadır. Gilles Kepel, daha sonra Sortir du chaos : Les crises en Méditerranée et au Moyen-Orient (Krizden Çıkmak: Akdeniz ve Ortadoğu’daki Krizler) adlı yeni kitabında yer verdiği ve İslamcılık akımının yaygınlaşmasına neden olan bazı önemli tarihsel olayları (1973 Yom Kippur Savaşı, 1973-1974 Opec petrol krizi ve 1979 İslam Devrimi) sıralamaktadır. Kitabında çok önemli ve Ortadoğu’nun gelişimini açıklayan haritaların da yer aldığını söyleyen Kepel, ayrıca Rusya’nın son dönemde Ortadoğu’da çok etkili ve birçok ülkeyle yakın ilişkileri olan (İsrail, Suudi Arabistan, İran ve Türkiye) bir aktör olduğunu vurgulamakta; ancak diğer yandan da ekonomik büyüklük açısından İtalya ile İspanya arasında bir yerde konumlanan ve giderek bir petro-monarşi görüntüsü almaya başlayan Rusya’nın sınırlı gücüne dikkat çekmektedir. Ayrıca Rus lider Vladimir Putin’in KGB’den yetişen ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüne tanıklık eden bir kişi olduğunun altını çizen Kepel, bu nedenle “modern çar” görüntüsündeki Rus lider ve devletinin Ortadoğu’da daha fazla nüfuz alanı kaybetmemek konusunda çok hassas davrandığını ima etmektedir.

Gilles Kepel


İkinci konuşmacı olan Paris Dauphine Üniversitesi Ekonomi Profesörü El Mouhoub Mouhoud, Ortadoğu’da bölgesel siyaset dinamiklerini belirleyen en önemli iki faktörü; (1) petrol kaynakları ve petrol gelirlerinin paylaşımı ve (2) özellikle Körfez ülkelerine gerçekleşen göç hareketleri olarak değerlendirmektedir. Bölgedeki ülkeleri iki farklı kategoride değerlendiren Mouhoud, bir tarafta yoğun doğal kaynaklara sahip ve -Suudi Arabistan dışında- nüfusu fazla olmayan zengin ülkeler, diğer tarafta ise nüfusu fazla ve ekonomik gelişmişliği düşük ülkeler (ki bu ülkeler arasında da Cezayir, Irak ve İran gibi doğal kaynak zengini bazı devletler bulunmaktadır) olduğunu söylemektedir. Konuşmacı, bu nedenle, bölgede göç hareketlerinin daha çok Körfez ülkelerine doğru olduğunu ve zengin Körfez ülkelerinin petrol gelirleri sayesinde diğer ülkelerin ekonomilerine etkide bulunduklarını ve bu sayede onlar üzerinde siyasal nüfuz elde ettiklerini belirtmektedir. Petrol fiyatlarının bölgesel siyasete etkilerini de örneklerle açıklayan Mouhoud, günümüzde ise jeopolitik risklerin ve özellikle de İran’ın durumunun petrol fiyatları açısından kritik bir faktör olduğunu söylemektedir. Mouhoud, ayrıca petrol zengini ülkelerin ekonomilerini bugüne kadar çeşitlendirmeyi başaramadıklarını ve bu sektörlerde istihdam olanaklarının az olması sebebiyle diplomalı gençlerin ve kadınların çalışma oranlarının çok düşük seviyelerde kaldığını açıklamaktadır. Üçüncü önemli veri olarak bölge ülkelerinin otoriter ve yolsuz rejimlerini işaret eden Cezayir asıllı akademisyen, konuşmasına, bölge ülkelerinin ekonomilerine genelde bir veya birkaç şirketin hâkim olması sebebiyle bu tarz ülkelerde “ahbap-çavuş kapitalizmi” (copinage) benzeri piyasa ilişkilerinin oluştuğunu belirterek son vermektedir. Mouhoud, bunlara ek olarak, Arap Baharı'na neden olan ekonomik sorunlar ve siyasal baskıların bölgede günümüzde de geçerli olduğunu söylemektedir. 

Üçüncü konuşmacı olan Fransa’nın eski Yemen Büyükelçisi ve İskenderiye (Mısır) Konsolosu ve bir dönem Jack Lang’ın danışmanı olan Gilles Gauthier, J’ai couru vers le Nile (Nil’e Doğru Koştum) adlı son kitabında da anlattığı şekilde, bölgenin önemli ülkelerinden Mısır’da rejimin 1952 yılından beri devamlılık gösterdiğini ve bunun da Mısır Ordusu etrafında şekillendiğini belirtmektedir. Mısır’daki Abdülfettah el Sisi liderliğindeki askeri kastın şimdilerde Suudi Arabistan finans kaynaklarından beslendiğine işaret eden Gauthier, bu noktada Mısır tarafından Suudi Arabistan’a devredilen Sanafir ve Tiran adalarını gündeme getirmektedir. Ayrıca Ortadoğu’daki baskıcı rejimlerin otoriter eğilimlerinin son dönemde daha da arttığını vurgulayan Fransız diplomat, örneğin Mısır’da Hüsnü Mübarek döneminin bile aranır hale geldiğini söylemektedir. Bu gelişmede etkili olan temel faktörü feodal özellikleri ağır basan Suudi rejiminin bölgesel nüfuzunun artması olarak vurgulayan Gauthier, bölgedeki diktatoryal yönetimlerin baskıları altında ezilen toplumların ise görünmez bir devrim sürecinden geçtiklerini ve kadın hakları ve toplumsal ilişkiler başta olmak üzere birçok alanda sosyal ağların da etkisiyle büyük değişim ve dönüşümlerin yaşandığını iddia etmektedir. Bu değişim ve dönüşümlerin son derece derinlikli olduğunu da iddia eden konuşmacı, buna karşın, bölgedeki siyasal yapıların toplumsal değişime direndiklerini de sözlerine eklemektedir.

Sonraki turda Sünni İslam dünyasının lider ülkelerinden biri olarak öne çıkarılan Suudi Arabistan hakkında görüşleri istenen akademisyen Gilles Kepel, öncelikle Suudi Arabistan’ın 2014-2016 döneminde petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle ekonomik gerileme ve dolayısıyla siyasi gerileme yaşadığını söylemekte ve bu ülkenin şimdilerde bazı önemli sorunlarla karşı karşıya olduğunu belirtmektedir. Bunlardan ilki, ülkenin “rantiye devlet” modeli çerçevesinde değerlendirilebilecek olan ekonomisinin dönüştürülmesi sorunudur. Bu bağlamda, yaygın çok eşlilik ve gelişmiş ekonomik durum nedeniyle Suudi Arabistan’ın diğer bölge ülkelerine kıyasla nüfusunun fazla olması ve çok büyük bir Kraliyet ailesinin bulunması da (bu ülkede yalnızca binlerce Prens bulunmaktadır) ekonomide yapılacak düzenlemeleri daha da kritik ve zor bir hale getirmektedir. Son dönemde Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Suudi siyasal sistemde “tek adam” olarak öne çıkmasının sistemin etkin (efficace) hale getirilmesi anlamında önemli olduğunu belirten Kepel, Mısır’da 1920’lerde kurulan Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketine destek veren Katar’la Suudi Arabistan arasında son yıllarda ortaya çıkan uyuşmazlığa da dikkat çekmektedir. Türkiye ile Katar’ın yakın geçmişte Mısır’da Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi’nin seçilmesine destek verdiklerini ve Suudi Arabistan’la anlaşmazlıkların bu noktada başladığını da belirten Kepel, Bedevi Suud hanedanlığının Müslüman Kardeşler hareketini kendisine düşman olarak gördüğünü söylemektedir. Muhammed bin Selman’ın İran’a karşı güç kullanılmasını savunan duruşunun ABD’deki Donald Trump çizgisiyle örtüştüğünü de belirten Kepel, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ise adeta Osmanlı Halifesi gibi davranarak Müslüman dünyanın sorunlarına -başta Filistin Sorunu olmak üzere- yakın ilgi gösterdiğini ve bu bağlamda Sünni dünyanın liderliği konusunda Suudi Arabistan’la Türkiye’nin de rekabet halinde olduğunu söylemektedir. Ayrıca bu yıl içerisinde bizzat bulunduğu Türkiye’nin ekonomik açıdan çok zor bir dönemden geçtiğini belirten Fransız akademisyen, ABD ile yaşanan Rahip Andrew Brunson krizini de bu noktada hatırlatmaktadır.

Courrier International dergisi editörü Eric Chol ise, bu turda, Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürülen muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı vakasını yorumlamakta ve birçoklarının gerçek bir demokrat olarak lanse ettiği Kaşıkçı’nın Muhammed bin Selman’ın ülkesinde ipleri eline almasının ardından sorunlar yaşamaya başladığını ifade etmektedir. Ayrıca Kaşıkçı'nın çok tecrübeli bir gazeteci olduğunu anlatan Chol, kendisinin bir dönem Suudi istihbaratının başındaki Prens Türki el Faysal'ın danışmanlığını yaptığını da vurgulamaktadır. 

Sonraki turda, Gilles Kepel, yıllar öncesinden şahsen ve yakından tanıdığı Cemal Kaşıkçı’nın Ortadoğu politikasını çok iyi bilen önemli ve nazik bir gazeteci olduğunu ve açık bir şekilde Müslüman Kardeşler çizgisinde siyaset yaptığını, ancak Prens Türki el Faysal'ın danışmanı olmasından sonra Müslüman Kardeşler'e daha mesafeli yaklaşmaya başladığını söylemektedir. Daha sonra cihatçılık ve terörizm sorununa odaklanan Kepel, bu alanda iki temel çizginin olduğunu belirtmekte ve bunları; -Sovyetlerin Afganistan işgali sırasında 1980'lerde yaygınlaşan- Selefi radikalizmi (Usama bin Ladin benzeri) ve Mısır merkezli Müslüman Kardeşler radikalizmi (Ayman el Zevahiri-Eymen ez-Zevahiri örneği) olduğunu açıklamaktadır. El Kaide’yi bu kişilerin kurduğunu hatırlatan Kepel, El Kaide ve IŞİD'in halen tamamen yok edilemediklerini de vurgulamaktadır. El Kaide modeli terör hareketlerinin 2000'lerde işe yaramaz hale geldiğini belirten Fransız konuşmacı, IŞİD'in ise eylem kapasitesini kaybetmesine karşın hala varlığını koruduğunu söylemektedir. 

Bu turda ilk kez söz alan Le Monde gazetesi muhabiri ve L'Etat islamique de Mossoul : histoire d’une entreprise totalitaire (Musul'da IŞİD: Totaliter bir Teşebbüsün Tarihi) kitabının yazarı Hélène Sallon, 2017 Aralık ayından beri IŞİD'in Irak ve Suriye'de toprak kontrolünü kaybettiğini, buna karşın kontrolün kimde olduğunun bilinmediği gri bölgelerde varlığını sürdürdüğünü söylemektedir. IŞİD'in ekonomik faaliyetlerini gizlice nasıl sürdürebildiğini de anlatan Sallon, örgüt tarafından finanse edilen 5-10 kişilik küçük hücrelerleIŞİD'in günümüzde bile operasyonel hale gelebileceğini ima etmektedir. 

Bu turda yeniden söz alan El Mouhoub Mouhoud ise, öncelikle Irak'ın zengin petrol kaynaklarına karşın Körfez ülkeleri gibi gelişmiş bir ekonomisinin olmadığını hatırlatmakta, daha sonraysa Irak ve bölge ülkelerindeki ekonomik sorunları sıralamaktadır. Irak açısından sorunların temelinde petrol gelirlerine rağmen ekonominin çeşitlendirilememiş ve gelişmemiş olmasının bulunduğunu söyleyen Mouhoud, işsizlik oranlarının yüksek olması ve kayıtdışı ekonominin neredeyse kayıtlı ekonomi kadar gelişmiş olmasını da diğer önemli ekonomik sorunlar olarak belirtmektedir. Irak özelinde Sünni-Şii nüfusun birlikte varlığı gibi başka siyasal ve toplumsal gerilimlerin de olduğunu söyleyen akademisyen, Arap dünyasında siyasal demokratik dönüşümünü tamamlamış tek ülke olarak Tunus'u övmekte, ancak bu ülkenin de ekonomik dönüşümünü henüz tamamlayamadığını ve güvenlik risklerini tamamen gideremediğini sözlerine eklemektedir. 

Fransa'nın bir dönem Yemen Büyükelçiliğini yapan Gilles Gauthier ise, son turda, iyi bildiği bu ülkede son yıllarda yaşanan insani trajedilere dikkat çekmektedir. Yemen konusunda Fransa, İngiltere ve Almanya gibi büyük ülkelerin harekete geçme konusundaki isteksizliklerine de vurgu yapan diplomat, bu konunun yeni güvenlik risklerine neden olabileceğini; zira iç savaş ve ekonomik çöküntü ortamında IŞİD ve El Kaide gibi terör örgütlerinin bu ülkede taban bulabileceğini ve yeni elemanlar devşirebileceğini belirtmektedir.

Gilles Kepel ise, son turda, ABD'nin JCPOA olarak bilinen İran nükleer anlaşmasından çekilmesinden sonra İran'ın bölgedeki etkisinin azaldığını iddia etmekte ve ABD Başkanı Donald Trump'ın saçma bulunan hareketlerinin aslında bir strateji çerçevesinde gerçekleşmiş olabileceğini söyleyerek programı sonlandırmaktadır.  

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] Buradan program listesine ulaşılabilir; https://www.franceculture.fr/emissions.

22 Kasım 2018 Perşembe

Robin Niblett’den ‘Think-Tanklerin Geleceği’ Konuşması


Britanyalı Uluslararası İlişkiler uzmanı Robin Niblett (1961-)[1], 2007 yılından bu yana İngiliz Kraliyet ailesinin desteğiyle 1920’lerde kurulmuş olan Chatham House (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) adlı köklü düşünce kuruluşunun yöneticisi olarak görev yapmaktadır. Niblett, geçtiğimiz gün kurumu bünyesinde “The Future of Think-Tanks” (Think-Tanklerin/Düşünce Kuruluşlarının Geleceği) başlıklı önemli bir konuşma yapmıştır. Bu yazıda, Sasha Havlicek’in yönettiği bu konuşmada söylenenler özetlenecektir.

Konuşma kaydı

Konuşmanın başında, moderatör Sasha Havlicek, Birleşik Krallık’a dair bazı istatistikler vererek; halkın yarıdan çoğunun (yüzde 52) think-tank veya düşünce kuruluşu adı verilen kurumların ne olduğunu ve yine yarıya yakın (yüzde 47) kısmının bu kurumların ne iş yaptıklarını bildiklerini, ancak çok azının (yüzde 17) bu kurumların sunduğu bilgilere itibar ettiklerini vurgulamaktadır. Robin Niblett ise, konuşmasına, anısına konuşma yaptığı ve bir dönem Chatham House’da da görev yapan İngiliz akademisyen Martin Wight’ı anarak başlamakta ve daha sonra neden bu konuşmayı büyük bir heyecanla yaptığını açıklamaktadır. Niblett’ın vurguladığı ilk neden, Chatham House’un 2020 yılında kuruluşunun 100. yıldönümünü kutlayacak olmasıdır. İkinci neden, dünya siyasetinde son dönemde yaşanan büyük çalkantılar nedeniyle think-tanklerin rolünün sorgulanmaya başlamasıdır. Üçüncü olarak ise, Niblett, Martin Wight ve Hedley Bull gibi İngiliz Okulu düşünürlerinin geliştirdikleri “uluslararası toplum” (international society) kavramının bu çalkantılı dönemde uluslararası siyasetin “sıfır toplumlı oyun” (zero-sum game) mantığına dönmesinin engellenmesi açısından daha da büyük önem kazandığını düşünmektedir. Niblett, bu bağlamda, düşünce kuruluşlarının gelecekte uluslararası düzen ve siyasi istikrarın sağlanması konusunda ulusal hükümetlere yardım edebilen önemli kurumlar olmaları için bazı prensipleri benimsemeleri gerektiğini de vurgulamaktadır.

Bu girişin ardından, Robin Niblett, Batı dünyasında think-tanklerin nasıl kurulduğunu anlatmaya başlamaktadır. 1910-1921 döneminde Carnegie Endowment for International Peace (Carnegie Uluslararası Barış Vakfı), Brookings Institution (Brookings Enstitüsü), Chatham House (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) ve Council on Foreign Relations-CFR (Dış İlişkiler Konseyi) gibi dört önemli ve köklü düşünce kuruluşunun hükümetlerce değil, özel kişilerce kurulduğunu hatırlatan konuşmacı, buradaki amacın geçmişin (temelde Birinci Dünya Savaşı) hatalarından bilimsel çalışmalar yoluyla dersler alınması ve uluslararası siyaseti doğru yönde teşvik ederek küresel barışın korunması olduğunu vurgulamaktadır. Ancak bu kuruluşların hitap ettikleri ana kitle olan siyasetçiler ve diplomatların başta bu tarz kurumlara şüpheyle yaklaştıklarını kaydeden Niblett, bu dört kurumun düzenledikleri seminerler ve verdikleri dersler sayesinde bu şüpheleri aşmayı başardıklarını ve politika yapım sürecinin parçası olmayı başardıklarının altını çizmektedir. Bunun ötesinde, bu dört kurumun da ABD Başkanı Woodrow Wilson’dan kaynaklanan Wilson İlkeleri ve buna bağlı olarak gelişen uluslararasıcılık (Carnegie ve CFR) ve Chatham House çizgisini yansıtan “liberal emperyalizm” anlayışları etrafında oluştuğunu kaydeden İngiliz uzman, bu anlamda köklü düşünce kuruluşlarının ütopyacı olmadıklarını (yani Gerçekçi-Realist çizgide olduklarını) ve uluslararası kurumsal yapıları güçlendirerek uluslararası sistemi istikrarlı hale getirmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. Ancak bu kurumların dayandığı Milletler Cemiyeti yapısının çökmesiyle İkinci Dünya Savaşı’nın başladığını anımsatan Niblett, bu doğrultuda savaş sonrasında Birleşmiş Milletler düzeninin kurulduğunu ve özellikle Batı dünyasında ekonomik açıdan hızlı gelişim ve kalkınmayı sağlayan başarılı bir dönem yaşandığını söylemektedir.

Soğuk Savaş döneminin think-tanklerin Washington DC ve Avrupalı başkentlerde yaygınlaşması anlamında faydalı bir işlev gördüğünü de belirten Niblett, Batı dünyası dışında da bu dönemde think-tanklerin kurulduğunu, ancak bunların hükümet/devlet kontrolünde ortaya çıktıklarını söylemekte ve bu anlamda Batılı muadilleri gibi özgür olamadıklarını ima etmektedir. Soğuk Savaş döneminde düşünce kuruluşlarının tam zamanlı çalışanları olan ciddi kurumlara dönüştüğünü de söyleyen İngiliz konuşmacı, ancak bu dönemde think-tanklerin kuruldukları dönemdeki gibi dünya barışını ve uluslararası istikrarı korumaktan daha çok, Batı dünyasının Soğuk Savaş’ı kazanması hedefine odaklandıklarını samimiyetle itiraf etmektedir. ABD’deki Başkanlık sisteminin yürütme ve yasama arasındaki katı güçler ayrılığı mekanizması sayesinde think-tanklerin bağışlar yoluyla güçlenmesi için ideal bir ortam oluşturduğunu belirten Niblett, Amerikan düşünce kuruluşlarının bu sayede sektörü domine ettiklerini ve hatta Amerikan siyasal elitinin yetişmesi konusunda da faydalı rol oynadıklarını söylemektedir. Niblett, bunun tam zıttı şekilde, bu dönemde Avrupa devletlerinde kurulan think-tanklerin devlet/hükümet politikaları nedeniyle maddi açıdan güçlenemediklerini ve Amerikalı muadillerinden geride kaldıklarını vurgulamaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Amerikan think-tanklerinin küreselleşmeyi doğru şekilde öngörerek büyüdüklerini ve birçok diğer ülke ve başkentte şube açtıklarını, ayrıca konu ve politika bazlı uzman düşünce kuruluşlarının da kurulduğunu söyleyen İngiliz uzman, bu dönemde Londra, Cenevre ve Brüksel gibi bazı Avrupa şehirlerinin de düşünce kuruluşları açısından merkez konuma geldiklerini kaydetmektedir. Küreselleşmeye uyum sağlayan Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerin de think-tank trendini yakaladığını belirten konuşmacı, Çin’in günümüzde 512 düşünce kuruluşuyla ABD’nin ardından ikinci sırada yer aldığını söylemektedir. Ancak Batı dışı ülkelerde (Çin, Rusya, Körfez ülkeleri) düşünce kuruluşlarının gelişiminin Batı dünyasından farklı bir seyir izlediğini hatırlatan konuşmacı, bu ülkelerde sivil toplumun gelişmemiş olması sebebiyle think-tanklerin devletten ve hükümetten özerklik veya bağımsızlıklarının ya düşük seviyede ya da hayali (hiç gelişmemiş) olduğunu söylemektedir. Batı dışı ülkelerde Batı orijinli uluslararası düşünce kuruluşlarına da şüpheyle ve olumsuz şekilde yaklaşıldığını belirten konuşmacı, bu anlamda Çin, Rusya, Mısır ve Körfez ülkelerinde son yapılan siyasi girişimlere dikkat çekmektedir.

Dünyada think-tank endüstrisinde iddialı olan ülkeler ve think-tank sayıları

Konuşmasının sonraki bölümünde think-tanklerin günümüzde karşılaştıkları sorunlara ve sahip oldukları imkânlara odaklanan Robin Niblett, bu doğrultuda ilk olarak küreselleşmenin pozitif rolüne dikkat çekmekte ve geçmişe kıyasla açlık ve fakirlik gibi konularda dünya genelinde iyiye gidildiğini iddia etmektedir. Hızla gelişen teknolojinin de bu açıdan çok faydalı olduğunu vurgulayan konuşmacı, buna karşın küreselleşme nedeniyle artık devletlerin tek başlarına mücadele edemedikleri bazı büyük sorunlarla (iklim değişikliği, salgın hastalıklar, uluslararası terörizm ve siber ataklar) karşı karşıya olduklarını da vurgulamaktadır. Hükümetlerin bu sorunlarla başa çıkamaması neticesinde milliyetçi ve popülist hareketlerin son dönemde dünya genelinde çıkışa geçtiğini de sözlerine ekleyen Chatham House yöneticisi, ABD ile Çin arasında giderek kızışan stratejik rekabetin de kurallara dayalı uluslararası sistemi zayıflattığını açıklamaktadır. Teknolojik hâkimiyete dayalı bu rekabetin dünya dengesini bozduğunu ama ABD’nin yerini alabilecek bir ülkenin de henüz ortaya çıkmadığını vurgulayan Niblett, bu bağlamda 21. yüzyılda think-tanklerin güvenilirliklerinin üç temel konuda test edileceğini söylemektedir.

Bunlardan ilki, Batılı demokratik ülkelerde politika yapım sürecinin aşağıdan yukarı (bottom-up) hareketle dizayn edilmesi ve medya ve internet özgürlüklerinin sağlanması gerekliliğidir. Niblett’e göre, bu durum think-tank endüstrisini de kökünden değiştirmeye başlamıştır. Zira artık toplumsal tabanı ve kamusal yansımaları olmayan think-tankler, sadece uzman kadrolarıyla etkili olamamaktadırlar. Bu bağlamda, İngiliz konuşmacıya göre think-tanklerin geleneksel “trickle-down” (yukarıdan aşağıya doğru etkili olma) yöntemi artık anlamsızdır. Bu nedenle, günlük siyasal gelişmeler hakkında yapılan etkinlik ve programlara think-tank uzmanları daha yoğun katılım göstermeli ve analiz ve konuşmalar yaparak fikirlerini toplumsal tabana yaymalıdırlar. Ancak bu durumun riski de think-tank veya akademi ile medya/basın arasındaki çizgilerin kaybolması veya belirsizleşmesidir. Ayrıca yeni dönemde think-tankler sadece uzman raporlarıyla yetinmemeli ve detaylı açıklamalar içeren bloglar, büyük veri setleri-istatistik verileri ve infografik çalışmalara da yayınlarında ve web sitelerinde yer vermelidirler.

Robin Niblett’e göre, think-tanklerin verilerine halk nezdinde güvensizlik duyulması da son dönemde yeni bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Bu bağlamda, konuşmacı, ABD’de popülist aday Donald Trump’ın Başkan seçilmesi ve Birleşik Krallık’taki Brexit referandumu süreçlerine dikkat çekmekte ve nasıl bu iki gelişmiş ve demokratik ülkede de halkların uzman görüşleri ve think-tank raporlarında yer alan uyarılardan farklı şekilde hareket ettiklerini hatırlatmaktadır. Bu doğrultuda, Niblett, neredeyse tamamı küreselleşme taraftarı haline gelen ve küresel sorunlarla küresel mücadele yöntemini benimseyen think-tanklerin, küreselleşmenin yerel halkın kültürel kimliği ve ekonomisi üzerinde yarattığı olumsuz etkileri görmezden gelmiş olabileceğini kabul etmekte ve bir anlamda özeleştiri yapmaktadır. Ayrıca bilimsel verilerle desteklenen olgulara son dönemde -küresel ısınma örneğinden de anlaşılabileceği üzere- halk tarafından şüpheyle yaklaşılmasının ciddi bir sorun olduğunu kaydeden Niblett, bu anlamda think-tanklerin güvenilirlikleri ve ikna kabiliyetlerini arttırmaları gerektiğini ima etmektedir.

Konuşmacının dikkat çektiği ve 21. yüzyılda think-tanklerin çalışmalarını gölgeleyebilecek üçüncü önemli mesele ise, think-tanklerin fonlanması konusudur. Batı dışı toplumlarda devletler/hükümetlerce fonlanan think-tanklerin veri seçimlerinde zaten taraflı/seçici davrandığının düşünüldüğünü söyleyen Niblett, ancak özel kişi ve kurumlarca fonlanan düşünce kuruluşlarının da bu bağlamda bazı riskler yaşayabileceklerini düşünmektedir. Niblett’a göre, öncelikle, tüm kurucu ve uzmanlarının küreselleşme gibi meselelerde benzer görüşlere sahip olması, düşünce kuruluşlarının özgün ve yaratıcı fikirlere ulaşmalarını engelleyebilir. Bir diğer önemli sorun, yabancı hükümetlerin ve uluslararası şirketlerin think-tanklerin fonlanmasına dâhil olması nedeniyle rapor ve analizlerin nesnelliğini kaybetmesi riskidir. Tüm dünyada giderek bir endüstri haline gelen think-tankler, bir ticari işletme mantığında hareket etmeye başlarlarsa, kurucu amaçlarından ve savundukları değerlerden de zamanla sapabilir ve şirket ve devletlerin “yumuşak güç” pazarı haline gelebilirler.
Bu sorunları sıraladıktan sonra ne yapılması gerektiği konusuna da kısaca değinen İngiliz konuşmacı, siyasal istikrarsızlığın zirvede olduğu günümüzde think-tanklerin nesnel ve bilimsel analizlerine fazlasıyla ihtiyaç duyulduğunu, ancak hükümetlerin popülizm cereyanı ve halkın tepkileri nedeniyle bu konuda ısrarcı davranamadıklarını ve halka yol göstermektense halkı takip etmeyi tercih ettiklerini (eleştirel bir tonda) söylemektedir. Daha sonra ise, Niblett, think-tanklere yol gösterebilecek ve Chatham House’da uygulamaya çalıştıkları beş özgün fikri sıralamaktadır:
  1. Özgün amaç ve hedeflere daha da çok sahip çıkmak (nesnel veri ve bilimsel analizlere güvenmek ve kişisel görüş ve eğilimleri araştırmalara dâhil etmemek).
  2. Büyük düşünmek (Ekonomiye fazlasıyla teknokratik düzeyde yaklaşılan bir dönemin ardından, think-tankler, kalkınma başta olmak üzere birçok konuya daha yaratıcı ve iddialı şekilde yaklaşabilirler).
  3. Pozitif değişimi savunmak (Güç politikası son dönemde yeniden yükselişe geçmeye başlasa da, think-tankler pozitif yönde değişimi teşvik etmelidirler).
  4. Yenilikçi-İnovatif olmak (Devlet dışı aktörlere de -özellikle iş dünyası- çalışmalarda yer vererek uluslararası düzeni olumlu yönde değiştirmek için girişimlerde bulunmak ve bilimsel yöntemleri genişletmek/geliştirmek).
  5. Farklı seslere yer vermek (Bilimsel analiz ve raporlarda sadece belli bir toplum kesim ve gruba yönelik değil, tüm grupları kapsayacak şekilde hareket etmeye çalışmak ve özellikle gençlere şans tanımak).
Sonuç olarak, Robin Niblett’ın “The Future of Think-Tanks” konuşmasının think-tank endüstrisinin gelişimi ve geleceği konusunda çok faydalı ve önemli bir konuşma olduğu vurgulanmalıdır. Türkiye'de think-tank endüstrisinde devlet veya siyasal parti bağlantısı olmadan ayakta kalmanın zorlukları ve Türkiye'de devlet/hükümet destekli think-tanklerin son dönemde yaşadıkları başarısızlıklar da düşünüldüğünde, bu sektörde çalışan herkese halkın ve sivil toplumun sahip çıkması gerekliliği ise ortadadır. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://www.chathamhouse.org/expert/dr-robin-niblett-cmg.

21 Kasım 2018 Çarşamba

TBMM’de Temsil Edilen Büyük Siyasal Partilerin Dış Politika Vizyonlarında Örtüşen Noktalar


Özet: Türkiye’de parlamento (TBMM) içerisinde temsil edilen beş büyük siyasal partinin (AK Parti-Adalet ve Kalkınma Partisi, CHP-Cumhuriyet Halk Partisi, HDP-Halkların Demokratik Partisi, MHP-Milliyetçi Hareket Partisi ve İyi Parti) dış politika vizyonları bazı konularda benzerlik göstermekte, ancak bazı konularda da farklılaşabilmektedir. Bu araştırmada saptanacak olan ve tüm partilerin uzlaştığı konular, Türk Dış Politikası’nda genel kabul gören temel eğilimler olarak anlaşılmalı ve bu anlamda “devlet politikası” olarak değerlendirilmelidir.

Anahtar Kelimeler: Türk Dış Politikası, AK Parti, CHP, MHP, HDP, İyi Parti.

Giriş
Türkiye’de 24 Haziran 2018 tarihinde düzenlenen son genel seçim sonucunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde beş siyasal parti (AK Parti-Adalet ve Kalkınma Partisi, CHP-Cumhuriyet Halk Partisi, HDP-Halkların Demokratik Partisi, MHP-Milliyetçi Hareket Partisi ve İyi Parti) anayasanın 95. maddesine uygun şekilde (Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı 2018/b) en az 20 sandalye kazanarak parlamento grubu kurmayı başarmıştır. Bu beş büyük partiden dördü (AK Parti, CHP, MHP ve HDP), zaten yıllardır Türkiye siyasetinin ana aktörleri durumundadırlar. İyi Parti ise, yeni kurulan bir siyasal parti olarak ilk kez parlamentoya girmeye hak kazanmıştır. Son genel seçim sonucunda TBMM içerisindeki sandalye dağılımı şu şekilde oluşmuştur (Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı 2018/a):

Parti AdıÜye Sayısı
Adalet ve Kalkınma Partisi290
Cumhuriyet Halk Partisi142
Halkların Demokratik Partisi65
Milliyetçi Hareket Partisi50
İyi Parti40
Türkiye İşçi Partisi2
Saadet Partisi2
Demokrat Parti1
Büyük Birlik Partisi1
Bağımsız Milletvekili2
Tablo I: 24 Haziran 2018 genel seçimi sonrasında TBMM’deki sandalye dağılımı

Tablo I’den de görülebileceği üzere, diğer siyasal partilerin Türkiye siyasetinde etkili olma şansları kısa ve orta vadede mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle, araştırmada TBMM’de grubu olan beş büyük siyasal parti üzerinde durulacaktır. Araştırmada, bilimsel yöntem olarak birincil kaynakların incelenmesi (özgün parti programları) ve içerik analizi (content analysis) metodlarını kullanılacaktır.

Beş Partinin Dış Politikada Uzlaştıkları Konular
Avrupa Birliği Üyeliği: Türkiye’deki beş büyük partinin üzerinde uzlaştığı konulardan ilki, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik başvurusunun devam ettirilmesi ve bu amaca ulaşılmasıdır. Örneğin, Türkiye içinde muhalif gruplarca ve yurtdışında Türkiye karşıtlarınca sıklıkla “Batı karşıtı” ve “İslamcı” olmakla eleştirilen muhafazakâr sağ çizgideki AK Parti, bu konuda, parti programında, “Türkiye Avrupa Birliği ile ilişkilerinde, taahhütlerini ve Birliğin üyelik için öteki aday ülkelerin de yerine getirmesini istediği şartları bir an önce sağlayacak, gündemin yapay sorunlarla meşgul edilmesini önlemeye çalışacaktır.” (AK Parti 2018) şeklinde oldukça azimli ve istekli olarak değerlendirilebilecek ifadelere yer vermiştir. Ancak AK Parti programında, tam üyelik dışındaki diğer ilişki biçimlerine karşıt olarak algılanabilecek bir ifadeye yer verilmemesi dikkat çekicidir. Ayrıca AK Parti, bu hedefi parti programında sadece bir cümlede açıklamayı uygun görmüştür.

Genelde “Batıcı-Avrupacı” olarak tanımlanan sosyal demokrat çizgideki anamuhalefet partisi CHP ise, parti programında AB tam üyeliğini tek seçenek olarak sunmakta ve tüm diğer alternatifleri reddetmektedir. Ayrıca, CHP, bu konuya parti programında dört paragraflık uzunca bir yer ayırmış ve AB’nin Kıbrıs Sorunu’nu üyelik süreciyle ilişkilendirmemesi ve tam üyelik için Türkiye’ye bir tarih vermesi gerektiğini belirtmiştir. Parti programında bu konuda şu ifadeler yer almaktadır: “CHP, başından beri Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemektedir. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefi, Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlaşma devriminin, modernleşme vizyonunun doğal uzantısı olan bir toplumsal değişim projesidir. AB ile ilişkilerimizde koşulumuz; eşit koşullu, Cumhuriyetimizin kuruluş değerlerine saygılı, onurlu tam üyeliktir. CHP, bunun dışındaki hiçbir seçeneği kabul etmez. CHP, Türkiye’ye diğer üyelerden farklı, özel bir statü verilmesini kabul etmez. Eşit haklara sahip olacak bir Türkiye’nin AB üyeliği için diğer bütün üyelerin kabul edip uyguladıkları koşullara, bu arada Kopenhag ve Maastricht kriterlerine uyulmasını, AB hukukunun benimsenmesini kabul eder. Ancak, başka ülkelerden istenmeyen koşulların tek taraflı tavizler gibi Türkiye’ye dayatılmasına karşı çıkar. Bu arada, serbest dolaşım, tarım destekleri, bölgesel kalkınma alanlarında AB tarafından getirilmiş olan kalıcı kısıtlamaların kaldırılmasını ister. AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının, eşzamanlı olarak Türkiye ile söz konusu üçüncü ülkeler arasında da paralel anlaşmaya dönüşmesini hedef alır. Bazı AB ülkelerinin coğrafi veya kültürel farklılıklar gibi nedenlerle Türkiye’yi tam üyelikten dışlamayı ve Türkiye’ye özel bir statü vermeyi öngören politikalarının AB’nin resmi görüşü haline dönüştürülmesi halinde, başta Gümrük Birliği olmak üzere, mevcut taahhütlerimiz gözden geçirilerek, ülkemizin çıkarlarının gerektirdiği adımlar kararlılıkla atılacaktır. Türkiye’nin AB üyeliğinin Kıbrıs konusu ile ilişkilendirilmesini ve üyelik sürecinin sürdürülmesinin ve sonuçlandırılmasının Türkiye’nin vereceği tek taraflı tavizlere bağlanmasını kabul etmez. Aynı şekilde Lozan Antlaşması’yla bağdaşmayan keyfi koşulların Türkiye’ye kabul ettirilmek istenmesine de karşı çıkar. Türkiye’nin üyeliğine engel olmak isteyen ülkelere karşı gerekli tepkilerin gösterilmesini ve önlemlerin alınmasını savunur. Buna karşılık, Türkiye’nin de çıkarlarına hizmet edecek, AB mevzuatına ve diğer ülkelerin uygulamalarına uygun bir reform sürecinin hızlandırılarak sonuçlandırılmasını destekler. AB’nin Türkiye’nin tam üyeliği için bir hedef tarih vermesi gereğini savunur.” (CHP 2018).

TBMM’deki üçüncü büyük parti olan Kürt yanlısı ve sol çizgideki HDP, parti programında ilginç bir şekilde Avrupa Birliği’ne üyelikle ilgili hiçbir ifadeye yer vermemiştir (HDP 2018/a). Buna karşın, partinin demokrasi ve insan hakları konularında AB kurumlarından Türkiye’ye yönelik olarak yapılan eleştirilerle örtüşen tavrı ve 2018 seçim bildirgesinde geçen “Avrupa Birliği’nin insan haklarına riayet, yerel demokrasi, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi ön plana çıkardığı ilkeleri savunmaya devam edeceğiz. AB'nin özellikle Yunanistan krizinde ve göçmen katliamlarında belirgin hale gelen neo liberal politikalarına karşı duruşunu ve Avrupa'nın ezilenleriyle ortak mücadelesini destekleyecek, AB’yle müzakere ve tam üyelik çalışmalarını ilkelerimiz çerçevesinde ele alacağız.” (HDP 2018/b) ifadeleri düşünüldüğünde, bu partinin de Türkiye’nin AB tam üyelik sürecine destek verdiği açıktır.

TBMM’deki dördüncü büyük parti olan Türk milliyetçisi çizgideki MHP, 2009 yılında hazırlanan ancak hala yürürlükte olan parti programında, milliyetçi duruşu ve güvenlik riskleri karşısındaki dikkatli tutumuna paralel olarak bu sürece eleştirel yaklaşsa da, AB ile bütünleşmeyi -CHP’ye benzer şekilde- sadece tam üyelik temelinde desteklediğini vurgulamıştır. Parti, bu konuda programında şu ifadelere yer vermiştir: “Türkiye-AB ilişkilerinin niteliği, zemini ve çerçevesinin açıklığa ve yeni bir tanıma kavuşturulması gerekli görülmektedir. Partimiz, AB ile ilişkileri Türkiye için bir “kimlik ve kader sorunu” olarak görmemektedir. Türkiye’nin ne pahasına olursa olsun Avrupa Birliği’nin yörüngesinde sürüklenmeye mecbur, mahkûm ve muhtaç olmadığını savunmaktadır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin milli birliği ve bütünlüğü; terör ve bölücülük; Kıbrıs, Yunanistan ve Ermenistan konularındaki yaklaşımı Türkiye’nin menfaatlerine zarar vermemesi kaydıyla ortaklık müzakerelerinin sürdürülmesi ve tam üyelik dışındaki yaklaşımların kabul edilmemesi politikamızın esasını oluşturmaktadır. Avrupa Birliği’ne dahil ülkelerin millî duyarlılıklarımıza gösterecekleri saygı, bu ülkelerle olan ilişkilerimizin geleceğini belirleyecek temel kriterleri oluşturacaktır.” (MHP 2009). Bu yönüyle, MHP, AB konusunda en eleştirel parti olmakla birlikte, Türkiye’nin menfaatlerine zarar verilmemesi durumunda tam üyeliği desteklediğini ilan etmektedir.

TBMM’deki beşinci büyük parti olan ve henüz yeni kurulan bir milliyetçi sağ parti olan İyi Parti ise, parti programında AB’ye üyelik konusunda şu ifadelere yer vermiştir: “Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin Türkiye için olduğu kadar Avrupa Birliği için de hayati öneme sahip olduğunu düşünmekteyiz. Ancak, Birlik ile Türkiye arasında devam eden sözde tam üyelik süreci bugünkü haliyle hem Türkiye’nin, hem de AB’nin karşılıklı çıkarlarına çok boyutlu zararlar vermektedir. Tam üyelik sürecinin sözde bir sürece dönüşmesinin nedeni, Türkiye’nin tam üyelik şartlarını yerine getirmemesinden ziyade AB’nin iç sıkınlarına dair politikalarından kaynaklanmaktadır. Oysa sağlıklı bir ilişki zeminine oturmuş Türkiye-AB ilişkileri, sadece iki taraf açısından değil, Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve Doğu Akdeniz için de önem taşımaktadır. Sonuçsuz, tükeci, yıpracı mevcut sözde AB tam üyelik sürecinin Avrupa’ya son yıllarda hakim olmaya başlayan içe dönük ırkçı anlayışın etkisinden kurtarılarak yeni bir ilişki zemininde tanımlanması sağlanacaktır. (İyi Parti 2018). İyi Parti, bu yönüyle AB konusunda yeni bir müzakere biçimi isteyen tek parti olarak diğerlerinden ayrışmaktadır. Ancak parti, AB ile ilişkileri ve tam üyeliği reddeden bir ifadeye de programında yer vermeyerek AB üyeliğini desteklediğini belli etmekte ve tam üyeliğin gerçekleşmemesi konusunda Türkiye’den ziyade AB’yi eleştirmektedir.

Barışçıl Dış Politika: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz ifadesi “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışına uygun şekilde, TBMM’deki partilerin tamamının dış politika vizyonlarında “barış” vurgusu yer almaktadır. Örneğin, AK Parti, bu konuda parti programında şu ifadeye yer vermiştir: “AK Parti, din ve ırk ayırımı yapmaksızın, kime ait olursa olsun, dökülen kanın ve göz yaşının acilen durdurulmasını sağlayacak tek yolun, kalıcı bir barıştan geçtiğine inanmaktadır. Bu çerçevede, Türkiye, barışın tesisine yönelik çabaları desteklemeye devam edecektir.” (AK Parti 2018). AK Parti programında “barış” sözcüğü sadece iki defa geçmektedir.
CHP, parti programında tam 66 defa “barış” ifadesine yer verirken, dış politika ile alakalı olarak şunları yazmıştır: “Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye’nin ulusal siyasi, ekonomik ve güvenlik çıkarlarını korumaya, bağımsızlığını ve egemenliğini, ulusu ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğünü sürdürmeye, uluslararası saygınlığını ve etkinliğini arttırmaya yönelik barışçı bir ulusal dış politika izlemektedir.” (CHP 2018).

HDP, tam 14 defa “barış” ifadesinin geçtiği parti programında dış politikadaki barışçıl vizyonunu şu şekilde izah etmiştir: “İşte partimize ilham veren, insanlığın bu evrensel ve yerel mücadeleleri ve edinilen deneyimlerdir. Emeğin ve ezilenlerin kurtuluşu için; özgürlük, barış ve adalet için mücadele eden güçlerin birliğinden oluşan partimiz, insanlığın sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünyaya ulaşacağına inanır.” (HDP 2018/a). Anti-emperyalist bir dış politika vurgusu yapan HDP, “barış” kavramını da özellikle Kürt Sorunu bağlamında olumlu bir yaklaşım ve yöntem olarak sıklıkla vurgulamaktadır. Nitekim 2018 seçim bildirgesinde de, parti, “barış” sözüne 29 defa yer vermiştir (HDP 2018/b).

MHP, tam 32 defa “barış” sözünün geçtiği parti programında dış politikadaki barışçıl vizyonunu şöyle açıklamıştır: “Türkiye’nin milli güvenliğini ve milli çıkarlarını korumak ve geliştirmek; çevremizde barış, istikrar ve güvenlik kuşağı oluşturmak; başta komşularımız olmak üzere, bütün ülkelerle karşılıklı saygı ve yarara dayalı ilişkiler kurmak; mevcut sorunları Türkiye’nin hak ve çıkarları korunarak uluslararası hukuk çerçevesinde adil ve kalıcı çözümlere kavuşturmak milli dış politikamızın temel hedefleridir. Dış politikamızın esası bölgemizde ve dünyada barışı sağlayarak sürekli kılmak ve uluslararası işbirliğini geliştirmektir.” (MHP 2009).

İyi Parti, tam 16 defa “barış” ifadesine yer verdiği parti programında dış politikadaki barışçıl görüşlerini şöyle açıklamıştır: “Uluslararası hukuku esas alan, caydırıcı, dengeli, barışçı, etkin, akıllı, kararlı, saygın, güvenilir, iskrarlı, gerçekçi, sadece sorunların çözümünü değil krizlerin önlenmesini de hedefleyen, sonuç odaklı ve çok yönlü bir dış polika izlenecektir. Çevre komşularımızla, bölge ülkeleriyle işbirliği ve ittifaklar halkası oluşturulacak, bu yapı bölge ve dünya barışına katkı sağlayacak yönde etkili mekanizmalarla desteklenecektir. (İyi Parti 2018).

İslam Dünyası ile Yakın İlişkiler: Anayasasının 2. maddesinde belirtildiği şekilde laik bir devlet olmasına karşın (Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı 2018/b), İslam dininin etkilerinin yoğun şekilde hissedildiği ve toplumda yüce İslam dinine yönelik olarak büyük bir saygı beslenen Türkiye’de, dış politikada da bunun yansımaları tüm partilerin programlarında görülmektedir. Örneğin, AK Parti, İslam dünyasıyla ilişkileri geliştirmek konusunda programında şu ifadelere yer vermiştir: “Partimiz, Türkiye’nin İslam ülkeleriyle ilişkilerine özel bir önem vermektedir. Bu nedenle, bir yandan bu ülkelerle ikili işbirliğimizin artırılması, öte yandan İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) uluslararası alanda daha saygın yer edinebilmesi ve inisiyatif alabilen dinamik bir yapıya kavuşturulması için çaba sarfedecektir. Yine bu bağlamda, Başkanlığını Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı İKÖ Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nin (İSEDAK) faaliyetlerine daha somut içerik kazandırmaya çalışacaktır.” (AK Parti 2018).

Genelde laiklik yanlısı katı tutumuyla eleştirilen CHP ise, parti programında İslam dünyasıyla ilişkileri geliştirmek istediğini şu ifadelerle vurgulamıştır: “CHP, başta komşularımız olmak üzere, bütün Ortadoğu ve İslam ülkeleriyle kalıcı dostluk ilişkileri kurulmasından ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinden yanadır. Ancak, Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminde bu ilişkilerin, Türkiye’nin laik devlet yapısına saygı gösterilmesi ve topraklarında terör örgütlerinin yerleşmesine izin verilmemesi gibi konularda gösterilecek ortak duyarlılıkla gelişebileceği bilinmelidir.” (CHP 2018). CHP, Ortadoğu ve İslam ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istediğini beyan ederken, laiklik vurgusunu da bu vizyonuna ekleyerek Atatürk mirası çizgisini sürdürmektedir.

HDP, bu konuda anti-emperyalist ve milliyetçilik karşıtı çizgisini de harmanlar şekilde şu ifadeleri kullanmıştır: “İslamiyet’in sermaye düzeninin payandası yapılmasına ve siyasete alet edilmesine karşı çıkan Müslümanlar ile Türk-İslam sentezine, ırkçı ve şoven ideolojiye karşı tutum alan Türk ulusundan ve Sünni inançtan halkımızın ezilen halkların yanında yer alışına değer veren partimiz, birleşik mücadeleyi geliştirmek ve güçlendirmek için gerekli çabayı gösterir.” (HDP 2018/a).

MHP, “Sahip olduğu imkân ve kabiliyetler ile doğal, tarihi, kültürel, beşeri değer ve kaynakları ile Türkiye, Türk ve İslam dünyasının çekim ve cazibe merkezi olabilecektir.” (MHP 2009) ifadeleriyle parti programında Türkiye’yi İslam dünyasının çekim merkezi olarak öne çıkarmaktadır.

İyi Parti ise, bu konuyu “Ortadoğu” bölümünde ele almış ve şu ifadelere yer vermiştir: “Bu saptamalar ışığında İslam ile özdeşleştirilmeye çalışılan küresel terör ile mücadele konusunda bölge ülkeleri arasında ikili işbirliği mekanizmalarının kurulması ve mevcut uluslararası yapıların etkin hale gerilmesi için çalışmalar yapılacaktır.” (İyi Parti 2018). Bu yönüyle, parti, İslam dininin terörle özdeşleştirilmesine karşı çıkarken, “Ülkemizin son zamanlarda dini-mezhebi ve toplum mühendisliği yaklaşımlarıyla içine çekildiği ‘Ortadoğululaşma’ yanlışına son verilerek muasır ülküsü yolunda kararlı bir irade sergilenecektir.” ifadeleriyle laik duruşunu da kesin bir şekilde ortaya koymuştur (İyi Parti 2018).

Çok Boyutlu Dış Politika: Soğuk Savaş döneminde (1945-1990) iyi bir Amerikan müttefiki olarak tanımlanan Türkiye, bu sürecin ardından başlayan yeni dönemde ise dış politikada çok boyutlu arayışlar içerisine girmiş ve ABD ve Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini bozmadan diğer ülkelerle de ilişkilerini geliştirmeye gayret etmektedir. Bu durum, TBMM’deki beş büyük partinin programlarından da anlaşılabilmektedir.

AK Parti, bu konuda şu ifadesiyle çok boyutlu dış politikasını formüle etmiştir: “Türk Dış Politikası’nın geleneksel Atlantik ve Avrupa boyutlarının yanında, Avrasya eksenli bir politikanın da geliştirilmesi yolundaki çabaları sürdürecektir.” (AK Parti 2018).

CHP, çok boyutlu dış politika bağlamında programında şu ifadeleri tercih etmiştir: “CHP, bütün ülkelerle dostluk ve işbirliği ilişkilerinin geliştirilmesini savunur. CHP, Rusya, Çin, Japonya, Brezilya, Hindistan, Uzak Doğu, Latin Amerika ve Afrika ülkeleriyle ilişkilerimizin politik ve ekonomik boyutlarıyla hızla geliştirilmesini hedef alır.” (CHP 2018).

HDP, “Partimizin başlıca uluslararası amacı, savaşsız, sömürüsüz, halkların eşitliğine dayalı yeni ve özgür bir dünya kurulmasıdır. Partimiz, bu amaç doğrultusunda, emperyalizmin halklarımız, Ortadoğu, Kafkasya, Balkan ve tüm dünya halkları üzerindeki egemenlik ve baskı politikalarına; emperyalist askeri, ekonomik ve siyasi anlaşmalara, askeri üslere ve kurumlara karşı mücadeleyi öncelikli görevi olarak kabul eder. Partimiz, hegemonyacılığa, sömürgeciliğe, işgallere, askeri müdahale ve darbelere karşı çıkar, emperyalist saldırılara karşı direnen halkların demokrasi, özgürlük ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin yanında yer alır; ulusal kurtuluş hareketlerini, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ ilkesinden hareketle destekler.” (HDP 2018/a) ifadeleriyle dış politikasındaki çok boyutluluğu anti-emperyalist bir temel üzerine inşa etmiştir.

İyi Parti, “Çevre komşularımızla, bölge ülkeleriyle işbirliği ve ittifaklar halkası oluşturulacak, bu yapı bölge ve dünya barışına katkı sağlayacak yönde etkili mekanizmalarla desteklenecektir.” sözleriyle programında çok boyutlu dış politika anlayışını daha çok bölgesel güç bağlamında ve çevre ülkeler temelinde vurgulamıştır. (İyi Parti 2018).

Sonuç
Sonuç olarak, TBMM’de temsil edilen beş büyük partinin programları incelendiğinde; Avrupa Birliği’ne üyelik, barışçıl dış politika, İslam Dünyası ile yakın ilişkiler ve çok boyutlu dış politika gibi dört ana başlık altında tüm partilerin görüşlerinin birbirlerine oldukça yakın olduğu ve bu unsurların günümüz Türkiye’sinin diplomatik çizgisinde “devlet politikası” olarak kabul edilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu görüşler, Türkiye’nin şimdilerde dış politikada toplumsal tabanı geniş bazı refleksler geliştirmesine olanak sağlasa da, olası büyük bir yapısal siyasal ve ekonomik kriz durumunda tepkisel olarak yükselme ihtimali olan yeni siyasal hareketlere sistemdeki boşluk noktalarını göstermesi açısından da önemlidir. Bu boşluk noktaları doldurulduğunda ise, karşımıza; AB karşıtı, barışçıl dış politika çizgisine mesafeli, İslam Dünyası ile ilişkiler konusunda şüpheci ve çok boyutlu dış politikadan ziyade Batılı geleneksel müttefikleri temel alan bir dış politika çizgisini savunan bir siyasi hareket sureti çıkmaktadır. Ancak bu tarz "anti" hareketlerin uzun vadede başarı şanslarının fazla olmadığı ve daha çok toplumsal açıdan duygusal krizlere tekabül eden regresyon dönemlerinde geçici olarak etkili oldukları da akıllarda tutulmalıdır. 


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA

15 Kasım 2018 Perşembe

Yeni Konferans: "Fransa-Türkiye İlişkileri"


İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler (İngilizce) bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, 15 Kasım 2018 tarihinde İstanbul Gedik Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nin düzenlediği Fakülte Seminerleri serisi kapsamında "Fransa-Türkiye İlişkileri" konulu bir sunum gerçekleştirdi. Aşağıdaki linklerden bu sunumun metnine ve fotoğraflarına ulaşabilirsiniz.












Dr. Ahmet Özcan'la Yeni Kitabı: "Ama Eşkıyalık Çağı Kapandı! Modern Türkiye’de Son Kürt Eşkıyalık Çağı (1950-1970)" Hakkında Mülakat


İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler (İngilizce) bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci, İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi Dr. Ahmet Özcan’la yeni kitabı “Ama Eşkıyalık Çağı Kapandı! Modern Türkiye’de Son Kürt Eşkıyalık Çağı (1950-1970)” hakkında bir mülakat gerçekleştirdi. Aşağıdaki linkten bu mülakatı dinleyebilirsiniz.

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Dr. Ahmet Özcan İstanbul Gedik Üniversitesi’nde

Mülakat kaydı

Ama Eşkıyalık Çağı Kapandı! Modern Türkiye’de Son Kürt Eşkıyalık Çağı (1950-1970)
Kitabın Künyesi:
Yayın Tarihi2018-10-31
ISBN9750525230
Baskı Sayısı1. Baskı
DilTÜRKÇE
Sayfa Sayısı259
Cilt TipiKarton Kapak
Kağıt CinsiKitap Kağıdı
Boyut13 x 19.5 cm

14 Kasım 2018 Çarşamba

Le Monde Gazetesi İstanbul Muhabiri Marie Jégo İle Mülakat


Marie Jégo, Fransız Le Monde gazetesinin Türkiye muhabiridir. 2005-2014 yılları arasında Le Monde'un Moskova (Rusya) muhabirliğini yapan Jégo, Rusça, Çince ve gazetecilik eğitimi almıştır. Marie Jégo ile Taksim'de Fransa-Türkiye ilişkilerinin güncel durumunu konuştuk. 

Ozan Örmeci: Fransa-Türkiye ilişkilerinin güncel durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Marie Jégo: Fransa-Türkiye ilişkileri iyi durumda; en azından Nicolas Sarkozy’nin Elize Sarayı’nda olduğu 2007-2012 dönemindeki ani öfke patlamalarına daha az konu oluyor. François Hollande, Cumhurbaşkanlığı (2012-2017) döneminde Sarkozy döneminde kırılan ve dökülen ilişkilerin parçalarını toparlamayı başardı. 2015, 2016 ve 2017 yıllarında büyük bir terör dalgasıyla karşılaşan Fransa, Türkiye ile ilişkilerini özellikle güvenlik alanında pekiştirdi. Türkiye lideri Recep Tayyip Erdoğan, her saldırı sonrasında Hollande’ı arayarak taziyelerini iletti ve iki lider sıklıkla telefonlaştılar. Hatta 2015 Ocak ayındaki Charlie Hebdo saldırısı sonrasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nu dünya liderleriyle birlikte Paris sokaklarında katledilen gazetecilere destek amacıyla yürümesi için Fransa’ya bile gönderdi. Hz. Muhammed karikatürlerinin yayınlanmasının muhafazakâr İslami bir seçmen tabanına yaslanan AK Parti için ne derece provoke edici olabileceği düşünülünce, bu, eşsiz bir jest idi.

Ancak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilişkilerde soğuma yaşandı. Başarısız darbe girişimi sonrasında, Türkiye’nin Avrupalı müttefikleri, Ankara ile empati yapamadılar. Darbe girişimi sonrasında Türkiye’de yaşanan büyük tasfiyeler de Türkiye ile Avrupalı müttefiklerinin arasını açtı. 2017 Mart ayında, Türkiye ile Avrupa arasındaki kriz, Almanya Şansölyesi Angela Merkel’e “Nazi” benzetmesi yapılması sonrasında zirveye çıktı. Krizin nedeni, Almanya ile birlikte Hollanda ve Avusturya gibi diğer bazı Avrupalı devletlerin Türk Bakanların anayasa referandumu öncesinde Avrupa’daki Türk diyasporasına yönelik seçim propagandası yapmasını istememeleriydi. Ama Fransa-Türkiye ilişkileri bu dönemde bu tartışmalardan uzakta ve güvende kaldı. Diğer Avrupalı ülkelerine aksine, Fransa, bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Metz-Moselle’deki mitingine izin verdi. Zira Fransa tarafınca, bir Bakan’ın kendi ülkesinin Konsolosluğu’na girmesinin engellenmesi kabul edilebilir bir tavır değildi.

Lakin ilişkilerde olumsuz gelişmelerin yaşanması, son olarak Fransa Dış İşleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın 12 Kasım 2018 tarihinde Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili olarak Türk tarafınca kendilerine bilgi ve kanıt verildiği iddiasını reddetmesi gibi olaylardan da anlaşılabileceği üzere her zaman mümkün. France 2 televizyonuna verdiği demeçte Türkiye Cumhurbaşkanı’nı “siyasi bir oyun oynamak”la eleştiren Le Drian, “Türkiye Cumhurbaşkanı’nın bize vereceği bilgiler varsa bunları vermelidir” diye sözlerine devam etmişti. Ancak Le Drian, Türk tarafının bilgileri Fransız yetkililerine ulaştırdığından haberdar değildi. Bu gibi krizler zaman zaman ilişkilerde sorun yaratsa da, Fransa-Türkiye ilişkileri istikrarlı durumda.

Fransa-Türkiye ilişkileri iki noktada sağlam şekilde temelleniyor: (1) terörizmle mücadele konusundaki işbirliği ve (2) Gümrük Birliği anlaşması sonrasında hızla gelişen ekonomik ilişkiler. Savunma sanayii alanındaki işbirliği de ihmal edilmemeli. 2016 yılı Aralık ayında, Avrupalı VEGA fırlatma sistemi, Türkiye adına Göktürk-1 gözlem uydusunu devreye soktu. Göktürk-1, Thales Alenia Space firması ve Türkiyeli ortakları TAİ, ASELSAN, ROKETSAN ve TÜBİTAK tarafından geliştirildi. Ayrıca Türkiye, 2017 Kasım ayında İtalyan-Fransız ortaklığı Eurosam’dan füzeler almak için bir niyet mektubu imzaladı.

Ozan Örmeci: Sizce Emmanuel Macron’un Cumhurbaşkanlığı döneminde Fransa-Türkiye ilişkilerinde olumlu yönde gelişmeler yaşanabilir mi?

Marie Jégo: Uluslararası siyasetteki dalgalanmalar nedeniyle şu an için bu konuda konuşmak zor. İlk bakışta, iki lider Erdoğan ve Macron’un kimyaları tutmuş gibi gözüküyor. Erdoğan Ocak 2018’de Elize Sarayı’nda ağırlandı ve Macron da 27 Ekim’de İstanbul’daki Suriye Zirvesi’ne Vladimir Putin, Angela Merkel ve Erdoğan’la birlikte katıldı. Her ne kadar medyada çokça işlenen bu zirveden önemli bir siyasi karar ya da çözüm yöntemi çıkmasa da, geçtiğimiz gün Paris’te düzenlenen Birinci Dünya Savaşı anma törenlerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılmasından da anlaşılabileceği üzere, iki lider konuşmaya devam ediyorlar.

Bazı dış politika konularında Ankara ile Paris aynı yönde tepki gösteriyorlar. Örneğin, her iki ülke de, Suriye konusunda, Beşar Esad başta kaldığı sürece kalıcı bir siyasi çözüm olmayacağını düşünüyorlar. Yine İran nükleer programından ABD’nin çekilmesi ve İran’a yönelik yeni Amerikan yaptırımları konusunda da iki ülke benzer tepkiler veriyorlar. Bunların dışında, Türkiye'nin kriz bölgelerinde yer alan bir ülke olarak özellikle Suriyeli mülteci krizinde 3,5 milyon mülteciye bakarak büyük bir sorumluluk üstlendiğini anlayan Avrupa Birliği (AB), Avrupa’ya yasadışı göç akınını durdurmak için Ankara ile bir anlaşmaya varmıştı. Türkiye’nin Suriyeli mülteciler için Türkiye içerisinde ve Suriye sınırının ötesinde Azez, Cerablus ve El Bab gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nce kontrol edilen yerlerde yaptıklarının bilincinde olan AB, Ankara’ya ayrıca 6 milyar avro yardım yapmayı taahhüt etmişti.

Mülteci konusu AB için en önemli kırmızı çizgi durumunda. 28 üye devlet bu konuda ortak bir politika geliştiremiyorlar. Vişegrad Grubu ülkeleri (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti veya Çekya ve Slovakya) mülteci kabul etmeyi reddettiler. Diğer Avrupalı aşırı sağ gruplar da bunu örnek almaya başladılar. 2016 yılında 1 milyon civarında Suriyeli mülteciye Alman lider Angela Merkel’in sığınak sağlamasının ardından, sağ-milliyetçi, popülist ve ırkçı hareketler Almanya, İtalya, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerde atağa geçerek, 2019 Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir rüzgâr yakaladılar.

Brexit süreciyle meşgul olan ve yükselen popülizm dalgası karşısında zayıflayan AB’nin şu an genişleme gibi bir gündemi yok. Bu konuda, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, gerçekleri söylemeye çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı 2018 Ocak ayında Elize’de konuk eden Macron, “Türkiye’nin son dönemdeki manevra ve seçimleri bu konuda hiçbir ilerlemeye imkân sağlamıyor” demiş ve “Yeni başlıkların açılmasının mümkün olacağı yönündeki ikiyüzlü ve hatalı tavırdan kurtulmak zorundayız” diye konuşmuştu. Buna karşın, Macron, Türkiye’nin Avrupa limanına demirlemesinin önemini savunmuş ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bağlı kalması gerektiğini vurgulamıştı. Ayrıca iki taraf arasındaki diyalog ve ilişkinin yeniden tanımlanması gerektiğini belirtmişti.

Şimdilik, Türkiye ve AB, işler durumda olan konuları devam ettirmek zorundalar. Gümrük Birliği güncellenmeli, göç krizi konusunda işbirliği sürmeli, terörle mücadele konusundaki işbirliği de devam etmeli ve tabii ki sivil toplumu güçlendiren demokratikleşme reformlarına hız kazandırılmalı. Türkiye’de ifade özgürlüğünün aşınması, Ankara’nın diğer Avrupalı partnerleri gibi Fransa’yı da rahatsız ediyor. Hatta diyebiliriz ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransa’daki imajı, ifade özgürlüklerine yönelik engellemeler ve gazeteciler, avukatlar, yazarlar ve insan hakları savunucularının hapsedilmesi nedeniyle son dönemde ciddi anlamda bozuldu. Ancak bazılarının düşündüğünün aksine, bunun nedeni Türkiye hakkında Avrupa basınında çıkan olumsuz haberler değil. Bunun nedeni; Türkiye’de akademisyenlerin bir imza kampanyası nedeniyle yargılanabilmeleri, Mehmet Altan-Ahmet Altan kardeşlerin düşünceleri ve yazdıkları nedeniyle ömür boyu hapse mahkûm edilmeleri, HDP milletvekillerinin tutuklanmaları ve Osman Kavala’nın bir yılı aşkın süredir iddianame olmadan hapiste tutulması gibi bir hukuk devletine yakışmayan olaylardır. Ek olarak, tüm yetkilerin tek bir kişide toplandığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin rafa kaldırıldığı bir Türkiye, haliyle Batılı demokrasilerden giderek uzaklaşıyor. Türkiye’de son dönemde özgürlüklerin hızla geriye gittiği bir gerçek; ancak bu başdöndürücü gerilemeyi Fransa Cumhurbaşkanı veya diğer Avrupalı liderlerin durdurması mümkün değil. Bu konuda bir şey kesin; Macron, Türkiye ile ilişkileri insan hakları sorunlarına kurban etmek istemiyor.

Ozan Örmeci: Fransa-Türkiye ilişkilerinde en önemli sorunlar nelerdir?

Marie Jégo: Şu an için en önemli sorun, Fransa’nın YPG’nin de parçası olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yardımlaşması. 2018 Mart ayında SDG temsilcilerini Elize’de kabul eden Macron, bu Kürt gruplarına destek veriyor. Cumhurbaşkanı, bu gruplara, IŞİD (DEAŞ) terör örgütüne karşı gösterdikleri mücadele ve Suriye’nin kuzeyinde istikrarın sağlanmasına yönelik yaptıkları katkılar nedeniyle saygı gösteriyor. Öte yandan, Fransa’nın AB ve ABD ile birlikte PKK’yı terör örgütü olarak gördüğünü hatırlatmak gerekiyor. Ancak Paris ve Washington için, YPG ve PYD gibi gruplar, PKK’dan ayrıştırılması gereken Kürt siyasal oluşumları. Bu durum ikili ilişkileri bozabilir. Fransız askerleri, Suriye’nin kuzeyinde Amerikalılar ve SDG’nin kontrol ettiği bölgede görev yapıyorlar. Ancak Türkiye için, bir numaralı düşman PKK’nın bir uzantısı olarak görülen SDG’nin kontrol ettiği alanları genişletmesi, Beşar Esad’ın görevini terk etmesinden bile daha önemli bir sorun.

Öte yandan, Fransa, diğer NATO üyeleri gibi, Ankara’nın Moskova’dan S-400 hava savunma sistemi satın almasıyla somutlaşan Türk-Rus işbirliğinden de endişe ediyor. Bu hava savunma sisteminin NATO ile uyumlu olmadığı düşünülüyor. Son iki yılda, Türkiye iç siyasetinin gelişimi de oldukça ilginç bir hâl aldı; Ankara, bir ayağı NATO’da, diğer ayağı dışarıda, geleneksel müttefikleriyle istikrarsız bir ilişki kurmaya başladı.


Röportaj: Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 12.11.2018

Entretien avec Marie Jégo, la correspondante du Monde à Istanbul


Marie Jégo est une journaliste française, elle est actuellement la correspondante du Monde en Turquie. Elle était la correspondante du Monde à Moscou de 2005 à 2014. Jégo a fait des études de russe, de chinois et de journalisme. Nous évoquons avec elle les relations franco-turques.

Ozan Örmeci : Comment vous voyez l’état actuel des relations franco-turques ?
Marie Jégo : Les relations franco-turques sont bonnes, elles sont moins sujettes aux sautes d’humeur qu’à l’époque où Nicolas Sarkozy était à l’Elysée (2007-2012). Pendant son mandat (2012-2017), le président François Hollande a réussi à recoller les morceaux de la relation cassée avec Sarkozy. Confrontées à une vague d’attentats terroristes d’ampleur en 2015, 2016, 2017, la France et la Turquie ont considérablement renforcé leur coopération sécuritaire. Les présidents Hollande et Erdogan se téléphonaient après chaque attentat pour échanger des condoléances, ils se parlaient souvent. Au moment de l’attaque contre Charlie Hebdo, en janvier 2015, Monsieur Erdogan a même envoyé son Premier Ministre de l’époque, Ahmet Davutoglu, défiler dans les rues de Paris aux côtés d’autres dirigeants indignés par l’attaque perpétrée contre les journalistes de Charlie Hebdo, un geste assez singulier si l’on songe à l’indignation que les caricatures de Mahomet ont pu provoquer, entre autre, dans les milieux pieux et conservateurs de Turquie qui forment le socle de l’électorat de l’AKP.
Un coup de froid est survenu après le putsch manqué du 15 juillet 2016, quand les alliés européens de la Turquie n’ont pas manifesté d’empathie particulière envers Ankara, aucun dirigeant européen n’ayant jugé bon de faire le déplacement pour prendre la mesure de ce qui se passait. Les purges qui ont succédé à la tentative de coup d’état ont distendu les relations entre Ankara et ses partenaires. La crise a atteint un pic avec les invectives de mars 2017, lorsque la chancelière allemande Angela Merkel a été qualifiée de «nazi» après que son pays et d’autres (l’Autriche et les Pays Bas) se sont opposés à ce que des ministres turcs fassent campagne auprès de la diaspora d’Europe à la veille du référendum constitutionnel d’avril en Turquie. La relation franco-turque a restée à l’abri de cette controverse. Contrairement à ses homologues européens, la France a autorisé la tenue d’un meeting à Metz (Moselle) du ministre turc des affaires étrangères, Mevlut Cavusoglu. Interdire à un ministre turc d’atterrir, l’empêcher de pénétrer dans le consulat de son pays n’était pas envisageable du point de vue français.
Des remous sont toujours possibles dans la relation comme l’a montré l’épisode survenu récemment avec le ministre français des Affaires Etrangères, Jean-Yves Le Drian. Ce dernier a malencontreusement déclaré, le 12 novembre, n’avoir pas été informé des preuves transmises par les autorités turques à la France sur la mort du journaliste saoudien Jamal Khashoggi, le 2 octobre au consulat d’Arabie Saoudite à Istanbul. «Si le président turc a des informations à nous donner, il faut qu’il nous les donne», a-t-il dit à la chaîne de télévision France 2, évoquant «un jeu politique particulier» du président Erdogan. Visiblement Monsieur Le Drian ne savait pas que la partie turque avait communiqué des informations détaillées, dont le script d’un enregistrement, à un représentant des renseignements français sur le meurtre du journaliste. Sa réflexion a suscité la colère des autorités turques mais ce nuage est passager, globalement les relations sont stables.
Elles sont assises sur deux points forts : la coopération dans la lutte contre le terrorisme et les relations commerciales qui se sont considérablement développées depuis la signature du traité d’Union Douanière en 1995. Autre sujet de coopération non négligeable, la coopération dans le domaine de la défense. Les projets ne manquent pas. En décembre 2016, le lanceur européen Vega a lancé, pour le compte de la Turquie, GokTurk-1, un satellite d’observation de la terre à des fins civiles et militaires. L’engin a été construit par Thales Alenia Space et ses partenaires turcs (Turkish Aerospace Industries (TAI), ASELSAN, TÜBİTAK and ROKETSAN). Et aussi, la Turquie a signé en novembre 2017 une lettre d’intention avec la France et l’Italie pour l’achat de missiles sol-air au consortium franco-italien Eurosam.
Ozan Örmeci : Pensez-vous que la présidence d’Emmanuel Macron aura des effets positifs sur les relations franco-turques ?
Marie Jégo : Difficile de prédire quoi que ce soit au vu de la volatilité de la situation internationale. A première vue, le courant passe entre les présidents Emmanuel Macron et Recep Tayyip Erdogan. Monsieur Erdogan a été reçu à l’Elysée en janvier 2018 et Emmanuel Macron s’est rendu à l’invitation de son homologue pour le sommet à quatre (Erdogan, Poutine, Macron, Merkel) sur la Syrie qui s’est tenu à Istanbul le 27 octobre. Aucune décision majeure n’a été annoncée à l’issue de cette rencontre très médiatisée sinon l’engagement à trouver une solution politique sans que celle-ci ne parvienne à percer. A son tour, Monsieur Erdogan est venu à Paris pour la commémoration de la grande guerre (1914-1918). Les deux présidents se parlent.
Sur quelques sujets de politique étrangère, Ankara et Paris convergent. Sur la Syrie, la vision est similaire, à savoir qu’il n’y aura pas de solution politique viable tant que Bachar al Assad restera au pouvoir. D’accord aussi pour condamner le retrait américain de l’accord sur le nucléaire iranien et les nouvelles sanctions imposées à l’Iran, lesquelles sont jugées contre productives. Conscients que la Turquie, située aux premières loges du conflit, joue un rôle primordial dans l’accueil des réfugiés syriens (3,5 millions sur le sol turc) et dans leur retenue (la frontière turco-syrienne est fermée depuis 2015), l’Union Européenne a conclu avec Ankara un accord jugé efficace pour endiguer les flux migratoires vers l’Europe. Bruxelles, qui s’est engagée à défrayer la Turquie à hauteur de 6 milliards d’euros pour l’entretien des réfugiés syriens, reconnaît les efforts consentis par le gouvernement turc tant en Turquie que de l’autre côté de la frontière, dans les zones contrôlées par l’armée turque et ses affiliés au Nord de la Syrie (Azaz, Jarablus, Al Bab). Le thème des réfugiés est un chiffon rouge pour l’Union Européenne. Ses 28 Etats membres n’arrivent pas à adopter une position commune. Les pays du groupe de Visegrad (la Pologne, la Hongrie, la République Tchèque, la Slovaquie) ont refusé d’accueillir des réfugiés. Ils sont cités en exemple par les extrêmes-droites européennes. L’arrivée d’un million de réfugiés syriens sur les routes du vieux continent en 2016, à qui la chancelière allemande Angela Merkel a tenu à offrir l’asile, a servi de terreau fertile aux partis de la droite nationaliste, populiste et raciste lesquels ont désormais le vent en poupe (l’Allemagne, l’Italie, le Pays Bas, l’Autriche) jusqu’à risquer de se frayer un chemin confortable aux élections européennes prévues pour mai 2019.
Affaibli par la montée des populismes, concentrée sur les modalités du Brexit, la famille européenne n’a pas la tête à l’élargissement. Sur ce thème, Emmanuel Macron a le mérite de parler vrai. En recevant Erdogan à l’Elysée en janvier 2018, il ne lui a laissé aucun espoir sur les perspectives d’adhésion de la Turquie à l’Union Européenne (UE). «Il est clair que les évolutions et les choix récents de la Turquie ne permettent aucune avancée sur ce sujet», a-t-il souligné. «Nous devons sortir de l’hypocrisie qui consiste à penser que l’ouverture progressive de nouveaux chapitres est possible. C’est faux». Malgré tout, il a plaidé pour la «préservation de l’ancrage de la Turquie dans l’Europe» et à la Convention européenne des droits de l’homme. Il a clairement laissé entendre qu’il fallait inventer autre chose. «Le dialogue doit être repensé, reformulé» a-t-il conclu.
Pour l’heure, la Turquie et l’UE doivent préserver ce qui fonctionne. Il faut moderniser l’accord d’Union Douanière; renforcer la coopération sur la migration, poursuivre la coopération anti-terroriste, tout en consolidant les programmes de démocratisation de la société civile. L’érosion des libertés en Turquie est un sujet de préoccupation pour la France comme pour les autres partenaires européens. On peut dire que l’image du président Erdogan s’est considérablement dégradée dans l’Hexagone et au-delà tant elle est associée aux emprisonnements de journalistes, d’avocats, d’écrivains, de militants des droits de l’homme. Et contrairement à ce que prétendent certains, l’image de la Turquie ne s’est pas dégradée parce que les médias la décrivent sous un mauvais jour. On en est là parce que juger des universitaires pour une pétition, condamner les frères Mehmet Altan et Ahmet Altan à la prison à vie pour leurs écrits, emprisonner les députés du parti pro-kurde HDP et maintenir en détention pendant plus d’un an le mécène Osman Kavala sans mise en examen, sont des pratiques indignes d’un état de droit. Enfin la mise en place d’une nouvelle constitution instaurant le régime d’un seul homme, quand toutes les décisions sont concentrées entre les mains du seul président et que la séparation des pouvoirs n’existe plus, tout cela éloigne la Turquie du camp des démocraties occidentales. Les libertés sont sérieusement malmenées en Turquie mais il n’est pas du ressort d’Emmanuel Macron, pas plus que de celui des autres dirigeants du vieux continent, de stopper ce recul vertigineux. Une chose est sûre, le président Macron n’est pas prêt à sacrifier la relation franco-turque sur l’autel des droits de l’homme.
Ozan Örmeci : Quels sont les problèmes les plus importants de la relation franco-turque?
Marie Jégo : Le principal motif de désaccord entre Paris et Ankara concerne la coopération française avec les Forces Démocratiques Syriennes (FDS), dont les milices kurdes syriennes YPG font partie. La France soutient ces forces, comme l’a souligné Emmanuel Macron en recevant leurs représentants à l’Elysée en mars 2018. Il a rendu hommage au «rôle déterminant» joué par les FDS dans la lutte contre l’organisation Etat Islamique, tout en mettant en avant le soutien de la France à «la stabilisation de la zone de sécurité au nord est de la Syrie». Il a tenu à rappeler l’engagement français contre le Parti des travailleurs du Kurdistan (PKK), décrit par les Etats Unis et l’Union Européenne comme une organisation terroriste. Pour Paris, comme pour Washington, le parti de l’Union Démocratique (PYD), dont les YPG sont le bras armé, est une formation politique qu’il convient de distinguer du PKK. Ce sujet pourrait empoisonner la relation à terme. Des soldats français sont positionnés dans la zone qui est contrôlée par les Américains et les FDS à l’est de la Syrie. Or ce sujet est brûlant pour la Turquie dont la priorité désormais est de s’opposer à l’expansion territoriale des FDS, confondues avec le PKK, l’ennemi numéro un, bien plus que de réclamer le départ de Bachar al Assad.
Par ailleurs la France, tout comme les autres états membres de l’OTAN, s’inquiète du rapprochement stratégique avec Moscou, symbolisée par l’acquisition par Ankara de missiles sol air russes S-400 qui sont incompatibles avec les systèmes de défense de l’OTAN. Ces deux dernières années, l’évolution politique interne de la Turquie a débouché sur une situation très particulière -un pied dans l’OTAN, l’autre en dehors- qui la met en porte-à-faux avec ses alliés traditionnels.