Sayfalar

27 Şubat 2018 Salı

Safwan M. Masri’den ‘Bir Arap Anomalisi: Tunus’


Arap Baharı sürecinde demokratik ve laik bir rejim sistem kurmayı başaran ve bu süreçten başarıyla çıkan tek ülke olarak tüm dünyada dikkatleri üzerine çeken Tunus hakkında, son dönemde ciddi akademik çalışmalar da yapılmaya başlanmıştır. Bu çalışmalardan birisi de, Columbia Üniversitesi’nde ders veren Ürdünlü akademisyen Safwan M. Masri’nin[1] yazdığı ve Columbia University Press tarafından geçtiğimiz yıl basılan Tunisia: An Arab Anomaly[2] (Bir Arap Anomalisi: Tunus) adlı eserdir. Masri, kitabın yayımlanması sonrasında Amerikan düşünce kuruluşu Carnegie’nin Orta Doğu Merkezi (Carnegie Middle East Center) tarafından düzenlenen bir akademik oturumuna katılmış ve kitabında işlediği fikirleri anlatmıştır. Bu yazıda, bu oturum özetlenecektir.

Oturum kaydı

Safwan M. Masri, konuşmasına Ürdünlü bir akademisyen olarak neden Tunus hakkında kitap yazdığı sorusuna cevap vererek başlamakta ve kendisinin Tunus’u seçmediğini, bir anlamda Tunus’un kendisini seçtiğini söylemektedir. Tunus’un Arap Baharı sürecinde barışçıl demokratik bir rejim inşa edebildiğini ve bunun kendisinin dikkatini çektiğini belirten Masri, bölgede (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) 1960’lar ve 1970’lerde uzun yıllar yaşamış bir Arap akademisyen olarak, bu nedenle bu ülkeyi çalışmak istediğini söylemektedir. 

Daha sonra Tunus’un son yıllarda yaşadığı politik gelişmeleri kısaca özetleyen Masri, İslamcı Ennahda partisinin iktidardan çekilmesiyle Tunus’ta demokratik rejimin yerleştiğini ve bugün Tunus’un Arap dünyasındaki tek laik ve demokratik ülke (hatta tüm İslam dünyasındaki tek laik ve demokratik ülke) olduğunu söylemektedir. Bu bağlamda, Tunus’u akademik olarak çalışmanın çok önemli olduğunu belirten Safwan M. Masri, Tunus’ta “Yasemin Devrimi” olarak bilinen sürecin bazı yönleriyle sürpriz (beklenmedik), bazı yönleriyle ise beklenen bir gelişme olduğunu söylemektedir. Tunus’ta protesto gösterilerinin daha önceleri -2008’de- Gafsa bölgesinde başladığını, ama ekonomik sorunlar odaklı ve yolsuzluk karşıtı temelde organize edilen bu gösterilerin Zeynel Abidin Bin Ali rejimince kaba kuvvetle bastırıldığını hatırlatan akademisyen, Tunus’taki baskı rejiminin bu süreç sonrasında 2008-2010 döneminde de Wikileaks belgeleriyle sarsıldığını sözlerine eklemektedir. Bu olayların halkın rejime yönelik tepkisini çok yüksek seviyelere getirdiğini söyleyen Masri, ekonomik sorunlarla birlikte bu sorunların birleşmesiyle, 2010-2011 yılındaki devrim sürecinin kaçınılmaz hale geldiğine işaret etmektedir. Halkın ekonomik büyümeden pay alamaması, yolsuzluk ve genç işsizliği gibi sorunların 2008 küresel ekonomik krizinden sonra daha da arttığını hatırlatan Ürdünlü akademisyen, 2010 yılında Muhammed Bouazizi adlı Tunuslu seyyar satıcı gencin kendini yakmasıyla bir devrim sürecinin başladığını anlatmaktadır. Tunus Genel İş Sendikası’nın (UGTT) bu ülkedeki istisnai gücüne de dikkat çeken Masri, Tunus tarihinde milliyetçi ve anti-kolonyalist amaçlarla kurulan ve Marksist çizgide olmayan bu yapının zamanla tüm ülke çapında etkili ve saygın bir işçi örgütü olmayı başardığını söylemektedir. Habib Burgiba ve sonrasında Bin Ali dönemlerinde bile UGTT’nin tam anlamıyla devletin kontrolü altına girmediğini ve bölgesel gücünü koruduğunu belirten Masri, 2010-2011 döneminde de bu örgütün süreçte rol oynayan aktörlerden biri olduğunun altını çizmektedir.

Tunisia: An Arab Anomaly

Tunus Devrimi sürecinde birçok sosyal grup ve aktörün pozitif rolünün olduğunu belirten Masri, Muhammed Bouazizi ve UGTT ile birlikte farklı siyasi partiler ve Tunuslu gençlerin de bu süreçte büyük rol oynadıklarının altını çizmiştir. Tüm bu etkenlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan sinerjinin Tunus Devrimi veya Yasemin Devrimi’ni ve sonrasındaki demokratikleşme sürecini ortaya çıkardığını kaydeden akademisyen, Tunus’taki bu deneysel sürecin Arap dünyasına bir ilham kaynağı ya da model olarak sunulup sunulamayacağı konusunda ise kitabında ihtiyatlı davrandığını söylemektedir. Tunus’un halen daha son derece kırılgan bir demokrasi olduğuna dikkat çeken yazar, yabancı ülkelerin etkisinin de Tunus üzerinde çok yoğun olduğunu söylemektedir. Tunus’un enerji zengini olmayan küçük ve homojen yapıda bir devlet olarak bugüne kadar yabancı etkisinden iyi yönde etkilendiğine ve yapısal olarak kaynak lanetinden (resource curse) muzdarip olmadığına vurgu yapan Masri, bu noktada özellikle Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin son dönemde Tunus üzerinde ekonomik nüfuz elde etmeye çalıştıklarına değinmektedir. Bu ülkelerin de etkisiyle, Tunus’ta yaşanan demokratikleşme süreci ile beraber "yolsuzluğun da demokratikleştiği" yeni bir döneme dikkat çeken Masri, ekonomideki büyüme performansına rağmen sorunların tamamen çözülmediğine de vurgu yapmaktadır. Tunus Parlamentosu ve Cumhurbaşkanı Beji Essebsi’nin (El-Beci Kaid es-Sibsi) geçmişte yolsuzluğa karışmış bireylere yönelik bir af yasası getirdiğine de dikkat çeken yazar, bunun ekonomiyi canlandırmayı amaçladığını belirtmektedir. Sivil toplumun bu süreçte rövanşist bir mantık gütmemesinin doğru olduğunu ima eden yazar, bu zor dönemleri başarıyla atlatan Tunus’un geleceği hakkında umutlu konuşmaktadır.

Konuşmasının sonraki bölümünde Tunus’un biricikliğine (özgünlüğüne) dikkat çeken Safwan M. Masri, Tunus’u laik ve demokrasi yapan faktörler arasında homojen (türdeş) nüfusa sahip olmasını, coğrafi olarak Akdeniz kıyısında yer almasını ve yüzlerce yıldır aynı sınırlar içerisinde yaşamasını saymakta (konuşmasının son bölümünde bunlara gelişmiş bir sivil toplum karşısında Tunus’un küçük ve apolitik bir ordusunun olmasını da eklemiştir) ve bunların çok güçlü bir Tunuslu kimliği yaratmayı başardığını vurgulamaktadır. Osmanlı döneminde bile Tunus’un yarı-özerk statüsünün olduğunu vurgulayan Masri, 19. yüzyıldan itibaren Tunus’ta birçok önemli entelektüel ve siyasi figürün yetiştiğini de aktarmaktadır. Bu kişilerin Avrupa ile derin bağlarının olduğunu kaydeden yazar, bu noktada özellikle Britanya (Birleşik Krallık), Fransa, İtalya ve Malta gibi Batılı ülkeleri öne çıkarmaktadır. Bu bağlamda, Tunus’un Avrupa modernleşmesi ve kültüründen yoğun şekilde etkilendiğini ve Avrupa merkezli modern düşüncelerin Tunus’a diğer İslam ülkelerine kıyasla çok daha erken girdiğini vurgulayan yazar, Tunus’ta Hüseynî hanedanından I. Ahmet Bey’in (Ahmed Bey) köleliği Britanya etkisiyle daha 1846 yılındayken yasakladığını ve ilerleyen yıllarda Tunuslu devlet adamlarının Amerikalılara benzer şeyi yapmaları konusunda tavsiye verdiklerini hatırlatmaktadır. Ahmed Bey’in Kuran’dan alıntılar yapması ve yaptıklarını İslam’la meşrulaştırması sayesinde köleliği kaldırabildiğini vurgulayan yazar, 1857’den itibaren gayrimüslimlerin de Tunus’ta siyasi iktidarlarca korunmaya başladıklarını belirtmektedir. Bu noktada, Şeriat yasalarınca idam edilen Yahudi din adamı Batto Samuel Sfez vakasının II. Muhammed döneminde Tunus’ta gayrimüslimlerin koruma altına alınmasını sağladığını ve Tunus’ta 1861 yılında yapılan anayasanın İslam dünyasında bir ilk olduğunu hatırlatan Masri, dolayısıyla, Tunus’un bugünkü öncü konumunun tarihte de bir karşılığı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu açıdan topluma demokrasi ve laiklik temelinde doğru yön veren siyasi ve entelektüel figürlerin Tunus tarihi açısından yeni olmadığını belirten Ürdünlü yazar, bu şekilde sekülerizm ve demokrasinin temellerinin onlarca yıl öncesine dayandığını ispatlamaktadır. Mısır’ın aksine Tunus’ta reform sürecinin yıllar içerisinde sürekli devam ettiğini, Zeytune Camii ve üniversitesinin El Ezher Üniversitesi’nden yıllarca önce kurulduğunu ve Zeytune çıkışlı İslam âlimlerinin El Ezher ekolü mensubu hocaların aksine laiklik yanlısı fetvalar verdiğini belirten konuşmacı, bu açıdan Tunus’un dünyada fazla bilinmeyen ama gerçekte Arap-İslam dünyasında öncü bir ülke olduğunu iddia etmektedir. Tunus’un Genç Tunuslular (Jeunes Tunisiens) hareketiyle 1880’lerde İslam dünyasında seküler milliyetçi hareketlerin de ateşini yakan ilk ülke olduğunu sözlerine ekleyen Masri, Tunuslu entelektüel ve devlet adamlarının Fransız eğitim sisteminden yoğun olarak etkilendiklerini Sorbonne’da eğitim alan Habib Burgiba örneğiyle açıklamaya çalışmıştır. 

Konuşmasının son bölümünde, konuşma boyunca bahsettiği Tunus’u farklı kılan olumlu özellikleri tekrarlayan Safwan M. Masri, laik eğitim sistemi ve laikliği destekleyen İslamcı düşünür ve devlet adamlarının Tunus’u bugünkü konumuna getirdiklerini ve Yasemin Devrimi sürecinde ve sonrasında yaşananların kesinlikle tesadüfi olmadığını belirtmektedir. Tunus'un kadın hakları ve eğitim sistemi konusunda da İslam dünyasındaki öncü ve en iyi durumdaki ülke olduğunu belirten konuşmacı, fikirlerini somut bazı örneklerle destekleyerek güçlendirmektedir. Konuşma, her ne kadar kitaptaki detaylardan bahsedilmese de, oldukça doyurucu ve etkileyicidir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Tunus, Türkiye’nin demokratik açıdan çok kötüye gittiği şu son dönemde, İslam dünyasındaki başarılı bir model olarak hem ülkemizde, hem de dünyada daha çok ilgiyi hak etmektedir.



Dr. Ozan ÖRMECİ


23 Şubat 2018 Cuma

UPA Genel Koordinatörü Dr. Ozan Örmeci KRT'de Aslı Kurtuluş'un Konuğu Oldu


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Beykent Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ozan Örmeci, 23 Şubat 2018 tarihinde KRT'de yayınlanan "Gün İzi" programında Aslı Kurtuluş'un konuğu oldu ve Suriye'deki güncel gelişmeleri ve Türk dış politikasını değerlendirdi. Aşağıda bu programın kaydını bulabilirsiniz.


20 Şubat 2018 Salı

CFR Podcast: Putin Ne İstiyor?


The Atlantic dergisi yazarı Amerikalı gazeteci Julia Ioffe[1], bu hafta Council on Foreign Relations (CFR) web sitesinde yayınlanan bir podcast programında[2] James M. Lindsay’in konuğu olmuş ve Rusya’daki saha deneyimleri ve gözlemleri sonrasında kaleme aldığı ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in güncel siyasal eğilimlerine ışık tutan “What Putin Really Wants” (Putin Gerçekte Ne İstiyor)[3] makalesindeki fikirlerini açıklamaya çalışmıştır. Bu yazıda, bu programda işlenen fikirler özetlenecektir.

Julia Ioffe

Julia Ioffe, sözlerine, makalesine adını veren soruya yanıt vererek başlamakta ve Putin’in Rusya adına dünya hâkimiyeti kurmak isteyen bir lider değil, başta kalmaya çalışan bir siyasetçi olduğunun altını çizmektedir. Ioffe’ye göre, 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çöküşüne tanıklık eden Putin’in temel güdüsü, Rus devletinin bir kez daha çöküşüne engel olmaktır. Zira yazara göre, devletçi bir siyasetçi olan Putin için, devletin çökmesi bir ulusun başına gelebilecek en kötü şeydir. Zaten tam da bu nedenle, Putin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını “20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi” olarak tanımlamaktadır. Rusya’daki mevcut siyasi düzeni durgun ve kımıldamaz (stagnant and super stable) olarak değerlendiren Ioffe, Putin’in Mart ayında yapılacak Başkanlık seçimini de rahatlıkla kazanacağını öngörmektedir. Putin Rusya’sının yakın zamanda çökme riski taşımadığını sözlerine ekleyen Ioffe, buna karşın 20. yüzyılda 1917 ve 1991 olmak üzere iki defa çöken Rus devleti için çöküşün bir fantezi senaryosu olmadığını hatırlatmaktadır. Bu bağlamda, gazeteciye göre, Rusya’da siyasal yapı çok durağan olmasına karşın, herkesin çöküşten bahsetmesi hayra alamet değildir. Bunun temel sebebi ise, sistemin kurumlar üzerinden değil, kişiler üzerinden işlemesi ve giderek daha da kişiselleşmesidir. Ioffe’ye göre, Duma Meclisi Başkanı’nın “Vladimir Putin Rusya demektir ve Putin yoksa Rusya da yoktur” sözü, sistemin ne derece kişiselleştiğinin ve Putin sonrasında Rusya'nın nasıl risklerle yüzleşeceğinin açık kanıtıdır.

Putin’in halen daha Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının travmasıyla hareket ettiğini iddia eden Julia Ioffe, bu dönemde eski Sovyet coğrafyasında birçok yeni devletin kurulmasının ve sonrasında ortaya çıkan Çeçenistan Sorunu’nun Putin ve Rus siyasal eliti üzerinden derin izler bıraktığını ve bu nedenle Batı’da çok şahin ve milliyetçi bir isim gibi yansıtılan Putin’in, aslında kendi ülkesinde bazı çevrelerce Batı yanlısı ve liberal olmakla eleştirildiğini belirtmektedir. Bunun yanında, Amerikan dış politikasının da Putin açısından daima büyük bir tehlike kaynağı olarak görüldüğünü belirten Ioffe, ABD’nin Arap Baharı ve benzeri demokrasi ihracı politikalarının Rus devletince olumsuz algılandığına dikkat çekmektedir. Putin’in, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi gibi ABD veya ABD yanlılarınca devrilen diktatoryal figürlerin başına gelenleri hazmedemediğini ve bunları “kişisel” algıladığını belirten Amerikalı gazeteci, bu nedenle onun ABD ve Batı’ya hiç güvenmediğini belirtmektedir. Rus liderin, Irak, Libya ve Suriye’de yaşananlara bakınca o kadar da haksız olmayabileceğini kaydeden Ioffe, bu tarz iç savaş ve kaos süreçlerinde ılımlı grupların radikalleşebildiklerini ve bu durumun diktatoryal yönetimleri haklı çıkardığını söylemektedir. 2011-2012 yıllarında, Dimitri Medvedev Devlet Başkanı iken, Rusya’da “beyaz devrim” veya “kar devrimi” (white revolution – snow revolution) adı verilen bir süreç yaşandığını ve Moskova ve St. Petersburg gibi şehirlerde şehirli burjuva gruplarının yolsuzluk karşıtı ve demokrasi yanlısı liberal çizgide gösteriler yaptığını hatırlatan Amerikalı gazeteci, bu gibi grupların şimdi korkudan ortadan kaybolduğuna dikkat çekmekte ve Rusya’daki bir sonraki devrimin “kahverengi devrim” (brown revolution), yani milliyetçi-popülist çizgide ve kanlı bir devrim olabileceğine işaret etmektedir. Amerikalı gazeteci, bu tarz bir devrim senaryosunda, Putin, oligarklar ve bürokratların bir blok oluşturacağını, ancak ekonomik durumun iyi olmadığı Rusya’da geniş halk yığınlarının onlara karşıt bir blok haline gelebileceğini belirtmektedir. Başkanlık seçimine girmesine izin verilmeyen muhalif lider Alexei Navalny’nin son dönemde ekonomik sorunlar nedeniyle halktan büyük ilgi görmeye başladığına da dikkat çeken kadın gazeteci, devletin son aylarda Rus halkını ağır vergi yükleriyle ezdiğine vurgu yapmaktadır.

Konuşmasının sonraki bölümünde, Rus lider Vladimir Putin ve çevresindekilerin komplo teorilerine yatkın olduğunu vurgulayan Julia Ioffe, bu konuda çeşitli örnekler vermekte ve bunun demokrasi açısından sakıncalı olduğuna işaret etmektedir. NATO’nun Libya’daki operasyonu sonrası Rusya’nın Batı ile ilişkilerde yeni ve sorunlu bir döneme girdiğine dikkat çeken gazeteci, Putin’in bu sinyalleri 2007 Münih Güvenlik Konferansı’ndaki ünlü konuşmasında da daha önce verdiğini hatırlatmaktadır. Rusya’nın son yıllarda diğer ülkelerdeki seçim süreçlerini internet üzerinden etkilemeye başladığına da vurgu yapan Ioffe, Rusya’nın beyin göçü ve eğitim sistemindeki kalitesizlik ve yolsuzluk gibi nedenlerle eskisi kadar iyi durumda olmadığının altını çizmektedir. Batı’nın Rusya’ya karşı yaklaşımlarının da bazı noktalarda hatalı olabileceğini kabul eden Julia Ioffe, Rusların Batı ile entegre olmaya yöneldikleri dönemde Batı tarafından itildiğini ve küçük düşürüldüğünü belirtmekte, ama Rusların da bu yönde fazla ısrarcı olmadıklarını düşünmektedir. Rusya’da, özellikle Putin yanlısı kesimlerde, Hillary Clinton ve Demokratlara yönelik 2016 ABD Başkanlık seçimleri döneminde çok olumsuz bir bakış açısı olduğunu da kaydeden konuşmacı, bu nedenle internet üzerinden propaganda yapan Rus hackerlarının Hillary Clinton karşıtı bir kampanya yürüttüklerini, ama Donald Trump’ın seçilmesini hiç beklemediklerini ve şimdi ne yapacaklarını da bilemediklerini söylemektedir. Trump’ın öngörülemez olmasının Rusya için şimdilerde daha büyük bir sorun teşkil ettiğini iddia eden gazeteci, buna karşın Trump’ın Moskova’da Rusya ile iyi ilişkiler kurmak ve ticaret yapmak isteyen bir lider olarak algılandığını söylemektedir.   

Konuşmanın son bölümünde Rusya’daki demokratik sorunlara dikkat çeken Julia Ioffe, kısa bir süre önce muhalif politikacı Boris Nemtsov’un Kremlin yakınlarında öldürüldüğünü, Ukrayna’da son yıllarda birçok talihsiz olay yaşandığını ve 2014’ten beri birçok muhalifin Rusya’dan kaçtığını belirtmekte ve 2018 Dünya Kupası’nın tamamlanmasının ardından Putin’in Rusya’da yabancı gazeteciler ve muhaliflere yönelik yeni bir gözdağı ve saldırı dalgası başlatabileceğini iddia etmektedir. Putin’in ve diğer otoriter liderlerin bu tarz uluslararası etkinlikleri çok iyi bir propaganda malzemesi haline getirdiklerini de belirten Amerikalı konuşmacı, bu nedenle bu tarz uluslararası oyunlar ve etkinliklerin demokratik ülkelere verilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Rusya’ya sık sık giden bir gazeteci olarak, Rus gençlerinin fakirlik ve imkânsızlıklar içinde nasıl yaşadıklarını bizzat gözlemlediğini belirten Ioffe, gençlerin büyük bir umutsuzluk ve kinizm içerisinde olduklarını söylemekte ve doğduklarından beri başlarında Putin’i gören gençlerin, siyasette başka bir alternatif düşünemediklerine dikkat çekmektedir. Bu anlamda, Rusya’da gençlerin değişimin öncüsü olabilecekleri konusunda iyimser görüşlere kapılmayan konuşmacı, gençlerin de diğer sosyal gruplar gibi kendi hayatlarını ve iyiliklerini düşündükleri için risk alamadıklarını söylemektedir.

Konuşmanın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; konuşmacının demokrasi ve Batı yanlısı bir duruşunun olduğu ve bu nedenle Putin gibi otoriter ve Batı karşıtı yönetimlere olumsuz yaklaştığı, ayrıca kültürel ve sosyolojik açıdan farklı olan toplulukların farklı yönetim modelleriyle yönetilmelerinin daha iyi olmayacağı konusunda da sabit fikirli olduğu belirtilebilir. Oysa somut ekonomik veriler ve siyasal deneyimler, ne yazık ki Rusya’da demokrasi döneminin (Boris Yeltsin) otoriter dönemden çok daha istikrarsız ve başarısız sonuçlar ortaya koyduğunu göstermektedir. Bunun temel sebebi de, Batı ülkelerinin çıkarlarını değerlerinden daha fazla önemsemesi ve kolaylıkla demokrasi yanlısı grupları yarı yolda bırakabilmeleridir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ




17 Şubat 2018 Cumartesi

2018 İtalya Genel Seçimleri


Avrupa’nın önemli ülkelerinden ve dördüncü büyük ekonomisi olan İtalya’da, genel seçimler, 4 Mart 2018 tarihinde yapılacak. Seçimde, Temsilciler Meclisi’nde yer alacak 630 milletvekili ile birlikte Senato’da görev yapacak 315 Senatör belirlenecek. Parlamenter sistemin uygulandığı bir ülke olan İtalya’da, seçim sonucunda oluşacak Temsilciler Meclisi’ndeki milletvekili dağılımı neticesinde, ülkede yeni bir Başbakan ve hükümet ortaya çıkacak. Bu yazıda, 2018 İtalya genel seçimlerini mercek altına alacağım.

Matteo Renzi

Hatırlanacağı üzere, 2017 yılının son günlerinde, İtalya Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, parlamentoyu feshederek önümüzdeki yıl yapılması planlanan erken genel seçimlerin önünü açmıştı.[1] Siyasal yapının çok parçalı olduğu ve hükümetlerin ve Başbakanların genelde kısa süre görev başında kalabildiği İtalya’da, 5 yıl süren son yasama döneminde de Enrico Letta, Matteo Renzi ve Paolo Gentiloni gibi 3 Başbakan görev yaptı. Renzi döneminde ekonomide ve dış politikada yapılan bazı olumlu hamlelere karşın[2], Renzi’nin hükümeti güçlendirmek için kapsamlı bir anayasa değişikliği öngören referandumda ısrar etmesi ve daha sonra 2016 yılı sonunda yapılan referandumdan yenilgiyle ayrılması[3], Renzi’nin Başbakanlıktan istifa etmesine ve İtalya’da siyasal istikrarsızlığın sürmesine neden oldu. Renzi sonrasında Başbakan olan Dış İşleri Bakanı Paolo Gentiloni döneminde ise[4], ülkedeki siyasal çekişmeler ve sorunlar aynı şekilde devam etmişti. Geçen zaman zarfında Başbakanlığı kaybetmesine karşın merkez sol-liberal çizgideki Demokrat Parti’nin (Partito Democratico-PD) liderliğini sürdüren Renzi, bu seçimlere de hayli iddialı giriyor. Ancak Renzi’nin bazı politikalarına itiraz eden Demokrat Parti’nin önemli isimlerinden Pier Luigi Bersani, Massimo D’Alema ve Roberto Speranza, bu süreçte Demokratik ve İlerici Hareket (Movimento Democratico e Progressista-MDP) adıyla sosyal demokrat çizgide yeni bir parti kurdular[5] ve PD’ye ciddi bir alternatif oluşturdular. Yine de, merkez solda PD’nin tekeli sürüyor ve anketlerde, partinin, Renzi’nin liderliğinde, seçimi yüzde 21-24 arasında bir oyla ikinci sırada tamamlaması öngörülüyor.[6] Buna karşın, Renzi ve partisi PD, ırkçı motifli Macerata Katliamı’nın da gösterdiği şekilde[7], son yıllarda Avrupa’da çok tehlikeli bir seviyeye gelen aşırı sağcı popülist düşünce karşısında tüm dünyada ve İtalya’da demokrasinin en büyük umudu olarak görüldükleri için, seçimde anketlerden daha yüksek oy bir oranına da ulaşabilirler. Yine de, PD ve Renzi’nin ekonomik sorunlar karşısında seçmenleri ikna edebilen bir program ve vizyon ortaya koyamamaları, ekonomik sorunların son dönemde arttığı İtalya’da aşırı sağın güçlenmesi için uygun bir ortam yaratıyor.[8]

Bebbe Grillo ve Luigi Di Maio

Seçimlere en iddialı giren parti ise, Luigi Di Maio liderliğindeki sağ popülist 5 Yıldız Hareketi (Movimento 5 Stelle). Komedyen Bebbe Grillo liderliğinde son yıllarda hızlı ve istikrarlı bir çıkış yakalayan parti[9], çağcıl koşullara uygun e-demokrasi talepleri ve popülist söylemleriyle İtalya’da özellikle genç seçmenleri etkilemeyi başarıyor. Grillo, geçtiğimiz yıl içerisinde, partisi adına gelecek seçimlerde kampanya yapmaya devam edeceğini, ama parti liderliğini ve Başbakan adaylığını partisinden başka birine vermeye hazır olduğunu söylemişti. Bu doğrultuda, bu seçimde partinin yeni lideri ve Başbakan adayı, 1986 doğumlu genç siyasetçi Luigi Di Maio oldu.Gençliğinde aşırı sağ (faşist) partilere katılmış olan Di Maio, sempatik görüntüsü altında oldukça sert fikirleri olabileceğinden endişe edilen bir siyasetçi. Daha önemlisi, Di Maio’nun başta olabileceği bir hükümette, iplerin perde arkasında kimilerince bir "palyaço" olarak nitelendirilen Bebbe Grillo’da olmasından korkuluyor. Lakin anketler[10], merkez sağ ve merkez soldaki daha önce denenmiş alternatiflerden farklı olarak tek denenmemiş siyasal aktör durumundaki 5 Yıldız Hareketi’nin, yüzde 26-29 arasında bir oyla seçimleri birinci sırada tamamlayacağını ve İtalyan siyasal hayatının yeni dönemde en güçlü siyasi partisi haline geleceğini gösteriyor. 5 Yıldız Hareketi, ilginç bir şekilde hem sağ tabandan, hem de merkez sol tabandan oy almayı başarıyor. Partinin en önemli oy kaynağını ise, yasadışı şekilde İtalya’ya gelen göçmenler nedeniyle İtalya’da artan işsizlik ve ekonomik sorunlardan bıkan seçmenler oluşturuyor. Sayısı 180.000’i bulan göçmenlerin daha da artacağı ve İtalyanların işlerini kaybedeceği yönündeki korku ve eleştiriler, bu sağcı popülist partinin en önemli siyasal kozu durumunda.[11] Ayrıca Di Maio, 400’ü aşan ve son derece karmaşık İtalyan yasalarını sadeleştirmek ve -sol politikaları çağrıştıran- işsizlere 780 avro (euro) aylık bağlamak gibi görüşleriyle de İtalyan halkından büyük destek görüyor.[12] Bu nedenle, bu seçimde Di Maio ve partisinin birinci olmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Silvio Berlusconi

İtalya’da bir medya imparatorluğuna sahip olan ve AC Milan futbol kulübünün Başkanı ve İtalya’nın uzun süreli Başbakanı olarak nam salan işadamı ve deneyimli siyasetçi Silvio Berlusconi ise, merkez sağ çizgideki Forza Italia adlı partisiyle seçimlere en iddialı üçüncü parti olarak giriyor. 1994-1995, 2001-2006 ve 2008-2011 yılları arasında üç dönem Başbakanlık yapan Berlusconi, ilerleyen yaşına ve yolsuzluk iddialarına karşın, merkez sağ siyasetteki gücünü halen kısmen koruyor. Vergi kaçakçılığı nedeniyle 2019’a kadar siyaset yasağı bulunan Berlusconi, bu nedenle partisi iktidara gelirse bile 2019’dan önce hükümeti yönetemeyecek. “Berlusconismo” adı verilen iş odaklı siyaset anlayışı ve popülizmiyle, Berlusconi, anketlere göre hala yüzde 15-18 arasında bir oy potansiyeli bulunan önemli bir lider. Berlusconi, 600.000 civarındaki kayıtdışı göçmeni ülkesinden gönderme sözüyle, seçim öncesinde aşırı sağa da göz kırpıyor.[13] Ancak Berlusconi’nin şansı, bu seçimde o kadar da yüksek gözükmüyor. Zira 5 Yıldız Hareketi’nin halkta karşılık bulan sağ popülist yaklaşımları ve ayyuka çıkan seks skandalları ve yolsuzluk iddiaları nedeniyle, Berlusconi’nin, eskiden olduğu gibi tüm sağı kontrolü altında tutabilmesi/konsolide edebilmesi mümkün gözükmüyor. Yine de, Berlusconi ve Forza Italia, Lega Nord ve Fratelli d’Italia gibi diğer sağ partilerle birlikte yüzde 38-40 arasında bir oy oranına ulaşıp hükümeti kurabilir.[14] Berlusconi, daha önce bu partilerle bir seçim programı konusunda uzlaştıklarını da açıklamıştı.[15] Ancak AB karşıtı bu aşırı sağcı partilerle uyumlu bir hükümette çalışmak, Berlusconi ve partisi için, ilerleyen aylarda -hükümet kurulsa bile- oldukça zor olabilir.

Matteo Salvini

Seçimlerde etkili olması beklenen diğer partiler ise; yüzde 14-15 oy potansiyeli olan Matteo Salvini liderliğindeki ayrılıkçı ve bölgeselci aşırı sağ parti Lega Nord (Kuzey Ligi), yüzde 5-6 oy potansiyeli olan Pietro Grasso liderliğindeki ve sol çizgideki Liberi e Uguali (Özgür ve Eşit Partisi) ve yüzde 4-5 oy potansiyeli olan Giorgia Meloni liderliğindeki milliyetçi-muhafazakâr çizgide ve AB karşıtı Fratelli d’Italia (İtalya Kardeşleri) partisi olarak sıralanabilir.[16] Seçim barajının yüzde 3 olduğu İtalya’da, daha küçük partilerin ise sandalye kazanması şansı pek mümkün gözükmüyor. Bu siyasal tablo, dolayısıyla, İtalya’da seçim sonrasında büyük bir koalisyon (larghe intese) ihtimalini zorunlu kılıyor. Bunun için de, iktidara gelecek partilerin yüzde 40 ve üzerinde bir oya ulaşmaları gerekli gözüküyor.[17]

Son olarak, genel seçimlerin İtalya-Avrupa Birliği ilişkileri açısından da önemli olduğuna bu noktada dikkat çekmek gerekiyor. Zira hükümete aşırı sağcı ve AB ve euro karşıtı Lega Nord gibi partilerin dâhil olması, bugüne kadar genelde sorunsuz devam eden İtalya-AB ilişkilerini de zamanla bozabilir. Son tahlilde, şu an için İtalya’da seçim sonrasında nasıl bir hükümet kurulacağı konusunda yorum ve tahmin yapmak imkânsız gibi gözüküyor.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] http://www.dw.com/tr/italyada-erken-se%C3%A7im-i%C3%A7in-start-verildi/a-41963635.
[2] http://politikaakademisi.org/2014/02/25/italyada-matteo-renzi-donemi/.
[3] http://www.bbc.com/news/world-europe-38204189.
[4] https://www.cfr.org/backgrounder/what-know-about-italys-2018-elections.
[5] https://articolo1mdp.it/.
[6] Son yapılan iki anket için;
[7] http://www.konhaber.com/haber-italya_daki_irkci_saldirgan_cezaevine_kondu-806997.html.
[8] https://qz.com/1155066/a-quick-guide-to-italys-general-election-in-march-2018/.
[9] http://politikaakademisi.org/2013/03/04/italya-genel-secimleri-ve-beppe-grillo/.
[10] Bakınız;
[11] http://www.perspektif.eu/2017/12/27/italyada-muhalefet-secimleri-bekliyor/.
[12] https://www.theguardian.com/world/2018/feb/07/italys-election-everything-you-need-to-know.
[13] https://www.theguardian.com/world/2018/feb/05/berlusconi-pledges-to-deport-600000-illegal-immigrants-italy-election.
[14] https://www.politico.eu/article/italian-election-going-to-be-messy-say-pollsters-opinion-polls-silvio-berlusconi/.
[15] http://tr.euronews.com/2018/01/29/italya-da-secimler-oncesi-siyaset-hareketli.
[16] https://www.termometropolitico.it/1289058_sondaggi-elettorali-demopolis-6.html.
[17] http://www.independent.co.uk/news/world/europe/italy-elections-2018-latest-updates-berlusconi-victory-untried-voting-system-right-wing-coalition-a8202936.html.

14 Şubat 2018 Çarşamba

2018 Rusya Başkanlık Seçimleri


Dünyanın en önemli askeri ve siyasi güçlerinden biri kabul edilen Rusya Federasyonu’nda, halk, 18 Mart 2018 Pazar günü Başkanlık seçimlerinin ilk turu için sandık başına gidecek. İlk turda hiçbir adayın yüzde 50’yi geçememesi durumunda, 8 Nisan 2018 tarihinde en çok oyu alan iki aday arasında ikinci tur seçimi yapılacak. Ancak ikinci tur seçimin gerçekleşmesi beklenmiyor; zira 2000-2008 yılları arasında iki dönem Başkanlık yaptıktan sonra, 2008-2012 döneminde Başbakanlık yapan ve bu dönemde Başkanlığı yakın çalışma arkadaşı Dmitri Medvedev’e devreden Vladimir Putin, 2012 seçimlerini kazandıktan sonra bir kez daha Başkanlık seçimini kazanmayı ve 2024’e kadar Rusya’nın başında kalmayı umuyor. Bu yazıda, 2018 Rusya Federasyonu seçimlerini -seçime yaklaşık bir ay kadar zaman kalmışken- mercek altına alacağım.

Vladimir Putin

Seçime net favori olarak giren Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, son yıllarda ülkesi ekonomik açıdan zor günler geçirmesine rağmen ayakta kalmayı başarmış bir lider olarak hala Rus halkından büyük ölçüde destek görüyor. KGB’den yetişmiş deneyimli bir isim olan Putin, sertliği, milliyetçiliği ve Ortodoks Hıristiyan muhafazakarlığıyla Rus siyasetinde tekelini kabul ettirmiş ve Rus devletini avuçları içerisine almış otoriter bir figür. Putin’in son dönemde geliştirdiği Batı karşıtı stratejiler ABD ve Avrupa’da büyük eleştiri alırken, buna karşın Rus halkının Putin’e yaklaşımı hiç de değişmiş gibi gözükmüyor. Öyle ki, Putin, anketlere göre ilk turda yüzde 66-71 arası bir oyla rahatlıkla yeniden Başkan seçilecek gibi gözüküyor.[1] Ancak Putin’in 2008 yılında başarıyla biten Gürcistan girişimi sonrasında, son dönemde giriştiği Ukrayna macerasından tam anlamıyla başarıyla ayrıldığını söylemek zor. Zira bu süreçte Kırım’ı kendisine bağlayarak önemli bir zafer kazansa da, Putin Rusya’sının 2015 ve 2016 yıllarında ekonomik açıdan ciddi bir küçülme süreci yaşadığı ve halkın bundan olumsuz etkilendiği de yadsınamayacak bir gerçek.[2] Ayrıca Rusya’nın Suriye’de Beşar Esad rejimini ayakta tutmayı başarması da önemli bir başarı olarak Putin’in hanesine yazılsa da, bu ülkeye yapılan askeri harcamaların Rus halkı için felakete dönüştüğü de ortada. Nitekim 2000’lerin başındaki gibi petrol ve doğalgaz fiyatların çok yüksek seviyelerde olmaması da Rusya’nın zorlanmasında bir diğer önemli faktör. Ancak 2017 yılında yaşanan kısmi büyüme, Putin ve Rus yönetimine biraz olsun nefes aldırmışa benziyor.[3] Ayrıca devlet kontrolündeki Rus medyasının ülkede işlerin iyi gittiği yönündeki yayınları da Putin ve Rus Devleti’nin başarılı olduğu algısını halk nezdinde arttırıyor. Ek olarak, işsizlik seviyesinin yüzde 5,1 gibi makul sayılabilecek bir seviyede olması[4], Vladimir Putin yönetimine olan desteği yükselten önemli bir etken. Zira bazı Avrupa demokrasilerinde bile işsizlik oranları Rusya’ya kıyasla çok daha yüksek durumda. Lakin Rusya’da kişi başına düşen gayrisafi milli hasıla düzeyinin Dünya Bankası resmi verilerine göre 9.000 doların altında olduğunu da belirtmek gerekiyor.[5] Bu durum, Rus halkının halen daha orta gelir düzeyinde olduğunu gösteriyor. Dahası, son yıllarda Putin ve Medvedev karşıtı ve özellikle yolsuzluk olaylarına tepki gösteren yüzbinlerce kişinin sokak gösterilerine katılmaya ve devleti protesto etmeye başladıkları biliniyor. Ancak fakirliğin kader, devletçiliğin ise kural olarak bilindiği Rusya’da, bu gibi tepkiler henüz marjinal düzeyde kalıyor.

Pavel Grudinin

Seçim öncesinde Putin’in geçmiş seçim performanslarına bakmakta da fayda var. 2000 yılında ilk kez bağımsız aday olarak seçime giren Putin, yüzde 53,4 gibi mütevazı sayılabilecek bir oyla Başkan seçilmeyi başarmıştı. 2004 yılında yine bağımsız aday olan Putin, bu defa yüzde 71,9 gibi rekor bir oy oranına ulaşmayı başarmış ve ilk yıllarında gösterdiği başarılı performansın meyvelerini toplamıştı. 2008 yılında Putin’in yokluğunda Başkan adayı olan Birleşik Rusya Partisi (Yedinaya Rossiya) adayı Dmitri Medvedev de yüzde 71,2 gibi çok iyi düzeyde oy alırken, 2012 yılında 4 yıllık Başbakanlık dönemi ardından yeniden Başkan adayı olan Vladimir Putin, yüzde 63,6 gibi beklenilenin altında bir performans göstermişti. Putin ve Medvedev, bu seçimlerin hepsinde, en yakın rakipleri olan Rusya Komünist Partisi’nin adaylarına da çok büyük fark atmışlardı. 2018 seçimleri öncesinde de aslında değişen fazla bir şey yok... Zira anketler, Putin’in seçimde ciddi bir rakibi olmadığını gösteriyor.

Vladimir Jirinovski

Seçimde Putin’e en ciddi rakip olarak gösterilen Rusya Komünist Partisi adayı Rus işadamı Pavel Grudinin[6], anketlerde yüzde 6-8 oranında oy alabileceği öngörülen iddiasız bir siyasetçi. Parti lideri Gennady Zyuganov yerine aday gösterilen Grudinin, işadamı kimliği nedeniyle Komünist Parti içerisinde de ciddi eleştirilere uğruyor. Bir diğer önemli aday kabul edilebilecek Rusya Liberal Demokrat Partisi (LDPR) lideri Vladimir Jirinovski (Vladimir Zhirinovsky) ise, partisinin ismindeki “liberal” ibaresine karşın daha çok aşırı milliyetçi ve devletçi görüşleriyle bilinen ve Rus seçmenden bugüne kadar fazla destek görmeyen bir siyasetçi. Anketler, Jirinovski’nin seçimde yüzde 5-6 arasında bir oy oranına ulaşabileceğini gösteriyor. Milliyetçi-muhafazakar Narodnaya Volya partisinin desteklediği Sergey Baburin, komünizmin çökmesi ardından serbest piyasa ekonomisine geçişi öngören 500 günlük programı hazırlayan sosyal-liberal çizgideki Yabloko partisi eski lideri Grigory Yavlinsky, kadın televizyon spikeri Ksenia Sobchak, liberal çizgideki Pravoye Delo partisi lideri işadamı Boris Titov ve ülkedeki diğer komünist parti olan Rusya Komünistleri-KR lideri Maxim Suraykin, şimdiye kadar seçime girmeleri seçim komisyonunca onaylanan adaylar durumunda. Ancak bu adayların hiçbirinden bir sürpriz zafer beklenmiyor…

Alexei Navalny

Son yıllarda yolsuzluk karşıtı açıklamalarıyla adından epey söz ettiren ve milliyetçi görüşleriyle Rus halkından yoğun ilgi gören Narodnyiy Alyans partisinin karizmatik lideri Alexei Navalny’nin ise seçime girmesine izin verilmedi.[7] Putin yönetiminin en çok çekindiği kişilerin başında gelen Navalny, özellikle gençleri kendisine çekmeyi başarabilen etkili bir siyasetçiydi[8] ve onun yokluğunda ortada Putin’i zorlayabilecek bir lider görünmüyor. Şunu da hatırlamak gerekir ki, daha birkaç sene önce muhalefetin sesi olan liberal Boris Nemtsov’un vurularak öldürüldüğü ve Garry Kasparov gibi Rusya’nın en başarılı sporcularından birinin sürgünde yaşamak zorunda kaldığı Rusya’da, Navalny’nin başına gelenler hafif bile sayılabilir![9] Navalny, şu an için Başkanlık yarışına girmesi engellense de, yakın bir gelecekte ve özellikle Putin sonrasında Rusya siyasetinde çok etkili bir figür haline gelebilir. Zira Navalny’e Avrupa ve Amerikan basınında da büyük ilgi gösteriliyor.[10]

Putin Rus denizaltısında

Sonuçta, önemli Rusya siyaseti uzmanlarından kabul edilen Dmitri Trenin’in de belirttiği üzere[11], Vladimir Putin’in 2000’lerin başında çökmüş durumda aldığı ve neredeyse yeniden kurduğu Rusya’da, işlerin onun onayı olmadan değişebileceğini düşünmek ve seçimlerde adil bir yarış beklemek fazlasıyla iyimser bir yaklaşım olur. Zira Putin, Rusya tarihindeki boyarlar-Çarlar mücadelesini andıran oligarklara karşı saldırgan ve popülist hamleleri ve milliyetçi-muhafazakar duruşuyla Rus halkından hala büyük ölçüde destek gören başarılı bir sağ siyasetçi. Putin, muhalefete göz açtırmaması açısından da otoriter bir lider ve kesinlikle kaybedebileceği bir seçime girmek isteyecek bir lider değil. Kısaca “pr” adı verilen halkla ilişkiler ve imaj yönetimi alanında da Rusya siyasal tarihinde çığır açan Putin, zaman zaman kaslarını göstererek doğada verdiği pozlar, zaman zaman denizaltında veya askeri kamuflajla çektirdiği fotoğraflar, hayvanseverliği ve Batılı liderler karşısındaki cesur ve atak duruşuyla seçimlere tek iddialı aday olarak giriyor. Ayrıca Putin döneminde Rusya’nın kazandığı askeri başarılar ve Rus Ordusu’nun son dönemde yeniden modernleşmesi de Rus halkının hoşuna giden ve Putin’in ratinglerini yükselten unsurlar.[12] Bu nedenle, seçimleri Putin’in kazanıp kazanamayacağından ziyade, asıl merak edilen konu, yüzde kaç oy alacağı olarak söylenebilir. Buna dikkat çeken Dmitri Trenin, İngiliz The Guardian gazetesinde geçen yıl çıkan bir makalesinde, Putin’in Rusya’yı rahat yönetebilmek için yüzde 70'in üzerinde oya ihtiyaç duyduğunu, ama yüzde 60’lar düzeyiyle de başta kalabileceğini yazmıştı.[13] Yüzde 50’ler düzeyinde kalması durumunda ise, Putin için alarm zilleri çalmaya başlayabilir ve “iyi Çar” imajı kısa sürede kaybolabilir. Görünen o ki, Rusya’da modern Çar Putin’in iktidarı seçim sonrasında da devam edecek. Ancak Rus halkının Putin’e vereceği oy oranı, onun ne ölçüde destek aldığını gösterecek ve Rusya'daki rejimin istikrarını belirleyecek…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Son dönemde yapılan birkaç anket çalışması için;
[2] Bakınız; https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG?locations=RU.
[3] Bakınız; https://tradingeconomics.com/russia/gdp-growth.
[4] Bakınız; https://tradingeconomics.com/russia/unemployment-rate?embed.
[5] Bakınız; https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.PCAP.CD.
[6] Seçim kampanyası sitesi için; http://grudininkprf.ru.
[7] https://www.washingtonpost.com/world/russian-election-officials-bar-protest-leader-navalny-from-2018-presidential-race/2017/12/25/7114e42a-e984-11e7-956e-baea358f9725_story.html.
[8] https://www.theguardian.com/world/2017/dec/29/russia-2018-putin-re-election-world-cup.
[9] https://www.newyorker.com/news/news-desk/alexey-navalnys-very-strange-form-of-freedom.
[10] http://www.bbc.com/news/world-europe-16057045.
[11] https://www.theguardian.com/commentisfree/2017/mar/27/russia-house-vladimir-putin-built-never-abandon.
[12] https://www.foreignaffairs.com/articles/russia-fsu/2016-04-18/revival-russian-military.
[13] https://www.theguardian.com/commentisfree/2017/mar/27/russia-house-vladimir-putin-built-never-abandon.


11 Şubat 2018 Pazar

Doç. Dr. Giray Fidan'la Çin Halk Cumhuriyeti'nin Yükselişi ve Kuzey Kore Nükleer Krizi Hakkında Mülakat


Doç. Dr. Giray Fidan (1980-), Prof. Dr. Pulat Otkan’ın öğrencisidir. Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye-Çin ilişkileri tarihi, Çin dili, kültürü ve tarihi, Sinoloji ve Tibetoloji üzerine araştırmalar yapmaktadır. Bu konularla ilgili birçok bilimsel makale ve kitabı bulunmaktadır.[1] Giray Fidan, ayrıca Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın kurduğu 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nde misafir yazar olarak görev yapmaktadır.[2] İngilizce, Çince ve Tibetçe bilen Fidan, doktora derecesini 2010 yılında “Çin Kaynaklarına Göre 16. Yüzyılda Osmanlı-Çin İlişkileri ve Çin’de Osmanlı Ateşli Silahları” başlı teziyle Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Sinoloji bölümünden almıştır.

Doç. Dr. Giray Fidan

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Sayın Fidan, çalışmalarınızı uzaktan gıptayla takip eden bir akademisyen olarak Uluslararası Politika Akademisi’ne vakit ayırdığınız için size öncelikle teşekkür ederim. Son dönemde Avrupa ve dünya medyasının gündeminde Çin Halk Cumhuriyeti ve onun hızlı yükselişi var. Siz yıllardır Çin Halk Cumhuriyeti’ni araştıran, bu ülkenin dilini ve kültürünü gayet iyi bilen ve sürekli Çin’e giden bir akademisyen ve araştırmacı olarak, Çinlilerin bu konuyla ilgili düşünce ve eğilimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doç. Dr. Giray Fidan: Teşekkür ederim öncelikle. Çin’in yükselişi söylediğiniz gibi özellikle son yıllarda dünya gündeminin en üst sıralarında olan bir konu. Ancak Çin’in yükselişi sanki son 30 yıllık bir konu gibi değerlendirilemez diye düşünüyorum. Biliyorsunuz, Çin, neredeyse 1500 yıl boyunca zaten dünyanın en büyük ekonomisi durumundaydı. Daha 1850’de, dünyanın toplam gayrisafi milli hâsılasının % 30’u Çin tarafından üretiliyordu. Son 30 yıl, aslında Çin açısından bir nevi normalleşme olarak da düşünülebilir. Çinlilerin kendi ülkelerinin yükselişine yönelik bakış ve algılarında, özellikle son birkaç yıldır önemli bir dönüşüm fark ediliyor. Geçmişte daha düşük profilli bir yaklaşım hâkimken, şimdi daha iddialı bir duruş olduğu görülebiliyor.

Çin’de Hayatta Kalma Kılavuzu

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Çin Halk Cumhuriyeti’nde Komünist Parti’nin 19. Büyük Kongresi geçtiğimiz gün düzenlendi. Bu kongrede sizin Çin tarihi açısından önemli bulduğunuz hususlar var mıydı? Varsa bunlar nelerdir?

Doç. Dr. Giray Fidan: Çin’in dünyaya açılmasının devam edeceği yönünde güçlü bir mesaj çıktı Kongre’den. Bunun yanında, özellikle yenilenebilir enerji ve yeni teknolojiler konusunda da önemli bir irade ortaya konması, bence hem Çin, hem de dünya açısından oldukça olumlu.

Çin Dili ve Çince Bilgisi

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Çin dış politikasında son dönemin en dikkat çeken atılımı “Tek Kuşak Tek Yol” sloganıyla dünyaya duyurulan Yeni İpek Yolu Projesi gibi gözüküyor. Siz bu projeyi ve bunun Türkiye-Çin ilişkilerine etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doç. Dr. Giray Fidan: “Bir Kuşak Bir Yol” projesi, bence bu yüzyılın en önemli projelerinden biri. Bu proje için birkaç yıl önce Çin’de yaptığım bir konuşmada, “Tarihin Canlanması” kavramını kullanmıştım. Asya ve Avrupa’yı gelecekte birbirine entegre olmuş iki büyük pazar haline getirme potansiyeli olan bu proje son derece önemli. Dünya tarihine bakıldığında da, bu kadim ticaret yolunun en önemli iki merkezi hiç kuşkusuz Türkiye ve Çin’dir. Bu proje, hem bölge, hem de dünya açısından son derece olumlu sonuçlar ortaya çıkarabilecek yüksek bir potansiyele sahip.

Kanuni Devrinde Çin’de Osmanlı Tüfeği ve Osmanlılar

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: 2017 yılı başından beri Kuzey Kore nükleer programı ve bu ülkenin yaptığı denemeler dünya basınında eleştiri konusu yapılıyor. Bu konuda Çin’in üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediği yönünde bazı eleştiriler de mevcut. Siz, Çin’in 2017 Kuzey Kore Krizi’ne yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doç. Dr. Giray Fidan: Kuzey Kore konusunda hem dünya, hem de ülkemiz medyası ve kamuoyunda bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyorum. Çin’in Kuzey Kore üzerinde önemli bir etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçek; ancak Kuzey Kore’nin tamamen Çin tarafından yönlendirilebileceğini düşünmek gerçeklerle pek uyuşmuyor. Kuzey Kore, son derece kendine has ve izole bir yapı olarak uluslararası sistemde varlığını sürdürüyor. Çin’in bile bu ülke üzerindeki etkisinin bir sınırı olduğunun Türkiye ve dünyada yeterince anlaşılmış bir konu olmadığını düşünüyorum. 2017’de başlayan ve devam edeceği öngörülebilecek bu krizde, Çin’in yaklaşımı, daha çok var olan sistemin/dengenin devamı yönünde diyebiliriz. Hiçbir büyük güç, ki buna Çin de dâhil, bölgedeki dengeleri geri dönülmez şekilde alt-üst edebilecek öngörülmesi zor gelişmelerden yana değil.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.

Doç. Dr. Giray Fidan: Ben teşekkür eder size de başarılı, verimli çalışmalar dilerim.


Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 11.02.2018



[1] Yazarın web sitesi için; http://www.websitem.gazi.edu.tr/site/girayfidan/.
Kitap çalışmaları için; http://www.kitapyurdu.com/yazar/giray-fidan/49854.html.
[2] Bakınız; http://www.21yyte.org/uzmanlar/giray-fidan.





5 Şubat 2018 Pazartesi

Dominique David'den 'Vivre avec la Russie'


Université de Paris I öğretim üyesi ve IFRI (Institut Français des Relations Internationales-Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü)[1] uzmanı olan Fransız akademisyen Dominique David[2], 2017 yılında Politique étrangère dergisinde “Vivre avec la Russie” (Rusya ile Yaşamak) adlı bir makale yayınlamıştır.[3] Bu yazıda, David’in bu makalesi özetlenecektir.

Dominique David

Dominique David, makalesine son dönemde Rusya’nın uluslararası siyaset sahnesine yeniden döndüğünü hatırlatarak başlamakta ve Rusya’nın önemli ve güçlü bir aktör olarak diplomaside stratejik bir sorun olarak karşılarına çıktığını belirtmektedir. Yazara göre, Rusya, Soğuk Savaş’ın mağlubu olarak 1990’larda Batı’nın demokratik genişleme anlayışının ilk kurbanı (!) olmuştur. Bu yıllarda ekonomik açıdan daralma yaşayan Moskova, kültürel, ekonomik ve diplomatik açıdan küçük düşürücü tavırlara da maruz bırakılmıştır. Bu dönemde kendisini uluslararası toplum olarak gören Batı, avantajını kullanarak Rusya’yı istediği biçimde dönüştürmeye çalışmıştır. Bu durum, David’e göre anlaşılabilir olmasına karşın, Batı’nın manevralarına yönelik olarak gelişecek tepkileri de hesaplaması gerekirdi. Zira Balkanlar’daki hareketlilik, NATO’nun askeri genişlemesi, Sırbistan’a karşı yürütülen savaş, Washington’ın anti-balistik füze anlaşmasını ihlal etmesi, Körfez Savaşı, Kaddafi’nin devrilmesi, Avrupa’da füze kalkanı sisteminin konuşlandırılması ve hatta Avrupa Birliği’nin Doğu’ya yönelik açılımları, Moskova’yı Batılıların kendisini hiçe saydığı yönünde bir görüşe yönlendirmiş ve 2000’lerde Vladimir Putin’in Rusya’da hâkim olacak siyasi çizgisine uygun bir ortam oluşturmuştur. Buna karşın, Putin, 2000’lerin başında Batı ile ilişkilerini aslında iyi seviyede tutmayı başarmıştır. 11 Eylül faciası sonrasında ABD’ye verdiği destek, AB’ye yönelik yaptığı açılımlar ve Dmitri Medvedev döneminde BM Güvenlik Konseyi’nde Libya konusunda gösterilen tavır buna örnek olarak gösterilebilir. Dominique David, bu noktada Batı ile ilişkilerin bozulmasında “Rus paranoyaklığı”nın da etkili olduğunu düşünmesine karşın, paranoyakların bile düşmanlarını tanıyabildiklerini yazmıştır. Soğuk Savaş sonrasında devletlerin stratejik çıkarlarına dayalı bir uluslararası düzenden, uluslararası toplumun demokrasi ve insan hakları gibi ortak değerlerine dayalı yeni bir düzene geçilmeye çalışıldığını kaydeden David, Cemiyet-i Akvam’ın (Milletler Cemiyeti) çöküşüne benzer şekilde, bu yeni Birleşmiş Milletler düzeninin de bizzat Batılı kurucu aktörleri tarafından (başta ABD ve İngiltere) hiçe sayılan kuralları (Irak, Libya örnekleri) nedeniyle zora girdiğini hatırlatmaktadır. Böyle bir ortamda, dünyanın tek kutupluluk yerine çok kutupluluk ekseninde evrildiğini yazan Fransız uzman, Rusya’nın işte bu zeminde yeniden toparlanıp yükselebildiğini söylemiştir. Bu yeni dönemin parametrelerinin; ABD’nin 20 yıldır tek kutupluluğa yakın bir görünüm arz eden gücünün azalması, AB’nin ciddi bir uluslararası aktör olarak güvenilirliğini kaybetmesi ve Çin ve Hindistan gibi yeni büyük ekonomik güçlerin ortaya çıkması olduğunu yazan Fransız akademisyen, Moskova’nın işte bu gelişmeler sayesinde toparlanabildiğini iddia etmiştir. Rusya’nın zamanın ruhuna uygun şekilde Batılıları adeta kör eden demokratik liberal değerlerden ziyade güce dayalı bir düzeni savunduğuna dikkat çeken yazar, dünyada son dönemde atılım yapan birçok ülkenin de bu şekilde dış politik algılamalara sahip olduğunu belirtmiştir. Rusya’nın milyonlarca Müslüman’a ev sahipliği yapması ve radikal İslamcı akımların hedefi olması nedeniyle İslamcılık karşıtı eğilimin lider ülkesi olduğuna vurgu yapan David, Moskova’nın yeni dönemde Batı’nın modern sosyal değerlerine karşıt muhafazakâr, devletçi ve gelenekçi bir ideoloji geliştirdiğini iddia etmiştir. Otoriteye saygı, güç ve kendisini korumak için dışa kapalılık değerleri üzerine kurulu bu yeni ideolojinin, Rusya’nın Batılı ülkeler arasındaki çıkar farklılıklarına oynamak ve Batı’nın kendisine karşı birleşmesini önlemek için en önemli silahı olduğunu belirten yazar, buna karşın Rusya’nın güçsüzlüklerine de dikkat çekmiştir.

Rusya’nın en güçlü taraflarının; -her zaman söylenegeldiği şekilde- uçsuz bucaksız toprakları, zengin enerji kaynakları, imparatorluk mirası ve kültürü, yakın komşularının kendisine kıyasla çok daha güçsüz olmaları ve Avrupa ile Asya arasında dengeyi sağlayabilecek çok stratejik bir konumda olması olduğunu yazan Dominique David, daha sonra Rusya’nın güçsüzlüklerine geçmektedir. Rusların en önemli sorununun ekonomik az gelişmişlik olduğunu düşünen yazar, Batılı ülkelere kıyasla Rus halkının ortalama gayrisafi milli hasılasının çok düşük seviyede olduğunu yazmıştır. Batı’nın ekonomik yaptırımları ve uluslararası yatırımcıların Rusya’ya güven duymaması nedeniyle bu ülkeye yapılan ekonomik yatırımların da çok sınırlı kaldığına dikkat çeken David, Rus siyasi liderliğinin ekonomik kalkınmadan ziyade kendi halkının desteğini sağlamaya yönelik popülist hamleler yaptığını belirtmekte ve bunun bir siyasi intihar olabileceğini iddia etmektedir. Rusya’nın geri dönüşünün büyük ölçüde askeri zaferlerin sonucu olduğunu yazan Fransız uzman, 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı, Ukrayna’da 2013 yılından beri yürütülen melez savaş (hibrit savaş) taktikleri ve Suriye’de gösterilen başarı sayesinde Rusya’nın yeniden güçlendiğine dikkat çekmektedir. Rus Ordusu’nun askeri modernizasyon ve nükleer kapasite anlamında şimdilerde Boris Yeltsin döneminin umutsuzluğundan çok farklı bir konumda olduğunu yazan David, buna karşın, ABD’nin onda biri kadar bir askeri bütçeyle Rusya’nın bir süpergüç olmasının çok zor olduğuna vurgu yapmaktadır. Sovyet dönemiyle kıyaslanınca, Rusya’nın askeri hamlelerinin şimdilerde çok sınırlı kaldığına dikkat çeken Fransız akademisyen, Gürcistan ve Suriye’de yapılan hamlelerin daha çok defansif nitelikte olduğunu belirtmektedir. Rusya’nın son dönemde sınırlı müdahalelerle, ama bunu teatral bir biçimde dünya kamuoyuna sunarak başarı kazandığını iddia eden Fransız uzman, Putin’in savunduğu “Yeni Rusya” (Novorossyia) düşüncesinin yeni bir bölgesel hegemonya projesi olduğunu iddia etmekte ve Rusya’nın “yakın çevre”sindeki komşu devletlere askeri hamleleriyle gözdağı verdiğini savunmaktadır. Bu bağlamda, Rusya’nın bir diğer güncel sorununun askeri, siyasi ve ekonomik anlamda dünya sorunlarına çözüm geliştirebilecek kapasiteye sahip olmamak olduğunu yazan Dominique David, Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki gibi bir lider ve model ülke olamadığını da söylemiştir. Rusya’nın son dönemde yumuşak güç anlamında yaptığı atağa karşın, Batılı ülkelerle kıyaslanınca bu açıdan çok geride kaldığını da belirten David, bu bağlamda total bilançonun daha dengeli olduğunu ve Rusya’nın Batılı ülkelere son dönemde özellikle siber saldırılarla ve askeri tehditlerle korku saçan ülke imajının, reel politikadaki karşılığının daha önemsiz olduğunu ima etmektedir.

Daha sonraki bölümde Rusya’nın gücünün sınırlı, düzensiz, sert ve zorunlu olduğunu yazan Dominique David, Rusya’nın Avrupa ülkeleriyle kıyaslanınca hala çok güçlü olduğunu, Arktik ve Orta Asya bölgelerinde Rusya’nın belirleyici ülke konumunu koruduğunu, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerde Moskova’nın hala destabilizasyon gücüne haiz olduğunu ve Rus-Çin ittifakının bir hayal ürünü olmasına karşın, Rusya’nın Asya coğrafyasında Amerikan pivotu ve Çin atağına karşın dengeleyici gücünü koruduğunu belirtmektedir. Rusya’nın Orta Doğu’daki varlığının da sınırlı ama tarihsel sürecin bir ürünü olduğunu yazan David, bu nedenle Moskova’nın yeni bir Sovyet İmparatorluğu olmasa da, halen çok etkili bir uluslararası güç olduğunu vurgulamaktadır. Bu bağlamda, Rus gücünü reddetmek ve bu ülkeyi marjinalize etmenin riskli olabileceğini ima eden yazar, barışçıl bir stratejinin sisteme radikal şekilde muhalefet edenler dışında herkesi sisteme entegre etmek şeklinde olması gerektiğini de yazmaktadır. Bu açıdan Rusya’nın masaya oturmak isteyen sistemdışı bir aktör olmadığını da yazan Fransız uzman, 4 cephede bu yeni uzlaşmanın müzakere edilebileceğini belirtmektedir. Bu açıdan ilk cepheyi Ukrayna olarak işaret eden Fransız uzman, Rusya’nın Ukrayna’nın Batı (Avrupa) ile Rusya arasında bir köprü olarak yeniden inşa edilmesine katkı sunması gerektiğini söylemektedir. Bu sayede Rusya’nın ekonomik yaptırımlardan kurtulabileceğini ve krizden çıkabileceğini yazan David, Levant (Doğu Akdeniz) bölgesini ikinci önemli cephe olarak öne çıkarmaktadır. Batılı ülkelerin desteği olmadan bu bölgenin stabilize olmasının zorluğuna dikkat çeken Fransız uzman, Rusya’nın bu bölgede İran ve Türkiye ile müttefik statüsünde olduğunu iddia etmektedir. Üçüncü önemli cephenin Avrupa güvenliği olduğunu yazan Dominique David, NATO’nun genişlemesi, Avrupa ülkelerinin istikrarıyla birlikte seçim ve enerji güvenlikleri gibi konularda Moskova’nın etkisine dikkat çekmiştir. Rusya’nın küresel bir süpergüç olmasa da halen küresel bir güç olduğuna ve bölgesel gücün ötesindeki etkilerine dikkat çeken Fransız akademisyen, enerji politikaları ve nükleer silahlar gibi küresel politika konularında Moskova ile yürütülecek diplomasiyi de 4. cephe olarak yazmaktadır.

Makalesinin son bölümünde, Rusya’nın dış politikada Fransa ve Batılı ülkeler için son dönemde yine can sıkıcı bir ülke haline geldiğini yazan Dominique David, bundan sonra Realizm’e dayalı yeni bir anlayışla Moskova’ya yaklaşılması gerektiğini ve Rusya’nın Batı’nın uluslararası forumlarına ve sermayesine halen daha ihtiyaç duyduğunu iddia etmektedir. Fransa’nın bu manevrayı yürütmek için ideal bir ülke olmadığını da iddia eden David, Paris’in bu sürece eşlik edebileceğini ama liderlik edemeyeceğini yazmaktadır. Dominique David’in makalesinin Rusya ile son yıllarda çok gerilen Fransa ve AB ilişkilerine dair yakın gelecekte yaşanabilecek değişikliklere dikkat çeken yeni bir vizyon ortaya koyduğunu, ancak henüz bu yönde somut politik adımlar atılmadığını belirtmek gerekir. Zira gerek Emmanuel Macron, gerekse Donald Trump gibi Batılı önemli liderlerin dış politika vizyonunda, Rusya’ya yönelik bir yakınlaşma sezinlenmemektedir. Buna karşın, Rusya’yı temel düşman haline getiren yaklaşımın da son dönemde azaldığı gözle görülür bir gerçektir. Bu nedenle, Batı-Rusya ilişkilerine dair gelişmeler konusunda ihtiyatlı ve iyi bir gözlemci olmak gerekir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ




[1] Web sitesi için; http://www.ifri.org.
[2] Bakınız; http://www.ifri.org/en/a-propos/equipe/dominique-david.
[3] Buradan okunabilir; https://www.cairn.info/revue-politique-etrangere-2017-1-p-61.htm.

1 Şubat 2018 Perşembe

World Justice Project 2017-2018 Hukuk Devleti Endeksi


2006 yılında William H. Neukom tarafından kurulan World Justice Project-WJP (Dünya Adalet Projesi)[1], Amerikan Barolar Birliği inisiyatifiyle oluşturulmuş ve dünyadaki adalet ve hukuk devleti kalitesini ölçmeyi ve arttırmayı amaçlayan kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşudur. Kuruluş, Rule of Law Index (Hukuk Devleti Endeksi) adıyla yıllık bir rapor da yayınlamakta ve dünyadaki farklı ülkelerdeki hukuk devleti kalitesini saptamaktadır. Bu yazıda, WJP’nin 2017-2018 Hukuk Devleti Endeksi’nde[2] ortaya konulan bazı argüman ve istatistikler değerlendirilecektir.
World Justice Project (Dünya Adalet Projesi) logosu

WJP’nin 2017-2018 Hukuk Devleti Endeksi kapsamında yayınlanan harita incelendiğinde, fark edilen ilk unsur, Kuzey Amerika, Avrupa (özellikle de İskandinavya) ve Okyanusya kıtasındaki ülkelerde hukuk devletinin çok daha ileride olduğu yönündeki sonuçlardır. Nitekim listedeki ilk 4 sırayı, İskandinav ülkeleri olan Danimarka, Norveç, Finlandiya ve İsveç almaktadır. 5. sıradaki Hollanda, 6. sıradaki Almanya, 7. sıradaki Yeni Zelanda, 8. sıradaki Avusturya, 9. sıradaki Kanada ve 10. sırada yer alan Avustralya, ilk 4 sırada yer alan İskandinav ülkelerini takip etmektedirler. 11-20 sıralamasında arasında yer alan ülkeler ise sırayla şunlardır: Birleşik Krallık, Estonya, Singapur, Japonya, Belçika, Hong Kong, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve Güney Kore. Bu ülkelerin çoğunluğunun Avrupa’da yer aldığı (12 ülke), 2’sinin Okyanusya kıtasından olduğu (Yeni Zelanda-Avustralya), 2’sinin Kuzey Amerika’dan sıralamaya girdiği (Kanada-Amerika Birleşik Devletleri) ve 4 ülkenin de Asya devleti olduğu (Singapur-Japonya-Hong Kong-Güney Kore) görülmektedir. Bu durum, hukuk devletinin, daha çok Batılı ülkelerde veya Batı kültürü ve sistemine uygun şekilde serbest piyasa mantığıyla yönetilen devletlerde geliştiğini göstermektedir.

WJP 2017-2018 Hukuk Devleti Endeksi haritası

Listenin son 10 sırasında yer alan ülkeler ise; Venezuela, Kamboçya, Afganistan, Mısır, Kamerun, Zimbabve, Etiyopya, Bolivya, Pakistan, Uganda’dır. Hukuk devleti açısından en kötü durumda olan bu ülkelerin 5’i Afrika kıtasından (Mısır, Kamerun, Zimbabve, Etiyopya, Uganda), 2’si Güney Amerika’dan (Venezuela, Bolivya) ve 3’ü Asya’dandır (Kamboçya, Afganistan, Pakistan). Bölgesel anlamda değerlendirme yapıldığında ise, Sahra-altı Afrika en kötü durumdaki bölge olarak dikkat çekmektedir. Gana ise bu bölgenin en iyi hukuk devleti durumundadır.

113 ülkenin değerlendirmeye alındığı endekste, Türkiye de ne yazık ki sondan 13. sırada yer almış ve 0,42 ortalamayla dünyada en iyi durumdaki ancak 101. hukuk devleti olarak çok olumsuz bir konumda kendisine yer bulmuştur. Bu durum, dünyanın en büyük ve en hızlı gelişen ekonomileri arasında yer alan Türkiye’nin, hukuk devleti açısından son dönemde çok olumsuz bir noktaya getirildiğini göstermektedir. Bu, Türk Devleti açısından bir alarm zili olarak algılanmalı ve Türkiye’de hukuk sistemi acil şekilde geliştirilmelidir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için - https://worldjusticeproject.org.
Wikipedia - https://en.wikipedia.org/wiki/World_Justice_Project.
[2] Bilgiler için; http://data.worldjusticeproject.org/.
Tüm rapor buradan okunabilir; https://worldjusticeproject.org/sites/default/files/documents/WJP_ROLI_2017-18_Online-Edition.pdf.