Sayfalar

23 Aralık 2017 Cumartesi

Yeni İpek Yolu Projesi Nedir?


Giriş
Dünya siyasetinde son yıllarda adından sıklıkla söz ettirmeye başlayan Çin Halk Cumhuriyeti’nin son dönemde geliştirdiği en iddialı proje, “Tek Kemer, Tek Yol” veya “Bir Kuşak, Bir Yol” (One Belt, One Road) sloganıyla duyurulan Yeni İpek Yolu projesidir[1]. Proje, ilk kez Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2013 yılı sonlarına doğru Orta Asya ve Güney Asya ülkelerine yaptığı ziyaretler sırasında dünyaya duyurulmuş ve kısa sürede projenin gerçekleştirilmesi yolunda büyük mesafe kat edilmiştir. Ancak projenin tam kapsamıyla hayata geçirilmesinin Çin Komünist Devrimi’nin 100. yıldönümü olan 2049’u bulacağı ifade edilmektedir. Proje, Amerikan Foreign Policy dergisinde çıkan bir kritikte “Çin’in Trans Pasifik Ortaklığı’na -TPP- cevabı” şeklinde yorumlanmıştır.[2] Bir başka analizde, projenin küresel ekonomi açısından bir “game changer” (oyun değiştirici) unsur olduğu vurgulanmıştır.[3] Bu yazıda, Yeni İpek Yolu projesi hakkında yazılanlar özetlenmeye çalışılacaktır.

Yeni İpek Yolu projesi haritası

Yeni İpek Yolu Projesi ve Çin’in Büyük Stratejisi
Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping, 2013 yılında projeyi ilk kez dünyaya duyururken, bunun -Çin’i geçmişte Orta Asya, Orta Doğu ve Avrupa’ya bağlayan- tarihi İpek Yolu’nun yeniden canlandırılması olduğunu vurgulamış ve proje kapsamında Avrasya coğrafyasında yeni demiryolu hatları, enerji boru hatları, deniz rotaları ve oto yolları yapılacağını açıklamıştır.[4] Şi Cinping, daha sonra, proje kapsamında ilerleyen yıllarda Orta ve Güney Asya ülkelerine 40 milyar dolarlık altyapı yatırımları yapılacağını da açıklamıştır.[5] Hatta Çin’in Dünya Bankası’na alternatif olarak kurduğu Asya Altyapı Yatırım Bankası’nın (AIIT) özellikle bu projenin finansmanı için kurulduğu belirtilmiştir.[6] Çin’in reel ekonomide zorluklarla karşılaştığı günümüzde, Habibbeyli’ye göre, bu proje sadece ekonomik değil, jeopolitik açıdan da büyük önem taşımaktadır. Çünkü bu bölgede, Çin, bu proje aracılığıyla kendi para biriminin kapsamını genişletmeyi, kredilerin yuan ile iadesini ve yuan ile iş hacminin oluşturulmasını öngörmektedir.[7] Dahası, bu sayede Asya ile Avrupa arasında ticaret kolaylaşacak ve Çin, diğer Asya ülkeleri ve Doğu Afrika ülkeleri ile birlikte Avrupa ülkelerinin ekonomik entegrasyonu mümkün hale gelecektir. Dolayısıyla, projenin tamamı incelenirse, bunun toplam 65 civarında ülkeyi ilgilendirdiği görülmektedir. Dolayısıyla, bu; dünyadaki toplam gayrisafi milli hâsılanın yüzde 55’i, toplam dünya nüfusunun yüzde 70’i ve kanıtlanmış enerji kaynaklarının yüzde 75’ini kapsayan devasa bir projedir.[8] Projenin maddi büyüklüğü ise 21 trilyon doları bulmaktadır.[9] Bu kapsamda somut olarak tamamlanan ilk proje ise, 2014 yılı sonunda Çin’de Yiwu’dan kalkan ve İspanya’da Madrid’e kadar ulaşabilen dünyanın en uzun demiryolu hattının işlemeye başlamasıdır.[10] Ayrıca Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan’ın birlikte başarıyla uygulamaya soktukları Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesini de Yeni İpek Yolu vizyonunun bir ayağı olarak düşünmek yerinde olabilir.[11] Ayrıca projenin bir deniz ayağı da bulunmaktadır (21st Century Maritime Silk Road) ve küresel ticaretin arttırılması için entegre ve küresel bir plan ortaya konulmaktadır. Deniz ayağı kapsamında, Çin’den Hint Körfezi’ne ve Akdeniz’e kadar bir güzergâhın deniz ticareti açısından canlandırılması öngörülmektedir.[12]

Tek Kemer, Tek Yol

Bu konuda kapsamlı bir araştırma yapan Uluslararası Politika Akademisi uzmanı Dr. Sina Kısacık, analizinde şu tespitlere yer vermiştir: “Proje çerçevesinde, doğal kaynaklar, altyapı, üretim ve araştırma-geliştirme merkezli hizmetler sektörü, finans, enerji, ulaşım, inşaat, siyaset sözleşmeleri, iktisat sahalarının meydana getirilmesi stratejik yapılanmayı oluşturmaktadır. Ulaşım ve enerji yapılanması sayesinde ticarette artış yaşanması planlanmaktadır. Rota üstünde yer alan ülkelerle beraber, yollar, limanlar, akıllı kentler kurmayı hedefleyen söz konusu inisiyatifin birkaç aşamada hayata geçirilmesi tasarlanmaktadır. İki temel rotadan ilki, İpek Yolu’nun ana çıkış noktası olan Hangshou-Çin’den başlayarak, Pekin ve Urumçi’den geçilmesinin ertesinde Orta Asya’da Özbekistan, Kazakistan ve Tacikistan geçilerek, Türkmenistan, Pakistan ve İran üzerinden Türkiye’den geçildikten sonra Erzurum kanalıyla İstanbul’a, daha sonrasında ise Balkanlar ve Kuzey ülkelerini geçmek suretiyle Amsterdam ve Madrid’e erişmiş olacaktır. Adı geçen rotanın Kuzey’den Moskova üzerinden geçen bölümünü bağlayan tren yolu bitirilmiştir. İkinci rota ise, yine Hangshou-Çin’den başlayarak, Güney Çin Denizi geçilmek suretiyle Tayland, Filipinler, Endonezya ve Malezya’nın aşılarak Malakka Boğazı’nı aşıp Güney Hindistan’dan Doğu Afrika’ya erişmekte, daha sonrasında ise Kuzey’e dönmek suretiyle Süveyş Kanalı’nı geçmesinin ertesinde Atina ve Roma vasıtasıyla yeniden Batı Avrupa’ya eklemlenmektedir. Hayata geçirilmesi düşünülen bu inisiyatif, yukarıda değinilen rota üstünde iki temel strateji takip etmektedir: İpek Yolu İktisadi Kuşağı (16 günde Rotterdam’a varmayı öngören güzergâh), Deniz İpek Yolu (35 günde Batı’ya varmayı öngören Çin Rotası). Burayı çok kritik derecede önemli yapan unsur ise, dünya petrol ticaretinin yüzde doksanının söz konusu hat üstünde cereyan etmesidir. Dolayısıyla, bu girişim, Afro-Avrasya’da 65 ülkeyi içeren, yatırım, ticaret, güvenlik ve lojistik alanları kanalıyla yeni küresel tedarik ve değerler zincirinin yaratılması politikasıdır. Burada ilişkiler, ikili anlaşmalar çerçevesinde yürütülmektedir.[13]

Çin’in bu devasa yatırımından yararlanmak isteyen -Türkiye de dâhil olmak üzere- bölge ülkeleri, bu proje sayesinde altyapı hizmetlerini geliştirmeyi ve ekonomilerini canlandırmayı ummakta ve bu nedenle Çin devletine destek vermektedirler.[14] Hatta Çin’in bu proje kapsamında geliştirdiği diplomasi, “demiryolu diplomasisi” adıyla akademik literatüre de girmiştir.[15] Ayrıca Pekin, bu proje sayesinde Orta Asya ve diğer bölgelerde ekonomik kalkınmanın sağlanacağını ve bu sayede radikal akımların (özellikle de köktendinci İslami hareketler) zayıflayacağını iddia etmektedir.[16]

Eleştiriler ve ABD’nin Tepkisi
Proje konusunda yapılan olumsuz eleştirilerin başında, Çin’in bu proje vasıtasıyla dünyada ekonomik hâkimiyet kurmaya çalıştığı ve bu projenin bir nevi “Çin’in Marshall Planı” olduğu gelmektedir.[17] Çin Halk Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı Wang Yi ise, bu suçlamaları tamamen reddetmekte ve Yeni İpek Yolu’nun bir jeopolitik proje değil, küresel ekonomiyi geliştirmeyi amaçlayan bir işbirliği adımı olduğunu belirterek, Yeni İpek Yolu projesinin Soğuk Savaş mantığıyla algılanmaması gerektiğini söylemektedir.[18] Çin Devlet Başkanı Şi Cinping de bu projenin kesinlikle neo-kolonyal bir yaklaşım içermediğini ve “kazan-kazan” (win-win) mantığına dayalı olduğunu vurgulamaktadır.[19] Bu, Cinping’in 2017 Davos Ekonomik Forumu’nda yaptığı tarihi konuşmada yaptığı -küreselleşme ve serbest ticareti destekleyen- vurgularla da örtüşmektedir.[20] Zaten bu nedenle, Şi Cinping, bu proje hakkında, “Yeni İpek Yolu girişimi Çin’in solo gösterisi değil, projedeki tüm ülkelerin katıldığı bir koro olarak kabul edilmelidir” demiştir.[21]

Uluslararası Politika Akademisi uzmanlarından Dr. Furkan Kaya ise, Çin’in bu projeyi kendi küreselleşme hedefleri doğrultusunda belirlediğini ve bu sayede Asya-Avrupa ticaret hattını kontrol ederek, özellikle Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelerin kaderlerine hükmetmek istediğini belirtmektedir.[22] Avrupalı bazı firmalardan da son dönemde projeye ve Çin mallarına yönelik tepkilerin arttığı görülmektedir. Lakin kalitesiz ve dayanıksız olduğu iddia edilen Çin mallarına karşı Avrupalı veya diğer ülke firmalarının serbest piyasa koşullarında rekabet etmeye neden çekindikleri, piyasa mantığıyla açıklanması hayli zor bir durumdur. Deutsche Welle’nin bir analizinde ise, proje hakkında Avrupalı ülkelerin tamamının “karşılıklı çıkar” görmediği tespiti yapılmıştır.[23] Nitekim birçok AB üyesi Avrupa ülkesi, Çin’in kendi pazarında yabancı yatırımcılara koyduğu bazı kısıtlamaları kaldırmaya yanaşmaması nedeniyle, projeye henüz tam anlamıyla destek vermemektedir. Örneğin, 2017 yılındaki Bir Kuşak, Bir Yol: Ortak Refah İçin İşbirliği Zirvesi’ne sadece İtalya Başkan düzeyinde katılmıştır.[24] Nadège Rolland ise, bu noktada Çin’in Yeni İpek Yolu projesinin sadece ekonomik bir proje olmadığını ve Çin’in Avrupa ülkelerinde daha fazla diplomatik nüfuz sahibi olmak adına geliştirdiği stratejik bir hamle olduğunu iddia etmiştir.[25] Ayrıca Güney Kore ve Japonya gibi güvenlik konusunda ABD’ye bağımlı ülkeler de projeye katılmak konusunda temkinli davranmaktadırlar.[26] Projenin daha çok altyapı ve ulaşım odaklı olması ve sonrası konusunda gerekli planlamaların yapılmadığı konusunda da çeşitli eleştiriler mevcuttur.[27] 2000’li yılların başından Çin’le ekonomik ilişkileri çok hızlı gelişen Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan gibi ülkeler ise, bu projeye ve Çin’in ekonomik ve diplomatik girişimlerine destek vermektedirler.[28] Bu ülkeler, Çin’le ilişkileri bölgenin ağabeyi Rusya’ya karşı bir kalkan gibi görseler de, orta ve uzun vadede Çin’in kontrolüne girmekten de -zaman içerisinde- çekinmeye başlayabilirler. Rusya ise, Batı karşıtlığı temelinde Çin’le yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirse de[29], uzun vadede bu ülkenin çok büyümesinden ve kendi bölgesinde Rusya’yı gölgede bırakmasından endişe etmektedir.

Proje, gözlemlediğim kadarıyla, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde Soğuk Savaş döneminde geliştirilen güvenlik algılamalarını devam ettiren bazı çevreleri rahatsız etmektedir. Zira bu proje neticesinde Çin’in Avrupa ile ekonomik entegrasyonunu geliştirmesinden endişe eden Washington, bu ülkenin halen Komünist Parti tarafından yönetilen otoriter bir ülke olarak dünyada hegemonya kurmasından endişe etmektedir. Elbette, Washington’ın radikal akımlar (İslamcılık, komünizm vs.) ve rejimler karşısında durması ve demokratik rejimlere sahip çıkması takdir edilecek bir husustur. Ancak bu noktada şu vurgulanmalıdır; uluslararası sistem dışına itilen bir Pekin, bugün Kuzey Kore örneğinden de yola çıkılarak kolaylıkla anlaşılabileceği üzere, ABD ve küresel sistem açısından çok daha büyük bir tehlike haline gelebilir. Dolayısıyla, Çin’i sistem içerisinde tutmak, uzun vadede her şekilde Washington’ın yararınadır. Zira Çin, sistem içerisine dâhil oldukça, muhtemelen diğer otoriter rejimler gibi değişim ve dönüşüm yaşamak zorunda kalacak ve uluslararası norm ve kuralları zamanla benimseyecektir. Dahası, abartılan “Çin tehdidi” veya “Çin hegemonyası” söylemlerine karşın, Çin’in tek partili otoriter sistemi ve içe dönük kültürel yapısının dünyada tekel haline gelen Anglo-Amerikan ve Batılı kültüre meydan okuması kolay kolay mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla, Çin’in küreselleşmesi ve serbest piyasa ekonomisine sahip çıkması, aslında herkesin yararına olabilecek bir gelişmedir. Bu nedenle, Foreign Affairs dergisinde bu projeyi değerlendiren Gal Luft da, Çin’in bu proje ile yüzünü Batı’ya dönmesinin -tarihte üçüncü defa- desteklenmesini savunmuştur.[30]

Sonuç
Sonuç olarak, Çin’in geliştirdiği Yeni İpek Yolu projesi ve vizyonunun Marshall Yardımı’ndan ve Avrupa Birliği’nden beri dünyadaki en büyük atılım hamlesi olduğu belirtilmelidir. Bu nedenle, henüz başlangıç düzeyinde olan bilgilerimizi bu konuda arttırmalıyız. Dahası, bu projeye menfaat temelinde ve nesnel olarak yaklaşmalı ve Türkiye açısından faydalı mı, zararlı mı olacağı konusuna odaklanmalıyız.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Resmi adı Yeni İpek Yolu olmasına karşın, projeye İngilizce kaynaklarda daha çok “One Belt One Road Initiative” (Tek Kemer Tek Yol Girişimi) adı verilmektedir. Bakınız; https://en.wikipedia.org/wiki/One_Belt_One_Road_Initiative.
[2] Min Ye (2014) “China’s Silk Road Strategy”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2014/11/10/chinas-silk-road-strategy/.
[3] Pepe Escobar (2017), “China widens its Silk Road to the world”, Asia Times, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.atimes.com/article/china-widens-silk-road-world/.
[4] Tian Jinchen (2016), “‘One Belt and One Road’: Connecting China and the world”, McKinsey&Company, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://www.mckinsey.com/industries/capital-projects-and-infrastructure/our-insights/one-belt-and-one-road-connecting-china-and-the-world.
[5] Min Ye (2014) “China’s Silk Road Strategy”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2014/11/10/chinas-silk-road-strategy/.
[6] Nurettin Akçay (2017), “Yeni İpek Yolu Projesi Kapsamında Türkiye-Çin İlişkileri”, Ankasam, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://ankasam.org/yeni-ipek-yolu-projesi-kapsaminda-turkiye-cin-iliskileri/.
[7] Arastü Habibbeyli (2015), “Yeni Dünya Düzeninde Çin”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2015/03/15/yeni-dunya-duzeninde-cin/.
[8] Tolga Demiryol (2017), “What is China’s ‘One Belt, One Road’ Initiative?”, Hürriyet Daily News, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.hurriyetdailynews.com/opinion/tolga-demiryol/what-is-chinas-one-belt-one-road-initiative-122090.
[9] Nurettin Akçay (2017), “Yeni İpek Yolu Projesi Kapsamında Türkiye-Çin İlişkileri”, Ankasam, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://ankasam.org/yeni-ipek-yolu-projesi-kapsaminda-turkiye-cin-iliskileri/.
[10] “World's longest train ride from Yiwu to Madrid completed” (2014), Shanghaiist, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://shanghaiist.com/2014/12/10/worlds-longest-train-ride-yiwu-to-madrid.php.
[11] Sina Kısacık (2017), “Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi Kapsamında Bakü-Tiflis-Kars Demiryolunun Önemi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2017/11/14/cinin-yeni-ipek-yolu-projesi-kapsaminda-baku-tiflis-kars-demiryolunun-onemi/.
[12] “Fact Sheet: China’s One Belt One Road Initiative” (2017), Geopolitical Monitor, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://www.geopoliticalmonitor.com/fact-sheet-chinas-one-belt-one-road-initiative/.
[13] Sina Kısacık (2017), “Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi Kapsamında Bakü-Tiflis-Kars Demiryolunun Önemi”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2017/11/14/cinin-yeni-ipek-yolu-projesi-kapsaminda-baku-tiflis-kars-demiryolunun-onemi/.
[14] Altay Atlı (2017), “Turkey Seeking its Place in the Maritime Silk Road”, Asia Times, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.atimes.com/turkey-seeking-place-maritime-silk-road/.
[15] Özlem Zerrin Keyvan (2017) “İpek Yolu Projesi’nde Türkiye’nin Yeri ve Önemi”, Ankasam, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://ankasam.org/ipek-yolu-projesinde-turkiyenin-yeri-onemi/.
[16] “How will a modern Silk Road affect China’s foreign policy?” (2015), World Economic Forum, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://www.weforum.org/agenda/2015/10/how-will-a-modern-silk-road-affect-chinas-foreign-policy/.
[17] Tolga Demiryol (2017), “What is China’s ‘One Belt, One Road’ Initiative?”, Hürriyet Daily News, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.hurriyetdailynews.com/opinion/tolga-demiryol/what-is-chinas-one-belt-one-road-initiative-122090.
[18] Tolga Demiryol (2017), “What is China’s ‘One Belt, One Road’ Initiative?”, Hürriyet Daily News, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.hurriyetdailynews.com/opinion/tolga-demiryol/what-is-chinas-one-belt-one-road-initiative-122090.
[19] Pepe Escobar (2017), “Xi’s wild geese chase the Silk Road gold”, Asia Times, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.atimes.com/article/xis-wild-geese-chase-silk-road-gold/.
[20] Buradan izlenebilir; https://www.youtube.com/watch?v=Ys6skqxQKMk.
[21] Özlem Zerrin Keyvan (2017) “İpek Yolu Projesi’nde Türkiye’nin Yeri ve Önemi”, Ankasam, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://ankasam.org/ipek-yolu-projesinde-turkiyenin-yeri-onemi/.
[22] Furkan Kaya (2017), “Geleceğin Bütün Çiçekleri Bugünün Tohumları İçinde”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2017/08/30/gelecegin-butun-cicekleri-bugunun-tohumlari-icinde/.
[23] “Modern İpek Yolu projesi: Beklentiler ve kuşkular” (2017), DW, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.dw.com/tr/modern-ipek-yolu-projesi-beklentiler-ve-ku%C5%9Fkular/a-38832963.
[24] “Modern İpek Yolu projesi: Beklentiler ve kuşkular” (2017), DW, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://www.dw.com/tr/modern-ipek-yolu-projesi-beklentiler-ve-ku%C5%9Fkular/a-38832963.
[25] Aktaran: Keith Johnson (2016), “China’s New Silk Road Into Europe Is About More Than Money”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2016/06/01/chinas-new-silk-road-into-europe-is-about-more-than-money/.
[26] Balbina Hwang (2017), “What South Korea Thinks of China's 'Belt and Road'”, The Diplomat, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://thediplomat.com/2017/01/what-south-korea-thinks-of-chinas-belt-and-road/.
[27] Joshua Eisenman & Devin T. Stewart (2017), “China’s New Silk Road Is Getting Muddy”, Foreign Policy, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: http://foreignpolicy.com/2017/01/09/chinas-new-silk-road-is-getting-muddy/.
[28] “How will a modern Silk Road affect China’s foreign policy?” (2015), World Economic Forum, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://www.weforum.org/agenda/2015/10/how-will-a-modern-silk-road-affect-chinas-foreign-policy/.
[29] Pepe Escobar (2015), “The Geopolitical Big Bang You Probably Don’t See Coming”, The Nation, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://www.thenation.com/article/the-geopolitical-big-bang-you-probably-dont-see-coming/.
[30] Gal Luft (2016), “China’s Infrastructure Play”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 23.12.2017, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/asia/china-s-infrastructure-play.

22 Aralık 2017 Cuma

Çin Halk Cumhuriyeti’nin Afrika Açılımı


Son dönemde yaptığı ekonomik ve dış siyaset hamleleriyle dünya basınında adından sıklıkla söz ettiren Çin Halk Cumhuriyeti, “Tek Kemer, Tek Yol” sloganıyla duyurulan ve Çin’in 21. yüzyıl siyasetine damgasını vuracak Yeni İpek Yolu projesi dışında, birkaç yıl önce başlattığı Afrika açılımı ile de dikkatleri üzerine çekmektedir. Hatta Amerikalı gazeteci Howard French’in de iddialı bir şekilde ifade ettiği üzere, Afrika, son yıllarda adeta “Çin'in ikinci kıtası” hâline gelmiştir.[1] Bu yazıda, Çin’in Afrika açılımı hakkında Türkiye ve dünya basınında yazılanlar özetlenecektir.

Çin’in Afrika’daki yatırımları hızlı ve istikrarlı şekilde yükseliyor

Çin’in son yıllarda Afrika’daki yatırımları 200 milyar doları aşmış ve bu ülkeyi, “kara kıta”da, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nden bile daha önemli bir aktör haline getirmiştir.[2] Thomson Reuters ve Dünya Bankası’nın yaptıkları hesaplamalara göre; Çin, Sahra Altı Afrika’sı ülkelerinin toplam ihracatında yüzde 15-16, ithalatında ise yüzde 14-21 paya sahiptir.[3] Çin’in Afrika kıtasını hedef seçmesi ise tesadüfi değildir. Afrika kıtası, henüz sanayileşmemiş ve bakir yeraltı kaynakları ile birlikte ucuz işgücüne sahip olan ülkeleri ve altyapı eksiklikleri nedeniyle Çin’in büyümeye dayalı ekonomik modelini sürdürebilmesi adına doğru bir seçimdir. Afrika’daki enerji kaynakları sayesinde ekonomik büyümesini sürdürmeyi amaçlayan Pekin, kendisine yönelik önyargılı yaklaşımların az olduğu bu kıtada siyasal açıdan da özgüven kazanmakta ve dünya liderliği hedefi için hem ekonomik, hem de siyasal olarak ileri hamle yapmaktadır. Nitekim Çin, Batılı ülkelerin geçmişte uyguladığı apartheid benzeri ırkçı, ayrımcı ve emperyalist politikalara tepkilerin yoğun olduğu bu kıtada yaptığı yatırımlarla, dünyadaki diplomatik desteğini de arttırmayı amaçlamakta ve bunu büyük ölçüde başarmaktadır. Üçüncü dünyacı bir söylem ve Marksist prensiplerle (Maoizm) kurulan Çin, günümüzde piyasa ekonomisinin dünyadaki bir numaralı savunucusu haline gelse de, dış politikada anti-emperyalizm ve üçüncü dünyacı söylemleriyle bir nebze olsun güç ve destek sağlamayı başarmaktadır.[4] Bu nedenle, “beyaz dünya”nın şerrinden en çok çekmiş kıtalar olan Latin Amerika ve Afrika’da Çin’e verilen destek hayli yüksektir.

Daha şimdiden birçok Afrika ülkesinde Çin’in payı toplam ihracatın yüzde 20’sini aşmıştır.

Bu ilişkilerin ilginç bir de tarihi bulunmaktadır. Pekin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Tayvan yerine kendisini tanımayı tercih eden Afrika ülkelerini ödüllendirmiş ve başlarda sadece bu ülkelerle sıcak ilişkiler geliştirmiştir. 1970-1975 yılları arasında inşa edilen Tanzanya-Zambiya demiryoluna Çin’in katkı vermesiyle başlayan daha yoğun ve sıcak ilişkiler ise, kısa sürede derinleşmiş ve 2006 yılında 48 Afrika ülkesinin siyasi liderlerinin katılımı ile düzenlenen Çin-Afrika Forumu ile daha görünür hale gelmiştir.[5] Denilebilir ki, 2006 Çin-Afrika Forumu ile Pekin Afrika’daki “büyük oyun”a dâhil olmuştur. Nitekim Afrika’daki Çinli nüfusu son yıllarda 1 milyonu aşmış[6] ve Çinli firmalar Afrika ülkelerinin altyapı hizmetlerini üstlenmeye ve özellikle madencilik ve enerji sektörlerinde bu kıtada önemli yatırımlar yapmaya başlamışlardır. Sudan ve Angola’dan petrol, Zambiya’dan bakır, Gabon’dan mangan ve Kongo’dan kereste ithal eden Çin, yatırımlarının yanı sıra birçok ülkeyle karşılıklı vergi muafiyeti anlaşması da imzalamaktadır.[7] Dünyanın en büyük enerji tüketicisi durumundaki Pekin, bu sayede ucuz enerji kaynaklarına ulaşmayı başarabilmektedir.[8] Ancak bu kıtada Fransa, ABD, İngiltere (Birleşik Krallık) ve son dönemde Brezilya ve Türkiye gibi başka etkili aktörler de bulunmaktadır.

Cibuti haritası

Çin, ayrıca askeri olarak da son dönemde Afrika’daki varlığını arttırmaktadır. Nitekim ülkenin ilk denizaşırı askeri üssü, kısa bir süre önce Doğu Afrika’daki küçük ama Aden Körfezi ve Kızıldeniz’in birleştiği noktada stratejik açıdan önemli bir ülke olan Cibuti’de açılmıştır.[9] Aden Körfezi ve Somali sularındaki BM Barış Gücü ve insani yardım faaliyetlerine katkı sağlama amacıyla açılan üs, Çin Halk Kurtuluş Ordusu - PLA’nın 90. kuruluş yıldönümü olan 1 Ağustos itibariyle (2017) hizmete başlamıştır.[10] Eritre, Etiyopya, Somali ve Yemen’le komşu olan Cibuti, korsanların uğrak noktalarından birisi olarak dikkat çekmekte ve bu da Çin’in askeri üssünün kuruluşunu gerekçelendirebilmesini sağlamaktadır.[11] Ancak Cibuti’de ABD ve Fransa başta olmak üzere başka ülkelerin de askeri üslerinin bulunması[12], gelecekte ilişkilerin gerilmesi durumunda bu ülkede yaşanabilecek rekabet ve çatışma riskini gündeme getirmektedir.

Çin’in Afrika kıtasında izlediği politikaların ekonomi temelli olduğu ve ülkelerin iç işlerine karışmama prensibini Pekin’in daima koruduğu gözlemlenmektedir. Ancak son olarak Zimbabve’de yaşanan ve Robert Mugabe’nin istifasıyla sonuçlanan darbe sürecinde Çin’in etkili olmuş olabileceği iddiaları, son dönemde iyice güçlenen Çin’in artık ülkelerin iç politikaları konusunda da daha atak davranmaya başlayabileceği görüşüne bir kanıt olarak öne sürülebilir. Zira darbe yaşanan Zimbabve’de ordunun başında bulunan Genelkurmay Başkanı General Constantine Chiwenga, darbenin hemen öncesinde bir Çin gezisi gerçekleştirmişti.[13] Bunun rutin bir ziyaret olduğu ifade edilse de, Çin’in, her güçlenen ve özgüveni artan devlet gibi daha atak bir dış politikaya yönelmiş olabileceği de yabana atılmaması gereken bir ihtimal olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çin’in Afrika’daki algısı hakkında Afrobarometer’ın yaptığı bir çalışma

Çin’e Afrika’daki bakışın genel anlamda olumlu olduğu görülmektedir. Afrikalıların yaklaşık üçte ikisi (% 63) Çin’in Afrika’daki yatırımları ve girişimlerine pozitif bakmakta ve yalnızca yüzde 15’lik bir kitle bundan rahatsızlık duymaktadır. Çin’e en sıcak bakan ülkeler ise; Mali (% 92), Nijer (% 84) ve Liberya’dır (% 81).[14] Afrikalılar arasında ABD’nin gelişim modeli yüzde 30’luk destekle birinci sıradayken, Çin de yüzde 24’lük destekle hemen ikinci sıradadır. Üstelik Afrikalı Amerikalı popüler bir Başkan olan Barack Obama dönemi sonrasında başa geçen Donald Trump’ın Başkanlığı sırasında ABD’nin Afrika’daki popülaritesinde düşme olabileceği de düşünülürse, Çin’in ABD ile mücadelesinde gelecek yıllarda Afrika özelinde daha da güçlenme potansiyeli çok güçlü gözükmektedir. Hatta Orta Afrika’da, daha şimdiden, Çin, ABD’den daha popüler durumdadır.[15] Eski Fransız kolonilerinde ise Fransa’nın popülaritesi Çin’in epey önünde gözükmektedir. Çin’in Afrika ülkelerinde toplumun yaşam standartlarını yükselten altyapı hizmetlerini üstlenmesi de Afrikalıların yüzde 56’sı açısından çok olumlu bir özelliktir ve bu ülkenin halk nezdinde saygın bir konuma yükselmesine neden olmaktadır. Çin’in Afrika’daki olumsuz şöhreti ise, tüm dünyada olduğu gibi, ucuz işgücüne dayalı seri üretim modeli nedeniyle düşük kalitede mallar ürettiği şeklindedir. Ayrıca Nijerya’nın eski Merkez Bankası guvernörü Sanusi Lamido Sanusi’nin belirttiği, “Çin de Afrika’da ABD, Rusya, İngiltere ve Brezilya gibi kendi çıkarları doğrultusunda bulunan bir rakiptir” görüşü zamanla Afrika ülkelerinde yaygınlaşabilir.[16] Düşük işçi ücretleri ve çevre kirliliği gibi konu başlıkları da, Eleanor Albert’in CFR için hazırladığı Çin’in Afrika açılımı raporuna girmiş ve bu ülkenin Afrika’da ilerleyen yıllarda karşısına eleştirel olarak çıkarılabilecek olan bazı hususlardır. Ancak Çin’in 2015 yılında Afrika'nın kalkınması için 60 milyar dolarlık yatırım yapma sözü vermesi ve Güney Sudan’da başarıyla gerçekleştirdiği barış koruma misyonu, bu ülkenin prestijinin ilerleyen yıllarda azalacağına daha da artacağına işaret etmektedir.[17] Nitekim Basel Üniversitesi Afrika Çalışmaları Merkezi’nden Ufuk Tepebaş’a göre, Çin hükümeti, çeşitli burslar ve kültürel çalışmalarla Afrika’daki yumuşak güç unsurlarını da hızla geliştirmektedir.[18]

Sonuç olarak, Çin’in 2008 küresel ekonomik krizi sonrasında Latin Amerika ve Doğu Asya ile birlikte Afrika’nın en büyük ticari aktörü haline gelmesi, bu ülkenin gelecek adına çok sağlam ve planlı adımlar attığının kanıtı olarak görülmesi gereken önemli verilerdir. Ucuz ve kalitesiz olduğu iddia edilen mallarıyla Batı dünyasında eleştirilse de, Çin, bu kıtalarda artık net bir teknoloji ve sermaye kaynağı olmuştur. Çin’in emperyalizm geçmişinin olmaması bu ülkeyi Afrika’da olumlu karşılanan bir devlet konumuna getirmesine karşın, Çin kültürünün kendisine özgü yapısı ve Çin’in tek partili otoriter yönetim modeli, bu ülkenin küresel bir güç olması yönündeki en büyük engellerdir. Ayrıca Çin'in Afrika açılımına dünyanın geri kalanından da destek verilmesi gerekmektedir; zira Çin'in Afrika ülkelerinin altyapı hizmetlerini geliştirmesi ve bu ülkeleri yaşanabilir daha hale getirmesi, kaçak göç konusunda sürekli rahatsızlıklarını dile getiren Avrupa ülkeleri ve ABD'ye de rahat bir nefes aldıracak ve Batı ülkelerinde aşırı sağın yükselişini -göçün azalması durumunda- dizginleyebilecek olan olumlu bir gelişmedir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Richard Javad Heydarian (2015), “Çin’in Afrika atılımı”, Al Jazeera Türk, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/cinin-afrika-atilimi.
[2] John Lee (2015), “China Comes to Djibouti”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/east-africa/2015-04-23/china-comes-djibouti.
[3] Eleanor Albert (2017), “China in Africa”, CFR, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://www.cfr.org/backgrounder/china-africa.
[4] Richard Javad Heydarian (2015), “Çin’in Afrika atılımı”, Al Jazeera Türk, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://www.aljazeera.com.tr/gorus/cinin-afrika-atilimi.
[5] “Çin’in gözü Afrika’nın kaynaklarında” (2015), Dünya, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://www.dunya.com/dunya/cinin-gozu-afrikanin-kaynaklarinda-haberi-301936.
[6] Ulaş Başar Gezgin (2016), “Çin’in Afrika Yatırımları: Afrika’da 1 Milyon Çinli”, Çin Hakkında Her Şey, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://www.cinhh.com/cinin-afrika-yatirimlari-afrikada-1-milyon-cinli/.
[7] “Çin’in gözü Afrika’nın kaynaklarında” (2015), Dünya, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://www.dunya.com/dunya/cinin-gozu-afrikanin-kaynaklarinda-haberi-301936.
[8] Eleanor Albert (2017), “China in Africa”, CFR, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://www.cfr.org/backgrounder/china-africa.
[9] Ben Blanchard (2017), “China sends troops to open first overseas military base in Djibouti”, Reuters, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://uk.reuters.com/article/uk-china-djibouti/china-sends-troops-to-open-first-overseas-military-base-in-djibouti-idUKKBN19X04I.
[10] “Çin’in ilk yurt dışı askeri üssü Cibuti’de faaliyete geçti” (2017), AA, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://aa.com.tr/tr/dunya/cinin-ilk-yurt-disi-askeri-ussu-cibutide-faaliyete-gecti/873707.
[11] Ulaş Başar Gezgin (2016), “Çin’in Afrika Yatırımları: Afrika’da 1 Milyon Çinli”, Çin Hakkında Her Şey, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://www.cinhh.com/cinin-afrika-yatirimlari-afrikada-1-milyon-cinli/.
[12] Tomi Oladipo (2015), “Why are there so many military bases in Djibouti?”, BBC, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://www.bbc.com/news/world-africa-33115502.
[13] “Zimbabwe crisis: Did China give nod to army takeover?” (2017), The Telegraph, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://www.telegraph.co.uk/news/2017/11/15/zimbabwe-general-visited-beijing-just-days-executing-coup/.
[14] Mogopodi Lekorwe & Anyway Chingwete & Mina Okuru & Romaric Samson (2016), “China’s growing presence in Africa wins largely positive popular reviews”, Afrobarometer Dispatch No. 122, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://afrobarometer.org/sites/default/files/publications/Dispatches/ab_r6_dispatchno122_perceptions_of_china_in_africa1.pdf.
[15] Mogopodi Lekorwe & Anyway Chingwete & Mina Okuru & Romaric Samson (2016), “China’s growing presence in Africa wins largely positive popular reviews”, Afrobarometer Dispatch No. 122, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://afrobarometer.org/sites/default/files/publications/Dispatches/ab_r6_dispatchno122_perceptions_of_china_in_africa1.pdf.
[16] Eleanor Albert (2017), “China in Africa”, CFR, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://www.cfr.org/backgrounder/china-africa.
[17] “Çin ordusu Afrika'da” (2017), OdaTv, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: https://odatv.com/cin-ordusu-afrikada-1207171200.html.
[18] Ufuk Tepebaş (2011), “Yükselen Çin`in Afrika Politikaları”, TASAM, Erişim Tarihi: 22.12.2017, Erişim Adresi: http://www.tasam.org/Files/Icerik/File/yukselen_cinin_afrika_politikalari_be95dd7b-06fd-4d60-a3de-91c8167dce64.PDF.

18 Aralık 2017 Pazartesi

Michael Roskin’e Göre Rusya Tarihi ve Rus Siyasi Kültürü


Giriş
Dünya siyasetinin en önemli aktörlerinden olan Rusya Federasyonu, kendisine özgü siyaseti, tarihi ve siyasi kültürüyle de dünyada ilgi çeken bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür eserinden[1] özetle, Rusya tarihi ve siyasal kültürüne dair bazı önemli konular incelenecektir.

Rusya: Ana Hatları


Günümüzün Rusya haritası

Michael G. Roskin’e göre; Rusya’nın en temel özelliği, Asya’nın kuzey yarısı boyunca Pasifik’e kadar 11 saat dilimini içine alan uçsuz bucaksız bir ülke olmasıdır. Haritası incelendiğinde, Rusya’nın ancak çok küçük bir bölümünün Avrupa’da yer aldığı kolaylıkla fark edilecektir. Dolayısıyla, Rusya, temelde bir Asya devletidir. Rusya’nın bu devasa coğrafyası, tarih boyunca bu ülkeyi bir arada tutmayı zor kılmış ve otoriter yönetimleri, hatta yeri geldiğinde tiranlık yönetimlerini bile meşru ve gerekli hale getirmiştir.

Rusya’nın bir diğer önemli karakteristiği ise, kuşkusuz zor iklimidir. Napolyon’dan Hitler ordularına kadar birçok askeri güç, geçmişte Rusya’yı işgal etmeyi başarmalarına karşın, soğuk iklim koşulları nedeniyle bu ülkeyi zapt etmekte başarısız olmuşlardır. Sert iklimin getirdiği zor şartlar, Rusya’da tarım yapmayı ve yaşamayı da zorlaştırır. Bu nedenle, Rusya’da nüfusun büyük bölümü ülkenin Avrupa kısmında yani Ural Dağları’nın batısında yaşamaktadır. Çarlık döneminde denenen Sibirya’ya nüfus yerleştirme planları ise şimdiye kadar başarılı olamamıştır.

Rus jeopolitikasında bir diğer çok önemli mesele ise, açık denizlere ulaşma isteğidir. Deli (Büyük) Petro döneminde Baltık Denizi’ne çıkabilmek için İsveçlileri, Karadeniz’e ulaşmak için de Türkleri mağlup eden Ruslar, daima güneydeki sıcak denizlere inmek ve dışarıya açılmak için büyük çaba göstermek zorunda kalmışlardır. Bugün de, Rusya’nın Suriye politikasındaki ısrarını anlamak için, bu ülkenin tarihsel birikimi ve kolektif hafızasında yer eden açık denizlere inme düşüncesini ve Akdeniz’in önemini anlamak gerekir.

Bunların dışında, Rusya demek, kuşkusuz önce Slavlık demektir. Bugün Rusya’da farklı etnik kökenden gelen milyonlarca vatandaş ve yine milyonlarca Müslüman bir arada yaşasalar da, tarih boyunca Slavlık ve Rusça, Rusya ve Ruslar için temel kimlik unsurları olmuştur. Kiril alfabesi kullanan Ruslar, Rusça dili ve Rus edebiyatı sayesinde, dünya kültür ailesinin de önemli ve kendisine özgü bir üyesi olmayı başarmışlardır. Rusça, Kiril alfabesi ve Ortodoks inancı, Rusların Avrupalılardan farklı bir kimliklerinin oluşmasına da büyük katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, Avrupa’da Katolik ve Protestan nüfus üzerinde etkili olan birçok düşünce, Rusya’ya son derece geç ve sınırlı ölçüde tesir edebilmiştir. Rusya’nın Avrupa’ya kıyasla bu “geç kalmışlık” ve hatta geride kalmışlık durumunu Moğol ve Tatar istilalarına bağlayan bazı tarihçiler de vardır.

Rusya Tarihi


İvan Grozni

Rusya’nın tarihi, 9. yüzyıldaki İskandinav Varekler tarafından kurulan Kiev Knezliği’ne kadar uzansa da, modern Rus devletinin ortaya çıkışı 16. yüzyılda Moskova Knezliği’nin Korkunç İvan (İvan Vasiliyeviç-İvan Grozni)  döneminde güçlü bir vergi toplayıcı haline gelmesiyle başlar. Kendisine “Tsar” (Çar) tacı giydirten İvan, Rusya’yı Hazar Denizi’ne ve Sibirya’ya kadar genişletmeyi başarmış ve modern bir devlet aygıtının temellerini atmıştır. İvan Grozni, hem cani, hem de başarılı bir yöneticiydi; devlet işlerinde kaba kuvvet kullanmasıyla, Rus devlet yönetimi ve siyasal kültüründe bugün bile etkili olan güçlü bir miras bıraktı. Rus soyluları ve toprak sahipleri olarak nitelendirilen boyarlar onunla çatışmaya girince, İvan, gizli polisi Oprichnina vasıtasıyla onları ya idam ettirdi, ya da sürgüne gönderdi. O zamandan beri, Rusya’da soylular ciddi bir siyasal misyon ve özerk bir rol üstlenemediler. Korkunç İvan yönetiminde Fransa’ya benzer bir otokrasi ve merkezi krallık haline gelen Rusya, buna karşın çoğulculuk ve sınırlı devlet gibi konularda Avrupa monarşilerinden oldukça geride kalmıştır. Ayrıca Rusya’da otokrasiye ve devletçiliğe duyulan güvenin temelinde, devletin zayıf düştüğü dönemlerde yaşanan olumsuz tecrübelerin büyük etkisi vardır. Nitekim 17. yüzyılın başında yaşanan “Sıkıntı Devri”, buna iyi bir örnektir. Bu dönemde, Rusya, Polonyalı istilası, iç savaşlar ve eşkıyalık gibi nedenlerle zayıf düşmüştür. Rus Ortodoks Kilisesi’nin otokrasinin temel direği haline gelmesi de bu döneme rastlar; Çar, “sezaropapizm” denen bir model doğrultusunda Devlet Başkanı ve Kilise’nin başı görevlerini birleştirmiştir.

Büyük Petro

“Büyük” veya “Deli” lakaplarıyla bilinen I. Petro 1682’de tahta çıktığında, Rusya, Avrupa ülkelerinden çok geride kalmıştı. Petro, Rusya’yı modernleştirmek konusunda hızlı bir atağa kalktı. Avrupa’yı ziyaret eden ilk Çar olan Petro, ülkesine Baltık’ta bir çıkış noktası sağlamak için İsveçlileri püskürttü ve Amsterdam’ı örnek alarak St. Petersburg’u (bir dönemdeki adıyla Leningrad) inşa ettirdi. Petro, idari sistem konusunda ise İsveçlileri örnek aldı ve ülkesini -her birini soylu bürokratların denetlediği- illere, ilçelere ve bucaklara böldü. Soylulara devlete hizmet etme zorunluluğu getiren Petro, bu sayede devleti toplumla ya da en azından soylularla bütünleştirmeyi başardı. Petro, zorla modernleşme modeliyle Rusya’yı Avrupa standartlarına yakınlaştırdı; ama aynı zamanda ağır vergi yükü altında ezilen köylülerin de canına okudu. Bu zorla modernleşme geleneği, Rusya’da Petro’dan itibaren uzun süre devam etmiştir. 

Napolyon Bonapart’ın 1812’de Moskova’yı işgal etmesi, Rus entelektüellerin ülkelerinin Avrupa'dan çok geride kaldıklarını anlamalarına yardımcı oldu. Avrupa’daki siyasal fikirler bu dönemde ilk kez Rus coğrafyasına girmeye başladı. Anayasal monarşi talepleri ve sonrasında farklı çizgilerdeki liberal veya sosyalist düşünce grupları Rusya’da etkili olmaya başladı. Bu dönemden itibaren, Rusya’da daima rekabet halinde olan iki temel entelektüel ve siyasi grup ortaya çıkmıştır: Batıcılar ve Slavcılar. Slavcılar veya Slavofiller, Batıcıları manevi açıdan sığ ve maddeci olarak gören, Ortodoks inancında ve romantik milliyetçi çizgide bir gruptur. Onlar, Rusya’nın kendi modernleşmesini Avrupa’yı örnek almadan ve kendi kurumları aracılığıyla yapmasını savunuyor ve yüzlerini Doğu’ya dönmeyi istiyorlardı. Batıcılar ise, Avrupa modernleşmesini ve Avrupalı devletleri örnek alan daha seküler ve liberal çizgideydi. Bugün de Slavcı geleneği Avrasyacılar, Batıcı geleneği ise liberaller temsil etmektedir. Rus Çarları, bu yıllarda Slavcı çizgiye hep daha yakın durdular ve 19. yüzyıl boyunca anayasal monarşi olma taleplerini bastırdılar. En özgürlükçü Çar kabul edilen II. Aleksandr bile, yalnızca sınırlı bazı reformlar yapmayı başarabilmiş ve 1861’de serfleri kölelikten kurtaran ünlü Kurtuluş Fermanı’nı yayınlamıştır. Ayrıca Zemstvo adı verilen ilçe ve il meclisleri kurdurmuş, ama serflerin ekonomik köleliği aslında bu dönemde de devam etmiştir. Batıcılığın ağır bastığı Rus entelijansiyası ise, yapılan bu reformları yetersiz bulmuş ve sağlanan özgürlük ortamında daha fazla reform talep etmiştir. Narodnikler gibi radikal muhalefet unsurları ise, bu ortamda köylülerle bütünleşerek şiddet eylemlerine girişmeye kalktılar. Hatta 1881’de Narodnaya Volya (Halkın İradesi) adlı bir devrimci grup Çar’ı öldürmeyi bile başardı. 19. yüzyıl, Rusya’nın aslında her alanda geliştiği bir asırdır; sanayi kurulmaya başlanmış, demiryolları inşa edilmiş, entelektüel alanda büyük atılımlar yapılmıştır (Klasik kabul edilen Rusya edebiyatı, neredeyse tamamen bu dönemdeki eserlerden oluşur). Ancak siyasal alanda reformlar gerçekleştirilememiş ve genelde hareketsiz kalınmıştır. Bu nedenle, reformların başarısız kaldığı bir ortamda, radikal ve devrimci hareketlere uygun bir ortam oluşmaya başlamıştır. 

Vladimir Lenin

Uzun yıllar Marksizm’in anavatanı olan Rusya, ilginç bir şekilde Karl Marks’a göre devrim koşullarının en yetersiz olduğu ve kapitalistleşmeye henüz yeni başlamış bir ülkeydi. Marks, işçi devrimini ABD ve İngiltere gibi kapitalist ülkelerde bekliyordu. Bolşevik lideri Vladimir İlyiç Lenin ise, “en zayıf halka” teorisi doğrultusunda, emperyalizmin etkisinden uzak olan Rusya’yı devrim için ideal yer olarak görüyordu. Nitekim Rus entelektüeller de zaman içerisinde Marksizm’e büyük ilgi gösterdiler ve katkılar yaptılar. Ancak Marksistlerin görüşleri kendi aralarında ayrışıyordu. Bazı Marksistler, Marksizm’e geçmeden önce Rusya’nın kapitalizm dönemi geçirmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bir diğer grup, Avrupalı sosyal demokrat ve sosyalistlere benzer şekilde işçi ve çalışan haklarına vurgu yapıyor ve bunların iyileştirilmesi gerektiğine dikkat çekiyorlardı. Leninizm doğrultusunda hareket eden Bolşevikler ise, bir işçi devrimiyle iktidarı ele geçirmek ve devleti sosyalizme ulaşmak için araçsallaştırmayı savunan küçük bir gruptu. Çar’ın gizli polisi Okhrana’nın sızma girişimlerine karşın, Zürih merkezli Iskra (Kıvılcım) dergisi etrafında kümelenen ve Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kuran Bolşevikler, zamanla etkili bir grup haline gelmeye başladı. O dönemde, Sergei Eisenstein’ın “Potemkin Zırhlısı” filmine de konu olan 1905 Devrimi yaşandı. Rus-Japon Savaşı sırasında, deniz birlikleri ve işçiler ayaklandılar. Çar II. Nikolay boyun eğmek ve ifade, basın ve toplantı özgürlükleriyle birlikte Duma’nın demokratik yollarla seçilmesini kabul etmek zorunda kaldı. Bu sayede, Rusya'da mutlak monarşi bir süreliğine anayasal monarşiye dönüştü. Ancak Çar, kısa sürede verdiklerini geri aldı ve Duma’yı birçok defa feshetti. Duma’nın da etkisiz hale gelmesiyle, Rusya’da radikal ve devrimci hareketlerin önü artık açılmış oluyordu.

Aleksandr Kerenski

Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği
Devrimcilerin beklediği olağanüstü koşullar, Rusya’nın da dâhil olduğu Birinci Dünya Savaşı sırasında oluşmaya başladı. Aslında savaş öncesinde Çarlığın durumu o kadar da kötü gözükmüyordu; ancak savaş döneminde işler kötü gitmeye başladı. Rus ekonomisi çöktü ve birliklerin morali bozuldu. Köylüler, bu fırsattan istifade toprak sahiplerinin mülklerini ele geçirdiler ve hükümeti felç durumuna getirdiler. 1917 Mart’ında ılımlı ve demokrat bir grup iktidarı ele geçirdi ve Çar’ı tahttan indirdi. Batılı liberallere benzeyen bu geçici hükümetin başında Aleksandr Kerenski vardı. Kerenski ve geçici hükümet, Rusya’yı modernleştirmek ve demokratikleştirmek istiyordu. Ancak Batılı müttefiklerine ihanet etmemek için savaştan çekilmeyi göze alamamaları nedeniyle onların da işleri iyi gitmedi ve kısa sürede güçlerini yitirdiler. Bu dönemde ülkesine dönen Lenin ise, “Ekmek, Barış, Toprak” gibi somut ve basit sloganlarla halkın karşısına çıktı ve bir anda toplumsal destek görmeye başladı. Petrograd’da artık hükümetten çok “Sovyet” adı verilen işçi konseyinin sözü geçmeye başlamıştı. Kısa sürede, bu tip “Sovyet” konseyleri, ülkenin her yerinde kurulmaya başlandı. “Bütün Güç Sovyetlere” sloganını benimseyen Lenin, bu dönemde Sovyetleri ülke genelinde, Bolşevikleri de Sovyetler içinde etkin güç kılmaya çalıştı ve bunu büyük ölçüde başardı. Bu sayede, Ekim’de iktidarın Bolşevikler tarafından ele geçirilişi oldukça kolay oldu. Azınlıktaki Bolşevikler, zaferlerini kalabalık olmalarından ziyade, iyi örgütlenmelerine borçluydular. Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması ile savaştan çekilen Bolşevikler, şimdi ülke genelinde kontrolünü sağlamak istiyorlardı. Ancak bir yandan da Kuzey Rusya ve Sibirya’da Amerikan birlikleriyle savaşmak zorunda kalmışlardı. 1918-1920 döneminde, Bolşeviklerin Kızıl Ordusu ile Çarlık yanlılarının Beyaz Ordu’su mücadele ettiler ve sonunda milyonlarca Rus’un ölümüyle neticelenen iç savaşı Bolşevikler (Kızıl Ordu) kazandı. Polonya’yı işgal etmeye çalışan ama başarısız olan Bolşevikler, komünist devrimi bu dönemde Rusya ile sınırlı tutmaya (tek ülkede sosyalizm) razı oldular.

Ekim Devrimi

İç savaş sırasında, Bolşevikler, “savaş komünizmi” adı verilen bir program uyguladılar. Savaş komünizmi, Amerikan hububat yardımlarının da sayesinde büyük bir felakete neden olmadı. Lenin, bu dönemin ardından Yeni Ekonomi Politikası’nı uygulamaya soktu ve sosyalizme çok uzak olduğunu gördüğü Rus halkına yardımcı olmak amacıyla özel girişimlere izin verdi. Bu, yeni devletin devletçi ekonomi prensipleriyle çelişki içerisindeydi ve Stalin döneminde tamamen rafa kaldırıldı. Zaten Lenin de, bunu sosyalizm öncesinde bir ara rejim modeli olarak düşünmüştü. 1928’de Stalin iktidara gelince, Beş Yıllık Kalkınma Planlarını (Gosplan) uygulamaya soktu. Bu dönemde büyük bir kargaşa yaşandı; köylüler topraklarını vermek istemediler ve karışıklık nedeniyle üretimde büyük düşüş yaşandı. Sonuçta, milyonlarca insan açlığa terk edildi ve büyük insani trajediler yaşandı. Sanayileşmeye ağırlık verilen bu dönemde tarım ihmal edilmiş ve Rus halkı beslenme zorluklarıyla yüzleşmiştir. Ancak bazı tarihçiler, bu dönemde yapılan atılımlar sayesinde daha sonra Rusya’nın Nazilere karşı direnebilecek güce ulaştığını iddia etmektedirler. Nitekim 1941’de Almanlar saldırdığında, Ruslar, çok zorlanmalarına karşın sonunda büyük bir zafer kazandılar ve bu sayede İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD ile birlikte süper güç olarak çıktılar. Rusya, İkinci Dünya Savaşı’nda 20 milyonla en fazla kaybı veren ülke olmuş, ama savaştan muzaffer çıkarak, çok önemli bir uluslararası aktör haline gelmiştir. Stalin, 1953’te ölene dek ülkeyi Korkunç İvan’ı anımsatır şekilde demir yumrukla yönetmiş ve yol açtığı büyük insani trajedilere karşın, ciddi ölçüde sanayileşmiş bir imparatorluk yaratmayı başarmıştır. Stalin, savaş dönemi ve sonrasında bunu yaparken, komünist ideolojiden ziyade Rus milliyetçiliği ve yurtsever duyguları kullanmıştır. Kendisi de Gürcü asıllı olan Stalin, Rus tarihinin halen en tartışmalı siyasi figürlerinden birisidir.

Joseph Stalin

Lenin’in kurduğu ama asıl kurumsallaşması Stalin döneminde ortaya çıkan Sovyet Rusya siyasal sisteminde, egemenlik, tamamen Komünist Parti’nin kontrolündeydi. Tek parti iktidarını kuran Komünist Parti, “öncü parti” anlayışı doğrultusunda toplumu ve devleti dizayn etmek ve yönetmek istemiş ve muhalefete asla izin vermemiştir. Parti ile devletin iç içe geçtiği sistemde, hükümetin Bakanlarının çoğu aynı zamanda Parti’nin Merkez Komitesi’nden seçilmekteydi. Dahası, parti üyeliği bile kontrol altındaydı. Sovyetler Birliği nüfusunun ancak yüzde 7’si parti üyesi olabilmişti. Dev bir piramit gibi her kademede örgütlenen parti, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesi doğrultusunda yönetiliyordu. Yaklaşık 5.000 dolayındaki delegeler, 300 tam üye ve 150 aday üyeden oluşan Merkez Komitesi’ni seçmek için birkaç yılda bir birkaç günlüğüne toplanıyordu. İşleri asıl yürüten organ ise Politbüro idi. Politbüro, yaklaşık bir düzine üye ve altı aday üyeye sahip bir karar verme organı, bir nevi hükümetti. Politbüro kararları Merkez Komitesi tarafından otomatik olarak onaylanıyordu. Politbüro’yu yöneten kişi ise, aynı zamanda Devlet Başkanı da olan Genel Sekreter’di. Dolayısıyla, sonuçta herşey bir kişinin iradesine bağlı kılınıyordu. Bu nedenle, bu sistemi diktatörlüğe benzetenler de vardı. Genel Sekreter, tüm devlet ve parti aygıtını kontrol edebiliyor ve kendisine sadık bir apparatchik (apparatçik) seçebiliyordu. 1.500 kişilik devasa Yüksek Sovyet’in ise demokratik bir Meclis olmadığı konusunda herkes hemfikirdi. Yılda birkaç günlüğüne toplanan bu kurul, Avrupa parlamentolarına kıyasla son derece yetkisizdi.

Mihail Gorbaçov

Sovyetler Birliği, birçoklarına göre merkezin çok güçlü olduğu bir federal sistem modeli doğrultusunda kurulmuştur. 15 büyük ulusun kendi Sovyet Cumhuriyetleri bile vardır. Rusya, elbette en güçlü ve büyük cumhuriyet durumundaydı. Sovyet federalizmi, lisan haklarının korunmasını amaçlamıştır. Stalin, “şekil olarak ulusal, içerik olarak sosyalist” şeklinde formüle ettiği bu sisteme göre, her ulusa kültürel özerklik vermiş ve bu sayede ayrılıkçı akımların önüne geçmek istemiştir. Ancak komünistlerin federal denemeleri bugüne kadar hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yugoslavya’da dağılma süreci kanlı, Çekoslovakya barışçıl ve Rusya’da ise kısmen barışçıl olarak yaşanmıştır. Soğuk Savaş süreci boyunca ABD ile kıyasıya bir rekabete giren Sovyetler Birliği, 1970’lerden itibaren ciddi bir stagnasyon dönemi yaşamaya başlamıştır. Mihail Gorbaçov döneminde denenen reformlar (glasnost-şeffaflık adı verilen ifade ve basın özgürlüğü politikaları ve perestroyka-yeniden yapılanma adı verilen ekonomik reformlar) da çare olmayınca, Sovyetler Birliği 1990’ların başında yıkıldı. Ancak bugün bile, Sovyet döneminin olumlu ve olumsuz bazı izlerini Rusya siyasal kültüründe bulmak mümkündür.

Rus Siyasi Kültürü
Rus siyasi kültüründeki en önemli olgu, Rusların komşu devletler ve onların halklarından farklı oluşları ve bunun siyasete etkileridir. Ruslar, Avrupa’daki Katolik ve Protestan ağırlıklı devletler ve halklardan farklılıklarını tarih boyunca korumuşlardır. Komünizm döneminde dinin etkisi sıfırlanmaya çalışılsa da, Ortodoksluk ve Slav milliyetçiliği hiçbir zaman Ruslardan tamamen uzaklaştırılamamıştır. Bu iki kimlik, Rusya Federasyonu döneminde ise hızlı ve istikrarlı bir yükselişe geçmiştir. Nitekim ünlü Amerikalı Siyaset Bilimci Samuel Huntington da, ünlü “Medeniyetler Çatışması” tezinde, Rusya’yı Slav-Ortodoks medeniyeti olarak ayrı bir kutup olarak değerlendirmiştir.

Bir diğer önemli etken, coğrafi faktörler ve tarihsel geri kalmışlık nedeniyle Rus halkının Avrupalı halklara kıyasla çok daha kanaatkâr olmasıdır. Ruslar, iş garantili, düşük standartlı ama öngörülebilir bir hayatı yaşamakta tereddüt etmez ve devletlerine fazla zorluk çıkarmazlar. Çünkü tarih boyunca Rus halkı için bu durum böyle olmuştur. Dolayısıyla, Avrupalı halklara kıyasla, Rus halkını memnun etmek son derece kolaydır. Şu da unutulmamalıdır ki, Sovyetlerin yıkılmasından sonra Rus halkı çok zor zamanlar geçirmiştir. Ekonomik zorluklar ve büyük bir devletin kaybı ardından yaşanan psikolojik travma, Rusları yaklaşık 10 yıl boyunca kendilerine getirememiştir. Bu dönemde kinizm ve umutsuzluk psikolojisi Ruslara hâkim olmuştur.

Vladimir Putin

İşte zaman zaman Batı’ya meydan okuyan politikalarıyla Avrupa’da ve ABD’de eleştiri konusu yapılan Vladimir Putin’in popülaritesini bu noktada anlamak gerekir. Putin, Sovyetlerin yıkılmasının ardından Boris Yeltsin döneminde yaşanan bocalama sonrasında Rusya’yı yeniden ayağa kaldıran ve Ruslara özgüven kazandıran bir lider olduğu için, bazı politikaları kendi halkınca da eleştirilse bile, ülke genelinde büyük destek görmektedir.

Rusya’da sivil toplum olgusu ise Rusya Federasyonu döneminde bile tam anlamıyla gelişememiştir. Devletçiliğin sistemin ve halkın iliklerine kadar işlediği bir kültürde, elbette çoğulcu bir siyasal sistem yaratmak kolay değildir. Bu nedenle, çoğulculuğun olmadığı bir ortamda, demokratik bir rejim kurmak da kolay olmamaktadır. Ayrıca demokrasinin çoğu zaman emperyalist güçlerin Rusya ve müttefiklerini karıştırmak için kullandıkları Batı menşeli bir oyun olarak algılanması da, Ruslar arasında demokrasinin popülaritesini azaltmaktadır. Hakikaten de, Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerde yaşanan demokratikleşme süreçleri (renkli devrimler), demokrasiye geçişle eşzamanlı olarak Rusya’nın güç kaybettiği olaylar olmuştur. Bu nedenle, Rusya, otoriter bir siyasi modeli tercih etmekte hiç tereddüt etmemekte ve dahası, Rus halkı da buna ciddi anlamda destek olmaktadır. Bu durum, Ruslar arasında paranoya benzeri eğilimlere ve komplo teorilerine gösterilen büyük ilgi ve alakaya da neden olmaktadır. Putin döneminde oligarkların güçlerinin siloviki (istihbarat ve güvenlik güçleri) tarafından kırılmasıyla, Rusya’da devlet gücünü dengeleyebilecek tüm unsurlar ortadan kalkmıştır. Buna karşın, Hollywood filmlerine de sıklıkla konu olan Rus mafyası, halen ülkede ve dünyada etkin bir güçtür.

Moskova Merkez Camii

Son dönem Rusya’sında dikkat çeken bir diğer husus ise ırkçılıktır. Komünizme tepkinin de etkisiyle, Rusya’da ırkçı akımlar son yıllarda istikrarlı bir şekilde yükselmektedir. Öyle ki, Rusya, ırkçı düşüncelerle Avrupa’daki aşırı sağ partileri bile etkilemeye başlamıştır. Rus ırkçılığında İskandinav halklarına karşı saygılı bir bakış varken, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk soylu Müslüman halklara daha olumsuz ve önyargılara dayalı bir bakış vardır. Müslüman ailelerin çok çocuk yapmaları ve Çeçenistan’da yaşanan İslami radikalizm kaynaklı terör olayları da bu önyargıları güçlendirmektedir. Ancak Putin döneminde Rusya’da Müslümanları sisteme entegre etmek için ciddi çabalar gösterilmiş ve hatta Avrupa’nın en büyük camisi Moskova’da (Moskova Merkez Camii) açılmıştır. Buna karşın, kendi Müslüman halkları ve eski Cumhuriyetleri de dâhil olmak üzere, Ruslar, dünya genelinde pek sevilen bir millet olmayı bugüne kadar başaramamıştır. Buna karşın, sertlikleri ve güçleriyle her daim korku yaratmayı başarmışlardır.

Sonuç
Slavcılar ve Batıcılar arasındaki tarihsel tartışmaya benzer şekilde, bugün de Rusya’da reformcular ve muhafazakârlar arasında bir rekabet vardır. Ancak reformcuların siyasal arenadaki güçleri son derece sınırlıdır. Nikita Kruşçev ve Mihail Gorbaçov gibi reformcuların geçmişte yaşadıkları ve yaşattıkları hüsranlar nedeniyle, Rus halkı da reformlar konusunda ihtiyatlıdır. Bu nedenle, Rusya’da devletçi ve Avrasyacı güçlerin Putin döneminde ciddi bir sarsıntı yaşanmadığı sürece güçlerini koruması beklenmektedir. Ancak büyük bir kriz durumunda, Rusya’da Batıcı ve reformcular yeniden güç kazanmaya başlayabilirler…


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/cagdas-devlet-sistemleri-amp-siyaset-cografya-kultur/128754.html.

15 Aralık 2017 Cuma

Timothy Snyder’in Chatham House Konuşması


Timothy D. Synder (1969-)[1], yıllardır Yale Üniversitesi Tarih bölümünde ders veren[2] ve İkinci Dünya Savaşı, Holokost ve Orta ve Doğu Avrupa tarihi üzerine uzmanlaşmış önemli Amerikalı bir tarihçi akademisyen ve yazardır. Birçok önemli kitabı bulunan Synder, son olarak On Tyranny adıyla best-seller bir kitaba imzasını atmış[3] ve bu eser Tiranlık Üzerine Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders adıyla -Zeynep Erez tarafından- Türkçe’ye de çevrilmiştir[4]. Synder, geçtiğimiz günlerde İngiltere’nin köklü düşünce kuruluşu Chatham House’da bir sunum gerçekleştirmiş ve kitabında da işlediği “modern otoriteryanizm” (modern authoritarianism) kavramını açıklamaya çalışmıştır. Bu yazıda, Synder’ın Chatham House konuşması özetlenecektir.

Synder’ın yazıda özetlenen konuşması

Timothy Synder, konuşmasına “otoriteryanizm” kavramıyla ne anlatmak istediğini açıklayarak başlamaktadır. Synder’a göre, otoriteryanizm, bir kimsenin kanunların üzerinde olduğu ve yeri geldiğinde kanunları bizzat kendisinin yapabildiği bir sistemdir. Daha sonra, Synder, son dönemde dünyada artış gösteren modern otoriter rejimlerin 1930’ların ideologları ve düşünürlerine yaslanarak yükseldiklerine dikkat çekmekte ve bu düşünürleri örneklendirmektedir. Bu noktada yazarın dikkat çektiği düşünür ise, Rus din ve siyaset felsefecisi Ivan Ilyin’dir (1883-1954). Bolşevizm karşıtı “Russian All-Military Union” hareketinin ideolojik lideri ve muhafazakâr bir teorisyen olan Ilyin, Rus lider Vladimir Putin’in sıklıkla referans yaptığı ve son yıllarda Rus siyasal eliti ve entelektüelleri tarafından adeta yeniden keşfedilen bir kişidir. Synder, "faşist" olarak nitelendirdiği Ilyin’in Putin’in düşüncelerine etkisinden bahsettikten sonra, ABD Başkanı Donald Trump’ın 1940’larda Nazilerle işbirliğini savunan “America First” komitesinin sözcüsü Charles Lindbergh’ten alıntı yaptığına vurgu yapmakta ve modern otoriteryanizmin etkilerinin ABD gibi kökleşmiş bir liberal demokrasiye bile uzanabildiğini göstermektedir.

Bu girişin ardından, Synder, modern otoriter rejimlerin 5 farklı adımda kuruldukları ve güçlendikleri modelini açıklamaya başlamaktadır. İlk adım, devrimler yerine seçimler yoluyla iktidara gelmektir. Yazara göre, otoriter bir hükümetin kurulduğu ülkelerde seçimler devam etse bile, her seçimde demokrasinin kalitesi biraz daha azalmakta ve hangi noktada demokrasiden çıkılıp otoriter rejime geçildiğinin saptanması zor olabilmektedir. Bu noktada Rusya’yı örnek gösteren yazar, bu ülke tarihinde hiçbir zaman tam anlamıyla bir demokrasinin kurulmadığını, ama özgür ve adil seçimler yapılabileceğine dair inancın da son yıllarda kaybolduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla, normalde demokrasinin silahı olan seçimler, ilginç bir şekilde popülist siyasetin başarısı sayesinde otoriter rejimlerin sandık sonuçlarıyla kurulabildikleri bir mekanizmaya dönüşebilmektedir. İkinci adım, gazetecilerin peşinden gitmek ve onları ürkütmektir. Özgür basının ve gazetecilerin olmadığı bir rejim, hiç kuşkusuz olumsuz gelişmelerin halka duyurulmadığı ve farklı ve muhalif seslere yer verilmeyen niteliktedir. Bu durum ise, hiç şüphesiz otoriter yönetimlerin elini kuvvetlendirmektedir. Üçüncü adım, hukuk devleti (rule of law) ilkesini ayaklar altına almaktır. Otoriter rejimlerin kökleşebilmeleri için, hukukun herkese eşit biçimde uygulanmadığının insanlara hissettirilmesi ve kabul ettirilmesi gerekmektedir. Snyder, bu duruma örnek olarak Rusya, Macaristan ve Polonya’yı saymakta ve hukuk devletinin ortadan kaldırılması durumunda bunun yeniden tesis edilmesinin çok zor olduğunu belirtmektedir. Dördüncü adım, Hitler’in Nazi rejimini inşa etmek için kullandığı “Reichstag Yangını” benzeri bir olayla ülkede olağanüstü hâl ilan etmek ve bu ortam içerisinde otoriter rejimi tüm kanun ve unsurlarıyla birlikte inşa etmektir. Rusya’daki Putin rejimi için bu süreç 1999 yılında gerçekleşmiş, Türkiye’de ise geçtiğimiz yıl yaşanan darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hâl rejimi içerisinde yapılmıştır. Bu aşamada 1930’lara kıyasla önemli bir fark ise, o dönemdeki aşırı ideolojik (komünist veya faşist) partilerin aksine, lider odaklı günümüzün modern otoriter partilerinin ideolojik niteliklerinin gevşek olabilmesidir. İki dönemin ortak noktası ise, her iki dönemde de bir şekilde tek parti rejimlerinin hayata geçiriliyor oluşudur. Otoriter rejimleri kalıcı hale getiren beşinci ve son adım ise, otoriter lider ve partilerin hakikati kendi kontrollerine almaları ve dünyayı onların gözünden görmemizi zorunlu hale getirmeleridir. Bunu yaparken, otoriter rejimler ilginç bir yol takip etmekte ve Timothy Synder’in “deliberate uncertainty” (kasıtlı belirsizlik) adını verdiği politikalar doğrultusunda, tüm medya kuruluşlarına karşı vatandaşlara güvensizlik aşılamaktadırlar. Bu güvensizliğin sonucu ise, ABD örneğinde “Netflix ve kanepe” (Netflix and the couch) adı verilen şekilde vatandaşların siyaset kurumundan soğumaları ve siyasete ilgisiz hale gelmeleridir. Kendilerini tarafsız addeden tüm medya kuruluşlarını itibarsızlaştıran otoriter rejime yandaş medya kuruluşları, kendilerini ise “dürüst” olarak ortaya koyarak bu şekilde rejim üzerinde söz sahibi olabilmekte ve yönetimin gücünü pekiştirmektedirler. Bu doğrultuda bir diğer yöntem ise, medya yoluyla siyasi kurguya dayalı gerçek-dışı bilgilerin topluma kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Bu duruma örnek olarak ABD Başkanı Donald Trump’ın önceki Başkan Barack Obama’nın Afrika’da doğduğunu iddia etmesini (Cumhuriyetçi Parti destekçilerinin yarısı bunun doğru olduğuna inanmaktadır), Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sırasında 3 yaşında bir Rus çocuğunun Ukraynalılar tarafından çarmıha gerildiğinin Rus televizyonundan duyurulmasını ve Polonya’da 2010 yılında Devlet Başkanı Lech Kaczynski’nin uçağının Rusya’nın Smolensk havalimanına yaklaşırken düşürülmesinin Ruslar tarafından yapıldığının iddia edilmesini gösteren Synder, bu gibi olayların seçmenleri çok ciddi biçimde kutuplaştırdığını ve siyasetin temel parametresini sağ-sol, değişimci-muhafazakâr gibi değerlerden çıkararak, bu iddialara inananlar-inanmayanlar temelinde oluşturduğunu söylemektedir.

Konuşmasının sonraki bölümünde, Snyder, “sadopopulism” (sadopopülizm) kavramını gündeme getirmektedir.[5] Klasik “popülizm” kavramıyla elitleri hedef alan tabandan gelen değişimci siyasetlerin kastedildiğini hatırlatan yazar, “sadopopülizm” kavramıyla ise muğlak ve hatta bazen seçmenlerin kendi aleyhlerine olan siyasetlerin halka kabul ettirildiğine dikkat çekmektedir. Snyder, Rus lider Vladimir Putin ve ABD Başkanı Donald Trump’ın iktidara yürüyüşleri arasında paralellikler kurmakta ve her ikisinin de güç odaklarına karşı (Putin örneğinde oligarklar, Trump örneğinde ise Hillary Clinton ve küresel destekçileri) alternatif bir güç odağı oluşturarak halktan destek bulduklarını belirtmektedir. Bu durumun toplumsal eşitsizliklerden beslendiğinin de altını çizen Snyder, otoriter liderlerin belli toplumsal gruplarla özdeşleşim kurmasının ve onları popülist argümanlarla kendilerine bağlamalarının da bu noktada çok etkili olduğunu söylemektedir. Örneğin, yazara göre, Donald Trump’a oy veren beyaz Amerikalıların birçoğu, ülkelerinde beyazlara yönelik ırkçılığın Afrikalı Amerikalılara yönelik ırkçılıktan fazla olduğuna gerçekten de inanmaktadırlar. Böyle bir durumun gerçekte olmadığını söyleyen Timothy Synder, buna karşın Trump’ın bu gibi kurguya dayalı bilgileri kullanarak geniş bir kitleyi etkisi altına alabildiğini göstermektedir. Bu yöntemle yaratılan yapay krizlerle gerçek siyaset konularının gözden kaçırıldığını da söyleyen Snyder, ABD’de Başkan Trump’ı destekleyen kitlelerin Başkan’ın yapmak istediği vergi reformu ve sağlık sistemi değişikliğinden en olumsuz yönde etkilenecek grup olmasına karşın onu desteklemeye devam etmelerini, sadopopülizmin somut bir başarısı olarak ortaya koymaktadır. Rusya’da Putin rejiminin Suriye ve Ukrayna krizleri gibi olayları benzer şekilde (adeta bir gösteri ve propaganda platformu) kullandığına vurgu yapan Amerikalı akademisyen, bu sayede Rusya vatandaşlarının sorunlarının çözümüyle alakalı gerçek siyaset konularından uzak tutulduklarını vurgulamaktadır. Meselenin bir diğer boyutu ise, Rusya’da başarılı olan bu modelin ABD gibi demokratik bir ülkede nasıl başarılı olduğu ve Donald Trump gibi Başkan seçilmesine kimsenin ihtimal bile vermediği bir siyasetçinin Hillary Clinton gibi bir favoriyi yenerek seçilebildiğidir. Bu noktada, yazar, ABD’deki gelir adaletsizliğinin son yıllarda Rusya’daki gibi olumsuz seviyelere geldiğini belirtmektedir. Avrupa’daki aşırı sağ partilerin AB (Avrupa Birliği) karşıtı retorikleriyle kazandığı başarılara da dikkat çeken Amerikalı konuşmacı, Avrupalı sağ ve aşırı sağ siyasetçilerin çok sık vurgu yaptığı ulus-devlet modelinin aslında Avrupa tarihinde hiçbir zaman uzun süreli olarak var olmadığını ve Avrupa tarihinin daha çok imparatorluklar ve entegrasyon tarihi olduğunu iddia etmektedir.

Konuşmasının son bölümünde otoriter liderlerin “masculinity” (maskülinite, erkeklik) olgusunu siyasette çok başarılı şekilde kullandıklarına dikkat çeken Snyder, sözlerini modern otoriter rejimlerde kullanılan korku ve endişe politikalarının başarısına vurgu yaparak sonlandırmaktadır. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Web sitesi için - http://timothysnyder.org.
Wikipedia - https://en.wikipedia.org/wiki/Timothy_D._Snyder.
[2] Bakınız; https://history.yale.edu/people/timothy-snyder.
[3] Bakınız; https://www.amazon.com/Tyranny-Twenty-Lessons-Twentieth-Century/dp/0804190119.
[4] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/tiranlik-uzerine-amp-yirminci-yuzyildan-yirmi-ders-/422752.html.
[5] Bu konuda yazarın başka bir konuşması için; https://www.youtube.com/watch?v=oOjJtEkKMX4.

12 Aralık 2017 Salı

Jonathan Powell’ın Chatham House Konuşması


Jonathan Powell (1956-)[1], ülkesi Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi (Labour Party) lideri Tony Blair’in iktidarı (1997-2007) döneminde Başbakan Danışmanlığı görevinde bulunmuş olan deneyimli bir İngiliz diplomattır. Powell, bu dönemde devletinin Kuzey İrlanda konusunda başmüzakerecisi olarak görev yapmış ve bu sorunun çözümünde kilit bir rol oynamıştır. Powell, bu görevi sonrasında İspanya-ETA müzakereleri ve Kolombiya-FARC müzakerelerine de katılmış ve bu süreçlerde yaptığı katkılarla adından söz ettirmiştir. Powell, daha önce Türkiye’deki Kürt Sorunu ile alakalı çözüm süreci hakkında da bazı değerlendirmelerde bulunmuş ve Türk devletinin bu konuda sabırlı ve umutlu olması gerektiğini belirterek, hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan’la yakın geçmişe kadar görüşmeler yapan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a destek vermiştir.[2] Bu yazıda, Jonathan Powell’ın geçtiğimiz gün Chatham House oturumunda yaptığı “terörle müzakere” konulu sunum özetlenecektir.

Powell’ın konuşması

Powell, konuşmasına 2011 yılında kurduğu Inter Mediate[3] adlı kurum aracılığıyla dünyadaki 11 farklı çatışma bölgesi hakkında çalışmalar yaptığını belirterek başlamakta ve kendisinin aslında klasik bir Britanyalı diplomat olarak yakın geçmişe kadar teröristlerle müzakere edilmesine hiç de sıcak bakmadığını söylemektedir. Tümgeneral olan babasının (John Frederick Powell) geçmişte IRA’nın yaptığı bir terör saldırısında yaralandığını ve eski Başbakanlardan Margaret Thatcher’ın dış politika danışmanlığını yapan ağabeyi Charles Powell’ın IRA’nın ölüm listesine girdiğini hatırlatan Powell, bu nedenle Sinn Fein lideri Gerry Adams’la ilk karşılaştığında kesinlikle onunla müzakere yapmayı düşünmediğini itiraf etmektedir. Hatta o dönemde (1997) Başbakan Tony Blair’in Gerry Adams’ın elini sıkmasına rağmen kendisinin Adams’la tokalaşmadığını da söyleyen Powell, daha sonra Blair’in onayıyla Belfast’a giderek IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) ile gizli görüşmeler yaptığını anlatmaktadır. Powell, bu noktada Downing Sokağı 10 numaraya tıkılı kalarak sorunların çözülemeyeceğini ve kendilerine karşıt olan gruplarla ilişkileri normalleştirmek için öncelikle diyalog kurulması ve karşılıklı güven oluşturulması gerektiğini vurgulamaktadır. Gerry Adams ve Martin McGuinness ile yaptığı görüşmelere referansla, müzakere sürecinde karşılıklı güven oluşturmanın özellikle devlet tarafı açısından ne kadar zor olduğunu esprili bir dille anlatan (saat örneği) Jonathan Powell, daha sonra neden Kuzey İrlanda konusunda yaptıkları müzakere sürecinin doğru olduğunu kendi perspektifinden izah etmeye başlamaktadır.

Powell’a göre, devleti Birleşik Krallık’ın yöneticileri halka daima teröristlerle asla müzakere etmediklerini söylemelerine karşın, aslında hep bu yöntemi tercih etmişlerdir. 1919 yılında İngiliz Başbakanı Lloyd George’un İrlandalı lider Michael Collins’le yaptığı anlaşma, Powell’a göre bunun tipik bir örneğidir. Powell, dekolonizasyon döneminde Başpiskopos III. Makarios (Kıbrıs Cumhuriyeti), Menahem Begin (İsrail) ve Jomo Kenyatta (Kenya) gibi bir dönem terörist ilan edilen liderlerle sonunda barış yapıldığını ve kendilerinin Londra'da üst düzey protokolle karşılandığını hatırlatarak, terörle müzakere geleneğinin Britanya’da köklü bir geçmişi olduğunu vurgulamaktadır. Fransa’nın Cezayir konusunda İsviçre’de FLN ile yaptığı müzakere sürecini de benzer bir örnek olarak hatırlatan Powell, bu noktada zaman zaman İngiliz toplumunun bir tür amnezi (hafıza kaybı) yaşadığını belirtmektedir. Daha sonra terörle müzakere fikri konusunda en temel eleştirinin “appeasement” (yatıştırma) olduğunun altını çizen Powell, teröristlerle müzakere etmenin kesinlikle onlarla aynı fikirde olmak anlamına gelmediğini belirtmekte ve siyasi tarihteki “appeasement” politikası[4] ile iç politikada terör gruplarıyla müzakere etmenin kıyaslanamayacağını söylemektedir. IRA ile müzakerelerde Birleşik İrlanda konusunun gündeme bile gelmediğini hatırlatan Powell, bu bağlamda teröristlerle konuşmanın teröristlere destek vermek olmadığının altını ısrarla çizmektedir. Terörle müzakere konusunda ikinci temel eleştirinin onlara meşruiyet (legitimacy) kazandırma riski olduğunu vurgulayan İngiliz diplomat, bunun da bir zorunluluk olmadığını ve örneğin FARC’ın 1999-2002 döneminde müzakerelerde gösterdiği ciddiyetsiz tutum nedeniyle onların devrimci bir gruptan ziyade bir narko-terör örgütü gibi algılanmaya başladığını ve korkulanın tam tersine, halk nezdindeki meşruiyetlerinin müzakere sürecinde daha da azaldığına dikkat çekmektedir. Powell, ayrıca bu tür bir meşruiyetin ancak müzakere süreciyle sınırlı olacağını belirterek, bu eleştirinin de haksız olduğunu iddia etmektedir. Terörle müzakere sürecinde üçüncü temel eleştirinin halkın kötü davranışlara (silahla hak aramak) teşvik edilmesi olduğunu vurgulayan İngiliz diplomat, biriyle konuşmamanın iyi bir cezalandırma yöntemi olmadığını söylemekte ve tüm bu argümanları geçersiz saymaktadır.

Konuşmasının sonraki bölümünde geniş halk desteğine sahip olan büyük terör örgütleriyle yapılan müzakerelerde sorunun temelden çözümü için mutlaka bir siyasi çözüm bulunmasının gerektiğini söyleyen Powell, Almanya'daki Baader-Meinhoff Çetesi (Kızıl Ordu Fraksiyonu) gibi kitlesel desteği az olan küçük terör örgütleriyle mücadelede sadece askeri yöntemlerin tercih edilebileceğini, ancak kitleselleşmiş ve siyasal hedefleri olan terör örgütleriyle mücadelede müzakere ve siyasi çözümün mutlaka gerekli olduğunu iddia etmektedir. IRA’nın Kuzey İrlanda’da tarihi, kültürel ve dini (Katolisizm) sebeplerle çok büyük destek aldığını hatırlatan Powell, bu nedenle onlarla konuşmanın mutlaka gerekli olduğunu söylemektedir. Güvenlik çalışmaları yapan akademisyenlerin vurguladığı bir diğer politika önerisinin “decapitation” (başını kesme, lideri yok etme) olduğunu belirten Powell, bu doğrultuda bazı cesaretlendirici örnekler olmasına karşın, çoğu örnekte kitleselleşmiş hareketlerin liderlerinin öldürülmesi sonrasında da aynı şekilde mücadeleye devam ettiklerini vurgulamaktadır. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından Türkiye’deki terörün devam ettiğini ve Hamas lideri Ahmed Yasin’in İsrail hava saldırısında öldürülmesi sonrasında bu ülkedeki terör saldırılarının arttığını hatırlatan Powell[5], bu nedenle “decapitation” modelini ciddiye almamaktadır. Sri Lanka’da Tamil Kaplanları’na karşı uygulanan askeri çözüm modelinin de (tüm teröristlerin yok edilmesi) liderleri Velupillai Prabhakaran’ın öldürülmesi sonrasında bile başarılı olamadığını ve hükümetin bu süreçte güç kaybettiğini hatırlatan Powell, Avrupa ülkelerinde Sri Lanka’daki gibi insan haklarını hiçe sayan bir terörle mücadele süreci yürütülemeyeceğini de vurgulamaktadır. Rus lider Vladimir Putin gibi diktatoryal yetkileri olan bir siyasetçi olunmadığı sürece kitleselleşmiş terör örgütleriyle mücadelede askeri çözüm yöntemlerinin asla başarılı olamayacağını iddia eden Powell, Birleşik Krallık gibi demokratik bir ülkede bu tarz bir yöntem uygulanamayacağını da sözlerine eklemektedir.

Bu nedenle, İngiliz diplomat, konuşmasında ana fikir olarak “siyasi sorunlara karşı siyasi çözümler geliştirilmelidir” tezini ortaya koymakta ve bu tezi savunmaktadır. Ayrıca terörle müzakere sürecinde halkta ve yakınlarını terör olaylarında kaybedenlerde oluşabilecek tepkileri bertaraf etmek için gizli kanallar oluşturulması gerektiğini kaydeden İngiliz diplomat, teröristlerin büyük ölçüde kendi gettolarında yaşayan insanlar olduğu için, onlarla diyalog kurmanın ve onlara saygı göstermenin çok gerekli olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca Powell’a göre, terörle müzakere sürecinin uzun bir süreç olacağını da bilmek ve bu tarz bir sorunun hemen aşılamayacağını öngörmek gerekmektedir. Terörle müzakere ve siyasi çözüm için “mutually hurting stalemate” (iki tarafa da zarar veren çıkmaz veya yenişememe durumu) pozisyonunun ideal olduğunu belirten Powell, Birleşik Krallık-Kuzey İrlanda örneğinde Birleşik Krallık Ordusu’nun 1980’lere doğru IRA’yı sınırlı tutmayı ve zaptetmeyi (contain) başardığını, ama IRA’yı tamamen yok etmenin mümkün olmadığını anladığı için siyasi çözüm için yeşil ışık yaktığını hatırlatmaktadır. Powell, aynı şekilde IRA liderlerinin Birleşik Krallık Ordusu’nu ve 60’lı 70’li yaşlarına gelen FARC liderlerinin de Kolombiya Ordusu’nu yenemeyeceklerini anladıkları için müzakereye yanaştıklarını vurgulamaktadır. Powell, “mutually hurting stalemate” dışında bu süreçte liderlik (leadership) olgusunun da çok önemli ve gerekli olduğunu belirtmektedir. Güney Afrika’daki barış sürecinde Nelson Mandela ile Frederik Willem de Klerk’in gösterdikleri liderliğin bunun en mükemmel örneği olduğunu vurgulayan Powell, İngiltere-Kuzey İrlanda örneğinde de David Trimble, Bertie Ahern ve Tony Blair’in bu liderlik misyonunu üstlendiklerini hatırlatmaktadır. Bu tarz süreçlerde kritik karar alıcıların yaşadığı ölümcül hastalık ve sağlık sorunlarının da pozitif anlamda etkili olabileceğini vurgulayan Jonathan Powell, Kuzey İrlandalı lider Ian Paiesley’nin 2004’te hastaneye kaldırılması sonrasında Kuzey İrlanda Sorunu’nu vefat etmeden önce çözmek konusunda büyük bir çaba içerisine girdiğini anlatmaktadır. Benzer şekilde, Kolombiya-FARC müzakereleri sürecinde kansere yakalanan Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in olumlu rol oynadığını belirten Powell, bu tarz ölüm riski durumlarının insanları barış ve çözüm konusunda cesaretlendirdiğini iddia etmektedir.

Daha sonra müzakere süreci ile ilgili detaylara geçen Powell, bu konuda süreci devam ettirmenin çok kritik bir hadise olduğunu, zira sürecin çökmesi durumunda ortaya bir boşluğun çıkacağını ve bunun çok riskli olacağını (şiddetin bu boşluğu dolduracağını) söylemektedir. İsrail eski Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in İsrail-Filistin Sorunu’na dair söylediği “tünelin sonunda ışık var ama ortada tünel yok” sözünü hatırlatan Jonathan Powell, bu doğrultuda barış ve müzakere süreçlerinin mutlaka devam ettirilmesi gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır. Konuşmasının sonraki bölümünde yeni ortaya çıkan din temelli (köktendinci) terör örgütlerine odaklanan Powell, İsrail’deki bir Bakan’ın söylediğinin aksine, “Tanrı işe karışıyorsa ödün yoktur” sözünü reddetmekte ve Endonezya’da ve Filipinler’de (Moro İslami Kurtuluş Cephesi) İslamcı örgütlerle müzakere sürecinin başarıyla ulaşabildiğini ortaya kanıt olarak koymaktadır. Powell, ayrıca İslamcı örgütlerin nihilist ve irrasyonel oldukları görüşünü de reddetmekte ve yabancı gazetecilere ya da yardım görevlilerine yapılmış vahşi IŞİD saldırılarının bilinçli yapılmış gözdağı hamleleri olduklarına dikkat çekmektedir. Kendisinin 2008’de Dış İşleri’ndeki görevinden ayrılırken yaptığı “El Kaide, Hamas ve Taliban’la konuşmaya hazır olmalıyız” açıklamasına büyük tepki gösterildiğini, ama geçen süre zarfında İsrail hükümetinin Hamas’la ateşkes konusunda endirekt olarak görüşmeye başladığını, ABD’nin Taliban’la müzakere masasına oturduğunu ve eski bir MI5 yöneticisinin “El Kaide ile görüşmeliyiz” dediğini söyleyen Powell, insanların görüşlerinin zaman içerisinde değiştiğine dikkat çekmektedir. Bu noktada IŞİD’in yaşadığı büyük toprak kaybına karşın tamamen bitmeyeceğini iddia eden Powell, örgütün yeraltına çekilerek mücadelesine devam edeceğini söylemektedir. IŞİD’in Sünni gruplara yönelik olarak Irak’ta uygulanan dışlayıcı politikaların bir sonucu olarak güçlendiğini iddia eden İngiliz diplomat, bu bağlamda Nuri el Maliki hükümetini eleştirmektedir.

Jonathan Powell, konuşmasının son bölümünde terörle mücadele konusunda ellerinde 3 farklı unsur ve bunların karışımı olarak ortaya çıkabilecek farklı modeller olduğunu söylemektedir. İlk unsur, sert güç olarak adlandırılabilecek ve askeri-güvenlik tedbirleri ile istihbarata dayalı güvenlik politikalarıdır. İkinci unsur, sosyal politikalar olarak adlandırılabilecek ve mağdur olan grupların sorunlarını belirterek, bunlara yönelik çözüm önerileri geliştiren yaklaşımdır. Üçüncü ve son unsur ise, sorunun temel kaynağına yönelik olarak geliştirilecek olan siyasi çözümdür. Bu üç unsurun hepsinin gerekli olduğunu belirten Powell, askeri önlemler ve baskı olmadan siyasi çözümün mümkün olamayacağını, aynı şekilde sadece siyasi çözüme dayalı bir formülün de geçersiz kalacağını vurgulamaktadır. Son olarak, El Kaide ve IŞİD’in yok edilmesi durumunda bile terörizmin tamamen sona ermeyeceğini belirten İngiliz diplomat, bu tarz tüm sorunların çözülebilir olduğunu iddia etmekte ve en önemli meselenin sabırlı ve cesur liderler bulmak olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamlamaktadır.

Jonathan Powell’ın konuşmasının somut örneklere ve deneyimlere dayalı etkileyici bir konuşma olduğu, ancak İngiliz uzmanın meseleye büyük ölçüde devlet tarafında yaklaştığı ve devlet-sermaye ilişkisini görmezden geldiği iddia edilebilir. Zira büyük devletlerin savunma sanayileri ve büyük silah şirketlerinin de bu tablo açıklanırken bir yerde konumlandırılması gerekmektedir. Oysa Powell’ın konuşmasında bu unsur tamamen görmezden gelinmiş ve sermayenin terörizmi kârlı bir endüstri olarak gördüğü gerçeği atlanmıştır. Oysa yakın zamana kadar komplo teorisi gibi algılanan bu konu, Irak Savaşı’ndaki Blackwater Skandalı sonrasında dünya gündemine taşınmıştır ve ilerleyen yıllarda daha da popüler bir tema haline gelecektir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Jonathan_Powell_(Labour_adviser).
[2] Bakınız; https://www.cnnturk.com/video/turkiye/ingilterenin-hakan-fidanindan-cozum-sureci-mesaji.
[3] Web sitesi için; http://www.inter-mediate.org.
[4] Siyasi tarihe geçen meşhur “appeasement policy” (yatıştırma politikası) tabiri, İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain’in Nazi lideri Adolf Hitler’in saldırgan politikaları karşısında sessiz kalmasını kastetmek için kullanılır. Bu politikalar Hitler’i ve Nazi Almanya’sını daha da saldırgan hale getirdiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olduğu için, Chamberlain’in politikası neredeyse tamamen başarısız bir model olarak ele alınır.
[5] Powell, bu noktada Türkiye’nin 1999-2007 döneminde neredeyse terörü sıfırlama noktasına geldiğini ve terör olaylarının büyük düşüş gösterdiğini esgeçmektedir.