13 Eylül 2017 Çarşamba

Tanıl Bora’dan ‘Türkçülük ve Ülkücülük’


Türkiye’de son dönemde entelektüel hayata yaptığı özgün katkılarla dikkat çeken Tanıl Bora[1], geçtiğimiz aylarda Cereyanlar – Türkiye’de Siyasi İdeolojiler adıyla[2] Türkiye’deki ideolojik akımların geçmişini incelediği 926 sayfalık faydalı bir eser kaleme almıştır. İletişim Yayınları tarafından basılan kitap, “Geç Osmanlı Zihniyet Dünyası”, “Modernleşme, Batı ve Batıcılık”, “Kemalizm”, “Milliyetçilik”, “Türkçülük ve Ülkücülük”, “İslamcılık”, “Liberalizm”, “Sol”, “Feminizm” ve “Kürt Ulusal Hareketi” başlıklı 11 bölümden oluşmakta ve bu bölümlerde adı geçen ideolojik akımların Türkiye’deki geçmişi ve öncüleri araştırılmaktadır. Kitabın, ilerleyen yıllarda önemli bir kaynak kitap haline gelmesi ve çeşitli yüksek öğretim derslerinde akademisyenler tarafından yardımcı kaynak olarak kullanılması muhtemeldir. Bu yazıda ise, kitaptaki Türkçülük ve Ülkücülük” bölümü özetlenerek, tarafımdan yapılacak çeşitli eklemelerle Türkiye’deki Türkçülük hareketinin geçmişi kısaca anlatılacaktır.

Tanıl Bora

Cereyanlar

Tanıl Bora, “Türkçülük ve Ülkücülük” bölümüne Rıza Nur’la başlamaktadır. Bora’ya göre; “Balkan Savaşları döneminin milli kin ve teyakkuz ruhunu kronikleştiren bir milliyetçilik anlayışını benimseyen Rıza Nur (1879-1942), hem Osmanlı Türkçülüğüyle Cumhuriyet dönemi Türkçülüğü arasında devamlılığı temsil eder, hem de resmi milliyetçilikle ırkçı Türkçülük arasındaki geçişliliği”. Nur, 1930’lar ve 1940’larda ırkçı düşüncenin tüm dünyada ve Türkiye’de legalleştiği dönemde yeniden gündeme gelmiştir. Ancak 1920-1923 döneminde Bakanlık yapmış olan Nur, Mustafa Kemal Atatürk’le olan ihtilafı ve İzmir Suikastı Davası'nın kendisi aleyhinde kullanılması ihtimaline daha önce karşı yurtdışına kaçmıştır. Bu yıllarda 1960’dan önce yayınlanmaması kaydıyla kaleme aldığı ve Atatürk karşıtı en önemli eser kabul edilen Hayat ve Hatıratım’ı yazmıştır. Kitap, sansürlü olarak bile ancak 1967’de yayınlanabilmiştir. Atatürk’ün vefatı ardından yurda dönen Rıza Nur, Tanrıdağ dergisini yayınlamış ancak 1942’de vefat etmiştir. Nur’un Türkçülüğü, ırk ve kan bağını önceleyen ve kültürü ikincil bir konu olarak gören aşırı bir tür milliyetçiliktir ve ırkçı bir damarı vardır. Bu nedenle, Kemalist milliyetçiliği Fransız tipi kültüre dayalı bir milliyetçilik varyantı olarak yetersiz görmüş ve çok sert eleştirmiştir. Ayrıca yurtdışındayken yayınladığı Türkbilik Revüsü’nde cumhuriyetçi, laik ve içtimai temellere dayanan bir Türkçü siyasi program da hazırlamıştır. Türklük Duası’nda yer alan “Tembel Türk’ü hemen öldür” sözünü şiar edinen Nur, korporatist-solidarist bir ekonomi anlayışına sahiptir. Ayrıca Nur’un ırkçı yaklaşımına göre, Türk vatandaşlığına geçen kişiler ancak ikinci nesilde ve anadillerini unuttuktan sonra mebus ve zabit olabilirler.

Rıza Nur

Göçmen Türkçüler
Rıza Nur’la aşağı yukarı aynı tarihlerde Türkiye’ye dönen bir diğer önemli Türkçü muhalif Zeki Velidi Togan’dır (1890-1970). Türk Tarih Tezi’ni reddettiği ve Orta Asya Türklüğüne yoğun bir ilgi gösterdiği için devletle uzlaşamayan ve yurtdışına gitmek zorunda kalan Togan, bu ekol içerisinde müstesna bir yere sahiptir. Orta Asya ve Kafkasya (özellikle Azerbaycan) kökenli birçok göçmen aydın da bu dönemde Türkçü düşüncenin gelişimine katkı sağlamışlardır. Kemalist rejime sadakatle hizmet eden Yusuf Akçura ve Sadri Maksudi Arsal dışında, bunlar büyük ölçüde rejime muhalif ve çizgi dışı kalmış isimlerdir. Abdülkadir İnan (1889-1976), Cafer Seydahmet Kırımer (1889-1960), Akdes Nimet Kurat (1903-1971), Kadircan Kaflı (1889-1969), Ahmet Caferoğlu (1889-1975), Muharrem Fevzi Togay, Abdullah Battal Taymas (1883-1969) ve Mustafa Çokayoğlu bu isimler arasında sayılabilir.

Bu tip Türkçü radikal yayınların altın yılları ise 1940’lardır. Nazilerin Sovyet Rusya’ya saldırması, hala Türk dünyası ile bütünleşme hayalleri kuran Türkçülerde büyük heyecan yaratmıştır. Bu yıllarda H. Emir Erkilet, Alman cephesini ziyaret ederek Hitler’i yakından gözlemlemiş ve ona övgüler düzmüştür. Bu dönemde Türkçüler arasında fraksiyonlar da oluşur; örneğin, Zeki Velidi Togan, Almanların Özbekler ve Kazakları merkeze koyan politikalarına karşı çıkar. Türkçülüğün piri kabul edilen Nihal Atsız ise, müstakil oluşum ve gruplara karşı çıkarak “büyük Türk ili” fikrini savunur. Nazi Almanyası’nın mağlubiyeti sonrasındaysa Türkçüler için zor bir dönem başlar. Nitekim 1944 Türkçülük-Turancılık Davası’na nispeten ılımlı fikirleri olan Zeki Velidi Togan bile dâhil edilir. Togan, aslında İngilizlerin “commonwealth”ine benzer bir tür çatı Türk birliğini savunmuştur. Bu dönemlerde Türkçülük fikri ve Türk Dünyası ırkçı sağcı grupların tekelinde kalmış ve Türkiye’nin görece güçsüz bir ülke olmasının da etkisiyle, bu tip yaklaşımlar ütopik ve aşırıcı olarak değerlendirilmiştir. MİT’in desteğiyle 1961’de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün kurulmasıyla biraz hareketlilik sağlansa da, bu konu daha çok sağ-aşırı sağ bir siyasi bağlama hapsedilmiş ve ana akım partilerin ilgisini fazla cezp etmemiştir.

Zeki Velidi Togan

Türkçü Dergiler ve Çınaraltı
Türkçü dergiler arasında Rıza Nur’un Tanrıdağ’ı, Nihal Atsız’ın Atsız Mecmua ve Orhun’u, Reha Oğuz Türkkan’ın Ergenekon, Bozkurt ve Gökbörü’sü en önemli yayınlar olarak seçilirler. Bu dergiler, tirajları öyle çok yüksek olmasa da, Türkçü düşünceyi entelektüel kesimler arasında sevdirmeyi kısmen başarmıştır. Öyle ki, Gökbörü dergisinde bir dönem ünlü romancı Reşat Nuri Güntekin bile yazmış ve “tek Kâbe’sinin Türk milleti” olduğunu belirten bir yazı yayınlamıştır. 1941’de ise Çınaraltı yayınlanmaya başlamış ve 1948’e kadar yayını sürdürmüştür. Bu dergi, devleti kızdırmadan ve Türkçülükle resmi milliyetçiliği harmanlamaya çalışan sentez çizgisiyle dikkat çekmiş ve uzun süre yayınlanabilmiştir. Dergi, özellikle Türkçü düşünceleriyle sivrilen Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na büyük destek vermiştir. Dergi, “Varlık Vergisi” gibi gayrimüslimlere yönelik anti-demokratik uygulamaları savunmuştur. Dergini sahibi ve Yusuf Ziya Ortaç’la birlikte başyazarı Orhan Seyfi Orhon’dur. Orhon, anti-komünist düşünceleriyle Türkçülüğü masumlaştırmaya çalışmıştır. Dergide insanları gerekirse yüksek millet idealleri için zorla çalıştırmak gibi Faşist ve Nasyonal Sosyalist rejimlerde görülen temalar sıklıkla yer almıştır. Bu dergide yazan Hüseyin Namık Orhun (1902-1956), Türklerde kendilerine özgü bir aristokrasi olduğunu savunmuş ve Ziya Gökalp’in mutedil ve demokratik milliyetçiliğine karşı çıkmıştır. Orhun, Türk soyunun saflığı ve üstünlüğü üzerine de yazıp çizmiştir. Reha Oğuz Türkkan da benzer şeyler yazmıştır. Türkkan, Peyami Safa’nın aksine Türkçülüğün mânâ boyutuyla ele almaya karşı çıkar ve fiziki ırkçılığı savunur. Ona göre, güçlünün sözünün geçmesi doğanın bir kanunudur ve toplumlar bu şekilde yenilenmektedir. Sosyal Darvinist vurgularıyla dikkat çeken ve demokrasiye de karşı çıkan Türkkan, kuşkusuz zamane Avrupalı düşünürlerden etkilenmiştir.[3] Türkçü yazar Nurullah Barıman (1919-2006) ise, işi daha da ileri götürerek, 1941’de yayınladığı bir risalede en az 3 kuşak saf Türk kanı taşıyanların yer alabileceği bir genç lider yetiştirme projesinden söz etmiştir. Bu tip kan ve ırk vurguları, aslında o yıllarda büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de bazı sözlerinde görülür.[4] Ancak Atatürk’ün farkı, millete bir kimlik ve özgüven kazandırmak için bu sözleri kullanırken, reel siyasette hiçbir grubu dışlamamaya gayret etmesi ve aşırılığa hiçbir zaman yönelmemesidir.

Reha Oğuz Türkkan

Hüseyin Nihal Atsız
Türkçü düşünce deyince ilk akla gelen isim kuşkusuz Nihal Atsız’dır (1905-1975). Rıza Nur’un manevi evladı ilan ederek el verdiği Atsız, soyadını da eski Türklerde henüz nam salamamış genç erkeklerin benimsediği “Adsız” sözünden uyarlayarak seçmiş ve Türkçülük davasında bir nefer olduğunu göstermiştir. Atsız, Kemalist rejimle barışık şekilde propaganda yapan Türkçülerden farklı bir kişidir. O, meydan okuyan ve devrimci argümanlar kullanan radikal bir Türkçü olmuştur. Çıkardığı dergiler de son derece radikaldir; Atsız, yayınlarında Kemalizm’i “safsata” olarak değerlendirmiş, ama Mustafa Kemal’in Türklüğe ve Türkçülüğe yaptığı hizmetleri de takdirle anmıştır. Resmi milliyetçiliğe meydan okuması nedeniyle meslek yaşamında da kendisine birçok zorluk çıkarılmıştır. Atsız, tarih boyunca Türk soyunun farklı sülalelerinin hâkim olduğu tek bir Türk devletinden söz eder. Elbette Atsız’ın düşünceleri, kendisinin de kabul ettiği üzere, ırkçı argümanlar üzerine kuruludur. Oğluna bıraktığı vasiyet[5], onun dünyayı ırkçı algılamasının somut göstergesidir. Ancak Atsız, ırkçılığı o dönem birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi bilimsel temellerde şekillendirmeye çalışmıştır. Türk kafatasını belirleme çalışmaları ona göre doğru bir adımdır. Ayrıca Atsız’ın Reha Oğuz Türkkan’daki gibi salt biyolojik bir Türkçülük algılaması da yoktur; metafizik öğeler de ırkçı düşüncesinde yoğunlukla sezilir. Bu metafizik öğeler, kahramanlık, fedakârlık, adanmışlık gibi öğeler üzerine kuruludur. Bu değerler ise, “ülkü” kavramında billurlaşır. Türkçülüğü önce kan, sonra dil, sonra da dilekte arayan Atsız, İslamcılık karşıtı birçok yazı da yazmış ve İslamcılığın Türkleri milli yönelimden alıkoyduğunu belirtmiştir. Bu tip eğilimleri “ümmetçilik” olarak değerlendiren Atsız, tıpkı komünizm gibi İslamcılığı da “beynelmilel” (uluslararası) bir hareket olarak görür ve eleştirir. Bu nedenle, Nurculuk eleştirisi yaparken Kemalist rejimle benzer argümanlar kullanır.

Hüseyin Nihal Atsız

Atsız’ın zihin haritasında milliyetçilik dinden bile üstündür. Milliyetçiliğin yükseklik ölçüsü ise adanmışlık ve fedadır. Nazi hayranlığıyla itham edilen Atsız, hakikaten de Hitler vari saç kesimi ve hareketleriyle buna uygun koşullar yaratmıştır. Lakin Atsız bir Türk ırkçısı olmuş ve aslında Nazilere (Almanlara) de karşı çıkarak onları da düşman saymıştır. Atsız’ın Kürtlere yönelik tavrı ırkçı siyasetinin en açık göstergesidir. Farsça’nın bozulmuş bir lehçesini konuştuğunu iddia ettiği Kürtleri aşağılayan Atsız, onlarla birlikte zenciler (Afrikalılar veya Afrika kökenliler) hakkında da aşağılayıcı sözler kullanmıştır. Atsız, 1915’te Ermenilere, 1922’de Rumlara yapılanları onaylar ve bunları “Türk ırkının ayranının kabarması” olarak açıklar. Atsız’a göre en önemli meslek ise askerliktir. Zira askerlik, yaşamaya hak kazanmanın bilimidir. Nitekim Ruh Adam romanının kahramanı Selim Pusat, askerliği bir inanç olarak kabul eder. Atsız, solcu Sabahattin Ali’ye yönelik eleştirileri ve saldırılarıyla da 1940’larda oldukça ünlenmiştir. Şiddet vurgusu ve erkeklik yüceltisi, Atsız’ın duygu ve düşünce dünyasında ön plandadır. Türk’ü az konuşmak, sert bakışlar ve gülmemekle karakterize eder. Kadınlarla erkeklerin fazla bir arada bulunmasının erkekleri yumuşatacağından endişe eder ve bu nedenle buna karşı çıkar. Cinsiyet kimliklerinin karışması da onun için tehlikelidir. En bilinen eserleri olan Bozkurtların Ölümü (1946) ve Bozkurtlar Diriliyor (1949) romanlarında romantik öğelerle birlikte hamaset ve erkeklik fantezileri dikkat çeker. Bu romanlarda kadınlar bile erkeksi özellikleri ve sertlikleriyle güzellenirler. Atsız, aslında modernliğe de karşı çıkar. Geçmişte Çin kültürü karşısında benliğini kaybeden ve mankurtlaşan Türklere atıfla, Atsız, günümüzde de Batı medeniyetini yayan modernizm karşısında Türklerin benliklerini kaybetme riskleri olduğuna dikkat çeker. Bu nedenle, öz (Orta Asya) Türk kültürüne dönüşü savunur. Atsız, 1944 Türkçülük-Turancılık Davası sayesinde şöhrete kavuşur; bu dava sayesinde hem ünlenir, hem de bir mağduriyet kazanır. Atsız ve arkadaşlarına yapılan tabutluk işkenceleri, ilerleyen yıllarda Türkçü-Ülkücü düşüncenin yükselişinde önemli bir propaganda malzemesi haline gelir ve Kemalist rejimin sağ tabanda gayrimilli algılanmasında önemli rol oynar.

Milliyetçi Popülizm ve Anti-Komünizm
Tanıl Bora’ya göre, Soğuk Savaş döneminde Türkçü düşünce şekil değiştirir. Bu yıllarda milliyetçi ideologlardan Nevzat Kösoğlu’nun da dikkat çektiği “milliyetçi popülizm” olgusu ön plana çıkar. Ayrıca erken dönem Türkçülerin din (İslam) karşıtı tavırları da değişir ve giderek Türk-İslam sentezi çizgisi oluşmaya başlar. Bu dönemin en önemli teması ise komünizm karşıtlığı ve Türk halklarını esir tutan Sovyet Rusya’ya düşmanlıktır. Örnek vermek gerekirse, bu dönemin önemli isimlerinden Osman Yüksel (1907-1983), fiilen soyadı haline gelen Serdengeçti adlı dergisiyle sivrilir. Osman Yüksel Serdengeçti, daima Anadolu halkına ve Anadolu’ya selam verir ve mazlumların sesi olduğunu iddia eder. “Hakka Tapar, Halkı Tutar” sloganıyla yayınlanan dergi, yozlaşmış ve yabancılaşmış aydınlara karşı halkın yanında durduğunu iddia eder. 1969’da CMKP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) mebus adayı da olan Serdengeçti (daha öncesinde 1965’te Adalet Partisi vekili seçilmiştir), taşra tipi popülist milliyetçiliğin önemli bir temsilcisi olarak kabul edilebilir. Konuşma ve yazılarında faşist unsurlar yoğun olarak görülebilir; öyle ki, siyasi düşmanlarına karşı “Mikroplara, parazitlere karşı kullanılan ilacı kullanmak! Yok etmek!” gerektiğini bile yazar. Serdengeçti’nin “bağrı yanık Anadolu çocukları” imgesinin karşısında ise Balkan kökenli ve Anadolu halkını küçük gören Kemalist seçkinler vardır. Yabancı düşmanlığı (ksenofobi) da yapan Serdengeçti, Türklerin yabancı görünce tüylerinin ürperdiğini söyler. Yazılarında eşcinsellere düşmanlık da solculara düşmanlık ölçüsünde yoğun şekilde görülür. Kadınların öncelikli görevinin annelik olduğunu daima vurgulayan Serdengeçti, muhafazakârlığıyla da dikkat çeker. Moskofname adlı şiiri ise yabancı düşmanlığı konusundaki katı tavrını gözler önüne serer.[6] Serdengeçti, bu manada, CKMP ve sonrasında erken dönem Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) çizgisinin öncü isimlerinden olmuştur.

Osman Yüksel Serdengeçti

Anti-Komünizm
Soğuk Savaş dönemi Türkçülüğünün en önemli ayırt edici özelliği komünizm karşıtlığıdır. Türkçü gruplar ve yayınlar, bu sayede rejim nezdinde ve uluslararası platformlarda kendilerini meşrulaştırmışlar ve Türkiye’nin Sovyetler Birliği karşısında ABD müttefiki ve NATO üyesi olmasının da sayesinde etkili olmuşlardır. Türkçüler, bu dönemde güncel Sovyetler ve komünizm düşmanlığını akıllıca bir taktikle tarihsel Rus düşmanlığıyla harmanlamış ve Türk halklarına ulaşmak ve onlarla birleşmek ülküsünü komünizmi yıkmakla eş görmüşlerdir. Bu dönemde palazlanan İslamcı hareket içerisinde de anti-komünizm yoğun olarak görülür. Büyük Doğu hareketi ve Necip Fazıl Kısakürek, ilk akla gelen örnektir. Bu dönemin Türkçü anti-komünistleri, mesela eski solcu Aclan Sayılgan (1924-2001), komünistleri “manyak, psikopat ve aldatılmış” olarak görür. Bu yıllarda yayınlanan Yol dergisi ise, komünist ideolojiyi aşağılık kompleksiyle ilişkilendirir ve ancak körlerin, topalların, veremlilerin ve sıracalıların komünist olabileceğini iddia eder. Derginin yayınlarında Türklük eksikliğinin de komünist ideolojide etken olduğu vurgulanır. Komünistlerin bu şekilde aşırı derecede aşağılanması ve şeytanlaştırılmasına dayalı anti-komünist İslamcı ve Türkçü propagandalar, ilerleyen yıllarda Türkiye siyasetini çok olumsuz etkilemiş ve bugün gelinen noktada Türkiye’yi Batı medeniyetinden iyice uzaklaştırmıştır. Ayrıca o dönemde Türkiye’de gençlerin birbirine düşman edilmesi ve yaşanan iç karışıklıklar da işte bu abartılı propagandanın bir sonucudur.

Alparslan Türkeş

MHP ve Ülkücü Hareket
Türkçülük denince elbette ilk bakılması gereken parti MHP’dir. Her ne kadar Türkçü düşünce tek parti döneminde CHP içerisinde ortaya çıksa da, bu düşünceyi ana akım ideolojisi haline getiren parti CKMP ve sonrasında MHP olmuştur. MHP, Alparslan Türkeş liderliğinde 1960’larda oluşmaya başlamış anti-komünist ve Türkçü bir partidir. Zamanla partinin seküler Türkçü çizgisi evrimleşmiş ve Ülkücülük adıyla Türkçü-İslamcı bir sentez (Türk-İslam sentezi) yaratılmıştır. Parti, devleti korumayı kendisinin öncelikli misyonu saymıştır. Türkçü düşünce dışında, eski Türk töreleri ve İslam hukuku da partiyi şekillendiren ana unsurlardandır.

Alparslan Türkeş (1917-1997), MHP’nin tartışmasız lideri ve ideologudur. “Başbuğ” olarak bilinen Türkeş, askerlikten gelme bir kişidir ve Kıbrıs kökenlidir. 1944 Türkçülük-Turancılık Davası’nda henüz çok gençken yargılanan Türkeş, 27 Mayıs İhtilali sonrasında yurtdışına (Hindistan) sürülmüş ve Türkiye’ye dönünce CKMP’nin kontrolünü ele almıştır. Sonrasında ise arkadaşlarıyla birlikte MHP’yi kurmuş ve yüksek oy oranlarına ulaşamasa da, Türkiye siyasetine daima arka plandan yön verebilen kudrette çok etkili bir isim olmuştur. Türkeş ve partisinde, “hareket”, “düşünce”ye kıyasla ön planda olsa da, hareketinin ideolojisi Dokuz Işık (9 Işık) Doktrini bağlamında incelenebilir. Altı Ok’a alternatif bir program olan Dokuz Işık’ın ilkeleri; Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, İlimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik ve Halkçılık ve Endüstricilik ve Teknikçilik’tir. Bu doktrin, Atsız’dan miras kalan Türkçülükle, Türkeş’in getirdiği kalkınmacı-korporatist düşünceden izler taşır. Bu doktrinin oluşmasına Mümtaz Turhan’ın da katkı yaptığı şayiaları vardır. Dokuz Işık Doktrini, Soğuk Savaş koşullarında genç ülkücüler için adeta bir kutsal metin olmuştur. Zaten Dündar Taşer’in Başbuğ Türkeş için söylediği, “Onun yanlışı benim doğrumdan daha doğrudur” sözü, MHP hareketi içerisindeki sadakat olgusunu gösterir. Türkçüler için sadakat, itaat ve devletin bekası en önemli değerlerdir. Bu doğrultuda, parti, aynı aşırı sol parti ve hareketler gibi, Soğuk Savaş döneminde demokrasi dışı grup ve kişilere kucak açmış ve siyasal kutuplaşmalarda sağ bloğun en aşırı aktörü olmuştur. Ülkücü ideoloji, bu yıllarda Osman Turan’ın eserinde iki efsunlu terim devşirmiştir; Nizam-ı Âlem (dünyaya nizam vermek) ve Devlet-i Ebed-Müddet (sonsuza kadar yaşayacak olan devlet). Nitekim hareketin/partinin fikri yayın organının adı da Devlet’tir. “Türkmen ağası” olarak bilinen emekli Kurmay Binbaşı Dündar Taşer, derginin yayın yönetmenidir.

Devlet Bahçeli

MHP, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bir değişim-dönüşüm sürecine girmiştir. 12 Eylül’den sonra -solcular kadar olmasa da- ülkücülerin de devletin tokadını yemesi, kuşkusuz hareket içerisinde katı ve koşulsuz devletçiliğin zayıflamasında etkili olmuştur. Türkeş Bey’in vefatı sonrasında başa geçen Devlet Bahçeli döneminde Türkiye'de demokratik siyasal hayatın tartışılmaz bir aktörü haline gelen parti, aşırı özelliklerini zamane dünya koşullarının zorlamasının da etkisiyle törpülemiştir. Bu bağlamda, MHP, Bahçeli döneminde birçok araştırmacı yazar ve gazetecinin belirttiği üzere aşırı sağdan merkez sağa doğru yelken açmaya başlamıştır. Ancak AK Parti’nin 2000’lerin başında yarattığı büyük sağ blok nedeniyle, parti, bugün yüzde 10 seçim barajı seviyesinde bir oy oranına düşmüştür. Nitekim PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonrasında 1999 yılında MHP’ye yüzde 19’la tarihinin en yüksek oyunu aldıran Devlet Bahçeli, bugün eleştirilerin odak noktasındadır. Ancak aslına bakılırsa, Bahçeli dönemindeki MHP ile Türkeş dönemindeki MHP arasında büyük farklar yoktur. Hatta MHP’nin bugünkü oy oranı, o döneme kıyasla daha bile yüksektir. Ancak MHP, o dönemde “Milliyetçi Cephe” hükümetlerinde koalisyon ortağı olarak iktidara dâhil olabilirken, bugün daha çok dışarıdan iktidara destek veren etkisiz bir aktör görünümündedir. Lakin her iki dönemde de değişmeyen şey, MHP’nin ısrarla savunduğu üniter ve ulus-devlet olgusunun hala Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer almasıdır. Ancak bağımsız Kürdistan’ın kurulması karşısında AK Parti iktidarının ve MHP’nin aktif politikalar geliştirememesi, son aylarda ülkücü tabanda rahatsızlıklara neden olmaya başlamıştır. Bu nedenle, önümüzdeki aylarda MHP tabanında bir bölünme yaşanması muhtemeldir. Hatta kanımca partinin tarihin tozlu sayfalarına karışması tehlikesi bile ciddi anlamda mevcuttur. Bu noktada MHP’nin etki alanıyla birlikte yüzde 20-25’leri bulan tabanının üç parçalı bir yapıya bölüneceği öngörülebilir. Muhtemel ilk parça, Türkçülükten cayıp tamamen İslamcılığa yönelecek ve AK Parti’ye katılacak olan milliyetçi-mukaddesatçı tabandır. İkinci parça, Meral Akşener, Ümit Özdağ ve Koray Aydın gibi MHP kökenlilerin kuracağı yeni partiye katılacak olan muhalif ve merkez sağa yatkın ülkücülerdir. Üçüncü grup ise, Devlet Bahçeli’nin MHP’sine oy vermeye devam edecek olan geleneksel ülkücü tabandır. Hatta CHP'nin ulusalcılığa dönmesi durumunda, büyük şehirlerde yaşayan MHP seçmenleri ilerleyen aylarda dördüncü bir seçenek/blok olarak bu partiye de yönelebilirler.

Sonuç olarak, denilebilir ki, MHP hareketi ve Türkçü-Ülkücü düşünce, elbette demokratik açıdan eleştirilmesi gereken ve bazı aşırıcı unsurlar taşıyan bir siyasal aktör ve ideolojidir. Lakin bir dönem sosyal demokrat siyasetçi ve eski Dış İşleri Bakanı Murat Karayalçın’ın da belirttiği gibi, bu hareketi “Türkiye’nin sübabı” olarak görmek ve olası işgal ve güvenlik krizlerinde bu çizginin savunduğu vatansever ve fedakarlığa dayalı aşırı milliyetçi değerlerin ülke için gerekli olabileceğini düşünmek de zorunludur. Zaten tüm dünyada bu tip aşırı sağ hareketlerin bir devlet açısından kritik özelliği, kontrol edilebilir, devletin resmi güvenlik politikalarıyla uyumlu ve oy oranlarının çok yüksek olmamasıdır. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] 1963 Ankara doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi’ni ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1984-1988 arasında haftalık haber dergisi Yeni Gündem’de gazetecilik yaptı. 1988’den beri İletişim Yayınları’nda araştırma-inceleme dizisi editörüdür. O zamandan beri kitap çevirmenliğiyle de meşguldür. 1993’ten 2014’e kadar üç aylık sosyal bilimler dergisi Toplum & Bilim dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. 1989’dan beri düzenli yazdığı aylık sosyalist kültür dergisi Birikim’in 2012’de yayın koordinatörlüğünü, 2016’da yayın yönetmenliğini üstlendi. Ağırlıklı çalışma alanları, Türkiye’de siyasal düşünceler, özellikle sağ ideoloji ve milliyetçiliktir. Bu konularda yayımlanmış kitapları şunlardır: Devlet Ocak Dergâh – 1980’lerde Ülkücü Hareket (Kemal Can’la birlikte – İletişim Yayınları, 1991), Milliyetçiliğin Kara Baharı (Birikim Yayınları, 1995), Türk Sağının Üç Hali(Birikim Yayınları, 1998), Devlet ve Kuzgun – 1990’lardan 2000’lere MHP (Kemal Can’la birlikte – İletişim Yayınları, 2004), Medeniyet Kaybı- Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar (Birikim Yayınları, 2006), Türkiye’nin Linç Rejimi (Birikim Yayınları, 2008), Sol, Sinizm, Pragmatizm (Birikim Yayınları, 2010), Cereyanlar – Türkiye’de Siyasî İdeolojiler (İletişim Yayınları, 2017).
Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Tan%C4%B1l_Bora ve http://www.iletisim.com.tr/kisi/tanil-bora/4848#.WSLVJ9SLTwc.
[2] Kitabı almak için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/cereyanlar-amp-turkiyede-siyasi-ideolojiler/413349.html.
[3] Türkkan, Türkçülük-Turancılık Davası sonrasında ılımanlaşmış ve demokrasi içerisinde mutedil milliyetçiliği savunmaya başlamıştır. İlerleyen yıllarda uzun süre Amerika’da kalan Türkkan, Soğuk Savaş bitince yeniden Türkiye’ye dönmüş ve Türkçü eserler yazmıştır. 21. yüzyılın Türkçülüğünü inşa etmeye çalıştığını iddia ettiği bu son döneminde, Türkkan, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’ni geliştirmeye ve Amerikan yerlisi Kızılderililerin Türk olduğunu ispatlamaya çalıştı.
[4] En bilinen örnek, Atatürk’ün ünlü “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözüdür.
[5] “Yağmur Oğlum; Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol! Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun.” Bakınız; http://www.nihal-atsiz.com/yazi/h-nihal-atsizin-vasiyeti.html.
[6] “Geçmişini si…im Bulgarın da Moskofun da,
Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim
Alçakların sesini duyarken mikrofonda,
Asla gururlanma asla mağrur olma
Daha dün sen de mahvolmuştun Purut’ta
Yalnız şunu isterim
Yalnız şunu hatırla
Yatmıştı Katerina Baltacının koynunda.”
Bakınız; http://www.kisiselblog.org/osman-yuksel-serdengecti-moskofname-siiri/.

Hiç yorum yok: