Önceki gün TBMM Başkanı Sayın İsmail Kahraman’ın yaptığı ve Türkiye ulusal basınında “Laiklik yeni anayasada yer almamalı” manşetiyle yansıtılan açıklamalar
[1], Türk-Kürt ve Alevi-Sünni fay hattı ile birlikte Türkiye’deki en önemli siyasi tartışma konularından olan laiklik-İslamcılık olgusunu bir kez daha ülke gündemine taşıdı. Bu yazıda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti anayasasının değişmez maddelerinden olan ve kısaca din ve devlet işlerinin ayrılması şeklinde özetleyebileceğimiz laiklik olgusuna biraz daha yakından bakmaya çalışacağım.
Laik kelimesi, Yunanca “laos” kelimesinden gelen “laikos” kelimesinden alınmıştır. Laos, eski Grekler’de halk anlamına gelirdi. Laos’tan türeyen laikos ise, Orta Çağ’da, rahip ve din adamı olmayan halk anlamında kullanılmıştır. Bugün Fransızca’da kullanılan “laicisme” tabiri karşılığı olarak İngilizce’de kullanılan tabir ise, Latince “saecularis” kelimesinden alınmış olan ve “çağdaş, zamanla değişebilen, din gibi değişmez olmayan” anlamına gelen “secularism”dir. Niyazi Berkes, bundan yıllar önce sekülarizmi “çağdaşlaşma” olarak Türkçe’ye çevirmiş ve bu çeviri akademik çevrelerce de benimsenmiştir.
[2] Laiklik, bir siyasi rejim için kullanıldığı zaman, genel olarak din ve devlet işlerinin ayrı olduğu bir sistem kastedilir. Bununla birlikte, laiklikle kastedilen şey sadece devlet içinde din ve dünya işleriyle ilgili otoritelerin birbirinden ayrılması değil, sosyal hayatın birçok cephesiyle din arasındaki ilişkinin çözülmesidir. Nitekim din-toplum ilişkisi hayatın birçok kesiminde karşımıza çıkmaktadır ve laikliğin tartışmalı boyutunu daha çok bu alan oluşturmaktadır.
Laikliğin tarihi, Hıristiyanlık dünyasında, Papalık makamı ile krallar ve imparatorlar arasında yani Kilise ile devlet arasında geçmiş olan mücadelenin tarihidir. Bu mücadelenin değişik safhaları vardır. Başlangıçta, Roma’daki Hıristiyanlar, imparatorlara Tanrı derecesinde saygı göstermeyi reddettikleri için sürekli baskı altında yaşamışlardır. I. Constantinus’un Kilise’ye resmen bir hukuki yetki vermesi ile Kilise özerklik kazanmış, fakat IV. yüzyıldan itibaren, imparator din işlerinde gittikçe daha çok söz sahibi olmaya başlamıştır. Doğuda bu eğilim VI. yüzyılda imparator Justinianus’un hem devletin, hem de Kilise’nin başına gelmesi sonucunu vermiş, Bizans İmparatorluğu’ndaki Doğu Ortodoks Kilisesi devletin emrine girmiştir. İmparatorluğun ikiye bölünmeye başlaması ile beraber, devletin Kilise üzerindeki egemenliği de zayıflamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ise, İstanbul patriğine, kendi kilisesine bağlı kişiler üzerinde siyasi haklar tanımıştır. Bu olay, Hıristiyanlık tarihinde eşi görülmemiş bir olaydır çünkü Rusya’da bile Ortodoks Kilisesi tamamen devlet egemenliği altındaydı. 400 yılından sonra Batı’da merkezi bir imparatorluk yoktu; sadece Roma’da “Papalık Makamı” denilen ve başlangıçtan itibaren üstünlük iddia etmiş ve 300 yılından başlayarak Batı devletleri tarafından üstünlüğü kabul edilmiş bulunan merkezi bir Kilise iktidarı vardı. Barbar istilaları ve bu istilaların yarattığı kaos ve anarşi Papalığın itibarını çok yükseltti. Sonraları Avrupa’da güçlü siyasi iktidarların, hele ki Kutsal Roma İmparatorluğu ile Fransa Krallığı’nın ortaya çıkması, Papalarla hükümdarlar arasında uzun sürecek olan mücadeleyi başlattı. Bizzat Papa’nın aynı zamanda siyasi iktidar sahibi olması, bu mücadeleyi daha da karışık hale getiriyordu. Bazılarına göre, imparatorlar ve krallar ülkelerini ilahi haklara dayanarak teokratik bir rejimle yönettikleri için Kilise’yi de kontrol edebilirlerdi. Bazıları ise, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili olan Papa’nın devleti denetlemesi gerektiğini düşünüyordu. Yüzyıllarca süren bu mücadelenin bazı kahramanları Papa VI. Gregorius-Almanya İmparatoru IV. Heinrich, Papa III. Innocentis-Almanya İmparatoru II. Heinrich ve Papa VIII. Bonifacius-Fransa Kralı IV. Philippe’ti. Aynı mücadele tüm Hıristiyan ülkelerinde sürüp gitti ve hatta bazılarında Kilise üstünlüğünü kabul ettirdi. Kiliseler, resmen devlet kilisesi sıfatını taşıdıkları zaman, devletin yönetiminde büyük söz sahibi oldular. Kiliselere bu gücü sağlayan bir etken de, onun ve ona bağlı tarikatların büyük mülk sahibi olmaları ve dolayısıyla, ekonomiyi büyük ölçüde etkilemeleriydi. Ancak Orta Çağ’ın sonlarına doğru, Kilise’nin ve feodal yapıda bulunan Avrupa’da büyük üstünlükleri olan soylu toprak sahiplerinin sömürdüğü halk hoşnutsuzluk ve isyan duyguları içinde zenginlik içinde bulunan kilisenin mallarının devlete verilmesini istemeye başladılar. Zaten İngiltere ve Fransa arasındaki “Yüzyıl Savaşı” süresince Fransa’nın tarafını destekleyen Papa’ya olan saygı azalmaktaydı. Ayrıca Rönesans ve Reform Avrupa’da yeni aydın bir düşüncenin doğmasını sağlamıştı. Laik diyebileceğimiz ilk düşünür olan ve “Prens” eseriyle bilinen Makyavel’in İtalya’da ortaya çıkması, bunun açık bir örneğidir.
XVIII. yüzyılda halk ve hükümet üzerine geliştirilen ve Fransız Ansiklopedicileri tarafından yaygınlaştırılan yeni kuramlar, XIV. yüzyılın başında, “liberalizm” adını aldı. Liberalizm, kralların ilahi haklarını reddediyor ve siyasi iktidarın halkın oyuna dayandığını ve halka karşı sorumlu olduğunu düşünüyordu. Aynı dönemde ekonomik gelişmeler ve sömürgecilik sonucu ortaya çıkan “burjuva” sınıfı da halkı desteklemeye başladı. Daha çok para kazanmak için Kilise’nin baskısının azalmasını isteyen burjuva sınıfı ve halk kendi egemenliklerini ileri sürerek, bunun savaşımına girdi. ABD bağımsızlık hareketiyle başlayacak olan bu süreç, Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaştı. Devlet-Kilise ilişkileri problemi konusunda ilk köklü çözümü benimseyen ülke, Amerika Birleşik Devletleri oldu. Bu ülkenin federal anayasası, devletin bir dine bağlanmasını veya vatandaşların medeni ve siyasi haklarını kullanırken dini sebeplerle farklı muamele görmelerini veya herhangi bir dini yasaklamayı öngören kanunlar çıkarılmasını yasakladı. Böylece din hürriyeti ve kanun karşısında bütün dinlerin eşitliği ilkesi devletçe kabul edilmiş, devletin Kilise ile olan çatışmaları sona erdirilmiş oldu. Hemen onu izleyen Fransız İhtilali, düşünce ve din hürriyetlerini ilan etmekle beraber, başlangıçta Katolik Kilisesi’ni reddetmeyerek onu yeniden örgütlemeyi denedi. Sonuç cesaret verici olmayınca, Jakobenler yozlaşmış Kilise’yi veya dini yok farz etmeyi uygun buldular. Napolyon’un Birinci Konsül olması üzerine, Katolik Kilisesi yeniden bir siyasi güç haline geldi. 1801’de Fransa Cumhuriyeti, Papalık ile yaptığı anlaşma (konkordatum) gereğince, eskiden monarşi yönetiminin sahip olduğu kilise üzerindeki kontrol hakkını kendine aldı ve ondan sonra da Katoliklik resmi devlet dini olarak eski yerini alamadı. İhtilalde el konmuş olan kilise malları, İhtilalde el konmuş olan ruhbanlık, imtiyaz ve muafiyetler iade edilmedi. Bu dönemden itibaren Avrupa’daki modern laik devletler, din hürriyeti ilkesi ve bu ilkenin gereklerini gelenekçi hukuk uygulamaları ile bağdaştırma yolunda adım adım ilerlediler. Fransa’da din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılması, Aristide Briand’ın 1902’de hazırlayıp, 1905’te parlamentodan geçirmeyi başardığı bir kanunla mümkün oldu. Günümüzde Avrupa devletleri laik çizgilerini korumakta ve bunu yaparken çok büyük sorunlarla karşılaşmamaktadırlar. Ancak buna sadece birkaç ülke anayasasında doğrudan referans vermektedir. Bunlar arasında, Fransa, en bilinen ve Türkiye’deki seküler kesim tarafından da model ülke olarak görülen bir yapıdadır.
Türk milletinin din-toplum ilişkisi ve laikliğe geçiş süreci, Avrupa devletlerinden farklı bir çizgide gerçekleşmiştir. Türkler, tarih boyunca hüküm sürdükleri ülkelerde daima din ve dolayısıyla vicdan hürriyetine saygı göstermişlerdir. Ne var ki, Türklerin bu toleranslı tutumu, birtakım tarihi sebepler yüzünden hukuk alanında gerekli sonuçları verememiştir. Bu tarihi sebeplerin başlıcası hilafettir. Hilafetin sözlük anlamı; herhangi bir işte birinin yerine geçmek, ona vekâlet etmektir. Halife ise, herhangi bir işte birinin yerine geçen anlamına gelir. İslam anlayışına göre, hilafet, devlet başkanlığında Hz. Muhammed’e vekâlet etme anlamında kullanılmakla birlikte, bir din işi olmaktan çok, dünya işidir, dünyevi bir kurumdur. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim 1571’de Mısır’da Kölemen Sultanı Kansu Gavri’yi yenerek halifeliği almıştır. Hilafet kurumu ne yazık ki Türk devletlerinde dünyevi hukukun gelişmesine engel olmuş, devlet için resmi din olarak İslamiyet’i kabul etme zorunluluğu doğurmakla kalmamış, kamu hizmetlerinin de dini kurallara uygun bir şekilde yürütülmesine yol açmıştır. Çünkü İslamiyet, gerek özel hukuka, gerek kamu hukukuna girmesini gerektiren bazı kuralları barındırıyordu. Osmanlı Devleti için konuşmak gerekirse, ne ıslahatlar, ne Tanzimat hareketi, ne de Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemleri devleti yarı-teokratik olmaktan kurtaramadı. Ancak yine de, Osmanlı Devleti, akılcı yönetimsel pratikleri sayesinde tam anlamıyla bir din devleti haline dönüşmedi. Bu dönemlerde bazı kamu hizmetleri din etkisinden kurtarılmış olsa da, yargılama işleri ile eğitim ve öğretim hizmetleri dini niteliklerini korumuştur. Hilafet döneminde Halife tarafından seçilen bir Şeyhülislam kabineye girer ve kamu hizmetlerini dini bakımdan denetlerdi. Her ne kadar mahkemelerin bir kısmı laikleştirilmiş ve Maarif Nezareti kurularak bu nezarete bağlı okullar açılmış ise de, birtakım mahkemeler ve bütün medreseler Bab-ı Meşihat denilen Şeyhülislamlık makamına bağlı kalmakta devam ediyordu. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, 1924’ten itibaren çıkarılan Hilafetin İlgası, Tevhid-i Tedrisat, Şer’iye Vekâleti’nin ilgası ve tekke ile zaviyelerin kaldırılması kanunları ve bunları izleyen Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi Türkiye’de laiklik ilkesinin temellerini attı. 1924 Anayasası’nın ilk biçiminde Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğunun yazılması kimi zaman zihinleri karıştırır; fakat zaten Türkiye’de laiklik, Cumhuriyet kurulmadan yaşama geçmiş bir ilkedir. Atatürk, daha Anadolu’ya geçtiği gün, Hâkimiyet-i Milliye’yi yani milli iradeyi egemen kılma ilkesini ileri sürmüş ve kongreler düzenlemiştir. Zaten 1937 yılında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle ve 1961 anayasasının 2. maddesi ile de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu açıkça belirtilmiş, devletin bu niteliğini koruyan hükümler konulmuştur.
Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugüne kadar gerçekten bir laik devlet olduğu da asla iddia edilemez. Zira anayasasında bu hükme yer veren az sayıdaki ülkeden biri olmasına karşın, Türkiye’deki laiklik uygulaması daha çok bir dine (İslam) ve bunun bir koluna (Sünni) hizmet veren Diyanet İşleri Başkanlığı kontrolünde gelişmiştir. Dolayısıyla, din adamları aynı zamanda devlet memurudurlar. Yani dini özgürlük değil, devletin dini kontrol etmesi anlayışı hâkimdir. Ayrıca farklı din gruplarına ve İslam dininin farklı yorumlarına inanan kimselere hizmet sunmayan devlet, açıkça dışlayıcı ve kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir tavır takınmaktadır. Bu anlamda, Türkiye’deki laiklik uygulamasını Profesör Baskın Oran gibi bazı aydınlar Bizantinizm’e dahi benzetmişlerdir. Oysa Batı demokrasilerinde, devletin dine maddi ve manevi desteği gibi bir durum söz konusu değildir; din adamları, kiliseler-camiler ve cemaatler, kendi inananları sayesinde ayakta kalır ve onların bağışlarıyla geçinirler. Devlet, sadece zaman zaman dini merkezlerin restorasyonları gibi konularla ilgilenir. Bu anlamda, Türkiye’de laiklik adı altında uygulanan, aslında devletin dini kontrol etmesi ve toplumu tek tipleştirmesidir. Bu nedenle, Türkiye’deki laiklik uygulamasının acilen düzeltilmesi gerekmektedir. Bunun yolu ise, anayasadan laiklik ilkesini çıkarmak değildir. Ya Diyanet İşleri Başkanlığı tüm din ve mezheplere hizmet veren bir yapıya büründürülmeli, ya da tamamen kapatılarak, din, özel alana ve gerçekten inananlara bırakılmalıdır. Aksi takdirde, bir devlet mekanizması haline gelen din araçsallaşır; bu, aynı zamanda, inananlar için Tanrı’ya (Allah’a) da şirk koşmak anlamına gelecektir. Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti, radikal tarikat ve cemaatleri örnek göstererek, din kurumunu kontrol altında tutmasını meşrulaştırmış ve bu da toplumda genel kabul görmüştür. Ancak Türkiye’nin geldiği noktada artık laikliğin bir tartışma konusu haline geldiği de hesaba katılırsa, bu modelin başarısız olduğu bir vakıadır. Dolayısıyla, bu noktada gerçek laikliği önceleyen bir düzenleme yapılması şarttır. Ancak bu durum, din devletlerinde olduğu gibi din adamlarının siyaset ve ekonomik hayatı düzenleyebilecekleri anlamına da gelmemelidir. Din adamları, (zaman zaman siyasete kaymasına karşın) Katolik Kilisesi ruhani lideri Papa’nın günümüzdeki örneğinden de görülebileceği üzere, daha çok ahlaki konularla ilgilenen bir yapıda kalmalıdırlar.
Laiklik, maalesef ülkemizde bazı kesimler tarafından yanlış da anlaşılmaktadır. Laiklik, dinsiz olmak ya da Müslüman olmamak değildir. Bu konu, aşırı dindar bir siyasetçi olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından da defalarca vurgulanmıştır.
[3] Laiklik hoşgörüdür, insanlara tanınan bir özgürlüktür, aydınlanmadır. Burada değerli aydınlarımızdan Toktamış Ateş’in laiklikle ilgili sözlerinden bir alıntı yapmak istiyorum; “Ben laiğim demek asla ben dinsizim demek değildir. Benim dinim sizi ilgilendirmez. Ben de sizin dininiz ve inançlarınızla ilgilenmiyorum demektir bu”. Laiklik yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması da demek değildir. Laiklik demokrasinin yani halk iradesine ve idaresine dayalı modern toplum yönetiminin temelinde yatan bir olgudur. Zira laiklik sayesinde teokrasiye dayalı ilahi meşruiyet yerini tüm eksikliklerine karşın milli irade olarak da bilinen demokratik halk iradesine bırakmıştır. Sekülarizme dayalı olarak meşruiyetin kaynağı artık ruhban sınıflar, imparatorlar değil ulus-devleti oluşturan halklardır. Bu nedenle, demokrasi-laiklik-halkçılık birbirleriyle yakından alakalı ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Bugün bazı sözde demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü savunucularının laiklik karşıtı eylemleri desteklemeleri oldukça komik kaçmaktadır. Zira bu kişilerin savundukları şey halk iradesini egemen kılan bu prensibin yıpratılması ve şeyh, tarikat liderleri gibi teokrasiye dayalı otorite sahiplerini siyasette egemen kılmak yani demokratik halk iradesini gölgelemektir. Demokrasi ancak demokrasiyi özümsemiş kurum ve bireylerle ayakta kalabilir. Gelişmiş, pekişmiş bir demokrasi Adam Przeworski’nin meşhur tabiriyle “şehirdeki tek oyun”dur. Bu tabirle kastedilen şey, tüm siyasal ve sosyal aktörlerin demokrasiyi özümsemiş ve kendi içlerinde demokratik bir yapıyı kurmuş olmalarıdır. İşte bu nedenle, dini özgürlükler kadar akıl ve bilim ışığında özgür tercihler yapabilen çağdaş bireyin yaratılması da modern demokrasilerin bir gereğidir.
Laiklik karşıtı düşüncelerin bir diğer hedefi de sosyal adalettir. Zira kamusal alanda görev yapan kişilerin dini ve mezhepsel kimliklerini ortaya koyması devlet idaresindeki tarafsızlık ve eşitlikçi anlayışı gölgeleyecek ve çoğunlukta olanın azınlık üzerinde kesin bir hâkimiyet kurmasına yol açacaktır. İşte modern toplumun belli bir ölçüde de olsa sağlayabildiği sosyal adalet düzeni, dini inançların kamusal alana taşınmasıyla beraber yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu gibi uygulamalar, mezhepsel olarak büyük ölçüde monist bir yapıya sahip olan Türkiye gibi ülkelerde çoğunluğun tiranlığına yok açabildiği gibi, daha heterojen mezhepsel yapıları bulunan ülkelerde azınlık diktatoryası ile de sonuçlanabilir. İşte tüm bu nedenlerle, laiklik demokrasi için, sosyal adalet için özenle korunmalı ancak bunun dine karşıt algılanmaması için de bireysel inançlara saygı gösterilmelidir. Laikliğin yeniden düzenlenmesinin yolu da, daha önce de belirtildiği gibi ya Diyanet İşleri'ni reforme etmek, ya da bu işi tamamen halka ve sivil alana bırakmak şeklinde olmalıdır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ