21 Temmuz 2015 Salı

Hegemonik İstikrar Teorisi ve Amerikan Liderliği


Uluslararası İlişkiler disiplininin Realizm (Gerçekçilik) ekolü literatüründe yer alan en önemli teorilerden biri de Hegemonik İstikrar Teorisi’dir. Bu yazıda Theodore H. Cohn’un Global Political Economy Theory and Practice[1] kitabı ışığında Hegemonik İstikrar Teorisi’ni özetleyecek ve Amerikan liderliğini bu perspektiften değerlendireceğim.

Hegemonya
Hegemonya, sözlük anlamıyla bir sistem içerisindeki bir unsurun diğerlerinden üstün, baskın olduğunu belirtir. Uluslararası İlişkiler alanında ise, hegemonya kavramı ile bir devletin çeşitli enstrümanlar aracılığıyla dünya siyasetine yön verme kapasitesine sahip olması anlaşılmaktadır. Dünya siyasetinde güç dengeleri eşitsizlik esasına dayandığı için (eşitsizlikleri doğal kabul eden Realist perspektif açısından bu daha da önemlidir), kimi düşünürlere göre bir devletin diğerleri üzerinde hegemonya kurması, aslında dünya barışına katkıda bulunabilir ve ekonomik gelişimin önünü açabilir. Geçmişte bazı imparatorluklar (örneğin 15. ve 17. yüzyıl arasında Osmanlı İmparatorluğu ya da 19. yüzyılda Britanya İmparatorluğu), bu güce erişmeyi başarmışlardır. Birçok Uluslararası İlişkiler teorisyeni, hegemonyayı devlet merkezli olarak tanımlar ve daha çok askeri, ekonomik ve siyasi güç üzerinde dururken, İtalyan Marksist Antonio Gramsci’den etkilenen birçok Marksist düşünür, hegemonyayı kültürel boyutu ve yumuşak güç unsurları ile birlikte ele alırlar.

Hegemon Devletlerin Amaçları Nelerdir?
Hegemonik İstikrar Teorisi düşünürlerinin tamamının üzerinde uzlaştığı bir konu, hegemon vasfına sahip devletin hegemon olarak dünya siyasetini yönetmeye talip ve yetkin olmasıdır. Ancak düşünürler, bu hegemonyanın nasıl olması gerektiği konusunda 3 farklı kategoriye ayrılırlar.
  1. İyiliksever Hegemonya: İyiliksever hegemonya modeli, hegemon vasfındaki devletin kendi ulusal çıkarlarından ziyade dünya siyasetindeki dengeleri gözetmesi ve sistemik çıkarları ön planda tutması durumunda gerçekleşir. Bu modelde, tehdit ve güç unsurlarından daha ziyade, ödüllendirme mekanizması ve yumuşak güç unsurları etkin ve yoğun olarak kullanılır. Bu şekilde, sert güç kullanımı engellenmeye ya da minimize edilmeye çalışılır.
  2. Karışık Hegemonya: Karışık hegemonya modelinde, hegemon devlet ulusal çıkarları ile dünya sisteminin çıkarlarını örtüştürerek, her ikisini de aynı anda savunmaya çalışır. Bu noktada, ulusal çıkarların zaman zaman sistemik çıkarların önüne geçmesi, eğer yeterince güç ve ikna unsuru ile desteklenmiyorsa, sistemik krizlere yol açabilir ve hatta hegemon devletin hegemon vasfını dahi ortadan kaldırabilir. Bu modelde; hem yumuşak, hem de sert güç unsurları etkin olarak kullanılır.
  3. Sömürücü Hegemonya: Sömürücü hegemonya modeli, hegemon devletin tamamen kendi ulusal menfaatleri üzerine bir siyaset inşa etmeye çalıştığı ve bu doğrultuda çekinmeden sert güç uygulamalarına yöneldiği bir sistemdir. Bu sistem, her zaman için krizlere açık ve hegemon devleti er veya geç konumundan aşağı indirecek bir yapıyı ortaya koyar. Salt sert güç unsurlarına dayalı bu sistem, ikna ve rıza mekanizmasını oluşturmakta başarısız kalmaya mahkumdur.
Hegemon Devlete İhtiyaç Var Mı?
Hegemonik İstikrar Teorisi düşünürleri, hegemon bir devletin varlığının dünya sistemi ve özellikle de dünya ekonomisi açısından olumlu olduğunu iddia ederler. Onlara göre; dünya sisteminde bir hegemon devletin olmaması, siyasal kaos ortamını büyütür ve istikrarsızlıkları arttırır. Buna karşın, hegemon bir devletin varlığı durumunda, -özellikle de bu devlet, açık ve serbest piyasa ekonomisine dayalı ekonomik modelleri öngören ve siyasal liberalizm esaslarıyla desteklenen rejimleri teşvik ederse- dünya ekonomik sistemi daha başarılı ve istikrarlı olabilir. Zira ekonomik yapıların entegre olması, ülkeler ve toplumlar arasındaki siyasal rekabetleri sıfır toplamlı oyun paradigmasından çıkararak, kazan-kazan durumları yaratacak ve böylelikle siyasal ve askeri çatışmalar önlenebilecektir. Bu nedenle, Realizm ekolünde yer almasına karşın, uzun vadede Hegemonik İstikrar Teorisi Liberalizm-İdealizm paradigmasına daha çok yaklaşır. Bu durum, tarihi bazı deneyimlerle de ispatlanabilir. Örneğin, Britanya İmparatorluğu’nun 19. yüzyılın sonlarından itibaren düşüşe geçmesi, dünyada serbest ticaret anlamında büyük gerilemelere neden olmuş ve sonuçta dünyadaki birçok farklı ülkede faşist ya da komünist esaslara dayalı totaliter rejimler kurulmuştur. Bu trend, neticede iki Dünya Savaşı’na ve Büyük Buhran’a neden olmuştur.

Amerikan Liderliği
Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir süpergüç olarak ortaya çıkmış yeni bir hegemon devlettir. Soğuk Savaş süresince Bretton Woods sistemine dayanarak yarattığı kurumlarla (IMF, Dünya Bankası, GATT) Batı dünyasındaki süpergüç konumunu sağlamlaştıran ABD, serbest piyasa ekonomisini teşvik ederek, bu sistemin ve hegemon vasfının derinleşmesini sağlamıştır. Ancak yine bu dönemde, ABD’nin gücü daha çok Batı dünyası ile sınırlı kalmış ve Sovyet Rusya’nın hegemonyasındaki Doğu bloğunda bu ülke neredeyse hiç etkili olamamıştır. Lakin Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından, ABD, dünya sistemindeki tek hegemon devlet statüsünü yakalamıştır. Bugün ABD, halen dünyanın en önemli askeri, siyasi-diplomatik, ekonomik ve kültürel güç merkezidir. Ancak ABD’nin 21. yüzyılda bu vasfını koruyup koruyamayacağı tartışmalıdır; zira Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu bazı bölgesel süpergüçler, küresel süpergüç olabilme yolunda önemli adımlar atmaktadırlar.

ABD’de halihazırdaki Başkan olan Barack Obama’nın liderlik modeline bakıldığında, kendisinin iyiliksever hegemonya kavramına oldukça yakın bir politika izlediği görülmektedir. ABD'nin güçlü devlet imajının yara alması pahasına, ABD liderliğindeki dünya sisteminin tamamen çökmemesi adına bazı konularda yatıştırıcı bir politika izleyen Obama, buna karşın Amerikan menfaatleri ile küresel sistem arasında doğrudan bağ yaratarak, iyiliksever hegemonya kavramı ile karışık hegemonya arasında bir yerde konumlanmayı başarmış ve ABD’nin Soğuk Savaş sonrasında üstlendiği hegemon devlet statüsünden taviz vermemiştir. Obama’nın Transatlantik Yatırım ve İşbirliği Anlaşması ve Trans Pasifik Anlaşması gibi adımlarla dünyada serbest ticareti teşvik etmesi, dünya ekonomik sisteminin birleştirilmesi ve kazan-kazan durumlarının yaratılması adına son derece kritik ve başarılı hamlelerdir. Lakin, Obama’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslüman nüfusu yoğun ülkelerde İslam, liberalizm ve demokrasiyi bağdaştırarak yaratmak istediği model, bu ülkelerin sosyolojik yapılarının buna uygun olmaması nedeniyle (Tunus haricinde) Arap Baharı sürecinde büyük bir başarısızlık görüntüsü yaratmıştır. Üstelik bu politika, otoriter ve totaliter rejimleri olan diğer bölge ülkelerini de ABD’den uzaklaştırmış ve Çin ve Rusya gibi başka güç odaklarına daha yakın durmaya itmiştir. Uluslararası hukuka ve Birleşmiş Milletler kararlarına saygılı durmaya gayret eden Obama, sistemik bir krize neden olmamış, ancak yine de Çin’in ekonomik, Rusya’nın da askeri ve siyasi karşı hamleleri nedeniyle Amerikan liderliği bazı noktalarda yara almış gibi bir görüntü vermiştir. Yine Irak ve Suriye’de ortaya çıkan içsavaş tablosu, Obama adına bir başarısızlık nedenidir. Buna karşın, İran’la varılan nükleer anlaşma örneğin, eğer bu ülke bu noktadan sonra dünya sistemi ile daha uyumlu hareket edebilirse, tarihi bir başarı olarak Obama’nın başarı hanesine yazılmalıdır. Küba ve Vietnam’la yaşanan yakınlaşma süreci de buna eklenebilir. Ayrıca Obama yönetiminin yumuşak güç unsurlarını kullanmaktaki inanılmaz başarısı, dünyada Obama ve ABD’ye yönelik sempatilerin artmasına neden olmuştur.

Obama öncesinde iki dönem Başkanlık koltuğunda oturan George W. Bush’un liderliği incelendiğinde ise, kendisinin daha çok karışık hegemonya modeline uygun düştüğü görülmektedir. Amerikan çıkarları ile dünya sistemi arasında iktidarının ilk yıllarında iyi bir denge kuran ve 11 Eylül saldırısı sonrasında Afganistan müdahalesi gibi hamleleriyle dünyadaki neredeyse tüm ülkelerden destek alan Bush, ancak daha sonra Birleşmiş Milletler kararı olmadan yaptığı İkinci Körfez Savaşı hamlesi nedeniyle sömürücü hegemonya modeline daha yakın olarak algılanmış ve dünyada Amerikan sempatisi bu nedenle hızla azalmıştır. Bu durum, Çin ve Rusya gibi alternatif cazibe merkezlerinin güçlenmesine neden olmuştur. Bush iktidarı, Obama döneminin aksine, yumuşak güç unsurlarını da yeterince iyi kullanamamış ve dünyada Amerikan sempatisi yaratamamıştır.

Amerikan Hegemonyası Zayıflıyor Mu?
Son yıllarda Uluslararası İlişkiler alanında ABD’nin dünya liderliğinin zayıflaması ve Çin’in yükselişi üzerine artan bir yayın furyası bulunmaktadır. BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü ve Avrasya Ekonomik Birliği gibi yeni uluslararası işbirliği kurumlarının oluşması ve hatta bu kurumların kendi ekonomik yapılarını da inşa etmeye başlaması (Asya Altyapı Yatırım Bankası, BRICS Bankası), bu durumu doğrular niteliktedir. Bu doğrultuda, dünyada çokkutuplu bir düzen isteyen kişiler hızla artmakta ve sesleri de yükselmektedir. Ancak bu durum, oldukça aldatıcı olabilir. Zira Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu gibi ülkelerin dünya sistemindeki yerleri, -şimdilik- daha çok ABD’nin jeopolitik hamlelerini önlemeye ve bozmaya yönelik hamlelerdir (örneğin Arap Baharı süreci) ve henüz düzen-kurucu aşamaya gelememiştir. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in meşhur ifadesiyle, bu ülkeler daha çok kendi “yakın çevre”lerinde etkili olan güçlerdir. Yine de Çin’in son dönemde iyice artan ve küresel bir perspektif ortaya koyan Yeni İpek Yolu gibi ekonomik hamleleri ve yatırımları, bu noktada Çin’i son yıllarda gerçekten ön plana çıkarmakta ve bazı bölgelerde ekonomik açıdan düzen-kurucu konumuna dahi yaklaştırmaktadır.

Yeni ABD Başkanı’ndan Ne Beklenmeli?
Amerika Birleşik Devletleri, 2016 Kasım ayında yeni bir Başkan seçecektir. Demokratlar adına Hillary Clinton, Cumhuriyetçiler adına da Jeb Bush büyük ihtimalle bu seçimde yarışacak iki aday olacaktır. Clinton liderliğindeki ABD, büyük ihtimalle Obama’nın çizdiği rota doğrultusunda iyiliksever hegemonya modelini sürdürmeye gayret edecek ve dünya sisteminde izole ülkeleri sisteme entegre etmeye çalışacaktır. Daha çok yumuşak güç unsurlarına dayanacak bu liderlik, kuşkusuz IŞİD gibi bir terör tehdidi karşısında yeterince başarılı olmayabilir. Bu nedenle, iyiliksever hegemonya modeli uygulansa dahi, ABD’nin bu liderliği askeri güçle desteklemesi gerekecektir. Olası bir Jeb Bush Başkanlığında ise, ABD’nin karışık hegemonya modelini yeniden inşa etmeye çalışacağı iddia edilebilir. Bu noktada, ABD’nin sistemik çıkarlar ile ulusal çıkarlarının örtüştüğü noktalarda sert güç kullanımına yönelmesi beklenmektedir. IŞİD'in varlığı ve Rusya'nın Doğu Avrupa'ya yönelik tehditleri, bu doğrultuda ABD'de sert güç kullanımı isteyen çevrelerin elini son dönemde güçlendirmektedir. Ancak böylesi bir senaryoda, ABD’nin bir kez daha Irak işgali döneminde olduğu gibi -bugün Obama’nın bile kurtarmaya tam olarak muktedir olamadığı- dünyada bir nefret objesi haline gelmesi durumunda, bu dönemin de başarısız geçmesi kesin gibidir. Bu nedenle, ABD’nin siyasi ve ekonomik dizaynlarında ve hamlelerinde, uluslararası hukuk ve bölgesel güçlerin desteğini alarak adımlar atması daha akılcı bir hamle gibi gözükmektedir.

Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKÇA
[1] Cohn, Theodore H. (2000), Global Political Economy Theory and Practice, Addison Wesley Longman, Inc. Amazon: http://www.amazon.com/Global-Political-Economy-5th-Fifth/dp/B0072UXPOY/.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

If the situation continues to escalate tensions can paint bucket will continue to increase prices entrar facebook , entrar facebook , login facebook entrar , girl.go.games , facebook entrar , facebook entrar , facebook entrar