Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve kurucu partisi hüviyetindeki Cumhuriyet Halk Partisi, 1920’lerden bugüne Güneydoğu veya Kürt sorunu adı verilen konuda farklı politikalar izlemiştir. 1980’lerden itibaren PKK terörünün ortaya çıkmasıyla Kürt sorunu farklı bir çizgiye otururken, CHP de koşullara koşut olarak politikalarını farklı dönemlerde farklı şekillerde yapılandırmıştır. Bu yazıda kısaca CHP’nin 1920’lerden günümüze Kürt meselesine bakışıyla ilgili giriş niteliğinde bazı tespitler yapmak ve son olarak CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortaya attığı “Akil Adamlar Heyeti” konusunda görüşlerimi belirtmek istiyorum.
Aslında Mustafa Kemal Atatürk ve CHP çevresinin Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürtlere bakışı mesafeli olmasına karşın olumlu ve ılımlıdır. Atatürk, Andrew Mango’nun da belirttiği gibi, Türk ve Kürtleri “ırk kardeş” olarak nitelendirmiş ve iki halk arasındaki kültür benzerliklerine dikkat çekmiştir.(1) Atatürk’ün Kürt nüfusla ilk teması 1916 yılında Diyarbakır’a tugay komutanı olarak atandığında gerçekleşmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal’in tuttuğu günlük notları incelenirse Kürtler hakkında önceden bir bilgi sahibi olmadığı ve yabancılık hissettiği ancak bakışının olumsuz olmadığı görülecektir. Atatürk’ün 1 Mayıs 1920 günü TBMM’de yaptığı konuşma da, kendisinin bu konudaki duyarlılığını çok iyi ifade etmektedir; “Burada maksut olan ve Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkeş değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir”. İlk meclis oturumlarında Atatürk gayet özenli bir şekilde “Türk halkı” yerine “Türkiye halkı” terimini kullanmış ve Milli Mücadele’yi sekteye uğratmak istememiştir. Cumhuriyet’in ilanı sonrası da Kürt nüfusa özerklik verilmemekle beraber Lozan Antlaşması uyarınca dillerini konuşması serbest bırakılmış ve bir baskı ortamı yaratılmamıştır. Kürtler yine Lozan Antlaşması uyarınca azınlık olarak sayılmamış ve devletin asli unsurları olarak kabul edilmişlerdir. Azınlıklar yine Osmanlı dönemi benzeri şekilde gayrimüslim nüfusu oluşturan Ermeniler, Rumlar ve Museviler olarak görülmüştür.
Atatürk ve CHP’nin Kürt meselesine daha farklı bakışı ise 1925 Şeyh İsyanı ile başlar. Kurtuluş Savaşı’nda Türk nüfusla omuz omuza çarpışmış Kürtlerin Şeyh Said önderliğinde Cumhuriyet’e isyan bayrağı açması ve güneydoğuda aylarca kontrolü sağlamaları üzerine Mustafa Kemal bu konuda sert bir tavır belirlemiştir. Özellikle isyancı grupların Cumhuriyet’in laik kimliğine karşı çıkmaları, toprak reformu projesinden çekinmeleri ve İngilizlerle işbirliği yapmaları (İngilizler Musul ve Kerkük deki Türk etkisini azaltmak için Türkiye Cumhuriyeti ni zayıflatmak adına Şeyd Said’e destek vermiştir) Atatürk’ün bu tavrı almasında önemli bir etkendir. O dönemin aydınları bu meseleyi dışarıdan kaşınan ve yeni kurulmuş ülkenin birlik ve bütünlüğüne zarar veren bir konu olarak görmüş ve bu nedenle doğal olarak güvenlik eksenli yaklaşımları hak ve özgürlük söylemlerinden önce gelmiştir. Şeyh Said İsyanı zorlukla bastırıldıktan sonra ülkede Takrir-i Sükun Kanunu ilan edilmiş ve baskıcı dönem resmen başlamıştır. İsyana karışanlar asılmış ve devletin güneydoğu bölgesi ve Kürt nüfusa şüpheci yaklaşımı hakim düşünce olmuştur. 1930’ların tüm dünyada etkili olan uluslaştırma politikaları da bu durumun gerçekleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Yine de ne mutlu ki faşizmin dünya tarihinde doruk noktasına ulaştığı bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi Kürt kökenli vatandaşlarını ikinci sınıf gören yaklaşımlardan uzak durmuş ve kendini “Türk” kabul eden herkese eşit yurttaşlık hakları sunmuştur. Bu durumu küçümsememek gerekir zira Prof. Dr. Ergun Özbudun’un belirttiği gibi “1930’lu yıllar gibi Avrupa’nın çok büyük bölümüne otoriter, ırkçı milliyetçilik anlayışının egemen olduğu bir dönemde, bunun bizce tali bazı yönlerinin Türkiye’de görülmesi değil, bu etkinin bu kadar sınırlı kalmış olması hayret edilecek bir husustur. Bir siyasal söylemin sağlıklı olarak değerlendirilmesi, o söylemin bir bütün olarak ve dönemin şartları içinde incelenmesini, ana doğrultularıyla geçici ve tali sapmaların birbirinden ayrılmasını gerektirir. Kemalizmin milliyetçilik söylemi bir kül halinde ele alındığında, onun hukuki ve kültürel cephesinin çok daha ağır bastığına kuşku yoktur”.(2)
Yine de bu dönemden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Antlaşması’nın bazı maddelerini ihlal ettiği görülebilir. Örneğin Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi şu şekildedir; “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düsen kolaylıklar sağlanacaktır”. Buna rağmen Kürtçe başta olmak üzere tüm diğer diller o dönemden başlayarak yasaklanmıştır. Ayrıca mahkemelerde Kürt kökenli vatandaşlarımıza herhangi bir kolaylık sağlandığı görülmemiştir. Kürt meselesinin devletin varlığı ve milletin birliğine yönelik bir uluslararası sorun haline gelmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hoşgörülü ortamı bozmuştur.
Bu yıllarda CHP içerisinde Kürt meselesinde iki farklı kanadın ortaya çıktığı söylenebilir. Mahmut Esat Bozkurt’un temsil ettiği Türkçü kanat Kürt meselesi konusunda daha sert tedbirler alınmasını ve Türkleştirme politikalarının katı bir şekilde devamını savunurken, askeriyeden de büyük destek gören bu kanadın üniformalı isimlerinden Orgeneral Fevzi Çakmak da bölgenin ekonomik ve sosyal anlamda gelişmesi durumunda Kürtlerde ulusal bilinç ve milliyetçiliğin ortaya çıkmasından endişe ediyordu.(3) Yine Çakmak’a göre bu bölgelerde yapılacak yatırımlar olası bir Rus işgali durumunda düşmanın eline geçebilirdi. Bu nedenle Güneydoğu Anadolu kalkındırılmamalıydı. Bozkurt-Çakmak eksenine karşı olan İsmet İnönü gibi Atatürk milliyetçiliğine bağlı isimler ise ulus-devlet mantığının geçerli olduğu bir dünyada Türkleştirme politikalarının devamını ancak bunun silah ve baskı yoluyla değil, eğitim yoluyla olmasını savunuyordu. İsmet İnönü’nün 1935 yılında Atatürk’ün emriyle Doğu ve Güneydoğu illerini tek tek dolaştıktan sonra hazırladığı meşhur Kürt Raporu’nda Kürtlerin Türkleştirilmesi ve tek bir millet yaratılabilmesi için Kürt ve Türklerin aynı okullarda beraber ve Türkçe diliyle eğitim yapmalarının önemine dikkat çekilmiştir.(4) CHP’nin bu dönemdeki siyasi stratejisi ise, Osmanlı’dan bu yana daima Anadolu’nun en feodal ve gelenekçi bölgesi olan Güneydoğu’da Kürtlerin bağlı olduğu büyük aşiretlerin temsilcilerini milletvekili yapmak ve milletvekili yapılan bu ağalar yoluyla bölgede devlet otoritesini tesis etmek üzerinedir. Avrupa’daki ulus devlet modeli paradigmasıyla kurulan Cumhuriyet bu yolla zaman içerisinde Kürt kimliğinin ikincil bir kimlik olarak Türk milleti potasında eriyebileceğini düşünmüş ve ummuştur. Atatürk’ün fabrikaları ve reel üretimi Anadolu’da farklı bölgelere yaymak stratejisine karşın, Orgeneral Çakmak’ın dikkat çektiği Rus tehlikesi nedeniyle bölgeye ekonomik olarak fazla yatırım yapılamaması ve bölgenin sosyoekonomik açıdan canlandırılamaması da bu dönemin olumsuz algılanmasında önemli bir nedendir.
1950’lerdeki Demokrat Parti iktidarı; ülkede uzun süren tek parti yönetimi ve İkinci Dünya Savaşı’na bağlı ekonomik sorunların ardından bir rahatlama ortamı yaratırken, DP’liler de Kürt sorununda CHP stratejisini büyük ölçüde devam ettirmiş ve bölgenin ileri gelen aşiretlerinden milletvekilleri seçerek bölgede devletin varlığını hissettirmişlerdir. DP’nin CHP’ye kıyasla çeşitli cemaat ve tarikatlarla olan bağlarının daha güçlü olması da dindar bir yapısı olan bölge halkının DP’ye teveccühünde etkili olmuştur. Ayrıca bu dönemde serbest piyasa ekonomisi mantığı yeşermiş ve bölgeye devlet desteğiyle çeşitli sanayici ve işadamlarının yatırımlar yapacağı umulmuştur. Ancak iklimden başlayarak coğrafi koşulların zor olduğu bölgede, o dönemde küçük çaplı eşkiyalık hareketleri dışında ciddi bir terör olgusu olmamasına karşın bölge aynı tek parti döneminde olduğu gibi kalkındırılamamıştır. Dönemin akil adamı kabul edilebilecek Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 1959’da hazırlattığı rapor incelendiğinde tek parti dönemindeki paradigmanın değişmediği ve Kürt sorununun bir etnik milliyetçilik hadisesi olduğu kadar, bir feodalizm meselesi olarak algılandığı görülmektedir. Raporda Kürt meselesinin çözümü için istihbarat faaliyetlerine ağırlık verilmesi ve Irak Devleti’nin Kürt meselesinde daha sert tedbirler almasının sağlanması, Kürt yerel kültüründeki değerlerin Türk ulusal kültürüne entegre edilerek halklar arasında kaynaşmanın sağlanması gibi önerilerin ön plana çıktığı görülmektedir.(5) CHP de bu dönemde anamuhalefet partisi olarak Kürt meselesinden ziyade DP’nin otoriter politikaları üzerinden muhalefet geliştirmiştir. 1950’ler hala liberal olduğu söylenen Başbakan Menderes’in ağzından dahi “Kürt” sözcüğünün duyulmadığı yıllardır.
Sol söylemleri yoğun olmasına karşın 27 Mayıs İhtilali sonrası da milliyetçi ve politize olmuş Kürtlere yönelik göç ettirme ve hapis gibi çeşitli tedbirler alınmıştı. Fakat 27 Mayıs İhtilali sonrası doğan sol dalga içerisinde Kürt hareketi daha çok sosyalist hareket içerisinde gelişmeye başladı. Yön Dergisi ve Yön Hareketi meseleye daha çok modernizm eksenli bir feodalizm sorunu olarak bakmasına karşın, ordunun ve Kemalist kesimin dikkatle takip ettiği Doğan Avcıoğlu’nun yazdıkları birçoklarına göre bu yıllarda Kürt meselesi konusunda bazı tabuları yıkıyordu.(6) Yine Türkiye İşçi Partisi Kürt aydınlara kapılarını açarak bu konudaki birçok tabuyu yıkmıştır. Ayrıca 1960’lardan başlayarak İsmail Beşikçi, Kemal Burkay gibi bazı düşünürler de Kürt hareketinin temellerini atan fikirlerini ortaya koymaya başlamışlardır. 1970’lerde Kürt Solu Türk Solu’ndan fikri olarak ve kalben ayrılmış ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan kopan Abdullah Öcalan liderliğindeki ve Apocular olarak bilinen bir grup daha sonraları Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkeren Kürdistan - PKK) adıyla ayrılıkçı bir terör örgütü kurmuştur. Ahmet Türk gibi daha ılımlı çizgidekiler ise o dönemde Bülent Ecevit liderliğinde sosyal demokrat bir dönüşüm geçiren CHP’den milletvekili olmuşlar ve siyaset sahnesine geçmişlerdir. CHP o dönemde Kürt meselesine ekonomik temelde bakmaya devam etmiş, ancak devletin ve güvenlik güçlerinin sol gruplara ve Kürtlere yönelik baskıcı politikalarını eleştirerek ve bölgede ekonomik kalkınmanın planlı-devletçi bir ekonomiden geçeceğini söyleyerek Kürt seçmen nezdinde itibarını ve oylarını arttırmıştır. O dönemde dikkat çeken bir diğer husus; 1920’lerden 1960’lara kadar daha çok İslami ve feodal bir karakteristiği olan Kürt hareketinin, bu yıllarda solun etkisiyle sosyalist-Marksist bir temele oturması ve sonuçta 1980 sonrası PKK terörü nedeniyle daha çok terörizmle anılan olumsuz bir çizgiye çekilmeye başlamasıdır.
1980 sonrası ise PKK terörünün yarattığı dehşet ve kaos ortamı, PKK terörüne dönem dönem Sovyetler Birliği, Suriye, İran, Irak, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, bazı Avrupa ülkeleri, İsrail gibi ülkelerin destek vermesi gibi sebeplerle Türkiye’de Kürt sorunu konuşulur olmaktan çıkmış ve ülkede adeta bir “yarı iç savaş” ortamı yaratmıştır. Bugün de hala Türk halkının Kürt hareketine yönelik tepkilerinde iki önemli faktör rol oynamaktadır; terörün kararttığı hayatlar ve bu meselenin Türkiye’ye yönelik bir uluslararası şantaj unsuru olarak kullanılması. Tüm olumsuzluklara rağmen 1980’lerden başlayarak Kürt hareketi içerisinde siyasallaşma ve demokratikleşme dinamikleri de ortaya çıkmaya başlamış, 1989 yılında SHP ile HEP’in yaptığı seçim ittifakı ile Kürt sorununun çözümü konusunda yeni ve önemli bir umut aşamasına gelinmiştir. Özellikle ekonomik çözüm önerileriyle dikkat çeken, fakat Kürtlere yönelik o döneme kadar hiç söylenmemiş bazı kültürel haklara da vurgu yapan SHP’nin Kürt Raporu o dönemde aydınlarda heyecan yaratmıştır. Fakat hem devam eden terör nedeniyle Türk kamuoyunun SHP ve Erdal İnönü’ye yönelik tepkileri, hem de HEP’lilerin provokatif tavırları nedeniyle bu dönemde de barış hayalleri suya düşmüştür.(7)
1990’lar terörün ve etnik milliyetçiliklerin doruk noktasına ulaştığı çılgınlık yılları olarak kaybedilmiş, 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Yunan Büyükelçiliği yakınlarında yakalanmasıyla ise 2000’lerde Kürt sorunu konusunda yeni bir aşamaya gelinmiştir. 2000’lerin başında Öcalan’ın yakalanması sonrasında terör neredeyse sıfır noktasına gelmesine karşın 2001 ekonomik krizi ve yarattığı siyasi istikrarsızlık, sonrasında AKP’nin acemilik yıllarında 1 Mart Tezkeresi telaşı ve bu dönemde heba eden fırsatlar nedeniyle PKK’nın tasfiyesi ve Kürt sorununun çözümü konusunda fazla yol alınmamıştır. Yine de gerek DSP-MHP-ANAP koalisyonu, gerekse AKP döneminde Kürtlere yönelik radyo yayını, televizyon hakkı ve benzeri bazı kültürel haklar sağlanarak yurttaşlarımızın devlete aidiyeti arttırılmaya çalışılmış ve bunda kısmen de olsa başarılı olunmuştur. Bu dönemde Deniz Baykal CHP’si, terörün hiçbir şey yapılmadan geçen birkaç yılın ardından yeniden hortlaması sonrasında açılımcı bir politika izlemeye başlayan AKP’ye karşı Atatürkçü bir muhalefet geliştirmiş ve etnik milliyetçiliğe karşı yurttaşlık vurgulu bir siyaset izlemiştir. Baykal’ın politikaları özellikle daha milliyetçi-ulusalcı tabanda karşılık bulmuş ancak CHP’nin güneydoğudaki oyları ise tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılara düşmüştür. Bu dönemde güneydoğuda sadece Kürt hareketi ve İslamcı hareket yarışan iki rakip haline gelmiş ve Kürt sosyal demokrat taban birkaç yıl içerisinde ilginç bir şekilde adeta buharlaşmıştır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun kısa bir süre önce beklenmedik bir şekilde Genel Başkan olması sonrasındaysa CHP’nin; Örgütlenme ve Örgüt Yönetimlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Nihat Matkap’ın deyimiyle “yeniden 1989 ruhunu yakalamaya başladığı” yeni bir döneme girilmiş, ancak çeşitli sebeplerle bu dönüşüm parti tabanı ve ülke sathında bazı tepkilerle karşılaşmıştır. Bu dönüşümün başarısızlığında kanımca en temel neden yeni CHP yönetiminin zayıf bir görüntü vermesi, örgütlerle Genel Merkez arasındaki sorunlar, AKP’nin zaten Kürt sorunu konusunda önemli adımlar atıyor olması ve en önemlisi uzun yıllar süren terör nedeniyle Türklerle Kürtlerin arasına deyim yerindeyse kan girmesidir. CHP’nin ulusalcı-Atatürkçü tabanının herhangi bir dönüşüme hazırlanmadan bu işlere girişilmesi ve AKP’nin dini-otoriter eğilimler gösteren politikalarına karşı bunalmış seçmenin karamsarlığı da bu sürecin henüz pek bir karşılık bulamamasında etkendir. Geçtiğimiz günlerde ise CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “kendi siyasi kariyerini riske atarak” giriştiğini ifade ettiği yeni bir süreci başlatmış ve Kürt sorununun çözümü konusunda dört büyük parti (AKP, CHP, MHP, BDP) ve konunun uzmanı kişilerin katılımıyla bir Akil Adamlar Heyeti’nin kurulmasını önermiştir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasındaki ikili görüşme ile başlayan bu iyi niyetli girişim ise, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin sürece temelden karşı çıkan açıklamaları ve hemen sonrasında gelen şehit haberleriyle şimdilik askıya alınmıştır.
İktidara gelmeyi hedefleyen bir parti olarak CHP’nin muhakkak diğer birçok konuda olduğu gibi Kürt sorunu konusunda da plan, proje ve söyleyecek sözünün olması gerekmektedir. Türkiye’de iktidara gelen en katı milliyetçi partinin bile iktidara geldiğinde attığı adımlara bakıldığında bu sorunun varlığını yadsımadığı bilinmektedir. Ancak Türkiye’nin bölgesindeki siyasal sorunlar nedeniyle yeni bir Soğuk Savaş’a doğru sürüklendiğinin iddia edildiği bu ortamda Kürt sorununun çözümü konusunda atılacak adımlarda dikkatli olunmalıdır. Kürt sorunu dediğimizde meselenin hem Kürtlerle ilgili bazı talepler, hem de PKK terörü gibi iki farklı boyutunun olduğu unutulmamalıdır. CHP’nin diğer partilerden destek görsün veya görmesin dünyada birçok siyasal sorunda yapıldığı gibi bir “Akil Adamlar Heyeti” kurması olumludur. Ancak bu heyete siyaset yapmaya değil, ülkeye hizmet etmeye gelen doğru kişiler seçilmelidir. Gençliğinde ülkücü olmuş, sonradan SHP ve CHP’de çok önemli görevlerde bulunmuş, Güneydoğu Anadolu’dan milletvekili de seçilmiş olan Sayın Murat Karayalçın bu açıdan toplumsal hissiyatı doğru anlayabilecek bir isim olabilir. CHP’nin emektar isimlerinden Sayın Erol Çevikçe örgütün yeni politikalara hazırlanmasında sembol bir isim olarak kilit roller oynayabilir. Araştırma şirketi olan ve Güneydoğu’da kamp kurarak bu sorunun tespiti için akademisyenler ve gençlerle birlikte bir proje başlatması muhtemel Sayın Bülent Tanla bir diğer doğru aday gibi durmaktadır. Bölge insanı olan ve çok önemli görevlerde bulunmuş Sayın Hikmet Çetin’i de bu alanda es geçmemek gerekir. Aydın milletvekili ve CHP’nin Anadolu’da en çok gezen milletvekili olan eski Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü Sayın Metin Lütfi Baydar akademik camiadan destek alabilecek ve Akil Adamlar Heyeti’ne mutlaka eklenmesi gereken bir isimdir. Yine partinin emektar isimlerinden Enis Tütüncü, Anadolu Solu üzerinde yaptığı çalışmalarla bu ekibe dahil edilebilir. Ayrıca eski DP-DYP kadroları içerisinde bölgeden milletvekili seçilmiş Kamran İnan vb. isimlerle yapılacak görüşmeler muhakkak ki partinin bu alandaki bilgi düzeyini arttıracaktır.
CHP’nin bu çalışmayı partiler arasında değilse bile, kendi içerisinde mutlaka yapması gerekmektedir. İktidara gelmek isteyen bir parti elini taşın altına sokmalıdır. Ama bunu yaparken partinin ulusalcı tabanı küstürülmemeli, kendilerine güven aşılanmalıdır. Bunun yolu da karizmatik liderliğin inşasından, ilkelerin en baştan sağlam bir şekilde konmasından ve başarıdan geçmektedir. Başarıya aç sosyal demokrat tabanda moraller çok bozuktur. Morali Genel Başkan ve yöneticilerin yüksek tutması, insanları şevklendirmeleri gerekir. Yine partiye yakın akademisyen ve entelektüellerin küstürülmemeleri ve kendilerine daha çok söz hakkı verilmesi gerekmektedir. Partiye büyük emekleri olan ve uzun yıllar Genel Başkanlık yapan Deniz Baykal’ın uğradığı mağduriyetin giderilmesi, bu konunun takipçisi olunması ve Baykal’ın onore edilmesi de toplumda ve partide olumlu bir hava yaratacaktır. Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun yola beraber çıktığı ancak şimdilerde küstürülmüş gözüken Gürsel Tekin’in toplumla diyalog noktasında partiye kazandırılması faydalı olacaktır. CHP askerlikten yüksek öğretime, Kürt sorunundan idari yapılanmaya kadar birçok farklı konuda toplumda heyecan yaratan yeni projeler ortaya atmalıdır. Yenilik ve değişim Türk seçmeninde hep ilgi uyandırmıştır.
Dr. Ozan Örmeci
DİPNOTLAR
1. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Mango, Andrew (1999), “Atatürk and The Kurds”, Middle Eastern Studies, Vol. 35, No. 4, Seventy-Five Years of the Turkish Republic, s. 1-25.
2. Özbudun, Ergun (1998), “Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in Resmi Belgelerinde Yurttaşlık ve Kimlik Sorunu”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
3. Bu konuda kapsamlı bir çalışma için bkz; Heper, Metin (2008), Devlet ve Kürtler. İstanbul: Doğan Kitap.
4. “İsmet Paşa’nın Kürt Raporu”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 04.07.2012, Erişim Adresi:
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/7890099.asp?m=1.
5. Bardakçı, Murat (2012), “Celal Bayar’ın 1959’da hazırlattığı Kürt raporunda bakın kimler var!”, Habertürk, Erişim Tarihi: 04.07.2012, Erişim Adresi:
http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/725769-celal-bayarin-1959da-hazirlattigi-kurt-raporunda-bakin-kimler-var.
6. Yalçın, Soner (2009), “Kürt Sorununun Adını O Koydu”, Oda TV, Erişim Tarihi: 04.07.2012, Erişim Adresi:
http://www.odatv.com/n.php?n=kurt-sorununun-adini-ilk-o-koydu-2811091200.
7. Bu konuda süreci özetleyen güzel bir çalışma için bkz; Dağıstanlı, Fatin (1998), Sosyal Demokratlar. İstanbul: Bilgi Yayınevi.