Sayfalar

27 Aralık 2011 Salı

Erdoğan ve Sarkozy'nin Psikopolitik Hamleleri



Geçtiğimiz hafta Türk kamuoyuna damgasını vuran olay, sözde Ermeni soykırımını reddedenlere 1 yıl hapis ve 45.000 euro (avro) para cezasını öngören bir yasa teklifinin Fransız Ulusal Meclis’inde kabul edilmesiydi. Bu olay ve sonrasında Türkiye’de gelişen tepkiler Türk basınında daha çok siyasal düzlemde açıklansa da, aslına bakılırsa Arap Baharı sürecinde Tunus, Mısır ve Libya konularında karşı karşıya gelen ve Akdeniz hâkimiyeti konusunda birbirleriyle rekabet eder durumda bulunan Türkiye ve Fransa’nın liderlerinin, yani Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’nin birbirlerine yönelik psikopolitik hamleleri ve bu ikili arasındaki mücadele de olayın bir diğer önemli unsuruydu. Ben bu yazıda politik psikoloji biliminin kurucularından ve en önemli uzmanlarından kabul edilen Prof. Dr. Vamık Volkan’ın “Uluslararası İlişkilerde Psikanaliz” makalesinden yararlanarak Erdoğan ve Sarkozy’nin hamlelerini yorumlamaya çalışacağım.
Öncelikle 2012 başlarında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girecek ve Sosyalist Parti’nin (PS) güçlü adayı François Hollande karşısında koltuğunu kaybetme riski taşıyan Sarkozy’nin seçimleri kazanma yolunda kendisine avantaj sağlaması muhtemel Fransa’daki Ermeni asıllı vatandaşların oylarını almak adına önemli bir stratejik hamle yaptığını söylemek mümkün. Zira 1915 olayları Ermeniler için Volkan’ın “seçilmiş travma (chosen trauma)” adını verdiği çok önemli ve kara bir olay. Seçilmiş travma bir grubun tarihinde felaket, küçük düşürülme ve çaresizlikle andığı ve kendisinin büyük grup aidiyetine olumsuz anlamda da olsa katkı sunan bir olaydır. Bu anlamda Ermenilerin “büyük felaket” olarak adlandırdıkları 1915 Ermeni tehcirinin soykırım olarak adlandırılmamasını yasaklamaya yönelik bir hamlenin, Ermenilerde nesilden nesile aktarılan travmatik durum sayesinde hala fazlasıyla canlı olan duyguları ortaya çıkardığını ve böylelikle Sarkozy’e Ermeni asıllı Fransızlardan daha yüksek oranda oy kazandıracağını iddia etmek mümkündür. Vamık Volkan’a göre nasıl Çekler 1620’de Habsburg hanedanı altında itaate zorlandıkları Bila Hora muharebesini ve İskoçlar 1746’daki Culloden muharebesini toplumsal belleklerinde taze tutabilmişlerse, Ermeniler için de son derece önemli olan 1915 olaylarının Sarkozy tarafından gündeme getirilmesi psikopolitik açıdan önemli bir hamledir. Volkan’a göre siyasi liderler büyük bir grubun seçilmiş travmasını harekete geçirdiklerinde, ilgili hisler ve duygular sanki travma yeni ortaya çıkmış gibi algılanır ve sonucunda bir “zaman çöküşü” getirerek, kitleyi geriletir ve lider etrafında toplar. Bu doğrultuda Sarkozy Ermeni asıllı Fransızları etrafında toplamak için Ermenilerin acılarını sahiplenmiş ve böyle bir hamle yapmış olabilir. Aynı açıdan değerlendirdiğimizde, Başbakan Erdoğan’ın yaptığı Dersim Katliamı açıklamasını, partisine daha az oranda oy verdiği düşünülen Alevi seçmenlere yönelik yapılan benzeri bir hamle şeklinde de yorumlamak mümkündür. Sonuçta Sarkozy rekabet içerisinde olduğu ve kendisinden hazzetmediği Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı da bu hamle yoluyla kendi kamuoyu önünde siyaseten ve psikolojik olarak zor duruma düşürmek istemiştir.
Sarkozy’nin yaptığı bu hamle karşısında Türk halkı ve kamuoyunda biriken öfke ve Türk diplomasisinin çaresizliği nedeniyle Türk yönetimi ve Başbakan Erdoğan da çareyi “seçilmiş ihtişamları (chosen glory)” kullanmakta bulmuştur. Seçilmiş ihtişamlar Volkan'a göre "kendileriyle birleştirilmiş, grubun geçmiş zaferleri, kahramanları ve şehitlerinin akli temsiliyeti"dir. Seçilmiş ihtişamlar bizlik duygusunu kışkırtır ve aynı seçilmiş travmalar gibi kuşaktan kuşağa aktarılır. Başbakan Erdoğan Fransız Cumhurbaşkanına cevap verirken, son dönemde yayınlanan ve büyük ilgi gören bir televizyon dizisi (Muhteşem Yüzyıl) sayesinde yeniden gündeme gelen ve Türkiye’de baskın haldeki Müslüman-Türk kimliğinin gurur okşayıcı bir seçilmiş ihtişam olarak andığı Kanuni Sultan Süleyman’ın kendisinden yardım isteyen Fransa Kralı Fransuva’ya yazdığı mektubu kullanmıştır. Aslında yüzlerce yıl öncesinde uygulanmış bir psikopolitik hamleyi gösteren mektupta şöyle denmektedir;
Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah'ın yeryüzündeki gölgesi Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım. Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Fransuva'sın. Hükümdarların sığındığı kapıma elçinizle mektup gönderip, ülkenizi düşman istila edip, şu anda hapiste olduğunuzu bildirip, kurtuluşunuz konusunda bizden yardım talep ediyorsunuz. Söylediğiniz her şey dünyayı idare eden tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur. Her şeyden haberdar oldum. Yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Böyle bir durumda atalarımız düşmanları mağlup etmek ve ülkeler fethetmek için seferden geri kalmamışlardır. Biz de atalarımızın yolundayız ve daima memleketler ve alınmaz kaleler fetheylemekteyiz. Gece gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. Yüce Allah hayırlara bağışlasın. Allah'ın istediği ne ise olur. Bundan başka haberleri gönderdiğiniz adamınızdan öğrenesiniz. Böyle biliniz.
Metinden anlaşılacağı üzere Erdoğan soykırım iddialarının inkârını yasaklayan yasanın Türkiye’de yarattığı psiko-sosyal tepkileri geçmişteki şanlı günlere atıfta bulunan ve seçilmiş ihtişam yoluyla kitlelerin duygularını harekete geçiren bu mektupla ters çevirmek istemiş ve Kanuni’nin Fransuva üzerinde kurduğu hâkimiyete göndermede bulunarak, rekabet içerisinde olduğu Sarkozy’e de kimin güçlü olduğuna dair bir mesaj vermiştir. Elbette Erdoğan ve Sarkozy başta olmak üzere birçok dünya lideri ve ülkeler içerisinde de farklı siyasal partilerin liderleri arasında devam eden mücadeleleri böyle psikopolitik bir düzlemde okumak da mümkündür. Erdoğan-Sarkozy mücadelesinde kimin öne çıkacağını ise zaman gösterecektir.

KAYNAKLAR
- Volkan, Vamık, “Uluslararası İlişkilerde Psikanaliz”, Erişim Tarihi: 27.12.2011, Erişim Adresi: http://www.austenriggs.org/images/uploads/uluslararsi%20iliskilerde%20psikanaliz.pdf.


Dr. Ozan Örmeci

23 Aralık 2011 Cuma

Türk Dış Politikası Üzerine Genel Değerlendirmeler



Küreselleşen dünyada artık uluslararası ilişkiler ve diplomasi, ekonomi, siyaset ve toplumsal çıkarların harmanlandığı en üst düzey rekabet alanı haline gelmiştir. Günümüzde küreselleşme öyle bir hal almıştır ki, bir devlet içerisinde yaşanan gelişmeler bütün dünyanın gündemine oturabilmekte, tüm dünya liderlerini ilgilendirebilmektedir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası; iktidar partisinin bir uğraşı olmanın çok ötesinde, Türk devleti ve milletinin kaderiyle doğrudan ilgilidir ve hepimizin sorumluluğundadır. Fakat tüm dünyada kabul gören bu genel yaklaşıma karşın, Türk dış politikasında son yıllarda gerek Dış İşleri Bakanlığı çalışanları, gerek muhalefet partileri, gerekse halkın dışlandığı ilginç bir politika yapım tekniği izlenmektedir. Türk dış politikasının bu halktan, diğer siyasal aktörler ve devlet kurumlarından kopuk yapısı nedeniyle birkaç ay içerisinde taban tabana zıt politikalar izlenebilmekte, bu durum da Türkiye Cumhuriyeti devletinin saygınlığına gölge düşürmektedir.

Anlatılan bu durumu netleştirmek için sizlere somut birkaç örnek göstermek istiyorum. 1998 yılındaki siyasi gerilim sonrası imzalanan Adana Mutabakatı ile gelişmeye başlayan Türkiye-Suriye ilişkileri, 13-14 Nisan 2005 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bu ülkeye yaptığı ziyaretle ilerlemiş, iki ülke arasında artan ticaret hacmi ve gelişen siyasi ve kültürel ilişkilerin neticesinde 16 Eylül 2009’da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Türkiye ziyaretinde imzalanan bir antlaşma ile Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuştur. Her iki ülkenin Başbakanları düzeyinde Eş Başkanlık sistemini öngören İşbirliği Konseyi’nin Bakanlar Kurulu’nun içinde dışişleri, enerji, ticaret, bayındırlık, savunma, içişleri, ulaştırma ve tarım bakanlarının bulunduğu toplam on altı (Türkiye ve Suriyeli) bakandan oluşması öngörülmüştür. 13 Ekim 2009’da ilk kez Halep ve Gaziantep’te gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu toplantısı Türkiye-Suriye ilişkilerinde başlayan işbirliğinin somut adımı olmuştur. Toplantının sonunda, çeşitli alanlarda, 50 adet anlaşma, mutabakat muhtırası ve işbirliği protokolü imzalanmıştır. 2-3 Ekim 2010’da Lazkiye’de Konseyin 2. Bakanlar Kurulu toplantısı yapılmış, bu toplantı kapsamında 2 Ekim günü Tarsus’ta Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın katılımıyla Türkiye-Suriye İş Forumu gerçekleştirilmiştir. Şubat 2011’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Asi Nehri üzerine inşa edilmesi planlanan Türkiye-Suriye Dostluk Barajının temel atma töreninde Beşar Esad’a “kardeşim” diye hitap ederek Türkiye-Suriye ilişkilerindeki tarihi ilerlemeyi belirtmiş, ortak tarih ve kültür paydası içinde Suriye’ye seslenerek “Bizler tarihin bizi birbirimize kardeş kıldığı ve eylediği milletleriz. Tarih boyunca bizim kaderimiz hep ortak oldu, hep birlikte yüreğimiz attı” diye konuşmuştur. Bu konuşmanın üzerinden 1 ay dahi geçmeden, yaşanan Arap Baharı sürecinin etkisiyle olsa gerek Türkiye’nin Suriye’ye yönelik söylemleri değişmeye başlamış, bu ülkede artan siyasal çatışmalar bahane edilerek Haziran ayından başlayarak Esad yönetiminin Türkiye tarafından istenmediği açıkça belirtilmeye başlanmıştır. Haziran ayından başlayarak Suriyeli muhalifler Türkiye’de toplantılar yapmaya başlamış, Hür Suriye Ordusu adlı silahlı muhalif örgütün lideri Riyad el-Esad Türkiye tarafından kabul edilerek korunmaya alınmıştır. Bugün yabancı basında sıklıkla Türkiye’nin Suriye’ye bir askeri müdahalede bulunması gerekliliğinden bahsedilerek, tabir yerindeyse Türkiye’ye gaz verilmektedir.

Bir diğer ilginç politika değişikliği ise Türkiye-İran ilişkilerinde görülmektedir. 1979 Devrimi sonrası bozulan Türkiye-İran ilişkileri, 1980’ler ve 1990’larda kaydedilebilir bir gelişme gösterememiş, fakat 2000’lerde İran’ın reformcu Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ve Türk Dış İşleri Bakanı İsmail Cem’in çabalarıyla onarılma sürecine girmiştir. Önceki Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in Haziran 2002’de bu ülkeye yaptığı ziyaret onarılan ve pragmatik temelde de olsa kurulan yeni iyi ilişkilerin başlangıç noktası olmuştur. Sezer’in gezisinden kısa bir süre önce Türkiye İran’dan doğalgaz ithalatına başlamış ve Türk-İran İş Konseyi kurulmuştu. Ayrıca iki ülke arasında Yüksek Güvenlik Konseyi, Ortak Güvenlik Komitesi ve Güvenlik Alt Komisyonları kurulmuş ve terörle mücadele ortak hareket etme noktasında mesafe kat edilmiştir. Türkiye-İran ilişkileri AKP iktidarı döneminde de artarak devam etmiş, Türkiye’nin Brezilya ile birlikte İran ve Altılar (5+1 Grubu) arasında yürüttüğü arabuluculuk girişimleri olumlu sonuç vermiş ve İran Mayıs 2010’da zenginleştirilmiş uranyum takasına ilişkin “Tahran Bildirisi”ni imzalamıştır. Fakat Batılı ülkelerin bu bildiriyi bir anlaşma zemini olarak kabul etmemesi ve İran’a yönelik yeni yaptırımların gündeme getirilmesi Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Bunun neticesinde, o dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olan Türkiye 1929 sayılı yaptırım kararına karşı oy kullanmıştır. Ekim 2010’da ise Türkiye bir süredir devam ettirdiği direnç politikasına son vererek Lizbon’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde NATO füze kalkanı projesine evet demek zorunda kalmış, fakat füze kalkanının İran’a karşı kurulduğu cümlesini basın açıklamasından çıkarmayı başarmıştır. Füze kalkanı projesinin kabulü sonrası gerilen ilişkiler Suriye konusunda Türkiye’nin takındığı tutum ile daha da gerilmiş, İranlı yetkililerden olası bir savaş durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye olduğu yönünde açıklamalar yapılmaya başlanmıştır. İran’ın nükleer enerji konusundaki çalışmalarının bu noktaya geleceğini öngöremeyenler yine Türkiye’yi dış politikada birkaç ay içerisinde çizgi değiştiren zayıf bir ülke görüntüsüne sokmuşlardır. Türkiye bugün adeta yeni bir Soğuk Savaş’ın kanat ülkesi konumuna getirilmiş ve ciddi risklerle karşı karşıyadır.

Türkiye Cumhuriyeti çok zor şartlar altında kanla kurulmuş, sonrasında kendisini medeni dünyaya kabul ettirmeyi başarmış ciddi, saygın ve köklü bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk milletinin kaderi kişisel ego, mezhepsel rekabet ya da dışarıdan emirlere bağlı olamaz, bu gibi faktörlere indirgenemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde, şimdikine kıyasla çok daha zayıf olduğu yıllarda dahi kendisine haksızlık yapan ve emirlerini dikte etmeye çalışan bir devlet olduğunda “gerekirse yeni bir dünyanın kurulacağını ve Türkiye’nin bu dünyada yerini alacağını” söyleyebilen devlet adamları olmuştur. Bugün kendi iktidarlarını korumak ve büyük güçlere sevimli gözükmek adına, izledikleri sorumsuz politikalarla Türkiye’yi ve genel olarak İslam dünyasını mezhepsel rekabete dayalı olarak oluşabilecek bir iç savaş ve çatışma ortamına sürükleyenler ne yaptıklarının farkında mıdırlar? Bu kişilerin dünyevi iktidar hırsları İslam dünyasının kana bulanmasına neden olabilecek kadar mı yüksektir?

Son olarak şunlar söylenebilir; bugün Türkiye gerek iç, gerek dış politikada nereye gittiğini bilmeyen ve nereye gittiği bilinmeyen bir ülke konumundadır. Avrupa Birliği tam üyelik süreci tıkanmış, Orta Doğu’daki Yeni Osmanlı hayallerinin gerçekçi bir temeli olmadığı ortaya çıkmıştır. Türk dünyasına yönelik ise izlenen somut bir politika yoktur. İç politikada ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yönelik saldırılar her geçen gün artmaktadır. Bu durum Türkiye için varoluşsal bir sıkıntıyı ifade etmektedir. Unutulmasın ki, hedefi ve vizyonu olmayanlar olaylara hükmedemez, olaylar karşısında sürüklenirler. Henry Kissinger’ın deyimiyle “nereye gittiğinizi bilmiyorsanız, hiçbir yol sizi bir yere götürmeyecektir”.


Dr. Ozan Örmeci

21 Aralık 2011 Çarşamba

İki Yeni Konferans (Arap Baharı ve Türkiye)



Geçtiğimiz günlerde katıldığım "Arap Baharı ve Türkiye" konulu iki yeni konferansla ilgili tüm bilgilere ulaşmak için lütfen buraya ve buraya tıklayınız.


Dr. Ozan Örmeci

8 Aralık 2011 Perşembe

AKP'de Neler Oluyor?


Kurtlukta düşeni yemek kanundur…

Geçtiğimiz haftadan bu yana Türk siyasetinde gündemi, 9 yıldır iktidarda olan ve Türk siyasal tarihinde üç dönem üst üste oylarını arttırarak iktidara gelmeyi başarabilmiş tek siyasal kurum olan Adalet ve Kalkınma Partisi içerisindeki tartışmalar belirledi. Bu tartışmaların abartılı bir gündem mi, yoksa sahici bir hesaplaşma mı olduğunu önümüzdeki günler belirleyecek. Fakat abartılı olsa dahi AKP içerisinde iki grup arasında bir güç mücadelesi yaşandığı tartışılmaz bir gerçek. Bu grupların Başbakan Erdoğan’a yakın duranlar ile Fethullah Gülen cemaatine ve Cumhurbaşkanı Gül’e yakın olan kişilerden oluştuğu Türk basınında çıkan çeşitli yazılarda ifade ediliyor.


Aslında içeride yaşanan tartışmaların ilk işareti, Mavi Marmara Baskını sonrasında Türkiye’de artık önemli bir kanaat önderi haline gelmiş cemaat lideri Fethullah Gülen’in “İsrail’den izin almalıydılar” ve “İsrail’in onayı almadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır” açıklamalarıydı.[1] Başbakan Erdoğan ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun inatçı duruşuna karşın, AKP içerisindeki ABD ve İsrail’e yakın çevreler; Batı’nın İran’ı çevreleme politikasını devreye soktuğu ve Türkiye’nin de füze kalkanı projesine “evet” diyerek dâhil olduğu bu süreci zayıflatan Türkiye-İsrail çatışmasının yumuşatılmasını talep ediyorlardı. Başbakan Erdoğan ve Dış İşleri Bakanı Davutoğlu ise füze kalkanı projesinde sonunda süngülerini indirmek zorunda kalsalar da, İsrail’le ilişkileri yumuşatmaya bu ülkeden gelecek bir özür olmadan yanaşmıyorlardı. İki grup arasındaki bakış açısı farkı, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda da görülebiliyordu. Demokratikleşme ve özellikle ordunun siyasetteki rolünün tamamen kaldırılması konusunda Avrupa Birliği sürecini önemli bir şans olarak gören Gülen cemaatine yakın çevreler, Başbakan Erdoğan’ın siyasetteki ağırlığını perçinledikçe Avrupa Birliği’ne meydan okuyan açıklamalarından irrite oluyorlardı. Son şike yasasında yaşanan tartışmalar ise tüm sürecin doruk noktasını oluşturdu ve AKP içerisinde Gaziantep milletvekili eski gazeteci Şamil Tayyar ve Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı gibi isimler Cumhurbaşkanı Gül’ün veto ettiği yasa sonrasında ilginç açıklamalar yaptılar. Bu sürecin önemli bir dinamiğini de aslında Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arasındaki öne çıkma rekabetinin belirlediğini düşünüyorum. Zira Kenan Evren’den sonra İngiltere’ye giden ilk Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün bu çok önemli ziyareti sırasında Başbakan Erdoğan’ın üst üste “bedelli askerlik” ve “Dersim olayları” açıklamalarını yapması, zamanlama açısından tesadüfün ötesinde bir gündem mühendisliğini işaret ediyordu. Fethullah Gülen’in, geçmişte Başbakan Erdoğan’ın yaptığı “Milli Görüş gömleğini çıkardık” açıklamasını anımsatan son “Gömlek değiştirin” açıklaması ise[2] içerideki tartışmaların Milli Görüş-Batıcılık ekseninde devam ettiğini ispatlar nitelikte. Bu denklemde Gülen-Gül Batıcı kanadı temsil ederken, Erdoğan-Davutoğlu daha Milli Görüş ekseninde kalmış görünüyor. Parti içerisinde de ağırlığı Erdoğan belirlemesine karşın, Gülen-Gül ekseninde de önemli bir güç birikimi olduğu ifade ediliyor. Tüm bu süreçte tartışmaları daha da alevlendiren olay ise Başbakan Erdoğan’ın geçirdiği ameliyat sonrası hakkında çıkan sağlık durumunun bozulduğuyla ilgili haberler oldu. Bazı basın-yayın organlarında Erdoğan’ın kolon kanseri olduğu ve bu nedenle radyoterapi tedavisi gördüğü dahi ifade edildi. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tam da bu süreçte “Ben Erdoğan’a biat etmiş bir adam değilim, biat etsem geçmişte Erbakan’a ederdim”[3] diyerek hem Milli Görüşçü kanadın yeni lideri olarak ortaya çıkmak isteğini ortaya koydu, hem de Batıcı kanada göz kırptı. Bu kanadın diğer bir etkili ismi Ahmet Davutoğlu da Başbakan Erdoğan’dan gelebilecek bir sinyalle harekete geçebilir. Gülen-Gül cephesinde ise Gül’ün Başbakanlığı en yakın ihtimal olarak gözükürken, Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak devam etmesi durumunda bu kanatta Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın şanslı olduğu ifade ediliyor. Burada kuşkusuz kritik faktör Erdoğan’ın sağlık durumu ve 2012’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde takınacağı tutum olacaktır.


Tüm bu süreçte dikkat çeken en önemli özellik ise, AKP’nin artık muhalefet partilerinin acizliği nedeniyle muhalefeti de kendi içerisinden çıkaracak kadar büyük bir güce ulaşmış olmasıdır. Bu durum kuşkusuz ki Türk demokrasisi için çok olumsuz bir tablodur. Zira durum Mısır’daki seçim sonuçlarına benzer şekilde iktidarda ılımlı İslam’ın (Müslüman Kardeşler), muhalefette radikal İslam’ın (Selefiler) olduğu ve laiklerin azınlıkta kaldığı bir rejimi işaret etmektedir.


[1] Söz konusu haber için; “Fethullah Gülen: İsrail’den izin almalıydılar”, Ntvmsnbc.com, Erişim Tarihi: 08.12.2011, Erişim Adresi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25102914/.
[2] “Gülen’den AKP krizi itirafı”, Gerçek Gündem, Erişim Tarihi: 08.12.2011, Erişim Adresi: http://www.gercekgundem.com/?p=422034.
[3] “Arınç: Erdoğan’a biat etmedim, etsem Erbakan’a ederdim”, CNN Türk, Erişim Tarihi: 08.12.2011, Erişim Adresi: http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/12/03/arinc.erdogana.biat.etmedim.etsem.erbakana.ederdim/639156.0/index.html.


Dr. Ozan Örmeci

7 Aralık 2011 Çarşamba

Politik Psikoloji Derneği röportajı



Politik Psikoloji Derneği adına Uşak Üniversitesi'nden öğrencilerimin benimle yaptıkları röportaja ulaşmak için lütfen buraya tıklayınız.


Dr. Ozan Örmeci


29 Kasım 2011 Salı

Arap Baharı: Pandora'nın Kutusu Açılıyor



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından yayınlanan son makalem "Arap Baharı: Pandora'nın Kutusu Açılıyor" adlı çalışmayı okumak için lütfen buraya tıklayınız.


Dr. Ozan Örmeci

18 Kasım 2011 Cuma

On the Contradictory Nature Of Democracy Rhetoric of the West




What are the West and the East? A nationalist-conservative Turkish writer Nihat Genç defines the East as “the places where the Western bombs fall” whereas for Palestinian origined famous American scholar Edward Said, the East and the West are more than geographic positioning concepts and they refer to historical concepts that reflect cultural stereotypes and political struggles based on some countries’ and cultures’ dominance over others. “The West is the best” not only for late modernizing “third world” Eastern countries that have already accepted their backwardness and tried to catch up the "contemporary civilization” but also for Jim Morrison’s legendary band The Doors[1]. The West and its superpower USA has assumed the role of global policeman especially after the fall of USSR and began to export its most admired but also bloodiest product; democracy. However, democracy rhetoric of the Western countries sometimes seems contradictory for people living in the East.

During the Cold War, US help and support to dictatorship regimes in Latin America, Middle East and even in Europe (remember Salazar’s Portugal and Franco’s Spain), coups and what Stephen Kinzer calls “overthrows” that reflect excellent technology of American engineering left a bad taste in people’s mouths living in these countries. Turkey and Turkish people also experienced all the negative consequences of military coups and civil authoritarianism during the Cold War. With the fall of USSR, a new democratic hope was flourished around the world which even led to Francis Fukuyama’s “helter skelter” prediction about the end of the history. But unfortunately American fast-food meals and European wines of the new century can also sometimes leave a bad taste in people’s mouths. Contradictory dimensions and nature of Western democracy rhetoric still bedevil people’s minds. Take popularly elected Greek Prime Minister George Papandreou’s recent resignation due to government debt crisis and its replacement with a technocrat Lucas Papademos for instance. Western countries and institutions that always promote democracy and human rights (!) during the so-called “Arab Spring” in Tunisia, Libya and Syria, did not hesitate to organize a kind of civil coup against a popularly elected Prime Minister because of its insistence of holding a referendum for new economic measures in his country where the term democracy (demos + kratos) was born. After witnessing what happened in Greece and later in Italy simultaneously with so-called Arab Spring process, during which Western bombs fall for establishing Western friendly not secular Islamist regimes which will share their natural resources with the Western powers, one might think of remembering Kaplan’s question; “Was democracy just a moment?”[2].

The question becomes even more meaningful after seeing Time magazine’s cover “Erdoğan’s Way”, showing a charismatic photograph of Turkey’s democratically elected authoritarian leader Recep Erdoğan, who established a regime which is democratically mature enough to imprison maximum amount of journalists and create a system of meritocracy in state’s bureaucracy based on piety level instead of qualification. Even ordinary people in Turkey are afraid of criticizing the deeds of the government or some religious groups openly and most of them think that their telephone calls are wiretapped. This shows how the West embraces an authoritarian leader if he is economically and strategically (concerning foreign policy) useful even in the 21st century. I wonder the limit of flexion of Western democracy rhetoric since mass political arrests in Turkey is carried on for nearly four years and as a young Turkish writer and academic I feel myself under more pressure day by day because of my political views and lifestyle different from the Prime Minister.


[1] Reference to The Doors’ famous song “The End”.
[2] Reference to Robert D. Kaplan’s article “Was democracy just a moment?”. See; http://www.theatlantic.com/magazine/archive/1997/12/was-democracy-just-a-moment/6022/.

Dr. Ozan Örmeci

29 Ekim 2011 Cumartesi

88. Yılında Cumhuriyet



29.10.2011 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği Uşak Şubesi'nin düzenlediği "88. Yılında Cumhuriyet" konulu panel-söyleşimden bazı fotoğraf ve videolara ulaşmak için lütfen buraya tıklayınız.

Dr. Ozan Örmeci

21 Ekim 2011 Cuma

Diktatörler Cennete Gider Mi?


20 Ekim Perşembe günü tüm dünyada televizyon izleyen ve internette haber sitelerine giren insanlar için aylar, belki de yıllar boyu unutulmayacak bir görüntü, Libya’nın otokratik lideri Muammer Kaddafi’nin (1942-2011) doğduğu kent olan Sirte’de muhalif direnişçiler tarafından yakalanması, yerlerde sürüklenmesi ve linç edilerek öldürülmesinin kanlı videosuydu. Görüntülerdeki vahşet tüm izleyenleri rahatsız ederken, aslında bu sahneyi siyasi olarak hazırlayanlar (NATO güçleri), kitle iletişim araçları ve politik psikolojiyi kullanarak siyasal rakiplerine önemli mesajlar vermekteydi. Henüz NATO’nun askeri kanadına yeni dönmesine karşın Libya operasyonunda başı çeken ülkelerden olan Fransa’nın jet uçaklarının Sirte yakınlarda bir konvoyu bombalamasının ardından, Libyalı direnişçilerin bölgeye yaptığı baskında oğullarıyla beraber yakalanan Muammer Kaddafi’nin “Yeşil Kitap” adlı eserinde önerdiği ilginç siyasal fikirleri, Batı emperyalizmi karşısında uluslararası terörizme verdiği önemli destek, Batı basınında sıklıkla yer bulmuş yurtdışı ziyaretleri ve özel hayatı ile 42 yıllık diktatörlük kariyeri başka bir yazıda ayrıntılı olarak incelenmeli. Fakat ben bu yazıda daha çok Kaddafi’nin sonuna neden olan siyasal ve uluslararası süreçler ile Kaddafi’nin linç görüntüleri ve bunun politik psikoloji açısından kullanımına dikkat çekmek istiyorum.
Büyük Orta Doğu Projesi ile; Putin liderliğinde Rusya’nın toparlanma sürecine girmesi ve Çin’in yakın zamanda dünyanın en büyük ekonomisi haline gelecek olması gibi kendisi açısından olumsuz gelişmeleri bertaraf ederek “dünya jandarması”[1], “demokrasi cephaneliği”[2] gibi ünvanlarını ve “başat güç” pozisyonunu korumak isteyen Amerika Birleşik Devletleri, 2008 yılında seçilen yeni Başkanı Barrack Obama döneminde dünya siyasetine yön verme konusunda ciddi bir plan-program değişikliğine gitmiş gibi görünüyor. İki dönem Başkanlık yapan bir önceki lideri George W. Bush döneminde 11 Eylül saldırılarına yönelik yoğun tepkileri de kullanarak doğrudan askeri müdahaleler gerçekleştiren ABD (hatta Irak müdahalesi için Birleşmiş Milletler kararı olmadan kendisi bir koalisyonu kurmayı bile göze almıştır), yeni dönemde ise daha çok iktidarını değiştirmek istediği ülkelerdeki muhalif hareketlere müttefikleriyle birlikte siyasal ve lojistik destek sağlayarak ve NATO çatısı altında kısıtlı hava ve kara operasyonları düzenleyerek sonuca gitmeye çalışıyor. “Arap Baharı” olarak adlandırılan ve Tunus, Mısır ve son olarak Libya gibi ülkelerde iktidar değişikliklerine yol açan süreçte, ABD’nin muhalif hareketlere verdiği ciddi destek ve bir dönem kendi müttefiki olan diktatörlerin devrilmesine engel olmaması bu ülkenin siyasal pozisyonunda da ciddi bir değişikliği gösteriyor. Küreselleşme yüzyılında artık demokratikleşmeyerek tek adam yönetimlerini korumaya çalışan ve serbest piyasa ekonomisine sırt çevirerek dünya piyasasına açılmayı reddeden ülkeler ve liderler için ayakta durmak çok daha zor. Çünkü geçmişte anti-komünist ve Batıcı olmaları sebebiyle kendilerine destek vermiş “Büyük Birader” Amerika da artık dış siyasetini liberal demokratik değerler doğrultusunda idealist bir perspektife oturtmuş ya da en azından realist perspektifteki ulusal çıkara dayalı vizyonunu bu değerler içerisine saklamış durumda. Hiçbir zaman bir Batı müttefiki olmayan hatta IRA, ETA gibi Batı ülkelerinde eylem yapan terörist örgütlere verdiği destek, OPEC petrol krizi başta olmak üzere birçok olayda Batı aleyhine aldığı tutumla Batı’nın en azılı düşmanı olarak ilan edilen, fakat bugüne kadar bir şekilde iktidarını korumayı başaran Kaddafi içinse iktidarda kalmaya devam etmesi çok zordu ve ancak başka büyük güçlere yaslanması ile mümkün olabilirdi. Bunu yapamayan Kaddafi ise aslına bakılırsa 2008’den bu yana yumuşamaya başladığı bir dönemde[3] Batı’nın gazabına uğradı ve feci bir şekilde kendi halkının elinde can verdi.
Eski Amerikan Başkanı Bill Clinton’ın eşi ve şimdinin ABD Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’ın yoğun mesaisi sırasında bir cep telefonu ekranından izleyerek “wow (vay canına)” şeklinde tepki verdiği Kaddafi’nin vahşi ölümü, aslında Amerika ve müttefiki olan NATO güçlerinin uyarılarını ısrarla dikkate almayan ve kendilerine meydan okuyan Beşşar Esad ve Mahmut Ahmedinejad gibi liderlere bir gözdağı niteliğinde. ABD kitle iletişim araçlarıyla tüm dünyada ailelerin salonlarına kadar giren bu vahşi görüntüler sayesinde gelecekte kendi hegemonyasına meydan okuması muhtemel ülkelere ve liderlere de politik psikoloji açısından önemli bir mesaj veriyor; “Boşuna uğraşmayın, yoksa sonunuz Kaddafi gibi olur”… Küçük yaşta çocuklara ve bebeklere sıcak cisimlere yaklaşmaması için “cıs” diyen annelerin yaptığının daha vahşi ve sofistike bir versiyonu aslında yapılan. Nasıl birçok uyarıya rağmen bir bebeğin “cıs” uyarılarını anlaması için bir defa elini o sıcak cisme değdirmesi ve elinin yanması gerekiyorsa, ekseni kaymaya başlayan ve dünya jandarması sorgulanan dünyada da yeni nesil liderlere ve isyankâr halklara bir “cıs” tecrübesi gerekiyordu. Tunus ve Mısır’da tam anlamıyla gerçekleşmeyen bu hadise için seçilen kurban ise çok zamandır kendisi için kendi kanlı iktidarına benzer bir son hazırlanan Muammer Kaddafi idi. Saddam Hüseyin’in unutulan idamı sonrası, Batı karşıtlarının müzmin sonu Kaddafi’nin linç edilmesiyle tüm dünyaya yeniden hatırlatıldı. Özellikle de ABD tarafından İsrail’in de yönlendirmesiyle hedef tahtasına oturtulduğu gözlenen Esad ve Ahmedinejad gibi liderlere.
Bu mesajın ardından dünya siyasetinde neler yaşanacağını önümüzdeki aylar ve yıllarda göreceğiz. Umudumuz savaşların, linçlerin, diktatörlerin ve haksızlıkların olmadığı bir dünyanın kurulmasıdır…
Dr. Ozan Örmeci



[1] Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler literatüründe sıklıkla Soğuk Savaş ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin pozisyonunu anlatmak için bilim adamları tarafından kullanılan bu tabiri, Küba’nın efsanevi komünist lideri Fidel Castro da bir tür “askeri mafya (military mafia)” olarak nitelendirdiği NATO güçleri için kullanmaktadır. Erişim Tarihi: 21.10.2011, Erişim Adresi: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=22074.
[2] Orijinal haliyle “Arsenal of democracy” terimini ilk kez Avrupa Birliği’nin kurucu babalarından olan Jean Monnet, Amerika Birleşik Devletleri’ni kastederek kullanmıştır.
[3] 2008’den bu yana Kaddafi’nin Batı ile ilişkilerine daha fazla özen gösterdiği görülmekteydi. Kaddafi öncelikle başta Lockerbie saldırısı olmak üzere kendi finanse ettiği terörist eylemlerde mağdur olan ailelere tazminat ödemeyi kabul etmiş, daha sonra Roma ve bazı Avrupa başkentlerine dostane ziyaretler gerçekleştirmiş, hatta katıldığı bir G-8 toplantısında ABD Başkanı Barrack Obama’nın elini dahi sıkmıştı.