Sayfalar

29 Haziran 2011 Çarşamba

"Bir Türk Sosyal Demokratı: İsmail Cem" Kitapyurdu'nda en çok satanlarda!



"Bir Türk Sosyal Demokratı: İsmail Cem" adlı son kitabım tanınmış kitap satış sitelerinden Kitapyurdu'nda en çok satan biyografiler arasında 8. sırada yer aldı. Kitabı satın almak için lütfen buraya tıklayınız.

Dr. Ozan Örmeci


27 Haziran 2011 Pazartesi

Üniversite, Gençlik ve Siyaset



Bir topluma yön verecek en yüksek eğitimli kişilerin yetiştirildiği üniversitelerde de, Aristo’nun deyimiyle “zoon politikon” yani politik bir hayvan olan insanın bulunduğu tüm diğer yerlerde olduğu gibi siyasetin ve farklı siyasal tercihlerin bulunması doğaldır. Üniversiteler; ülkelerin ve toplumların teknik ve düşünsel anlamda motorları konumunda bulunan öncü kurumlardır. Dolayısıyla üniversitelerde ortaya çıkan teknik ilerlemeler ve siyasal eğilimler o toplum ve ülkeye sonraki dönemde damgasını vuracak sosyolojik gelişmelerin erken sinyalleridir. Bu nedenle Batı toplumları başta olmak üzere tüm dünyada siyasal aktörler, üniversitelerin -yani akademisyenler ve öğrencilerin- düşüncelerini ve eğilimlerini tespit ederek bu yönde adımlar atmaya gayret ederler.
Üniversitelerde siyasetin bulunması doğal olmasına karşın, gençliğin yoğun idealizmi ve bitmek bilmeyen enerjisi nedeniyle üniversitelerde anti-demokratik eğilimlerin güçlenmesi bir ülkedeki demokrasinin geleceği açısından riskli bir durumdur. Bu nedenle üniversitelerde öğrenciler aldıkları teknik eğitimin yanı sıra, bir siyasal prosedürler bütünü olmaktan çok bir yaşam kültürü olan demokrasinin faziletlerini öğrenmeleri konusunda da üniversite yönetimleri ve akademisyenler tarafından teşvik edilmelidir. Demokrasinin öğretilmesi ancak demokrasinin yaşatılması ve yaşanılmasıyla mümkündür. Bu nedenle üniversitelerdeki öğretmen (akademisyen)-öğrenci ilişkileri klasik ilk ve orta eğitimden farklı olarak daha özgür, daha az resmi ve hiyerarşik olmalıdır. Demokrasiyi savunanlar kendi şahsi hayatlarında da demokrasiyi yaşayabilenlerdir. Dolayısıyla akademisyenlerin öğrencilere derslerde demokrasinin özelliklerini anlatması demokrasinin o toplumda özümsenmesi için yeterli olmaz, bunun insani ilişkilere de yansıması gerekir. Demokrasinin yaygınlaşması ve benimsenmesi için akademisyenlerin gerek davranış, gerek notlandırma gibi konularda farklı siyasal görüşlerden öğrencilere olan yaklaşımları demokrasiye uygun olmalıdır. Bir kamu görevlisi olan üniversite hocası; ülkesinin anayasası ve demokratik rejimine uygun şekilde birinci sınıf vatandaş olan tüm öğrencilere eşit şekilde yaklaşmalıdır. Böyle yapılması durumunda demokrasi bilinci ve demokrasiye olan güven genç kuşaklarda artacak, dahası bu şekilde yetişecek olan gençler de ileride farklı siyasal görüşlerde olan kişilere karşı benzer demokratik tavırları göstereceklerdir. Bu da demokrasinin dalga dalga o topluma yayılması demektir. Ayrıca akademisyenlerin siyasal görüşlerinin ve aidiyetlerinin olması doğal da olsa, bu görüşlerin kamusal bir alan üniversitelerde empoze edici bir şekilde dile getirilmesi kanımca hatalı bir tavırdır. Üniversite hocalarının özellikle sosyal bilimlerde farklı görüş ve teorileri dile getirmeleri ve -ister sonrasında şahsi görüşlerini açıklasın, ister açıklamasınlar- son kararı öğrencilere bırakmaları demokrasiye daha uygun bir davranıştır.
Öğrencilerin bir toplumdaki en özgür düşünce platformu olan üniversitelerde demokrasi sınırları dâhilindeki her şeyi tartışabilmeleri, anayasal sınırlar içerisindeki her türlü sosyal-siyasal faaliyetleri yürütebilmeleri doğaldır. Gençliğe bu özgür düşünme ve tartışma ortamı yaratılamazsa, işte o zaman siyasal, toplumsal sorunların çözülmesi konusundaki yaratıcılık engellenir ve gençliğin demokrasiye olan inancı azalır. Gençlere dünya tarihinde en fazla vurgu yapan ve önem veren Mustafa Kemal Atatürk gibi bir kurucu lideri olan ülkemizde gençlerin de kısır siyasal çekişmeler ve şahsi menfaat peşinde koşmaktan çok yurtsever ve hümanist güdülerle ülke ve dünya sorunlarına çözüm bulmaya çalışmaları daha doğru bir tavır olacaktır. Bunun için de öğrencilerin televizyon kanallarında gördükleri slogan düzeyindeki tartışmalara değil, bilimsel araştırma ve yayınlara yönelmeleri, öykünmeleri gerekmektedir.

Ozan Örmeci


23 Haziran 2011 Perşembe

Derya Büyükuncu Nihat Doğan'dan Genel Seçimlerin Rövanşını Mı Aldı?



12 Haziran 2011 genel seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin % 50’lik oy oranı ile büyük bir zafer kazanması ve seçimlere yeni ve oldukça çalışkan sosyal demokrat genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile giren Cumhuriyet Halk Partisi’nin tüm çabalara rağmen yalnızca % 26 oy oranında kalması, Osmanlı-Türk siyasal hayatının temel paradigması olan merkez-çevre ilişkilerinde 21. yüzyıl başlarında yeni bir safhaya girdiğimizi belgeler nitelikte idi. Seçimlerin ardından Türkiye’nin yeni sosyolojik gerçekleri ve Cumhuriyet’in ideali olan Batılı Türk’ün Anadolu yaşantısındaki gerçek yeri üzerine birçok şey yazıldı, çizildi. Bir televizyon dâhisi olarak nitelendirilebilecek olan Acun Ilıcalı’nın yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendiği Survivor Ünlüler-Gönüllüler programı finalinde milli yüzücümüz Derya Büyükuncu ve türkücü Nihat Doğan arasındaki mücadele de aslında Türkiye’de yüzyıllardır devam eden bu Batılı Türk-Doğulu Türk yani merkez ile çevre rekabetinden izler taşıyordu.

Elbette ıssız bir adada, Hobbes, Locke, Rousseau gibi düşünürlerin toplumsal sözleşme teorilerine esin kaynağı olan devletsiz doğal durumda insanların ilişkilerinin ortaya konulduğu Survivor programı başlı başına bir ilgi konusu olmaktaydı. Ancak son yayınlanan Survivor Ünlüler-Gönüllüler’in bu derece ilgi görmesinde sanıyorum genel seçimlerde yaşanan büyük zafer veya diğer taraftan bakılacak olursa hezimet sonrası Derya Büyükuncu ve Nihat Doğan arasındaki mücadelenin ve finalin sıradan iki insanın mücadelesinin ötesinde Batılı ve Doğulu Türk arasındaki rekabeti yansıtması etkili oldu. Rekabetin kazanan tarafı kısa mesaj yoluyla yapılan halk oylaması sonucu Derya Büyükuncu oldu ve bir anlamda genel seçimlerin rövanşını almış oldu. Derya Büyükuncu Türkiye’de Batılılaşmanın sembol kurumlarından olan Galatasaray Spor Kulübü’nde yüzmeye başlamış, uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunmuş, defalarca Türkiye şampiyonu olmuş ve beş defa olimpiyatlara katılmış sivilize (uygar) ve yeni tabirle “beyaz” bir Türk profili çizerken, karşısında Nihat Doğan modern görüntüsüne karşın geleneksel ve dini değerlere vurgu yapan, siyasal iktidara nesnel övgünün ötesinde yağ çeken konuşmalarıyla son dönemde dikkat çeken, gelenekçi ve maço hareketleriyle bilinen bir türkücü olarak Doğulu Türk profilinden izler taşımakta idi. Adada yaşananlar da aslına bakılırsa bu iki stereotipi güçlendirecek cinstendi. Nihat Doğan henüz yarışmanın ilk gününde vatan hasreti çekmeye başlayan, “ben tek, siz hepiniz” psikolojisinde sürekli kendisine tuzaklar kurulduğunu düşünen, herkese meydan okuyan, halka şirin gözüken popülist ve duygusal konuşmalar yapan, sözleri ve hareketleriyle diğer yarışmacıları çıldırtan (hatta Pascal Nouma’yı delirtip kendisine saldırtan) ancak halktan özellikle de gelenekçi kesimlerden destek alan bir yarışmacı olurken, Derya Büyükuncu ise soğukkanlı (belki biraz da soğuk), sinirlerine hâkim, belki de fiziksel olarak en güçlü yarışmacı olmasına karşın sözlü ve fiziki sataşmalarda dahi pek oralı olmayan bir yarışmacı görüntüsü sergiledi. Sonuçta genel seçimlerin aksine, belki de hala Türkiye’deki daha varsıl kesimin Batılı Türkler olduğunu gösterircesine kazanan Derya Büyükuncu oldu. Büyükuncu’nun özellikle kıyı kesimlerinden ve büyük şehirlerden daha fazla oy aldığı görülürken, Nihat Doğan’ın ise Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerden ve daha muhafazakâr kentlerden daha yüksek oy alması dikkat çekti.

Cumhuriyet aydınının hala bir çözüm bulamadığı Batılı Türk-Doğulu Türk rekabetinde sosyolojik olarak Doğulu Türk çok daha ön plana çıkmışken, elbette Derya Büyükuncu’nun zaferi çuval olayı sonrası Irak’ta Amerikan askerlerine ders veren çakma kahraman Polat Alemdar vari bir kendini avutmanın ötesine geçemiyor. Ama böylesine kutuplaşmış, böylesine gergin bir Türkiye’de de belki Acun Ilıcalı gibi televizyon dâhilerinin en önemli amacı insanları avutmak ve biraz olsun eğlendirmek.

Ozan Örmeci

20 Haziran 2011 Pazartesi

Üniversite Yıllarını Verimli Geçirebilmek


Ünlü antik Yunan düşünürü Platon’un (Eflatun) milattan önce 4. yüzyılda kurduğu Akademi’sinden bu yana üniversiteler bir toplum ya da devlete hizmet edecek en seçkin kişilerin yetiştiği yüksek öğretim kurumları olarak karşımıza çıkmaktadır. Latince “universitas” sözcüğünden türemiş olan üniversite terimi “öğretmen ve akademisyenler topluluğu” anlamına gelmektedir. Günümüzde üniversite ya da Türkçe karşılığı olan evrenkent sözüyle ise; bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim ve bilimsel araştırma olanakları sunan kurumlar ifade edilmektedir.

Bir toplumun ilerlemesi açısından son derece büyük işlevi olan üniversitelerde okuyan öğrencilerin, kısıtlı sayıda insanın sahip olduğu bu ayrıcalıklı yüksek eğitim kurumlarının imkânlarını iyi değerlendirmeleri gerekmektedir. Elbette öğrencinin öncelikli görevi derslerine çalışmak ve eğitimini aldığı mesleği teorik ve pratik düzeyde en iyi şekilde öğrenmek olmalıdır. Ancak üniversite dediğimiz zaman -bir meslek kursundan farklı olarak- gençlerin toplumsal kamusal yaşama hazır hale geldikleri ve kendilerini meslekleri dışında da yetiştirebildikleri büyük bir kültür ve bilim platformundan söz etmek daha doğru olacaktır. Bu sebeple üniversitelerin en önemli ve temel yapıları, bilimsel araştırmalara ve öğrencilerin ve akademisyenlerin kendilerini geliştirmelerine olanak sağlayan kütüphanelerdir. İş yaşamına kıyasla boş zamanın çok daha fazla olduğu öğrencilik günleri, kişilerin kültürlerini geliştirmeleri açısından ideal zamanlardır. Bu yıllarda kişinin kendine yapacağı kültürel yatırım, ilerleyen zamanlarda muhakkak kendisine bir şekilde geri dönecek ve dünyayı daha iyi tanıması ve daha kolay algılamasına yol açacaktır. Bu sebeple tüm öğrenci arkadaşlarımıza tavsiyem, öğrencilik günlerinde ders çalışmak ve eğlencenin yanı sıra edebiyat, sinema, müzik, tiyatro ve benzeri sanat dalları ve kültür alanlarında da kendilerini geliştirmeleridir. Mesela dünya edebi klasiklerini okumak için üniversite öğrenciliğinden daha uygun bir zamanlama olmayacaktır. Üstelik kişinin kendini daha özgüvenli hissetmesine ve kültürlü olmasına yol açan bu gibi kültürel yatırımlar, öğrencilerin kendi branşlarında da daha başarılı olmalarının yolunu açabilir. Mesela bir Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğrencisi için, Rus, İngiliz ve Fransız klasiklerini okumuş olmak muhakkak ki siyasal tarihi yorumlamak açısından faydalı olacaktır. Kuşkusuz Dostoyevski’nin Ecinniler’ini okumuş bir öğrenci Bolşevizm’in doğuşunu ve Bolşevik İhtilali’nin ruhunu çok daha iyi yorumlayabilir. Bu sebeple öğrencilerimizden isteğim; üniversite yıllarını en verimli şekilde geçirmeleri ve çok okuyarak kendilerini kültürel yönden ilerletmeleridir. Benzer şekilde öğrenci kulüplerinin aktif olarak faaliyet göstermesi ve öğrencilerin çeşitli devlet görevlileri, bilim adamları ve siyasetçilerle kulüp faaliyetleri vasıtasıyla tanışarak kendilerini geliştirmeleri ve gelecek adına olumlu adımlar atmaları kendileri açısından çok faydalı olacaktır.

Tabii ki bu isteklerin gerçekleşebilmesi için üniversitelerde zengin bir kütüphanenin bulunması zorunludur. Uşak Üniversitesi de yeni bir üniversite olmasına karşın kütüphanesini hızla geliştirerek öğrencilerine daha iyi araştırma yapma ve kendilerini geliştirme imkânları sunacaktır. Gerisi de artık öğrenci arkadaşlarımızın azmine kalmaktadır…


Ozan Örmeci


19 Haziran 2011 Pazar

"Bir Türk Sosyal Demokratı: İsmail Cem" D&R'da en çok satanlarda!



Doktora tezimden derlediğim beşinci kitabım "Bir Türk Sosyal Demokratı: İsmail Cem" D&R en çok satan kitaplar listesinde biyografiler arasında 7. sırada yer aldı. 


Ozan Örmeci



17 Haziran 2011 Cuma

Bonapartizm ve Türkiye


Bonapartizm daha çok Marksist teorik değerlendirmelerde kullanılan ve devletin sosyal sınıflardan nisbi olarak özerk olduğu bir sistemi anlatmak için tercih edilen siyasi bir terimdir. Bonapartizm ismini Fransızların ünlü hükümdarı Napolyon Bonaparte’dan almaktadır. Ancak terimi popülerliğe kavuşturan ünlü Alman düşünür Karl Marks, bu terimle hem Napolyon Bonaparte’ın, hem de onun yeğeni ve bir başka Fransız hükümdarı olan Üçüncü Napolyon yani Louis Bonaparte’ın kurduğu siyasal yapıyı eleştirmektedir. Marks, Louis Bonaparte’ın rejimini yakından gözlemlemiş ve 1852 yılında “Louis Bonaparte’ın 18. Bruimare’i” adıyla bu konu üzerine bir kitap dahi yazmıştır.

Bonapartizm kısaca anlatmak gerekirse, Ortodoks Marksist siyaset teorisinde bir sınıfın aygıtı olarak kaba bir şekilde ele alınan devletin kendisine sosyal sınıfların baskısından ötede özerk bir alan yaratmasıdır. Güçlü merkezi bir devletin geçerli olduğu Bonapartist sistemde, devlet gücü genellikle Napolyon veya Louis Bonaparte örneklerinde de olduğu gibi haşmet ve ihtişamı yansıtabilecek güçlü bir liderin kişiliğinde temsil edilir. Devletin merkezi gücünün yayılması ve meşruiyetinin arttırılması adına devletin sivil ve askeri bürokrasisinin kendisine hizmete dayalı ancak aristokratik yapıdan daha ılımlı bir ödüller-şerefler dağıtma mekanizması kurulmuştur. Devlete hizmet esastır ve buna uygun olarak sistem içerisinde ilerlenir. Devletin bu sistemini koruyabilmesi ve herhangi bir sosyal sınıfın boyunduruğu altına girmemesi adına muğlâk bir resmi ideolojinin varlığı bu noktada kritik bir rol oynayabilir. Bonapartist rejimin kurulması, Marks’ın belirttiği şekilde iktidarı alabilecek güçte bir sosyal sınıfın olmaması durumuyla ortaya çıkabilir. Aslında burjuva hegemonyası ya da proleter diktatörlüğe engel olduğu düşüncesiyle sempati yaratabilecek bu yönetim şekli, Marks’a kalırsa aslında burjuva egemenliğinin sınıf diktatoryasının kurulamadığı durumlarda uygulanabilen bir diğer idari biçimidir ve temelde burjuvaziye hizmet eder. Terim daha sonraları Sovyet önderlerinden Leon Troçki tarafından Stalinist rejimi eleştirmek için de kullanılmıştır. Marks’a göre Bonapartist rejimler devrimlere yol açabilecek sosyal hareketlerin yozlaşmasına neden olur. Nitekim Bonapartist rejimlerin kalıcı hale geldiği istisnai durumlarda sivil bürokrasinin başarısız olduğu hallerde askeri darbelerle askeri bürokrasinin ön plana çıktığı görülebilir. Böylelikle Bonapartizm geçici ve istisnai bir durum olmaktan çıkarak kalıcı bir yönetim biçimini de alabilir.

Türkiye siyasal tarihi açısından da Bonapartizm soyut bir kavram olmaktan çıkıp tanınır bir hale gelmektedir. Türkiye’de devletin kurulduğu günden bu yana sivil ve askeri bürokrasinin görece özerk bir yapısının olduğu ve bunun sivil iktidarların hâkimiyet alanında bir müdahale niteliği taşıdığı konusunda ciddi eleştiriler yapılmaktadır. Bu duruma somut olarak sivil burjuvazinin yetersiz kaldığı noktalarda askeri bürokrasinin devreye girmesi ve 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinde olduğu gibi yönetime el koyması kanıt gösterilmektedir. Örneğin tanınmış sol düşünürlerden Murat Belge, Atatürk’ün kurduğu tek parti rejimiyle Bonapartist veya Sezarist/Bismarkçı rejimler arasında benzerlikler olduğunu ancak Atatürk’ün bir diktatörlükle sonuçlanan Bonapartizm’den farklı bir yöne gitmek istediğine dikkat çekmektedir. Fakat Belge’ye göre Kemalist devletin kendisini solidarizm anlayışı doğrultusunda şekillenen halkçılık ilkesiyle sınıflar üstü bir pozisyona oturtması ve bu şekilde tarafsız bir hakem olarak sınıflar arasında dayanışma sağlayabileceğini iddia etmesi bu noktada Kemalizm’i de Bonapartizm’e yaklaştırmaktadır. Bir diğer sol düşünür olan Hasan Bülent Kahraman ise Türkiye’deki sol-Kemalist kesimlerin askeri darbe yanlısı tavır almalarında ve bunu siyasal İslam’ı gördükleri kadar büyük bir tehlike olarak görmemelerinde 27 Mayıs ve 12 Eylül’le kökleşmiş olan Bonapartist vesayet rejiminin etkili olduğunu düşünmektedir. Kahraman’a göre aslında yeni Bonapartizm’in 27 Mayıs ve 12 Eylül’de olduğu gibi başarılı olamamasının temel sebebi, rejime sadık sivil-askeri bürokrasi ve bunlar etrafında oluşan şehirli orta sınıf zümrelerin bu defa kendi içlerinde Batıcı ve Avrasyacı olarak ikiye ayrılmaları ve Batı’dan yeterince destek alamamalarıdır.

Belge ve Kahraman’ın görüşleri dikkate alındığında Bonapartizm şablonu Türkiye için çok da uygunsuz bir model olarak gözükmemektedir. Ancak bazı noktalarda farklılıklar dikkat çekmektedir. Öncelikle bir diktatörlükle sonuçlanan Bonapartist dönemlerin aksine Türkiye’de Kemalist dönem 1950’de aslında demokrasiye geçilmesiyle sonlanmıştır. İkinci önemli fark olarak tek parti dönemi ve Kemalizm’in Osmanlı’dan miras kalan merkez-çevre kopukluğunu kısmen ve en azından teorik düzeyde de olsa (Egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir) ortadan kaldırdığı söylenmelidir. Bu sürecin sonunda da 1950 yılında aslında demokrasiye sorunsuz bir şekilde geçilebilmiştir. Ayrıca Bonapartist rejimin kendisini yeniden tesis ettiği düşünülen 1961 anayasasının neden bu denli özgürlükçü olduğu, yahut bu anayasada neden sınıfsal çatışmaları bastırmak yerine işçi sınıfına yönelik yeni haklar tanındığı Bonapartist modelde açıklanamamaktadır. 1980 darbesi ve 1982 anayasası Bonapartist modele uygun gözükmesine rağmen (sendikaların kapatılması vs.) sivil rejime dönüleceği ve sistemin zaman içerisinde demokratikleşeceği daha o dönemden öngörülmüştür. Dahası Türkiye’deki askeri darbelerin Soğuk Savaş koşullarında gerçekleştiğinin görmezden gelinerek suçun Kemalizm’e atılması bu noktada Bonapartizm iddialarını zayıflatmaktadır. Oysa komplo teorilerinin ötesinde askeri darbelerin dışarıdan teşvik edildiği bugün büyük ölçüde kabul edilen bir gerçektir. Bu nedenle Türkiye’deki tek parti iktidarına yönelik Bonapartizm eleştirileri büyük ölçüde temelsizdir. Tek parti dönemi Türkiye’de demokrasiye geçişin temellerini atmış ve 1950’de başarıya ulaşmış bir süreçtir. Bu anlamda tek parti dönemi iktidarında görülen sivil-askeri bürokrasi özerkliği bir nevi demokrasiye hazırlık niteliğindeki geçici Bonapartizm (geçici aşkın devlet) olarak algılanabilir. 1950 sonrasındaki aksaklıkların nedenleri ise süreci o noktaya başarıyla taşımış tek parti veya Kemalizm’de değil, Soğuk Savaş ortamında aranmalıdır.


KAYNAKLAR
- Kahraman, Hasan Bülent, “Yeni Bonapartizm ve Siyaset”, Erişim Tarihi: 28.02.2011, Erişim Adresi: http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/kahraman/2010/01/08/yeni_bonapartizm_ve_siyaset.
- Belge, Murat, “Bonapartizm/Bismarkizm (I)”, Erişim Tarihi: 28.02.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/1998/11/13/yazarlar/murbel.html.
- Çağlı, Elif, “Bonapartizmden Faşizme Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili”, Erişim Tarihi: 28.02.2011, Erişim Adresi: http://www.marksist.net/elif_cagli/BF_1_bolum.htm.

Ozan Örmeci