Türk siyasal hayatının en önemli ve renkli isimlerinden biri olan Mustafa Bülent Ecevit, 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Doktor Fahri Ecevit Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve 1943-1950 yılları arasında CHP milletvekilliği yapacak önemli bir siyaset adamı, annesi Nazlı Ecevit ise tanınmış bir ressamdır. Ecevit ailesi Kastamonu kökenli olup, Ecevit soyadını da Kastamonu ile İnebolu arasındaki kasabalarından almışlardır. Ecevit ailesi anne Nazlı Ecevit’in büyük teyzesi Ferhande Okday vasıtasıyla Osmanlı sarayına da akraba bir ailedir. Zira Ferhande Hanım son sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday’ın 2. eşidir. Böylelikle Bülent Ecevit de Sultan Vahdettin’in üvey kuzeni olmaktadır. Ecevit’in dedesi Müderris Mustafa Şükrü Efendi ise Osmanlı ulemasındandır. Ayrıca Ecevit ailesinin Aydın Boysan, Billur Kalkavan ve Alp Yalman gibi ünlülerle de çeşitli derecelerde akrabalık ilişkileri bulunmaktadır. Böylesine elit bir çevrede yetişen ve hayatı boyunca pek ekonomik zorluk çekmeyen Bülent Ecevit’in halkın Karaoğlan’ı ve sol hareketin, emekçilerin en büyük umudu olmasının hikayesi bu nedenle oldukça ilginçtir.
İlkokula Ankara’da başlayan küçük Bülent, 1936 yılında ilkokulu bitirip Ankara Erkek Lisesi’ne başlamıştır. Ancak ailesinin İstanbul’a dönmesi sonrası Robert Kolej’e yazılan Ecevit ortaokul ve lise yılları boyunca dersleri vasatın üzerine çıkmayan daha çok sanatla ve özellikle şiirle ilgilenen yalnız ve göze batmayan bir çocuktur. Yalnızca İngilizce’si diğer arkadaşlarından biraz daha iyidir ve bu ona İngiliz edebiyatını yakından tanıma fırsatı sağlar. Okulun edebiyat dergisinde çeşitli şiirleri ve şiir tercümeleri yayınlanır. 16 yaşında Rabindranath Tagore’nin Gitanjali isimli şiirini Türkçe’ye çevirerek edebiyat çevrelerinde dikkat çeker. Daha sonraları Adam Olmak ismiyle yapacağı Rudyard Kipling çevirisi de edebiyat çevrelerinden tam not alacaktır. Robert Kolej’den 1944 yılında mezun olan Bülent Ecevit, lise yıllarında tanıştığı Rahşan Aral’la aşk yaşamaya başlar ve çift 1946 yılında evlenir. Rahşan hanım hayatı boyunca Bülent Ecevit’in mücadelesine ortak olacaktır. Babası gibi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giren Ecevit aradığı ortamı bulamaz ve buradan ayrılarak Ankara'da Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'nde İngilizce çevirmeni olarak işe başlar. 1946-1950 yıllarında ise Londra'da Türk Basın ataşeliğinde çalışır. Bu sürede İngiliz demokrasisini yakından gözlemleme fırsatı bulur. Bir gazeteci olarak da yıldızı gün geçtikçe parlamaktadır. Babasının parlamenterliğinin sona erdiği ve Demokrat Parti’nin iş başı yaptığı 1950 yılında Ecevit’e babasının da etkisiyle CHP’nin yayın organı Ulus’ta çalışması için cazip bir teklif yapılır. Babası gibi siyasete meraklı ve ateşli bir Cumhuriyetçi olan Ecevit fırsatı kaçırmak istemez ve karısıyla beraber ülkeye dönüş yaparlar. Ulus gazetesinde sanat eleştirmeni ve yazı işleri müdürü gibi görevlerde bulunan Ecevit, 1954 yılında Kuzey Carolina’da Winston Salem Journal’dan gelen teklif üzerine bir sene ABD’de misafir gazetecilik yapar. Avrupa’dan sonra Amerikan demokrasisini de yakından tanıma fırsatı bulmuştur. 1956 yılında ise Amerika’ya ikinci kez, bu sefer Rockefeller bursuyla Henry Kissenger’dan siyaset ve uluslararası ilişkiler seminerleri almaya gider. Ulus gazetesinin kapatılması sonrası Yeni Ulus ve Halkçı gibi CHP yayın organlarında çalışır. 1957 yılında yine bir sebepten Amerika’da bulunduğu sırada aldığı telgraf ise hayatını tamamen değiştirecek niteliktedir. Telgrafta Ecevit’in isminin yakında yapılacak olan genel seçimlerde milletvekili adayları arasında alındığı bildirilmektedir. Demokrat Parti’nin anti-demokratik uygulamaları nedeniyle hapse atılmış İsmet Paşa’nın damadı ve kendisinin yakın dostu Metin Toker’le bu durumu değerlendiren Ecevit, siyasete girme kararı alır ve Türkiye’ye kesin dönüş yapar.
Kendisi gibi bir Robert Kolej mezunu olan CHP genel sekreteri Kasım Gülek, CHP’ye bir gençlik aşısı yapma gayretindedir ve bu iş için partinin yayın organlarında yazılarıyla sivrilmiş, babası da eski bir CHP milletvekili olan başarılı gazeteci Bülent Ecevit’ten daha uygun bir isim yoktur. 1957 yılında henüz 32 yaşında parlamentoya İstanbul milletvekili olarak giren Ecevit, ilk yıllarında pek ön planda değildir. Zaten Demokrat Parti’nin tek partili dönemden kalma 1924 Anayasası’nın da desteğiyle yaptığı akıl almaz uygulamalar parlamentoyu CHP’liler için cehenneme çevirmektedir. 27 Mayıs’ı askerin siyasete karışması konusunda çok net fikirleri olmasına karşın, DP’nin CHP’yi kapatmayı gündeme alması ve tahkikat komisyonlarıyla bağımsız yargının önüne geçen bir diktatörlük kurması nedeniyle toplumun önemli bir kesimi gibi memnuniyetle karşılayan Ecevit, 1960-61'de Kurucu Meclis üyeliği, 1961-1965 yılları arasında da Çalışma Bakanlığı yapar. Genç yaşında Türkiye’de siyasetin işleyiş mekanizmalarını öğrenmiş, kısa sürede önemli bir pozisyona gelmiştir. 1961 Anayasası’nın hazırlayan komisyonda da aktif olarak çalışmıştır. Çalışma Bakanı olması sebebiyle Türkiye’de emekçi kesimin sorunlarını ve potansiyelini de yakından görme fırsatı bulmuştur. 1961 Anayasası’nı hazırlayan komisyonun üyesi ve Çalışma Bakanı olarak yaptıkları yani toplu sözleşme, toplu gösteri ve grev hakkı gibi demokratik hakları emekçilere sağlaması nedeniyle emekçiler arasında büyük bir popülariteye ulaşır. Zaten ithal ikamesi politikası doğrultusunda sanayileşmeye, kalkınmaya, demokratikleşmeye başlayan Türkiye 1960’larda her alanda en verimli çağlarını yaşamaktadır. Entellektüel kesimde de bu verim geçerlidir zira üniversitelerde her gün yeni fikir kulüpleri açılmakta, yeni sivil toplum kuruluşları ve sendikalar kurulmakta, çeşitli yazar ve düşünürler çıkardıkları dergi, gazete ve kitaplarla Türkiye’nin kalkınma stratejisinde alternatif yollar üzerine düşünmektedirler. Yön Hareketi ve Türkiye İşçi Partisi işte bu verimli entellektüel ortamda halkın ülkeyi yönetme yetisinin kendisinde olduğunu öğrenmeye başladığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ortaya çıkan özgürlük ortamında artık sol rüzgarları esmektedir…
1965 yılında genel başkan İsmet İnönü’nün ağzından solculuğunu ilk kez açıklayan ve merkezden ortanın soluna doğru bir hamle yapan CHP’de bu dönemde merkeziyetçiler ve ortanın solcuları arasında bir iktidar kavgası başlamıştır. Partinin hızla yükselen dinamik ismi Bülent Ecevit solcuların başını çekerken, Turhan Feyzioğlu, Ferit Melen ve Emin Paksüt gibi isimler muhafazakar kanadı oluşturuyordu. İsmet İnönü ise tarafsız gözükmeye çalışmasına karşın bu yıllarda ortanın solcularına daha yakın durmaktadır. 1965 genel seçimleri ve 1966 Cumhuriyet Senatosu kısmi yenileme seçimlerindeki başarısızlıklara (% 29,6) rağmen, İnönü liderliğindeki CHP ortanın solundan vazgeçmemiştir. 1966 yılındaki partinin 18. kurultayında genel başkanlık yarışında İsmet İnönü, Kasım Gülek'e karşı net bir zafer kazanırken, parti meclisi genel olarak Ecevitçi’lerden oluşuyor ve Ecevit Kemal Satır'ı geçerek genel sekreterliğe geliyordu. Ecevit ve ekibinin partide baskın konuma geçmesi bir çok muhafazakar CHP'liyi rahatsız ediyor Turan Feyzioğlu önderliğinde partiden ayrılan geniş bir grup Cumhuriyetçi Güven Partisi'ni kuruyordu. Ecevit'in bu dönemde partinin alt kadrolarından büyük destek gördüğü ve bu nedenle İsmet Paşa'nın istemeyerek ve çekinerek de olsa solcu Ecevit'e katlanmak zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Partide merkeziyetçi, muhafazakar kanadın yavaş yavaş tasfiye edilmesi sonrası artık CHP'de sosyal demokrasinin, demokratik solun hüküm süreceği yıllar başlamıştı.
Bülent Ecevit’in temel amacı CHP’yi elit kimliğinden kurtararak halkın özellikle de emekçi ve köylü kesimin partisi haline getirmekti. Bu nedenle il ve ilçe örgütlenmeleriyle bizzat ilgilenen Ecevit, İsmet İnönü’nün yaşlı olmasının da etkisiyle partide ipleri kısa sürede eline alır. Böylece CHP muhafazakarların bir bir partiyi terk etmesiyle gerçekten sosyal demokrat bir parti görünümüne bürünüyor ve bu yönde politikalar izleyeceğini belli ediyordu. Öğrenci eylemlerinin arttığı 1968 yılında Ecevit'in "öğrenciler demokratik haklarını kullanıyorlar" benzeri açıklamaları CHP'nin Adalet Partisi tarafından komünistlikle suçlanmasına bile neden olmuştu. CHP üç sene gibi kısa bir süre içerisinde ortanın solundan, aşırı solla anılır olmuştu. Bülent Ecevit basın açıklamalarında kooperatifçilikten ve halk sektöründen söz ediyor, CHP artık tüm solcuların, sosyalistlerin ilgisini çekiyordu. 18 Ekim 1968'deki partinin 19. kurultayı Türkiye'de sol hareketin gelişmesi açısından çok önemli olmuştur. Bu kongrede değişime ayak direyen muhafazakarlar son defa Ecevit'e karşı kozlarını oynamışlardır. Ancak bu grubun parti meclisi ve merkez yürütme kuruluna Ecevitçi adayları sokmamak için gösterdikleri büyük gayretlere ve hazırladıkları kara listelere rağmen Ecevit yaptığı müthiş konuşmayla partililerin desteğini alıyor ve istediği adayları seçtiriyordu. Bu dönemde Ecevit'in ABD aleyhinde sözleri genel başkan İsmet İnönü ile arasını açıyor ve CHP bir yol ayrımına daha geliyordu. Bülent Ecevit'in hazırlattığı 1969 seçimleri bildirgesinde sık sık Mustafa Kemal'in “devrimcilik” ilkesine vurgu yapılması ve "devrim" sözünün kullanılması İnönü'yü rahatsız ediyor, sonuçta CHP yalnızca yüzde 27,3 oyda kalıyordu. Görülüyordu ki halk ve emekçi kitleler CHP'nin samimiyetinden emin değildi ve sol görüş yeterince yaygınlaşmamıştı. 8 Ocak 1970'de Batı Berlin'de Ecevit'in söylediği "bana sosyalist derseniz teşekkür ederim" sözü de medyada olay oluyor ve 12 Mart muhtırasından sonra İnönü'nün askere yakın tutumu nedeniyle Ecevit 1966'dan bu yana koruduğu koltuğunu ani bir kararla 21 Mart 1971'de bırakıyordu. Ecevit, CHP'li Nihat Erim başkanlığında kurulan teknokrat hükümetine karşı sesini yükseltiyor ve Erim'i CHP'yi bölmeye çalışmakla suçluyordu. Ecevit’in 12 Mart müdahalesine tutumu da oldukça sertti. 7 Mayıs 1972'deki kurultayda Ecevit ve İnönü ilk kez birbirlerini açıkça eleştiriyor, İnönü Ecevit'i "hizipçilik" ve uyumsuzlukla suçlarken, Ecevit de artık bir örgüt ve kitle partisi haline gelen CHP'yi tek adam olarak yönetmenin imkansız olduğunu vurguluyordu. Bu konuşmasıyla büyük alkış toplayan Ecevit'in parti meclisi listesi seçimi kazanıyor ve bu duruma tepki gösteren İsmet İnönü partiden ve genel başkanlıktan istifa ediyordu. 14 Mayıs 1972'deki genel başkanlık seçimlerinde ise Bülent Ecevit, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'den sonra CHP'nin üçüncü genel başkanı seçiliyordu. Ecevit yıllar içerisinde örgütle bağını güçlendirmesinin semeresini alıyor ve İsmet Paşa gibi gerçek bir efsaneyi ardında bırakarak CHP’nin yeni lideri oluyordu.
Genel başkan seçilir seçilmez yaptığı konuşmada Ecevit CHP'nin devrimci bir parti olduğunu yineliyor, ancak ideolojisini Marksizm ya da diğer yabancı doktrinlerden değil, Türk toplumunun gerçeklerinden aldığını ifade ediyordu. 1973 genel seçimlerinde CHP oyunu arttırarak yüzde 33'e çıkarıyor ve büyük oy kaybı yaşayan Adalet Partisi'nin (% 29,8) önünde seçimden birinci parti olarak çıkıyordu. Koalisyon ortağı bulamadığı için başlarda hükümeti kuramayan CHP, 1974 yılında Deniz Baykal'ın çabalarıyla MSP ile uzlaşarak nihayet iktidara gelebiliyordu. Her iki tarafın tabanından gelen tepkilere rağmen CHP-MSP koalisyonu kuruluyor ve Bülent Ecevit ilk kez başbakanlık koltuğuna oturuyordu. Görevde kaldığı sürede yaptıklarıyla alkış alan Ecevit, MSP’nin çekincelerine rağmen af yasasını meclisten geçiriyor ve binlerce tutuklu ailesinin gönlünde taht kuruyordu. Kuşkusuz bu dönemin en önemli olayı ise Kıbrıs Barış Harekatı’ydı. Kıbrıslı Rum grupların başlattığı saldırılar dayanılmaz bir hal alınca Türkiye garantörlük hakkını kullanarak adaya müdahale ediyor ve Ecevit "Kıbrıs fatihi" oluyordu. Ancak bu operasyon nedeniyle Türkiye’ye uygulanan ağır ambargolar sonucu ülkeyi büyük bir ekonomik sıkıntıya giriyordu. Halkın Kıbrıs başarısı sonrası kendisine ve partisine karşı büyüyen ilgisine de güvenerek uzlaşma konusunda daha isteksiz davranmaya başlayan Ecevit, sonunda istifasını 18 Eylül 1974'te Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e veriyor ve erken seçime gitmek istiyordu. Ancak diğer partiler aralarında anlaşıyor ve erken seçime gidilmiyor, birinci MC hükümeti kuruluyordu.
1977 seçimleri öncesi büyük bir Anadolu turuna çıkan Ecevit, Başbakan Süleyman Demirel'in suikast uyarılarına rağmen seçim öncesi finali de Taksim meydanı'ndaki coşkulu mitingde yapıyordu. "Halk düzeni değiştirmeye karar verdi, dursam beni aşar" diyen Ecevit'in CHP'si, 1977 genel seçimlerinde tarihinin en yüksek oyunu alıyordu (% 41,4). Aldığı büyük oya rağmen tek başına hükümeti kuramayan CHP'nin azınlık hükümeti teklifi sağ çoğunluk nedeniyle kabul edilmiyor ve ikinci MC hükümeti kuruluyordu. 11 Aralık 1977'deki yerel seçimlerde de 67 il merkezinden 42'sini kazanan CHP gözünü iktidara dikiyor ve AP'li sola sempati duyan milletvekillerini Güneş Motel'de ağırlayarak bakanlık sözü veriyor, CHP'ye geçmeleri için gayret gösteriyordu. Güneş Motel operasyonu başarı kazanan CHP, gensoru vererek hükümeti düşürüyor ve 5 Ocak 1978'de 17 Ocak'ta meclisten güvenoyu alarak iktidara geliyordu. Cumhuriyetçi Güven Partisi ve bağımsızların da desteğiyle kurulan bu hükümetle dağa taşa yazılan "Umudumuz Ecevit" yazısı 1978 yılında 12 Eylül öncesi son bir kez başarı kazanma şansı yakalıyordu. Ecevit bu defa ideallerini gerçekleştirmekte kararlıydı ancak ülkenin durumu son derece karışıktı. 17 Ocak 1979 günü güvenoyu alan Ecevit hükümeti maalesef yalnızca bir kaç ay iktidarda kalabilecekti. Ülkenin başına, ekonomik sıkıntıların ve anarşinin doruğa ulaştığı 1979 yılında geçen sosyal demokratlar; ne düşündükleri programı uygulamaya koyacak fırsatı bulabiliyor, ne de muhalefetin acımasız suçlamalarına cevap verebiliyordu. 14 Ekim 1979'da kısmi Cumhuriyet Senatosu seçimleri ile birlikte, boşalan beş milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde üstünlüğü uzak ara Adalet Partisi'ne kaptıran CHP'nin lideri Ecevit, sonuçların iyi olmadığını fark ederek 16 Ekim 1979'da istifa ediyordu. Bu şimdiye kadar Türk siyasal hayatında alışık olmadığımız türden centilmence bir davranıştı ve kısa bir süre iktidarda kalan Ecevit hiç bir projesini uygulamaya sokamamasına ve iktidar koltuğunun sıcaklığına rağmen, başarısız kısmi seçim neticeleri sonrası istifa etmeyi yeğliyordu. Zaten 12 Eylül de artık yoldaydı.
12 Mart’tan sonra 12 Eylül’e de sesini en şiddetli yükselten lider olan Ecevit, bir süre Çanakkale’de tutuklu kalıyor ve bu zor günleri karısı Rahşan Ecevit’in de destekleriyle atlatıyordu. Ancak kendisine konulan siyaset yasağı nedeniyle Ecevitlerin yeni partisi Demokratik Sol Parti’yi kurma ve ilk genel başkanlığını üstlenme görevi Rahşan Ecevit’e düşüyordu. 1987'de başbakan Turgut Özal’ın referandum neticesinde siyasal yasakları kaldırması (aslında Özal'ın niyeti yasaklılık durumunu kalıcı hale getirmekti) sonucu politikaya dönen ve DSP genel başkanı seçilen Ecevit, 12 Eylül öncesi yaşananlar nedeniyle birçok eski arkadaşına kırgındı. Bu nedenle tüm çağrılara rağmen SHP daha sonra da CHP ile birleşmeye yanaşmıyordu. DSP ise sessiz ve yavaş adımlarla gün geçtikçe oyunu arttırıyordu. 1987 seçimlerindeki başarısızlık sonrası 2 yıl siyasete ara veren Ecevit, 1991 genel seçimlerinde Demokratik Sol Parti’nin barajı aşarak kendisiyle beraber 7 milletvekili çıkarması üzerine umutlanıyordu. 1994 genel seçimlerindeyse Ecevit DSP'yi solun birinci partisi olarak sandıktan çıkarıyordu. DSP yüzde 14'e varan oy oranıyla 75 milletvekili çıkarmıştı.1994 seçimlerinin ardından kurulan Anayol ve Refahyol hükümetlerinden sonra ANAP ve DSP ortaklığında Anasol-D Hükümeti kurulunca Ecevit, Yılmaz başkanlığındaki hükümetin başbakan yardımcısı oldu. Bu hükümetin Meclis'te düşürülmesinden sonra başlayan hükümet arayışları, DYP ve ANAP destekli Ecevit azınlık hükümeti ile noktalandı. Ecevit 19 yıl aradan sonra yeniden başbakan olmuştu ve buradan gitmeye niyeti olmadığı belliydi. 28 Şubat süreci sonrası halkın laiklik konusundaki hassasiyeti nedeniyle kendilerinin büyük bir oy patlaması yapacağını düşünen CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın çabalarıyla Türkiye 1999’da yeniden sandığa gidiyor ve seçime gidilmeden hemen önce Abdullah Öcalan’ı tutuklu olarak Türkiye’ye getirme başarısını sağlayan DSP, % 22,2 oy alarak birinci parti oluyor ve 136 milletvekili çıkarıyordu. Baykal CHP'si ise aldığı % 8,72 oyla Cumhuriyet tarihinde ilk kez meclis dışında kalıyordu. MHP bu seçimde aldığı %17.98 oyla yeni genel başkanı Devlet Bahçeli ile büyük bir çıkış gerçekleştiriyor, Fazilet Partisi %15.39, ANAP %13.22 ve DYP %12.03 oyda kalıyordu. Yapılan pazarlıklar sonucu Rahşan Ecevit'in "içime sindiremiyorum" açıklamalarına rağmen DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruluyor ve Bülent Ecevit yeniden başbakan oluyordu.
Ecevit’in siyaset sahnesine bu son çıkışı maalesef ne kendisi, ne partisi, ne de Türkiye için pek de hayırlı olmuyordu. 1999 krizi sonrası gelen 2001 ekonomik krizi, Ecevit’in sağlığının giderek kötüye gidişi ve medyada kendisi aleyhine çıkan terbiye sınırlarını da zaman zaman aşan haberler, Kemal Derviş’in merkez solu üçe bölmeyi başaran oyunları ve 2002 seçimlerinde sandıktan çıkan AKP’nin tek parti hükümeti… Ecevit’in siyasete vedası hiç de beklediği gibi olmamıştı… 2006 yılında kaybettiğimiz Bülent Ecevit’in şimdi de kişiliği ve fikriyatı üzerinde biraz daha söz etmeliyiz.
Öncelikle Ecevit, Türk siyasal hayatında ön plana çıkmış tüm diğer önemli aktörlerin aksine son derece büyük bir entellektüel birikimi olan ve sanatla yakından ilgilenen bir kişidir. Klasik politikacı profiline getirdiği bu yenilikler ve Demirel’in halk ağzı demagojilerine karşı kullandığı zarif retorikle Ecevit, bugün bile hala etkili olan mahalle kabadayılığı siyasetine karşı olmuş ve buna güzel bir alternatif üretmiştir. Adnan Menderes gibi özel yaşamı hızlı (!) politikacılardan sonra topluma örnek olmuş evliliği de Ecevit’in önemli bir artısıdır. Her şeyden önemlisi Ecevit daima cesur bir politikacı olmuştur. CHP’nin kuruluşuyla ilgili yapısal problemleri nedeniyle 1970’lerde hedeflediği dönüşüm projesini gerçekleştiremese de, 12 Eylül sonrası farklı bir düzleme oturan siyasete kendisi de katılmış olsa da, Ecevit bildiği gerçekleri dile getirmekten hiç korkmamış ve özellikle gençlik dönemlerinde gerçek bir idealist olmuştur. Kendisine yapılan bir suikast girişimi sonrası saldırıyı yapan kişiyi kalabalık içerisinde güvenlik görevlilerine gösterecek, 1970’lerde yaptığı yurt gezilerinde kendisine saldıran ülkücü gruplara karşı geri adım atmayacak, Süleyman Demirel’in suikast uyarılarına rağmen Taksim Meydanı’nda halkla kucaklaşmaktan asla kaçmayacak kadar cesur ve idealist bir politikacı… Askeri yönetimlere ve müdahalelere de -haklı gerekçeleri olan 27 Mayıs ve 28 Şubat hariç- en sert çıkan kişi daima Ecevit olmuş ve bu yönüyle demokrat sıfatını hak etmiştir. Türkiye’de kadınların ikinci sınıf konumunda bulunmalarını, Güneydoğu ya da Kürt sorununu (Kürt milliyetçilerinin ayrılıkçı tezlerine mesafeli olarak), emekçi ve köylü kesimlerin serbest piyasa ortamında haklarının yenmesini ve kontrgerilla hadisesini ülkede en gerçekçi şekilde dile getiren politikacı da 1970’lerin Karaoğlan’ı olmuştur. Ecevit Türkiye’yi hedeflediği “ak günlere” götürememiştir belki ama bu uğurda hayatını harcamış ve arkasında yolsuzluk, kirlilik olmayan temiz bir geçmiş bırakmıştır…
Ecevit siyasal hayatı boyunca müthiş bir örgütçü olmuş ve İsmet İnönü gibi bir efsaneyi de bu sayede geçerek CHP genel başkanı olabilmiştir. Kişisel karizmasının yanı sıra hümanist kişiliği onu tanıyanların gözünde gerçek bir efsane haline getirmiştir. Ancak Ecevit parti içi demokrasi konusunda bir açılım yapmamış ve parti işleri konusunda son derece otoriter bir tavrı olmuştur. Bunun örneklerini gerek CHP’de, gerekse DSP’de görmek mümkündür. Burada denebilir ki diğer merkez siyasetçilerde de görüldüğü üzere Ecevit’te de güçlü bir iktidar hırsı olmuş ve zaman zaman amaçlarına ulaşmak için tavizler vermeyi ya da sert bir tavır takınmayı uygun görmüştür. Fethullah Gülen’e 1999 seçimleri döneminde verdiği desteği ya da DSP’de genel başkanlığa adaylığını koyan Sema Pişkinsüt’e tavrını da bu şekilde yorumlamak doğru olacaktır. Ecevit hakkında hiçbir yolsuzluk iddiası olmadığı gibi mütevaziliğiyle de daima halk nezdinde alkış alan bir politikacı olmuştur. Sade giyimi ve yaşamıyla ideolojisine uygun bir şekilde hareket etmeye çalışmış ve Türk siyasetine zarafet getirmiştir.
Ecevit’in siyasal düşüncesinin temel kaynakları görüldüğü üzere Avrupa sosyalizmi ve Kemalizm’dir. Ecevit Nurcu harekete son dönemde verdiği desteğe ve 12 Eylül sonrası diğer tüm siyasetçiler gibi serbest piyasa düzenini kabul etmesine karşın gençliğinden bu yana Kemalist refleksleri kuvvetli olan bir kişidir. Ancak Kemalizm mutlak ve kalıplaşmış bir ideoloji olmadığı için Ecevit sosyoekonomik alandaki bu boşlukları sosyalizm ve sosyal demokrasi ideolojisiyle doldurmaya çalışmış ve özellikle 1970’lerde ekonomide sol, dış politikada ulusalcı bir çizgi benimsemiştir. Dış politikada Kıbrıs sorunu ve AET (AB) konusundaki anti-emperyalist tutumu, Anti-Amerikancı açıklamaları ve ülke içerisinde emekçiye sağladığı destek onun ulusalcı anlayışını netleştirmektedir. Ecevit Türk toplumuna da hiçbir zaman yabancılaşmamak gerektiğine inandığı için sosyalist ilkeleri Türk toplumuna dayandırmaya büyük gayret göstermiştir. 1970’lerde CHP’nin seçmen kitlesini şehirli aydın, orta sınıf, düşük maaşlı işçi, köylü, işsiz ve öğrenci olarak gören Ecevit, “toprak işleyenin su kullananın” tarzı sözlerinin söylem düzeyinde kalmaması için gayret göstermiş ancak CHP’nin kuruluşu itibariyle toprak ağaları, aşiret liderleri ve iş adamlarının da üye olduğu bir parti olması sebebiyle bazı riskleri göze alamayarak ve de dönemsel koşulların olumsuz etkileriyle hedeflerini gerçeğe dönüştürememiştir. Ecevit’in büyük önem verdiği iki projesi olan kamu sektörü ve köykent de gerçekleşme şansı bulamamıştır. Ecevit’in “inançlara saygılı laiklik” anlayışı ve Kemalist tutumu; Merve Kavakçı hadisesinde kendisini göstermiş ve Ecevit bu olayı ustaca savuşturmuştur.
Diyebiliriz ki Ecevit’in Türk siyasetine en büyük mirasları dürüstlük, emek yanlısı politikanın merkez siyasete çekilerek haklarının daha iyi savunulması ve idealizm temelli bir mücadele azmidir. 12 Eylül sonrası geçen başarısız yıllara rağmen siyasete devam etmesi Ecevit’in mücadele azminin somut bir göstergesidir. Ecevit'in vefat etmeden kısa bir süre önce Danıştay baskını sonrası düzenlenen cenaze törenine katılarak fenalaşması da onun mücadele azminin son bir örneği olmuştur. 1970’lerde ülkenin içerisine girdiği kötü durum nedeniyle Demirel kadar suçlanması gereken bir diğer isim Ecevit olsa da, unutulmamalıdır ki kişiler tarihin ve yapısal koşulların bir sonucudur ve tarihin yasalarına göre şekillenirler. Dahası Türk politikası Nato sürecinden bu yana iç dinamiklerden çok dış dinamiklere göre belirlenen bir hal almıştır ve yaşananların belki de en az suçlusu olan kişi şairane bir idealizmle daima ezilenin yanında tavır alan Karaoğlan’dır…
KAYNAKLAR
- Belli, Şemsi, “Çocukluğundan Liderliğine Kadar Bülent Ecevit”, (1975), İstanbul: Dilek Yayınları
- Tachau, Frank, “Bülent Ecevit: From İdealist to Pragmatist”, Metin Heper ve Sabri Sayarı’nın “Political leaders and democracy in Turkey” kitabından, (2002), Lanham, Md. : Lexington Books
- Dağıstanlı, Fatin, “Sosyal Demokratlar”, (2004), İstanbul: Bilgi Yayınevi
- Kim Kimdir.gen.tr, http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=354
- Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BClent_Ecevit
- Biyografi.net, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=56
- Belge.net, http://www.belgenet.com/
Ozan Örmeci
Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için
İdefix,
Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.